Kayıt Ol

Tüccar'ın Altın Sikkeleri

Çevrimdışı Mu

  • *
  • 26
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Tüccar'ın Altın Sikkeleri
« : 13 Şubat 2011, 00:33:58 »
“ Koca bir aptalsın sen Unu! “ Yumruklarını sıkmış yanında yürümekte olan adamın suratına bir tane geçirmemek için kendini zor tutuyordu.
“ Çocuk gibisin. Kapı kulbu kadar aklın yok! “

Unu yanında köpüren adamın zaten gergin olan sinirlerini daha da arttırmamaya özen göstererek sözlerini dikkatle seçti. “ Haksızlık ediyorsun Mel. Bu harita gerçek ve gerçek bir hazinenin yerini gösteriyor. “
Mel kontrolünü kaybetmemeye çalışarak gözlerini kapadı. Bir yandan dar patikada yürüyor bir yandan da neden bu adama katlanmak zorunda olduğunu düşünüyordu.

“ Gerçek mi? Peki bunu nereden biliyorsun? “ dedi sıktığı dişlerinin arasından.

Unu bir an duraksadı. Arkadaşının tepkisinden çekinerek kısık sesle cevap verdi. “ Haritayı satan adam öyle söyledi, “ arkadaşının cevap vermesini bekleyerek sessizce yürümeye devam etti. Bir yandan da ne kadar karlı bir alışveriş yaptığını kendine söyleyip duruyordu. Ama Mel’in karşı konulmaz mantığı her ne kadar kabul etmek istemese de galip gelmeye başlamıştı. Tüm parasını hazine haritası sattığını söyleyen bir tüccara bayılmıştı ve zengin olacakları konusundaki tek güvenceleri ise tüccarın sözleriyli.

“ Unu sen yıllardır biriktirdiğimiz paranın hepsini hazine haritası sattığını iddia eden bir adama verdiğini söylüyorsun. O parayı kazanmak için yıllarımızı verdik. Yapmadığımız iş kalmadı. Ama sen... “ Mel öfkesinden kekelemeye başlamıştı. “ Sen... tüm paramızı bir anda fırlatıverdin, “ Unu’nun elindeki eskimiş, sararmış parşomen parçasına bakarak “ Bu kağıt parçası için! “     

Kısa bir süre ikisi de konuşmadı. Duyulan tek ses deri çizmelerin sert toprağa bastığında çıkardıkları seslerdi.
Unu içini çekerek pes etti. “ Tamam Mel, üzgünüm. Düşüncesizlik ettim. Ama tüccarın anlattığı şeyler o kadar güzeldi ki... Krallardan daha zengin olabileceğimi söyledi. “

Mel’in sesi öfkeli çıksa da kontrolünü tekrar sağlamış gibi duruyordu. “ Düşüncesizlik bu yaptığının yanında çok kibar bir sözcük Unu. “ Yan gözle dostuna baktı. “ Aptal koca adam, “ diye iç geçirdi. Eski dostunu iyi tanıyordu ve süslü hikayelere ne kadar çabuk kandığını biliyordu. Kim bilir o kurnaz tüccar bu eskimiş parşomen parçasının gerçek bir hazine haritası olduğuna inanması için nasıl öyküler anlatmıştı. Ama yine de bu yaptığı...

“ Tamam Unu. Sana göz kulak olmadığım için kendime kızıyorum sadece. “
“ Beni suçlamıyor musun? “
“ Sen koca bir ahmaksın, ama suçladığım kişi sen değil haritayı satan o sahtekar tüccar. O adamı bulursam saf insanları kandırmak neymiş göstereceğim, “ dedi yumruk yaptığı elini havaya sallayarak.

İki arkadaş dar patikada yürüyor, güneş en tepede sıcak ışınlarını cömertçe yeşil topraklara vururken deri tüniklerinin içinde terliyorlardı.

Unu usulca arkadaşına döndü “ Şimdi ne yapacağız Mel? “

Bilmiyordu. Yıllardır biriktirmek için uğraşıp didindikleri para uçup gitmişti. İkisinin de hayali kuzeydeki kendi yurtlarında, uçsuz bucaksız gür ormanlarının eteklerini kapladığı küçük bir kasaba olan Kuzey Meltemi’nin tozlu sokaklarında küçük bir han açmaktı. Ama şimdi o sahtekar tüccarın ahmak dostunu kandırmasıyla beraber tüm para uçup gitmişti. Yola ilk koyuldukları günkü gibi beş parasızdılar ve şimdi hayallerinden başka ellerinde bir şey yoktu.

Mel bir şey farketmiş gibi aniden durdu. Yürüdükleri dar patikanın kenarındaki çalılara ve ötesindeki tekinsiz ormana baktı. Arkalarında giderek uzaklaşan kasabanın bacalarından yükselen dumanları görebiliyorlardı. Konuşmaya dalmıştı. “ Söyler misin Unu nereye gidiyoruz biz böyle? “

Unu’nun sesi eski dostunun yatışan sinirlerini yeniden ayağa kaldırmak istemiyormuş gibi usulca çıkıyordu. Gözlerini Mel’den kaçırdı. “ Sen konuşmaya dalmıştın Mel. Daha doğrusu... “ boğazını temizleyip devam etti, “ bana o kadar dalmıştın ki nereye gittiğimizi sana söyleme fırsatım olmadı. “

Mel gelecek cevabı biliyordu. “ Beni peşinden o kağıt parçasında yazan hazinenin yerine sürüklüyorsun değil mi? “ diye sordu. Sesinden şaşırmadığı anlaşılıyordu.
Dostunun tepkisini gören Unu daha rahat konuşmaya başladı. “ Şey... kasabada konaklamak için paramız kalmadı. Ben de düşündüm ki... “ Mel’in iç geçirmesi üzerine biraz duraksadı. “ En azından şu haritanın gerçek olup olmadığını öğrenmeye çalışabiliriz. “

Mel’in yüzü ifadesizdi. Yenilgiyi kabul etmişti. “ En yakın dostun kuş beyinlinin biriyse böyle olur işte, “ diye mırıldandı kendi kendine.
Dostunun ağzının kıpırdadığını gören Unu yaklaştı. “ Bir şey mi dedin Mel? “
“ Yıllar önce yola çıktığımız günkü gibi meteliksiz birer zavallıyız. “ Arkasında dağların yüksek tepelerinin arasından usulca yükselmekte olan kasaba dumanlarına baktı. “Ben yeniden oraya gidip ayak işlerinde çalışmak istemiyorum.“

Unu elini dostunun omzuna attı. “ Beni bırakmayacağını biliyordum Mel, “ yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.
“ Bırakmak mı?  Bensiz bu yollarda bir gün dahi dayanamazsın sen koca adam. “

Unu gizlice tebessüm etti. Eski dostu kendine gelmişti.
Mel’in elleri hızlıca eski parşomen parçasını kaptı. “ Şimdi, bu çürümüş kağıt parçası nereyi gösteriyormuş bir bakalım. “
İki arkadaş da dar patikada durmuş dikkatle haritaya bakıyordu.

“ Bu haritaya göre hazine şurada, “ parmağıyla beceriksiz bir çizer tarafından yapılmış gibi duran ucuz mağara resmini gösterdi. “ Yani aradığımız şey bir mağara. “ Mel gözlerini kısarak  dikkatle haritayı incelemeye devam etti. “ Burası Kuzey Yolu’ndaki Devrikdiken kasabasının hemen yanında. “
“ Devrikdiken mi? “
“ Buradan 3 günlük mesafede. “

Tam o sırada patikanın ötesindeki sık ağaçların arasından bir hışırtı duyuldu. Hazırlıksız yakalanan iki dost irkilerek birbirine sokuldu. Güneş ışığı gür orman zeminini yeterince aydınlatmaya yetmiyor, gökyüzünü kapatan kalın dallar öğlen vakti olmasına rağmen etrafta uzun gölgeler oluşturuyordu.

“ Patikadan ayrılmayalım Unu, “ dedi Mel sessizce.
Unu’nun keskin gözleri uzakta ağaçların arasından hızla geçen bir şekil yakaladı. Siyah şekil bir an için gözükmüş sonra göründüğü gibi hızla kaybolmuştu.
“ Mel, sanırım izleniyoruz. “
“ Saçmalama, bunu da nereden çıkardın? Üzerimizde para edecek hiçbir şey yok. Elimizde kalan tek şey bu lanet kağıt parçası. Ona da kimse senin yaptığın gibi bir servet bayılmaz. “
Unu bir hareket yakalayabilmek umuduyla dikkatle sık ormanı tarıyordu.

“ Hadi gel, “ dedi Mel dostunun omzunu sıvazlayarak. “ Büyük ihtimalle bir yaban domuzudur. Patikadan ayrılmayalım. Bu lanet ormanda nasıl şeytanlıkların gizli olduğunu kim bilebilir? “
Han’da insan yiyen vahşi yaratıklarla ilgili anlatılan hikayeleri hatırlayan Unu elinde olmadan ürperdi.


* * *



Devrikdiken’e olan yolculukları olaysız geçmişti. Ellerinden geldiğince ormanın içinden geçen patikadan ayrılmamışlar, avlanmak ve kamp kurmak dışında oyalanmadan yürümüşlerdi. Kimi zaman ormandan gelen hışırtılar, vahşi hayvan sesleri karşısında huzursuzlanmış olsalar da Unu izlendikleri hissini bir türlü üzerinden atamamıştı. Yolculuk boyunca gözleri sık sık ağaçları tarayıp durmuş, dostunun gergin hali Mel’in de sinirini bozmuştu.

Devrikdiken kendi halinde küçük bir kasabaydı. Kasabanın dışındaki sazdan evler ilerledikçe yerini daha zengin kesimin oturduğu ahşap binalara bırakıyordu. Tozlu sokaklarda çocuklar oyunlarına dalmış, sıska köpekler yiyecek bir şeyler bulma umuduyla çöpleri karıştırıyordu. Sokaktan geçenleri içeri veya karanlık bir köşeye çağıran hayat kadınlarının ebepsiz çağrılarına kulak vermemek için demirden bir iradeye sahip olmak gerekiyordu.   
Kasabanın göbeğindeki meydanda sıra sıra dükkanlar dizilmiş, tüccarlar renkli tezgahlarını kurmuş komşu kasabalardan getirdikleri mallarını satıyordu. İnsanlar küçük meydanı doldurmuş oradan oraya koşuşturuyor, hırsızlar günü kârlı kapatmanın peşinde el çabukluğuyla sanatlarını konuşturuyordu, nalburlardan yükselen demir ve çekiç sesleri handan yükselen kahkaha ve gürültüyü bastırıyor,  cüzdanının yerinde olmadığı farkedenlerin bağırışları satıcıların ve çığırtkanların gürültüsü arasında kayboluyordu.

“ Şimdi ne yapıyoruz? “ dedi Unu tüm bu hengame arasında sesini duyurmak için yüksek sesle.
“ Haritaya göre mağara kasabanın hemen dışında, “ dedi Mel. Dostuna yan gözle bakıp “ tabi bu kağıt parçası gerçek bir haritaysa, “ diye ekledi.
Eski tartışmaların yeniden alevlenmesini istemeyen Unu konuyu çabucak değiştirdi. “ Şu gelene baksana. “

Unu’nun gösterdiği tarafa bakan Mel geleni gördü. Kocaman bir beygirin üstüne tüm ihtişamı ve parlak zırhlarıyla tünemiş soylu görünüşlü bir adam yavaş yavaş meydandan geçiyordu. Etrafındaki korumalar o geçerken sertçe yol açmaları için halkı ittirip bağırıyorlardı. “ Yol açın! Amir Russo’ya yol açın! “

Manzara karşısında Mel hafifçe iç geçirdi. Yanında Unu’nun da adama özlemle baktığını görebiliyordu.
“ Tek istediğim böyle bir hayat, “ dedi Mel. “ Tanrılardan çok şey mi istiyorum? “
“ Annem hep hayallerimizi gerçekleştirebilmek için hayatın sonsuz fırsatlar sunduğu söylerdi. “
“ Annen kaçığın tekiydi Unu bunu biliyorsun, “ dedi Mel. Unu elinde olmadan kıkırdadı.
Mel devam etti “ Ona inanmak istiyorum ama, “ elinde tuttuğu özenle katlanmış haritaya baktı “ yoldan geçen bir adamdan satın aldığın bir kağıt parçasının bizi zengin edeceğine bir türlü inanamıyorum. “     
“ O zaman neden benimle birlikte Devrikdiken’e kadar geldin? “ Unu dostuna bakıyordu.
Mel duymamazlıktan geldi. “ Hadi gel. Gidip daha şu mağarayı bulacağız,” yürümeye başladı. Unu yüzündeki belli belirsiz bir tebessümle onu takip ediyordu.


* * *



“ Yok. “

Soluklanmak için durmuş çaresizce haritaya bakıyorlardı. Bulutların arasından süzülen öğlen güneşi Devrikdiken’in dış kesimindeki sazdan evlerden yansıyordu.

“ Yok işte. Burada mağara falan yok. “ elinde tuttuğu haritaya sertçe vurdu. “ Bu lanet haritanın gerçek olmadığını başından beri biliyordum zaten. Buralara kadar boşuna geldik. “ Umutsuzca çöktü. Unu düşüncelere dalmış, konuşmuyordu. İkisi de sessizce oturmuş soluklanıyordu. Bütün sabah boyunca kasabanın çevresindeki dağlık araziyi didik didik etmişler bir tane bile mağara bulamamışlardı.

“ Mel, ben üzgünüm... “ Unu konuşmasını yolun ilerisinden gelen seslerle yarıda kesti. Hızlıca yakınlardaki çalıların arkasına saklandılar. İkisi de yabancıların kasabanın bu bölümünde ne yaptığına dair sorguya çekilmek istemiyordu. Sessizce bekleyip seslerin yaklaşmasını izlediler. Yolda üç küçük silüet belirdi.
Mel sessizce nefesini bıraktı. “ Bunlar sadece çocuk. “

Üç çocuk saklandıkları yerin önünden geçerken gizlice dalların arasından gözetlediler. İki erkek ve bir de kız çocuğu vardı. Hararetli bir şekilde konuşuyor, etraflarında olan bitene aldırmadan yürüyorlardı.

“ Annemiz bu günlerde çok dalgın değil mi? “
“ Her zamanki hali. “
“ Onun için endişeleniyorum. “
“ O soğuk mağara onu hasta ediyor. Çok yaşlı. Zaten gözleri görmüyor onu hayata bağlayan tek şey biziz. “

Çalıların arasında iki dost şaşkınlıkla birbirine baktı.

“ O mağara bizim evimiz. Hem başka bir yere gidersek başının belaya girmesinden korkuyorum.“

Çocuklar önlerinden geçip giderken onlar sessizce nefeslerini tutmuş konuşmaları dinliyordu. Üç küçük arkadaş köşeyi dönüp gözden kaybolurken çalıların arasından fırladılar.

“ Duydun mu Mel? Mağaradan söz ediyorlar. Onları izlemeliyiz. “

Mel düşünceli görünüyordu. “ Bilmiyorum. Sonuçta onlar çocuk. Mağara dedikleri bambaşka bir şey de olabilir, “ çocukların döndüğü dönemece bir süre baktı. “ Yine de takip edip şu mağaranın ne olduğunu öğrenmekten zarar gelmez. “

Sessiz adımlarla izlemeye başladılar. Geniş toprak yol saklanmaya elverişli değildi. Yol kenarındaki ağaçların arasında gölgeler içinde saklanıyor, ellerinden geldiğince az ses çıkarmaya özen göstererek üç küçük çocuğu takip ediyorlardı. Unu arkasına baktı. Yine aynı izlenme hissine kapılmıştı. Hazinenin peşinden yola çıktıklarından beri bu duyguyu üzerinden atamamıştı. Mel’in ne tepki vereceğini bildiğinden bu konuyu açmamanın en iyisi olacağını düşündü. Omuz silkip dikkatini yeniden takibe verdi.   

Yol bir süre sonra daralmış, sık ağaçlar yerlerini kayalara ve dağlık araziye bırakmaya başlamıştı. Kasaba pek uzakta sayılmazdı. İkisi de bu bölgeyi daha önce araştırmış, küçük oyuklardan başka bir şey bulamamışlardı. Mel takibi bırakıp geri dönmek üzereydi. Ne yapıyordu böyle? Üç aptal çocuğu takip edip hazine bulmayı umuyordu. Kendi kendine acı acı güldü. Arkasından sessizce takip eden Unu’ya döndü.

“ Dönüyoruz. Zaten başından beri belliydi...” Mel cümlesini tamamlayamadı. Dostunun yüzündeki hayret ifadesi cümlesini yarıda kesmesine neden olmuştu. Hızla Unu’nun gözlerini diktiği yere baktı.

“ Ne oldu Unu? “ diye fısıldadı.
“ Çocuklar... “
“ Ne olmuş? “ şaşırma sırası Mel’deydi. Yol bomboştu. “ Çocuklar nerede? “
“ Bir anda kayboluverdiler. “ Unu tuttuğu nefesini salıverdi. Parmağıyla bir köşeyi işaret ediyordu. “ Şuraya doğru gittiler. “   

Saklandıkları kayanın arkasından dikkatlice yola çıktılar. Sessiz adımlarla yürüyüp çocukların kaybolmadan önce bulundukları yere geldiler. İkisinin de heyecandan kalp atışları hızlanmıştı.

“ Nereye doğru gittiler Unu? “
Unu titrek adımlarla yolun kenarında bulunan sık çalılıklara doğru yürüdü. Elleriyle dalları aralayıp kendine yol açmaya çalıştığı sırada hızla nefesini tuttu. Mel arkasından yetişti.
“ Ne oldu? Ne var orada? “
“ Mel, sanırım bir mağara buldum. “  Parmağıyla ileride bir karaltıyı gösteriyordu.

Mel sessizce okkalı bir küfür savurdu. Buraya defalarca bakmalarına rağmen karşılarındaki dev mağarayı gözden kaçırmaları akıl almaz bir şeydi. Sık çalılar ve ağaçlar mağara girişini kapatıyor, girişi yoldan geçip giden gözlerden harika bir şekilde gizliyordu. Sessizce çalıların arasından geçip dev girişin duvarına yaslandılar. Çocuklar buraya girmişti.

İkisi de hızlı hızlı nefes alıyor heyecanla birbirlerine bakıyordu.
“ Unu mağarayı bulduk! Haritadaki mağara burası olmalı. Kasabanın hemen yanında!“ Zenginlik hayalleri kurmak için henüz çok erkendi ama yinede ikisinin de gözleri ışıl ışıldı. Haritaya göre hazine içerideydi - eğer gerçekten bir hazine varsa – ama başkaları tarafından çoktan bulunmuş olabilirdi belki de bu küçük yaramazlar hazineyi alıp götürmüştü. Ortada bir hazine bile olmayabilirdi. Öğrenmenin tek bir yolu vardı.

“ İçeri giriyoruz. “

Karanlık mağaraya adımlarını attılar. Ellerinde olmadan birbirlerine sokuldular. Mağaranın aydınlık girişi arkalarında kalırken karanlık da giderek yoğunlaşıyordu.

Unu korkuyla girişe doğru baktı. “ Mel bir meşale yapıp öyle mi girsek? “ Mel’i tutan eli ter içindeydi.

“ Sakın bana karanlıktan korktuğunu söyleme. “ şaşkınlıkta karanlıkta arkadaşına bakmaya çalışarak. “ O küçük piçler bile senden daha cesur. “

Attıkları her adımla birlikte karanlık daha da yoğunlaşıyordu. Belli belirsiz bir köşeyi döndüler. Girişin ferahlatıcı görüntüsü kaybolmuştu. Önlerini zar zor görüyorlardı. Sessizce karanlıkta ilerlerken el yordamıyla bir köşeyi daha döndüler. Küçük bir ışık dikkatlerini çekti. İleride mağara duvarlarından bir ateşin ışığı yansıyordu.

“ Orada olmalılar. Hadi “ dedi Mel Unu’yu kolundan hızlıca çekecek. Adımlarını hızlandırıp daha iyi görebilmek için yaklaştılar. Mağara burada geniş bir oda oluşturmuştu. Girişten başlarını usulca uzattılar. Manzara karşısında neredeyse düşüp bayılacaklardı.

İlk konuşabilen Mel oldu. “ Unu... orada... hazine, “ heyecandan sesi kesik kesik çıkıyordu. Geniş odanın tam ortasında yanan ateş büyük bir sandığı andınlatıyordu. Kapağı açıktı. İçi ise hayallerinin ötesinde, ateşin ışığında güneşten daha parlak parlayan altın sikkeler ile doluydu. Mel sanki uzanıp alabilecekmiş gibi olduğu yerden hevesle elini uzattı.

“ Başardık Unu. Sen bir harikasın. Harita gerçek! “ sesi titrekti. Dostunu yanına çekerek alnına kocaman bir öpücük kondurdu. Unu’nun manzara karşısında gözleri dolmuş konuşamıyordu.
Birden sevinçleri duydukları belli belirsiz seslerle kesildi.

“ Bunlar çocuklar. “
“ Ne yapacağız? “ diye sordu Unu fısıltıyla.
“ Üç küçük çocukla başa çıkabiliriz. “ dedi Mel umursamazca elini sallayarak. Gözlerini hazine sandığından ayıramıyordu. “ Onlar daha ne oldup bittiğini anlamadan sandığı alıp kasabadan çok uzaklara kaçmış oluruz. “
Unu başıyla onayladı. Vücudu gerilmişti. İleri atılmak için arkadaşının onayını beklerken kulağına bir ses çalındı. Başta bir anlam veremedi. Duyduğu ses üç çocuğun sesinden farklıydı ve derinden geliyordu. Sanki tarih öncesinden sesleniyormuş gibiydi. İnsanın yüreğine işliyordu. Elinde olmadan ürperdiğini hissetti.
“ Duydun mu Mel? Orada biri daha olmalı. “

Mel yabancı sesi duymamış gibiydi. Gözü ışıkta güneş gibi parlayan hazineden başka bir şey görmüyordu. Unu daha onu durduramadan Mel mağaranın kadim huzurunu kaçırarak bağırdı. “ Şimdi Unu! “
Mel ileri, dosdoğru hazineye doğru fırlamıştı. Unu da kısa bir tereddütten sonra arkadaşının peşinden saklandığı yerden fırladı. Kısa sürede hazinenin yanına vardılar. Gözleri hırsla büyümüştü. Mağaranın uzak bir köşesinden çocukların korku dolu bağırışlarını duyabiliyorlardı. Umursamadan sandığın kapağını kapattılar. Çok kolay olacaktı. Bu aptal çocuklar daha ne olduğunu anlamadan sandığı kucaklayıp kaçmış olacaklardı. İkisinin de elleri titriyordu. Önlerindeki sandıkta tüm hayatları boyunca çalışsalar bile elde edemeyecekleri kadar çok altın vardı. Sandığın birer ucundan tutup kaldırdılar. Tam doğrulup adım atmışlardı ki sadece en korkunç kabuslarında duyabilecekleri bir sesle donup kaldılar.

“ Çocuklarımı rahatsız etmeye cüret eden de kim? “

Derinden gelen ses yüreklerinde alev alev yandı. Çelik gibi tınısındaki saklı tehdit sandığı ellerinden düşürmelerine yol açtı. Nefes almaya dahi cesaret edemeden öylece durup yavaşça sesin geldiği tarafa doğru baktılar. Vücutları kontrolsüzce tir tir titriyordu.
     
“ Bu ses... “

Bakışları önce mağaranın karanlık köşesindeki üç küçük silüete sonra da üç minik bedenin arkasında duran şeye takıldı. Ateşin soluk ışığında parlayan kılıçtan daha keskin dişler, kocaman pullu bir burun.

“ Çocuklarımın rızkını bırakın! “

Çığlık atarak mağara girişine doğru koştular. Korkudan kendilerini kaybetmişlerdi. Karanlıkta taş duvarlara çarptılar, keskin kayalar kollarında kesikler açtı, birbirlerinin üzerine düştüler. Hiçbirine aldırmadan sadece deliler gibi mağara girişinin ışığına doğru koştular. Akıllarında tek bir düşünce vardı. “ Kaç! “ Ciğerleri patlayana, kasları feryat edene kadar koştular.

Sonunda kendilerine geldiklerinde kasaba meydanına gelmişlerdi. Unu’nun yüzü korkuyla taşlaşmıştı. Kesik kesik nefesi arasından aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu.
“ Ej... ejderha! “

* * *



“ İşte bu mağara Amir Russo “ iki arkadaş elleriyle çalıların kapattığı belli belirsiz bir karaltıyı işaret ediyordu.
Amir Russo kaşlarını çattı. Arkasındaki bir müfreze adama eliyle işaret etti. Onlarca savaşçı ellerindeki kılıç ve baltalarla çalıları biçerek mağara girişini gözler önüne serdi.

“ Burada böyle bir mağara olduğunu bilmiyordum, “ dedi Amir yanındaki kumandana şaşkınlıkla.
Arkasına baktı. Amir’in tek bir bakışıyla beyazlar içindeki büyücülerden ikisi hışırdayan cüppeleri içinde yavaşça ilerleyip mağaraya girdiler.

Devrikdiken’in hemen yanındaki bir mağarada bulunan ejderha haberi kasabaya çığ gibi düşmüştü. Ellerindeki bilgilere göre kötü kalpli ejderha büyüleriyle bağladığı kimsesiz küçük çocukları kendi işleri için kullanıyordu. Kasabaya gelen iki gezgin şans eseri buldukları mağarada ejderhadan canlarını zor kurtarmıştı. Haber öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki, krallık ejderhanın yok edilmesi için bir bölük askeri ve krallık büyücülerini derhal Amir’in emrine vermişti. Kral’ın emri kesindi. Halkın güvenliğini tehdit eden bu ejderha ortadan kaldırılmak zorundaydı. Çocuklar güvende değildi. Herkes bu kara kalpli yaratık için birer yem gibiydi.

Havadaki gerginlik elle tutulabilecek kadar yoğundu. Mel ve Unu askerlerin arkasında yerlerini almış sessizce olacakları bekliyordu. İkisinin de keyfi yerindeydi. Çığlıklar atarak kasabaya koşup ejderha haberini götürdükleri zaman kimse onlara o mağarada ne yaptıklarını sormamıştı. Amir’in adamları ejderhayla uğraşırken onlar gizlice mağaranın içine sıvışıp sandığı kucaklayıp kaçacaktı. Ya da öyle olmasını umuyorlardı.

Herkes mağara girişinin önünde toplanmış ejderhanın çıkmasını bekliyordu. İçeri giren iki büyücü ejderhayı rahatsız edip ininden çıkarmakla sorumluydu. Yaratık bir kez mağara girişinde göründüğü zaman kaçmasına fırsat vermeden ellerindeki her şeyle saldıracaklardı. Savaşççılar mağara duvarının iki yanına dizilmiş, gözlerini karanlığa dikmiş bekliyordu. Amir’in önündeki okçular sadaklarından çektikleri oklarını yerleştirmiş kısık gözlerle girişe bakıyordu. Büyücüler kendi içlerine dönmüş, büyülerini yapmak için doğru zamanı bekliyordu. Neredeyse kasabanın tamamı gelmiş askerler tarafından belirlenen güvenli bir mesafeden olacakları izleyebilmek için birbirlerinin üzerinden başlarını uzatmış huşu içinde mağara girişini görmeye çalışıyordu.

Kimse konuşmuyordu. Sessizliği ve gergin havayı bozan tek ses üç çocuğun ağlayan ve zırıldayan sesiydi.
“ Lütfen yapmayın! Durun! “ küçük kızın yüzü göz yaşlarından yol yol olmuş hıçkırıklarla sarsılıyordu. Kalabalıktan birisi kıza ağlamayı kesmesi için sertçe vurdu.

“ Yeter artık zırıldama! Ejderha seni midesine indirmediği için kendini şanslı saymalısın. Eğer o iki gezgin sizi o mağara bulmasalardı belki de çoktan yem olmuş olurdun!“ Yanında bulunan insanlar anlayışla üç evsizi kollarıyla koruma altına aldılar. Bu üç kimsesiz ejderha tarafından büyülendiği için neden bahsettiklerinin farkında değillerdi. Yani en azından Amir öyle söylüyordu.

“ O bizi büyülemedi! Kötü birisi değil o! “
“ O çok yaşlı, size bir şey yapmaz! “ diye bağırdı bir erkek çocuk hıçkırıklar arasından.
“ Annemizden uzak durun! “

Amir gürültüden rahatsız olmuştu. Elini sabırsızca sallayıp orada bulunan askerlere çocukları susturmasını söyledi.
Tam o sırada dev mağaranın bulunduğu kaya şiddetle sarsıldı. Dökülen küçük taş parçaları askerlerin üzerine yağdı. İçeri giren iki büyücü mağara girişinde göründü. İkisi de ter içinde kalmıştı. Amir’in önünde durup herkesin duyabileceği bir sesle raporlarını verdiler.

“ Onu rahatsız etmeyi başardık. Çok kolay oldu. Ejderha çok yaşlı ve iki gözü de kör.“ Büyücü bir an duraksayıp ekledi. “ Ejderhanın aklı da yaşıyla beraber uçmuş. Bunak yaratık çocuklarım diye inleyip duruyor. Sanırım o üç çocuğu kendi çocukları sanıyor. “

Amir başını sallayıp herkese hazır olmalarını emretti. Ejderha geliyordu.

Koca kaya bir kez daha sarsıldı. Önce kılıç gibi keskin dişler sonra pullu bir burun mağara girişinde göründü. Ejderhanın başı yavaş yavaş güneş ışığına doğru çıkarken orada bulunan kalabalıktan bir korku nidası yükseldi. Askerler istemsizce bir kaç adım geri çekildi.   Yaratığın gözleri beyaz birer çukurdu. Ejderha kör demişti büyücü. Amir keyifle gülümsedi. Bu harika bir av olacaktı. Keskin pençeler tehditkar bir şekilde açılıp kapanıyordu. Dev bedeni mağara girişinin duvarlarına sürtünerek zorlukla çıktı. Narin kanatları yılların getirdiği zorluklarla birlikte yol yol çatlamış ve yırtılmıştı. Dev yeşil ejderha tüm haşmetiyle önlerine duruyordu.

“ Çocuklarım nerede? Onlara bir şey yapmayın, “

Dev yaratığın hüzünlü sesi askerlerin yüreklerini burktu. Amir yüzünden kanın çekildiğini hissetti. Kendini olabildiğince toparlayıp titrek bir sesle emir verdi.

“ Saldırın! “

Aynı anda ejderhanın üzerine büyü ve ok yağdı. Girişin iki yanındaki askerler haykırarak ellerindeki kılıçları yaşlı ejderhanın pullu bedenine saplamaya başladılar.

Ejderha acı dolu bir haykırış kopardı. Kuyruğunu şimşek gibi sallayıp üzerine çullanan savaşçılara doğru savurdu.
Tüm bunlar olurken Mel ve Unu sırtlarını taş duvara verip sessizce savaş çığlıklarıyla ejderhaya saldıran savaşçıların arasından süzülerek mağaranın içine sızdılar. Mağaranın içi girişin hemen önünde acıyla haykıran ejderhanın gölgesiyle normalden daha karanlıktı. Bir kaç adım atmışlardı ki Mel başında şiddetli bir acı hissetti. Görüşü bulanıklaşmıştı. Dengesini sağlamak için umutsuzca mağara duvarına tutunmaya çalışarak yere kapaklandı. Başının kenarından boynuna doğru sıcak birşeyin aktığını hissetti. Loş ışıkta yerde tanıdık bir silüet gördü. Unu’nun da kendisinden farkı yoktu. Koca adam yere serilmişti.  Kaşından oluk oluk kan akıyordu.

“ Sen! “ dedi Unu titrek bir sesle. Loş ışıkta tepelerinde dikilen adama şaşkınlıkla bakarak. Mel Unu’nun baktığı karaltıyı acıdan yaşarmış gözleriyle görmeye çalıştı.

“ Sen, “ diyordu arkadaşı. “ Bizi takip eden sendin! “

“ Evet, “ dedi yabancı ses. “ Açıkçası benim için yaptıklarınızdan dolayı size minnettarım, “ dedi adam yerde sürüklediği bir sandığa vurarak. “ O haritanın gerçek olduğunu biliyordum. Hoşçakalın dostlarım. Herşey için teşekkürler. “ Uzun boylu karaltı loş ışıkta belli belirsiz bir referans yapıp, kargaşanın devam ettiği mağara girişine doğru uzaklaşmaya başladı.

“ O kimdi? “ diyebildi Mel sıktığı dişlerinin arasından. Görüşü giderek bulanıklaşıyordu. Bilincini kaybetmek üzereydi.   

“ Tüccar. Haritayı aldığım tüccar. “

Dışarıdan ejderhanın haykıran sesini duyabiliyorlardı. “ Çocuklarımı bırakın! “
Sonra herşey karardı.


* * *



Gözlerini açtığında kendini tanımadığı bir odada yatakta yatarken buldu. Korkuyla etrafına bakıp nerede olduğunu çıkarmaya çalıştı. Sağındaki yatakta tanıdık bir yüz görerek rahatladı. Adamın gözleri açıktı.
“ Unu, “ dedi Mel usulca.

Arkadaşı cevap vermemişti ama onu duyduğunu biliyordu. Başı hala aldığı darbe yüzünden zonkluyordu. Unu’nun alnı da beyaz bir sargıyla sarılmıştı.

“ O adam yani sana haritayı satan tüccar... hazineyi alıp kaçtı değil mi? “

Unu sessizce başını sallamakla yetindi. Mel’in aslında soruyu sormasına gerek yoktu, cevabı zaten biliyordu. Sadece inanmak istemiyordu. Hayallerinin, kralların zenginliğinin bu kadar yaklaşmışken ellerinden yitip gitmesi... Kabul edemiyordu. Gözyaşları aşağı süzülürken  kapı hızlıca açıldı.
Geleni görebilmek için başını yavaşça kaldırdı Unu. Gelen Amir Russo’ydu.

“ Savaş kahramanlarımız bugün nasıl bakalım? “
“ Savaş kahramanı mı? “ diyebildi Unu kısık bir sesle. Ağzını açtığı her seferinde başı çatlayacakmış gibi zonkluyordu.
“ Elbette! “ Amir keyifle yatağın kenarına oturdu. “sizi mağaranın içinde baygın halde bulduk. Neyse ki yaralarınız ciddi değildi.“ yüzüne bir tebessüm koyup dostça ekledi. “Devrikdiken’i ejderha tehlikesinden haberdar eden, savaş sırasında cesurca ejderhanın arkasına dolanıp askerlerimize yardım eden iki gezgin bir törenle ödüllendirilecek tabi siz sıhhatinize kavuştuktan sonra. “
“ Ödül mü? “
“ Peki ne oldu? Yani ejderhaya? “
“ Malesef elimizden kaçtı. O dev kanatlarıyla gökyüzünde kayboldu. Ama ona büyük yaralar verdik. Bir daha bu topraklara adım atmaya cesaret edebileceğini sanmıyorum. Yaraları çok derin. Lanet yaratık büyük ihtimalle bir çöplükte son nefesini verecek. Neyse, siz dinlenmenize bakın. “ Göz kırparak ekledi, “ Kahramanlar. “   
Amir Russo kapıyı arkasından kapatırken iki dost şanslarına hayret ederek sessizce durdular.

“ Şimdi de savaş kahramanı olduk. “


Kısa bir süre içinde ölen ejderha yüzünden duydukları vicdan azabı yerini ödül töreninde altınlar ve kadınlarla dolu fantazilere bırakırken fantastik diyarların uzak bir köşesinde tek bir feryat duyuluyordu.
“ Çocuklarım... “     



SON



Uzun zamandır öykü yazmıyordum. Böyle bir şey mümkünse gerçekten hamlamışım. Cümleleri yazarken sık sık tıkandığımı söylemeliyim. Zaten cılız betimlemeler ve zayıf cümleler ortada. Daha çoook yol almam gerektiğinin farkındayım. Kurgunun ana hatları yazmaya başlamadan önce aklımda belli belirsiz şekillenmişti. Ancak iş yazmaya geldiğinde kurgu oldukça değişti. Planlamadığım pek çok şeyi yazarken buldum kendimi. Kurgunun zayıf olduğunu düşünüyorum. Yine de yazmak güzeldi. Güzel vakit geçirdiyseniz ne mutlu bana.

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tüccar'ın Altın Sikkeleri
« Yanıtla #1 : 13 Şubat 2011, 00:37:59 »
Mu, seni acayip şekilde kıskanmaya başladım haberin olsun! :D
Ben de uzun zamandır yazamıyordum. Özgün olmayan, Türk Efsanelerinden bir tane kurgu oluşturdum ama o yazma olayını bir de bana sor! Oturuyorum bilgisayarın başına, beş saatte bir sayfa yazamıyorum :D
Bir de senden isteğim var dostum, şu isimleri nasıl yaratıyorsun bana da öğretsene (=
Benim isimler hep klasik oluyor :(

Çevrimdışı Mu

  • *
  • 26
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tüccar'ın Altın Sikkeleri
« Yanıtla #2 : 13 Şubat 2011, 02:09:01 »
^^ İnan ben de çok uzun yazandır yazmıyordum. Sanki yazmadıkça insanın aklı da puslanıyor gibi. Cümleler zor çıkıyor, kelimeler gelmiyor. Şimdi bile öyküye bakınca kurduğum cümlelerin ne kadar kısır olduğunu görebiliyorum.

İsimleri uyduruyorum - doğal olarak diyeceksin ;D Ama yine de uydururken kendime koyduğum bir kaç kural var. Mekan isimlerini genelde kelimeleri birleştirerek yapıyorum. Çalıdikeni, Kuzey Yolu, Çobanyıldızı, Domuz Burnu, Batıkpruva, İncidiş vs... başlarda kulağıma garip gelse de yazdıkça isimleri sevmeye başlıyorum. Karakter isimlerini uydururken sadece üç sessiz harfin yanyana gelmemesine dikkat ediyorum.

İnternette 'fantasy name generator' adında bir kaç site var. Başlarda oralardan kopya çekiyordum^^.

Umarım gereken ilhamı bulursun Fresh. Uzun zaman oldu seni okumayalı.

 

Çevrimdışı Wanderer

  • ****
  • 1501
  • Rom: 28
  • Uzun günler ve hoş geceler dilerim.
    • Profili Görüntüle
    • Blog Sayfam - Yolsuz Yolcu
Ynt: Tüccar'ın Altın Sikkeleri
« Yanıtla #3 : 24 Şubat 2011, 15:37:49 »
Normalde kötü sonları sevmem ama herkes yaşadığına göre, bu o kadar da kötü bitmedi diyebiliriz.

Başta öyle bir bakıp çıkacaktım fakat içinde iki kafadar olan öykülere bayılıyorum. Ayrıca senin anlatımın da çok hoş ve insanı öyküye bağlar nitelikte, ejder ile ilgili son kısım da hoşuma gitti... Gerçekten çok güzeldi, ellerine sağlık... :)
May the force, be with you.