Bu bölüm biraz daha uzun oldu sanki. Umarım karakterin hakkını verebilirim aynı potansiyeli bende görüyorum.
Güzel yorumun için çok teşekkürler.
Serin Sümük Hanı 3
Derler ki, geçen yılların kurutup buruşturduğu İhtiyarların masalları, sadece hatırası kalmış yaşamlarına yaktıkları gizli bir ağıttır aslında. Yaşanmışlarına ve yaşayamadıklarına yönelmiş bir acı çığlığıdır.
Günlerden bir gün, göğün normal bir ışıkla parıldadığı, kuşların her zamanki gibi yavrularına yiyecekler taşıdığı, tüm mahlukatın her günkü gürültüleri içinde yaşadığı normal bir günde Hana, İhtiyar bir adam gelmişti. Hanın müşterileri mütemadiyen gençlerden oluşurdu. Belli bir yaşı geçtikten sonra kimse elindekini yitirme korkusundan dolayı olsa gerek kaderini kovalamak için Sümüklü böceğe binmezdi o evrende. Bu yüzden İhtiyarın gelişi, Hancı Temiz Burun gibi düzeni ve sıradanlığı seven bir orman sakini için oldukça büyük ve rahatsız edici bir olaydı. Yine de terbiyeli olduğunu düşünmekten zevk alan biri olarak Hancı Temiz Burun İhtiyar adamı kapıda karşıladı ve en yakın en yumuşak koltuğu hemen altına çekiverdi. Hancı, İhtiyarlar hakkında bilmesi gereken her şeyi biliyordu; İhtiyarlar hikaye anlatırlardı. Elbette bu da yaşam amacı dış dünyayı inkar etmek olan Hancı için oldukça tehlikeli bir kavramdı. Belki de sırf bu sebeple ihtiyarı oturttuktan hemen sonra oradan kaçmaya çalıştı. Ancak İhtiyarlar öyle gençler gibi çok utanmaz, her şeyden alınmazdı.
Hancı gidemeden bileği İhtiyar adama kaptırınca hikayeyi dinlemek durumunda kalmıştı.
“Uzak bir diyarda iki krallık hüküm sürermiş, iki dağ arasındaki topraklara” diyerekten başladı İhtiyar adam söze. “İki koca krallık. Elbette sen koca dediğime bakma biri diğerinden çok daha güçlü askerlere, çok daha büyük savaş makinelerine, çok daha kalın surlara sahipken, diğer krallık ise çok daha güzel kadın ve erkeklere, çok daha parlak ve zeki çocuklara, çok daha çalışkan öğrencilere sahipmiş. Elbette böyle bir durumda her zaman olacağı gibi güçlü askerlere, büyük makinalara ve kalın surlara sahip olan krallık, diğerinin tepesine demir zırhtan yumruğuyla basıvermiş ve her istediğini alana kadarda elini çekmemiş”
Prenses Tatlıdimağ Satır krallığında, memleketi Setir krallığının hüküm temsilcisi ve Satır kralının karısı isimleriyle anılıyordu. Uzun yıllar önce Satır krallığı ile Setir krallığı arasındaki savaş sonucu, Setir krallığı Satır krallığına her yıl kadınlarından birisini saray hizmetçisi olarak göndermeyi ve her an bir prensesi krallıklarının hüküm temsilcisi olarak tutmayı taahhüt etmişti. 3 yıl önce ölen bir önceki prenses Kurugülün ardından gönderilmişti Tatlıdimağ. Ve gelişinin ilk yılı güzelliği laneti olmuş ve Satır kralı ile evlenmek durumunda kalmıştı. Setirdeki halkım için diye tekrarlamıştı kendi kendisine düğün sırasında. Ailem için demişti Kral dansa kaldırdığında, canım için demişti düğün gecelerinde, reddedersem ellerimden kayıp gidecek olan canım için.
Elbette tüm bunlar üç yıl önceydi. Tam üç yıl önce bugün evlenmişlerdi Kralla. Üç yıl önce bugün kurtarmıştı halkını, ailesini ve hayatını. Prenses TatlıDimağı çağıran davul temposu başlayınca zarif bir şekilde ayaklandı kadın. Güçlü ve kararlı adımlarla yürüdü ve Kralın yanındaki yerini aldı. Hemen karşısında kocaman, bembeyaz bir KuyrukGaga duruyordu, zincirlere vurulmuş.
KuyrukGagalar avlanmaları çok zor, etleri ise çok lezzetli olan kuşlardı. Tıpkı Setir Krallığı gibi KuyrukGaga konseyi de Satır krallığı ile bir anlaşma yapmış ve her yıl içlerinden birisini Krala kurban olarak gönderdikleri takdirde savaşın biteceği garantisini almışlardı. O gün bugündür ekinler hasat edilmeden bir döngü önce, bir KuyrukGaga kralın karşısına çıkar ve kendisini türü için feda ederdi. Prensesin eline uzunca bir bıçak tutuşturdu askerler. Her sene olduğu gibi bu sene de KuyrukGaganın kurban edilmesi, prensesin göreviydi. Prenses bıçağı hazırlayıp ileri adım atınca Setir krallığından gönderilen tüm hizmetçi kadınlar, kuşaklarından ufak bir bıçak çıkartıp törensel bir ifadeyle el ayalarını kesip, akan kanı yüzlerine sürdüler. Kanın sıcaklığı ile soğuk soğuk parlayan onlarca göz Prensesi izlemeye başladı. Prenses uzun bıçağı ile KuyrukGaga’ya doğru yürüdü ve yeterince yaklaşınca cesur bir şekilde göğsünü germiş, çakmak çakmak gözlerle kendisini izleyen kuşun kalbine sapladı bıçağı, tek ve sakin bir hamlede. Kuş hiç çırpınmadan sakin bir şekilde çöktü olduğu yere ve ölüverdi. Prenses bıçağı kuşun göğsünde yaptığı yeni yuvasından çekti ve açılan yaradan boşalan kanın suratına doğru fışkırmasına izin verdi.
Hikayenin bu kısmında, dışarı dünyayı reddetme fikrini unutmuş Hancı araya girdi ve yarı merak, yarı tiksintiyle sordu;
“Nasıl yani, bu kral yaptığı zulümler yetmiyormuş gibi bir de o kadınlara ellerini kestirip yüzlerini kana mı bulatıyor” diye sordu.
Bu soru üzerine İhtiyarın buruşmuş yüzüne bilmiş bir gülümseme geldi oturdu.
“Tam tersine aslında” dedi, ders verir bir tonla. “KuyrukGagalar konseyi ile Setir Krallığı aynı anda anlaştılar Satır krallığı ile. Ve yine aynı yıl gönderdiler kurbanlarını Satır kralına. İşte o ilk yıl, ilk KuyrukGagayı öldüren prenses başlattı bu geleneği, KuyrukGagaların kanları akıyor olmasının kendi kansız vücutlarından çok da farklı olmadığını, kendinden sonrakilere hatırlatmayı amaçlıyordu aslında. “Sizi kesen yok ama siz de en az KuyrukGagalar kadar kanıyorsunuz” diye bağırmıştı asırlar sonrasına. Bir sembol, bir nişane kazıdı böylece tarihe. Yığınların hafızaları komiktir, kontrol edilemez bir şekilde değişir ve şekillenir. Ama semboller böylece sonsuza uzar ve sessizce, günleri geldiğinde bir kahraman tarafından varlık amaçlarının anlaşılmasını beklerler. Ve bir gün, o işareti oraya yerleştiren kişi ile benzer duygular içerisine girmiş bir kahraman çıkar ve sembolün ne olduğunu anlayıverir. Zerrelerine, hücrelerine kadar o gerçekle doluverir. İşte o gün de öyle oldu. Prenses, suratına fışkıran kanı hissederken aklından geçen tek şey, karnında sürekli dönüp duruyormuş gibi hissettiği kralın bebeğiydi. Kendi bebeği. Evrendeki bir varlık bu kadar çirkin ve bir o kadar güzel olmayı nasıl başarabilirdi. Kralın halkı ve kendi vücudu üzerinde ilan ettiği hakimiyetiydi karnındaki, kendinden bir parça, bir damla cennet suyuydu taşıdığı. Bu çaresizlik anında, kocaman bir yıldırım çaktı prensesin beyninde. Bütün nöronlarını yakacak, hücreleri kör edecek koca bir hakikat yıldırımı…”
Prenses kan durulunca oturduğu yerden kalktı ve krala dönüverdi. Şimdi gidip kralın kemerini öpmeli ve bıçağı sadakatinin belgesi olarak ona sunmalıydı. Prenses krala yürüdü ve eğilip kemerini öperken gözbebeklerinde asırların nefreti birikiyordu. Doğrulurken, yanakları seğirmeye başladı, gözleri kırpılmamaktan yanmaya, bütün tüyleri diken diken derisini yakmaya…
Kral Prensesin gözlerini gördüğünde gerçeği anladı mı bilinmez ama çılgına dönmüş bu surattan korktu. Alev almış yanan bu gözden, delicesine seğiren bu dudaktan çekindi. Ancak geriye bir adım atamadan hançer yumuşakça kalbine doğru bir yol açıverdi. Prenses ardından törensel bir ifadeyle bıçağı kralın kalbinden çekti ve kanın suratına fışkırmasına izin verdi.
“Ee sonra” dedi Hancı heyecanla. Değil prensiplerini, hanını bile hatırlamıyordu heyecandan. “Sonra ne oldu.”
“Bilmem” dedi ihtiyar umursamaz bir omuz silkişiyle. “Hikaye buraya kadar, herhalde muhafızlar tarafından öldürülmüştür.”
“Hayır canım” dedi hancı. Yarı kendi kendisine, yarı ihtiyara yönelmiş bir sesle. “Ölmüş olamaz. Kesinlikle ölemez.” Sözünün bu kısmında İhtiyarın yanından kalktı ve kendi kendisine söylenerek yürümeye başladı.
“Büyük ihtimalle, KuyrukGaga asırlardır süren anlaşmanın bozulması sonucunda dirilmiş olmalı tekrardan. Ve prensesi de alıp oradan uçmuştur. Dağlara, sadece kendisinin ve ailesinin yaşadığı muhkem dağlara taşımıştır onu. Prenses de sonsuza kadar ev bilmiştir oraları. Oralarda bir yerde hala yaşıyor olmalı” Bir anlığına durup, parlayan gözlerini delip geçmek istercesine tavana dikti. “Elbette ya şimdi bile oralarda olmalı. Sessizce günlerin geçişini izliyor ve kralı öldürdüğü bıçağını sevgiyle koruyor olmalı. Gidip bulmalıyım onu ve yaptığından dolayı takdir etmeli hanıma davet etmeliyim. Buranın ne kadar güzel olduğunu o da görmeli.”
Hancı ayaklandı ve gerçekliğin şekillendiği Han kapısına doğru, Prenses TatlıDimağa doğru yürüdü. İhtiyar adam ise bir köşede nereden soğuk bir içki bulacağını sorunup duruyordu, Hancıya ne olduğunu umursamadan. Geçmişti ondan artık.
Doğrusu aşk, en bencil duyguydu.