Kayıt Ol

Siyah Martı (4.Bölüm Eklendi)

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Siyah Martı (4.Bölüm Eklendi)
« : 10 Şubat 2014, 01:05:30 »
Bu aralar yazdığım bir korku hikayesi. Evimin yakınlarında eski, yıkık dökük bir ev var, ona bakarak kurguladığım şeyler zamanla bir hikayeye dönüştü. Beğenilerinize ve eleştirilerinize sunuyorum  :)

Giriş


  İçinden demir yolu geçmeseydi Kızıltoprak sessiz bir semt sayılabilirdi. Özellikle okulların kapalı olduğu zamanlarda sokaklarda çocukların gürültüsünden başka bir ses duyulmazdı. Fahrettin Kerim ve Bağdat caddeleri arasındaki bu semt, yetmişli yıllara kadar konakların, köşklerin ve bahçeli evlerin olduğu, dar sokaklarını karşılıklı ahşap köşklerin süslediği bir yerdi.   Kent Sineması ve Öğretmen Evi olmasaydı belki de varlığı bile bilinmeyecekti.

 Şehrin göç almasıyla birlikte burası metropolün bir parçası hâline geldi ve köşklerin yerini apartmanlar almaya başladı. 2001 yılına gelindiğinde burası iki okul, birkaç eski köşk, tarihi kıraathane ve Öğretmen Evi dışında eski günlerinden bir şeyin kalmadığı, İstanbul’un beton semtlerinden biri hâline gelmişti. Ama sükuneti hiç bozulmadı, hiçbir zaman bir evin olabileceğinden daha gürültülü olmadı.

 Ancak bu sakin semt, ürkütücü bir sırra sahipti. Tren istasyonunun arka sokağında, beş numaradaki terk edilmiş evde gizliydi bu sır. Bu köşk, küçük, sessiz ve güzel bir evin karanlık ve soğuk mahzeni gibiydi.
 Bu mahzenin korkunçluğundan haberdar olan birkaç kişi vardı ve bildiklerinin kendileriyle gömülmesi için ölecekleri günü bekliyorlardı. Bu evde olanları öğrendiklerinden beri, mezarlıktan geçerken şarkı söyler gibi bir hayat yaşıyorlar, korkularını gizleyip unutmaya çalışıyorlardı. Hayatları diğer insanlar gibi normal seyretse de zaman zaman mahzenden esen rüzgâra engel olamıyorlardı. Tıpkı 18 Haziran gecesi mahzenin kapılarının açılmasını engelleyemedikleri gibi…

 Gülizar, o gece öldürülene kadar köşkün yanındaki apartmanın birinci katında yaşıyordu. Haftada yirmi milyon verdiği bakıcısı dışında kimsesi yoktu. Seksen üç yaşındaydı, hayatının son zamanlarında olsa bile ölümünün bir başkasının elinden olması bir felâketti. Hayatının sona ereceği günü büyük bir şevkle bekliyordu ama Ferruh’u elindeki bıçakla üstüne gelirken görünce dehşete kapıldı ve bu dehşet hissettiği son duygu oldu.

  Gülizar’ın komşularından biri, Ferruh’un elinde maymuncukla apartman kapısını zorladığını görünce polisi aradı. Polislerin Gülizar’ı kurtarmak için yeterince zamanı olmasa da Ferruh’u yakalamak zor olmadı. Onu beş numaralı köşkün bahçe duvarına tırmanmaya çalışırken yakaladılar. Yakalandığında korku, heyecan, pişmanlık gibi duygulardan eser yoktu yüzünde. Yorucu bir iş gününden sonra evine dönmeye çalışan bir adamdan farksızdı.
 Ferruh, Frigo satarak hayatını kazandığı Kent Sineması yıkıldıktan sonra parasız kaldı ve alkolün damarlarında onu delirtecek kadar dolaşmasına izin verdi. On bir yıl kaldığı Erenköy Akıl Hastanesi’nden taburcu olunca kalacak bir yeri olmadığı için tren istasyonunda çalışıyor ve kendisi için ayrılan depodan bozma bir odada kalıyordu. Ancak akli dengesinin yerinde olduğu söylenemezdi. Akıl hastanesinde geçirdiği yıllar onu agresifleştirmişti. Zaman zaman yolcularla sebepsiz yere tartışıyor, sinemanın yerine dikilen on katlı binanın kendisine ait olduğunu iddia ediyor ve bunu söyledikten sonra kendini yere atıp çığlıklar atıyordu.

 Cinayet işlenmeden dört gün önce kaybolmuştu. Kalacak bir yeri ve ya onu kabul edecek bir akrabası yoktu, üstelik akıl hastanesine de dönmemişti. Sinir krizlerinden sonra gideceğini söyleyip dururdu ama gideceği yeri kimseye söylemezdi. Onun için endişelenmeleri sadece birkaç saat sürdü. Kalacak bir yeri olmadığı için geri dönecek ya da bu sinir krizlerini kendini öldürerek sonlandıracaktı.

 Aklını yıllar önce yitirmiş olmasına ve saldırgan davranışlarına rağmen Gülizar’ı öldüreceğini kimse tahmin etmezdi.

 Komiser Bülent, sorgu odasında karşısında oturan kâtil hakkında bunları biliyordu. Gülizar’ın parasına ve ya mücevherlerine dokunmamış, yakalandığında ise kaçmaya çalışmayıp teslim olmuştu.

  Bülent, her cinayetin haklılığı olmasa da bir sebebi olduğunu düşünecek kadar uzun zamandır cinayet masasındaydı. Geçimini ölümlerle sağlamasına rağmen, kimsesiz ve yaşlı bir kadını görünürde hiçbir sebep olmadan öldüren bu adam tüylerini ürpertiyor ve onda inanılmaz bir tiksinti uyandırıyordu.

 “Niye burada olduğunu biliyorsun değil mi?”
 Ferruh başıyla onayladı ve yüzüne sinsi bir gülümseme takındı. Bu gülümseme, yüzünde patlayan bir tokatla karşılık buldu. Bu tokatla neredeyse dengesini kaybedip sandalyeden düşecekti ama ürkütücü soğukkanlılığı yüzünden silinmedi. Bülent, birkaç disiplin uyarısı aldığı için Ferruh’u fazla hırpalamamaya çalışsa da bu adamdan laf alabilmek için birkaç yönetmelik dışı davranışın işe yarayacağını düşünüyordu.

“Seni enseleyen çocuklara ‘Ödülümü almam için öldürmem lâzımdı’ demişsin. Neyin ödülü bu?”
“Anlatmamın mümkünâtı yok komiserim.”
“Neyin mümkünâtı yok ulan? Kadın seni doyurmuş sokakta yatarken. İstasyondaki işi, kalacak yeri o konuşmuş. Sırf sen sokakta kalma diye senelerdir konuşmadığı akrabalarını araya sokmuş. Böyle mi teşekkür ediyorsun lan? Neyin karşılığında öldürdün kadını? Biri para mı teklif etti sana? Anlat yoksa anandan doğduğuna pişman ederim seni!”
“Kimse para teklif etmedi komiserim. Para için de öldürmedim. Mücevherleri, parası gözümün önünde duruyordu elimi bile sürmedim. Bu hayatta yaşadığımın ötesinde bir şeyler var. Kapıyı açmam için Gülizar Hanım’ı öldürmem gerekiyordu.”

 Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti.

“ Senin kapına bacana s*çarım it oğlu it! Tedavi raporların, görüşme tutanakların bokun püsürün ne varsa baktım, iyileşmişsin. Kafan zehir gibi çalışıyor. Senin gibi zilyon tane adam geçti elimden, yüzüne bakınca ne mal olduğunu anlıyorum, bana deli ayağı yapma!”

 Cevap vermedi. Gözlerini Bülent’in öfkeli yüzüne dikip ürkütücü soğukkanlılığını takınmakla yetirdi. Kendisine karşı yüksek sesle konuşulduğunda bile sinir krizleri geçiren bu adamın tavırları oldukça ürkütücüydü. Üstelik bu sessizliği korkudan kaynaklanmıyordu.

“Anlaşıldı konuşacağın yok senin! Şimdilik gidiyorum, dönünce seni öttüreceğim it herif!”

 Masanın üstündeki tabancasını aldı ve sorgu odasını terk etti. Acemilik yıllarından beri metanetini bu kadar kaybetmemişti. Çözmesi gereken bir şey yoktu, elinde suçüstü yakalanmış ve yaptığını reddetmeyen bir kâtil vardı. Sadece cinayet nedenini öğrenmeye çalışıyordu ve kâtilin soğukkanlılığı karşısında kendininkini yitirmişti. Onun karşısında öfkelenip zayıf görünmemek için biraz ara vermesi gerektiğini düşünüyordu.

 Ofisine gitti ve masanın üzerindeki telefon defterinden Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin numarasını çevirdi. Karısının ve çocuklarının fotoğrafının olduğu çerçeveyi kapattı, böyle kötü bir zamanda onlara bakmak istemiyordu. Telefon dört kez çaldıktan sonra bağlandı. Bülent, birkaç dakika sekreterle ve başhekimle konuştuktan sonra Ferruh’un doktorlarından Dr. Şemsettin Güven’e ulaştı. Ahizedeki ses oldukça yaşlıydı.

“Şemsettin Bey ben cinayet masasından baş komiser Bülent Dinçer. Müsait misiniz?”
“Tabi komiserim müsaidim buyurun.”
“Eski hastanız Ferruh Tunçbilek bir cinayet işledi haberiniz var mı?”
“Maalesef… Sabah haberlerinde izledim. Açıkçası tahmin etmezdim böyle bir şeyi.”
“Tahmin etmek işiniz değil mi doktor bey! Adamın ruh sağlığının yerinde olduğuna dair heyet raporu var! Heyetin başında da siz varsınız! Demin sorgusundaydım, hâli hareketi yerinde değil! Dün gece bir kadını öldürdü, hayatının geri kalanını hapiste geçirecek ve felâket soğukkanlı adam. Ben de psikoloji eğitimi aldım, bu adamı ruh sağlığı yerinde değil. Nasıl karar verdiniz iyileştiğine?”
“Komiser bey, takdir edersiniz ki uzun incelemeler neticesinde karar alıyoruz. Kendisi son iki senedir düzelme gösteriyordu. Agresif davranışları, sanrıları, krizleri olmuyordu eskisi gibi. Esasında taburcu edilmesinden altı ay önce tamamen iyileştiğine kanaat getirdim ancak meseleyi riske atmamak için altı ay daha gözetim altında tuttum. Sadece ben değil, sekiz hekim teste tabii tuttu kendisini ve iyileştiğine kanaat getirdi. Ne yazık ki bu cinayeti işleyeceğini tahmin edemedik.”
“Sanrıları neydi Şemsettin Bey? Halüsinasyon mu görüyordu?”
“Evet. Halüsinasyonlar, gaipten sesler… İlk geldiğinde hayal ile gerçeği ayırt edemez hâldeydi.”
“Ne tür sanrılardı bunlar? Neden bahsediyordu?”
“Her gece siyah bir martının penceresine konduğunu ve kendisine bir şeyler söylediğini görüyordu. Hasta bakıcılar onu pencereye konuşurken görmüşler. Sorduğumuzda ise bu gördüklerini bizim anlayamayacağımızı, bir kapının açılacağını söylüyordu. Bu kapı açıldığında hayatını yeniden yaşamaya başlayacağını ve bir insanın elde edebileceklerinden fazlasına sahip olacağını söylüyordu. Gerek ilaçlarla, gerek konuşma seanslarıyla bu halüsinasyonları görmemeye başladı. Daha sonra…”

 Şemsettin telefonun diğer ucunda ağdalı bir dille konuşmaya devam ederken Ertan, Bülent’in ofisine telaşlı bir şekilde daldı. Yüzü kızarmıştı, derin nefesler alıyor ve Bülent’in yüzüne büyük bir telaşla bakıyordu. Bülent “Bir dakika doktor bey” dedi ve ahizeyi eliyle kapattı.

“Ne oldu Ertan?”
“Amirim sorguladığınız şüpheli…”
“Ferruh mu?”
“Evet amirim.”
“Eee ne olmuş ona?”
“Kendini öldürmüş. Jiletle bileğini ve şah damarını kesmiş.”

 Bülent, telefonu Şemsettin’in yüzüne kapatarak sorgu odasına koştu. Açılan kapılardan ve yaşayacağı yeni hayattan bahseden bir adamın kendini öldürmüş olması ona normal gelmiyordu. Bütün karakol, sorgu odasının başında toplanmıştı. Meraklı kalabalığı yararak içeri girdi.

 Girdiğinde, Ferruh’un bedeni masada kanlar içinde yatıyordu. Ölmeden önce yaptığı son şey masaya kendi kanıyla “Kapı açıldı” yazmak olmuştu.

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #1 : 10 Şubat 2014, 10:57:20 »
Adettendir diye sormuyorum, hakikaten bitti mi? bana bitmemiş gibi geldi, bu kurgu burda bitmemeli, biterse beyhude bir yazı olacak benimi İçin. Devamı varsa merakla bekliyorum, ama yoksa, vakit kaybı diyeceğim kendi hesabıma.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #2 : 10 Şubat 2014, 11:27:21 »
Adettendir diye sormuyorum, hakikaten bitti mi? bana bitmemiş gibi geldi, bu kurgu burda bitmemeli, biterse beyhude bir yazı olacak benimi İçin. Devamı varsa merakla bekliyorum, ama yoksa, vakit kaybı diyeceğim kendi hesabıma.

Bitmedi, giriş kısmı bu sadece. Devamı gelecek. Okuduğunuz için teşekkürler :)

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #3 : 10 Şubat 2014, 18:02:03 »
merhabalar oncelıkle ılk bastakı betımlemeler gercekten hosuma gıttı. Yasanmıslık kokuyor adeta ve gozde canlanıyor. Merak ve gızem unsuru okunabılırlıgı artırmıs. Benım tek elestırım karakter tasvırlerını bıraz daha detaylı gormek ısterdım. Mesela komserın bır tıkı olsa ve ara sıra degınılse daha bı canlı kılar karakterlerı. Devamını beklıyorum basarılar
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #4 : 10 Şubat 2014, 19:16:03 »
 "Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Bülent’in soğukkanlı yüzüne dikti."
Bu kısımdaki son cümlede "... Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti," olması gerekiyor sanırım.
Güzel bir girişti. Elinize, kaleminize sağlık.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #5 : 10 Şubat 2014, 20:59:35 »
merhabalar oncelıkle ılk bastakı betımlemeler gercekten hosuma gıttı. Yasanmıslık kokuyor adeta ve gozde canlanıyor. Merak ve gızem unsuru okunabılırlıgı artırmıs. Benım tek elestırım karakter tasvırlerını bıraz daha detaylı gormek ısterdım. Mesela komserın bır tıkı olsa ve ara sıra degınılse daha bı canlı kılar karakterlerı. Devamını beklıyorum basarılar

Giriş bölümü olduğu için kısa tutmaya ve detay vermemeye çalıştım. Ama yorumunuzu dikkate aldım ve tekrar göz attım, biraz betimleme gerçekten hareket katabilirmiş :) Teşekkür ederim okuduğunuz ve yorumladığınız için.

"Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Bülent’in soğukkanlı yüzüne dikti."
Bu kısımdaki son cümlede "... Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti," olması gerekiyor sanırım.


Evet, tekrar kontrol ederken gözümden kaçmış. Uykusuzluk ve dikkat dağınıklığı böyle ciddi hatalara sebep olabiliyor. Bahsettiğiniz kısmı düzeltiyorum. Teşekkür ederim :)

Çevrimdışı thevoice

  • **
  • 73
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #6 : 11 Şubat 2014, 13:36:26 »
Çok güzeldi ,elinize sağlık. Son paragrafta tüylerimin dalgalandığını hissettim :)
Kendini hapiste bulan bir insan kalkıp evine gitmek istedi diye onu nasıl küçümseyebiliriz? Kaçamıyorsa bile duvarlar ve gardiyanlar dışında birşeylerden sözetmesi suç mu? Mahkum onu göremese de dışarıdaki dünya hâlâ gerçektir. Kaçış ihtimali en çok kimi telaşlandırır? Elbette gardiyanları!

J.R.R. Tolkien

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #7 : 11 Şubat 2014, 13:42:21 »
Çok güzeldi ,elinize sağlık. Son paragrafta tüylerimin dalgalandığını hissettim :)
Teşekkür ederim, beğenmenize sevindim :)

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #8 : 11 Şubat 2014, 18:27:35 »
Öykünün başlarında "bu" kelimesinin çokluğu biraz gözüme battı. Onun dışında birkaç hata var yazınızda. Ama hikayenin kendisi, özellikle sonunun merak ettirici ve güzel olması bütün bunları unutmasına neden oluyor okuyucunun. Güzel bir serinin ilk bölümünü okumuş hissi veriyor yazınız. Elinize sağlık.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #9 : 12 Şubat 2014, 02:30:38 »
Öykünün başlarında "bu" kelimesinin çokluğu biraz gözüme battı. Onun dışında birkaç hata var yazınızda. Ama hikayenin kendisi, özellikle sonunun merak ettirici ve güzel olması bütün bunları unutmasına neden oluyor okuyucunun. Güzel bir serinin ilk bölümünü okumuş hissi veriyor yazınız. Elinize sağlık.
Evet, yazı tiki gibi bir şey olmuş o. Siz söyleyince fark ettim, kurtulsam iyi olacak :) Teşekkürler okuduğunuz için.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
1.Kısım / 1.Bölüm
« Yanıtla #10 : 12 Şubat 2014, 02:31:28 »
  İstasyonun tüneline inen gökkuşağı rengine boyanmış merdivenlere çöktüğünde vücudunda dayanılmaz bir yorgunluk hissediyordu. Renkler ve sesler bulanıklaşınca içkiyi fazla kaçırdığını anladı ve doğum günü ritüeline devam eden arkadaşlarına veda edip bardan ayrıldı.

 “Çok içtin oğlum Bora” diye söylendi kendi kendine. Evi bir sokak ötedeydi ama yürümeye devam edemeyecek kadar yorgundu. Beyni bir deniz, bilinci denizin fırtınasında sallanan bir gemi gibiydi. Sarhoşlukta yürümek fırtınalı bir denizde yol almak kadar zordu.
Yeterince dinlendiğine karar verdiğinde saat dördü otuz iki geçiyordu. Gökyüzü, sabahın alacasından önceki son zifiri karanlığındaydı. Dolunay, şehrin üzerinde yükseliyordu. Dünyanın dışında değil de yeryüzünün tavanında asılı gibiydi. Kanatlı at takımyıldızı, geceyi körleştiren şehir ışıklarına ve dumanlarına rağmen gökyüzünde parlıyordu.

Evine yürürken gözü beş numaradaki terk edilmiş köşke ilişti. Eskiden olduğu gibi yıkık dökük, bakımsız ve ürkütücüydü. Betonun şehre küf mantarı gibi yayıldığı zamanlarda yerini dairelerinin yüksek fiyatlarla satıldığı bir apartmana bırakmamış olması mucizeydi.
 
Bu unutulmuş sokak Gülizar’ın öldürüldüğü gecenin ertesinde hiç olmadığı kadar kalabalıktı. Bora o günü unutamıyordu. Küçük trafonun önüne bir canlı yayın aracı ve birkaç polis arabası park etmişti. Gazeteciler ve polisler sağa sola koşturuyor, bir Kanal D muhabiri canlı yayında Gülizar Ayşe Demir cinayetini anlatıyordu. Bora, yetişkinlerin ağlayabildiğine o gün şahit olmuştu.  

 Gülizar’ın öldürüldüğünü duyduğunda hissettiklerini ancak şimdiki kelime haznesiyle ifade edebiliyordu; insanın kötülük yapmak için Şeytan’a ihtiyacı yoktu çünkü delirdiğinde savunmasız bir ihtiyarı öldürebilecek kadar ruh pisliğine sahipti.

 Annesi kötü etkileneceğini düşünüp karşı çıksa da Gülizar’ın cenazesine katıldı Bora. Ölülerin cenaze törenlerinde sevdikleriyle son kez bir arada olduklarını ve insanlar ona eşlik ettiklerinde mutlu olduklarını duymuştu. Bir cenazeye katılmak ürkütse de Gülizar’ın ruhunu üzmek istemiyordu.

 Cenaze namazı bittiğinde dedesi Seyfi’yle birlikte eve dönerken, yaşlı bir adam önlerini kesti. Fötr şapkasını göğsüne bastırmıştı ve gözlüklerinin ardındaki telaşlı gözlerle Seyfi’ye bakıyordu. Bastonu tutan buruşuk elleri korkudan titriyordu, gözlerinin etrafı kızarmıştı, kendini biraz kaybetse bir iskambil kulesi gibi yere yığılacaktı.
“İstasyonun arksındaki o harabe yüzünden!” dedi adam “Seneler evvel bitmesi lâzımdı. Yine oldu!”
“Alâkası yok Hikmet! Ferruh ne yapacağı belli olmayan aklı evvel herifin biriydi. O meseleleri hiç açma şimdi sırası değil!”
“Dün gece dolunay vardı Seyfi…”
“Yahu sekiz on günde bir olur dolunay!”
“Komiseri konuşurken duydum. Ferruh o evde kalmış. Sorgulanırken de intihar etmiş! Masaya kanıyla…”
“Hikmet, Allah’ını seversen çocuğun yanında konuştuğun şeye bak!” diye Hikmet’in sözünü kesti ve Bora’ya dönerek “Sen önden git, ben Hikmet amcanla bir şey konuşacağım.” dedi.

 Bora, kendini bildiğinden beri kontrol edemediği bir merak duygusuna sahipti. Gördüğü ve duyduğu bir çok şeyi merak ederdi. Bu merak bazen iyi sonuçlar doğururdu; kuşların nasıl uçtuğunu merak ettiği için on yaşında aerodinamik diye bir şeyin olduğu bilgisine sahipti. Bazen ise pek iyi sonuçlar doğurmazdı ve o gün merakının ilk kötü tecrübesini yaşadı.

 Cenazenin üstünden saatler geçmişti. Gülizar’ın ölümü onu hâlâ üzüyordu ama ailesinden olmayan birinin ölümüne bütün gün yas tutamayacak kadar çocuktu. Seyfi ise balkonda oturuyordu. Yüzünde kötü bir duygunun ifadesi vardı. Üzüntü değildi, Gülizar ile ölümüne yas tutacak kadar samimi değildi, bir korku, bir telaş ifadesi vardı yüzünde. Hikmet kadar belli etmese de yüzünden okunuyordu telaşı.

  Bora, Seyfi’nin yanına oturdu. Fahrettin Kerim Gökay Caddesi’nin hafiften gelen gürültüsü ve sokaktan zaman zaman geçen arabaların sesi dışında bir ses duyulmuyordu.  Seyfi, Bora’yı görünce zoraki bir gülümseme takındı ve başını okşamaya başladı. Bora ise hâlâ dedesiyle Hikmet arasında geçen meseleyi merak ediyordu. Ama sormaya cesaret edemiyordu. Seyfi, merhametli olduğu kadar otoriter bir adamdı. Bugüne kadar ne anne-babası ne de o Seyfi’nin söylediklerine karşı çıkmamıştı. Şiddet kullanmaz, çok öfkelenmedikçe bağırıp çağırmazdı ama sözünü dinletmeyi başarırdı.
“Bir şey sorabilir miyim dede?” Cesaretini toplamak zor olsa da merakı cesaretsizliğinden daha fazlaydı.
“Sor tabi oğlum.”
“Camideki o amca neden söz ediyordu?”
“Boşver Bora. Bunak işte. Aklı bir karış havada ben de anlamadım.”
“Çok korkmuştu ama. O evden niye korkuyor? Ferruh niye kendini öldürmüş?”
“Ne yapacaksın oğlum bunları? Her naneyi de öğrenmeyiver!”
 “Ama kötü bir şey varsa bilmem lâzım. Bileyim ki uzak durayım. Ne var o evde? Ferruh niye orada kalınca Gülizar teyzeyi öldürdü?”

  Bora, yüzüne yediği tokatla neredeyse dengesini kaybedecekti. Yanağını tuttu, ağlamamak için kendini tutuyordu çünkü dedesi karşısında ağlanılmasından hoşlanmazdı. Seyfi, torununa tokat attığı için pişman olsa da öfkesi geçmemişti. Ona ilk defa bu kadar öfkeli bakıyordu.
“Bak Bora, bir daha ne o evi sorduğunu, ne merak ettiğini, ne önünden geçtiğini işitmeyeyim! Sil o evi şu kalın kafandan! Duyman gereken bir şey olsaydı senin yanında konuşurdum! Lüzumsuz şeyleri merak edip beni sinirlendirme! O evi de unut!”

 Eğer çocukluğunda vazgeçtiği merakı on iki yıl sonra nüksetmeseydi, bu gece onun için arkadaşlarıyla eğlenip sarhoş olduğu sıradan-özel bir gece olarak kalacaktı.

 Etrafı kontrol ettikten sonra yan apartmanın çöp konteynerini bahçe duvarının önüne çekti. Köşkte ne olduğunu merak ediyordu ama bu evi görmek istemesinin tek sebebi merak değildi.
 Dedesine hiçbir zaman karşı gelmedi ve ölümünün üstünden beş yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ kafasının içinde onun sesini duyuyordu. Sınavları kötü gittiğinde, dersleri veremediğinde, pişman olduğu bir şey yaptığında dedesinin azarları kafasının içinde yankılanıyordu. İçindeki Ses, Seyfi’nin ses tonuyla konuşuyordu.

  Dedesinin yasakladığı bir şeyi yapmanın içindeki bu sesten kurtulmak için tek yol olduğunu düşündü. Böylece onun karşısındaki cesaretsizliği kırılacak ve Seyfi, Sahrayıcedit Mezarlığı’nda yatan bir aile büyüğü olarak kalacaktı.
 Konteynerin üstüne çıkarken dizleri titriyordu. Dizleri titrediği için bir an dengesini kaybedip düşecek gibi olduysa da, dengesini toparladığında cesaretini kendine kanıtladığı için mutlu oldu.

 Köşk üç katlıydı. Giriş katının pencereleri ve kapısı dışarıdan tahtalar çakılarak kapatılmıştı. İkinci ve üçüncü katların pencereleri yoktu. Bahçe yabani otlarla kaplıydı, hatta bahçe girişinden evin kapısına uzanan yol yabani otlar tarafından işgâl edilmişti. Çoktan paslanmış demir bir masa ve etrafındaki üç sandalye vardı yabani otların işgâl ettiği saksıların önünde, yıllar önce terk edildiklerini anlamak zor değildi.  

 İkinci katın pencere boşluğunda bir şeyin kımıldadığını fark etti. Siyah bir silüet hareket ediyordu. Doğaüstü olaylara karşı bir inancı olmasa da elleri ve dizleri öncekinden daha şiddetli titriyordu. Bu gördüğünün bir göz yanılması olduğunu düşünüp gözlerini ovuşturduysa da işe yaramadı, silüet hâlâ oradaydı.
 Bunun sarhoşluğun etkisi olduğunu düşündü. Belki de LSD’ydi. Seçil –partideki arkadaşlarından biri- LSD kullanıyor ve etrafındaki herkese methediyordu. Bora’yı bu şeye alıştırmak için içkisine koyabilecek bir karaktere sahipti. Gördüklerinin gerçek olmasındansa uyuşturucu etkisinde hayaller görüyor olmayı tercih ederdi.

 Akıllı telefonunun fenerini pencere boşluğuna tuttu. Kımıldayan şeyin bir karabatak olduğunu görmek onu rahatlattı. Karabatak ışıktan rahatsız olmuş olacak ki, pencere boşluğundan çıktı ve evin çatısına konarak çığlıklar atmaya başladı. Bora hayatı boyunca görmüştü bu kuşları ama ilk defa bir karabatağın ötüşü onu ürkütüyordu. Belki duyduğu korkunun etkisindeydi, belki de bilinçaltında hâlâ dedesinin korkusunu taşıyordu ama bulduğu hiçbir açıklama duyduğu tuhaf korkuyu gidermiyordu.
 Görülecek başka bir şey olmadığına karar verip aşağı indi ve ellerini cebine koyup evine doğru yürümeye başladı. Bir an önce uyumak istiyordu. Ertesi gün başında dayanılmaz bir ağrıyla uyanacağının farkındaydı ama bu gece çekeceği bütün ağrılara değmişti.

 Tüm bunları düşünerek evine doğru ilerlerken, öfkeli bir köpek hırıltısı duydu. Arkasını döndüğünde Kerberus’un soyundan gelmiş gibi korkunç bir köpekle karşılaştı. Neredeyse bütün tüyleri dökülmüş, kalan siyah tüyleri gri derisinin üstünde birkaç yerde toplanmıştı. Gözlerinin ve dişlerinin parıltısı bir canavarınkini andırıyordu.

  Köpeğin üstüne atlamaya yeltendiğini görünce zigzag çizerek koşmaya başladı. Köpekleri anlatan bir belgeselde zigzag çizen nesneleri takip etmekte zorlandıklarını öğrenmişti ve öğrendiği hiçbir şeyin doğruluğunu bu kadar arzulamamıştı. Köpekten kaçarken, kalp atışları, derin nefesleri ve sokağa vuran ayaklarının sesleri bile korkması için yeterliydi.  

 Sokağın sonuna geldiğinde köpeğin sesi kesildiyse dekoşmaya devam etti. Apartman kapısına geldiğinde köpeği etrafta görmeyince derin bir nefes alarak rahatladı. Bu geceyi bir an önce atlatmak, tüm bu tuhaf korkulara son vermek için evine çıktı ve üstünü bile değiştirmeden kendini yatağına bıraktı.

 Nefes egzersizleri yaparak uykuya dalmayı denedi. Bu yöntemi yogayla ilgilenen eski sevgilisinden öğrenmişti. “Altı saniye nefes al, dört saniye tut, sekiz saniyede üfleyerek ver.” Uykusuzluk sorunu yaşadığında bu egzersizler işe yarıyordu. Nefesini verdikçe vücudunun hafiflediğini ve kafasının içindeki yumuşak bir elin beynine masaj yaptığını hissediyordu.

Üst komşunun kedisi Silvester’ın bağırdığını duydu. Onun çiftleşme çığlıklarına alışkındı ama bu sefer bir şeyden korkmuş gibi bağırıyordu. Silvester’ın çığlığı yankılanırken nefes egzersizlerine devam ediyordu ama üst katta yankılanan bu kulak tırmalayıcı ses onu uykusuz bırakmak için yeterliydi.
 Yatağının yanındaki pencerenin çerçevesinden yere doğru siyah bir sıvı akıyordu. Ne olduğunu anlamak için dokunacak cesareti bulamadı kendinde. Korkudan sesinin kesildiğini ve nefesinin boğazında ağırlık yaptığını hissediyordu.

 Boğazını bütün gücüyle titretti bağırabilmek için ama ağzından çıkan sadece bir fısıltıydı. Sıvı, döküldüğü yerde siyah bir dumana dönüşüyordu ve birikinti oluşturdukça odayı yangın dumanı gibi boğuk bir duman kaplıyordu.
 Yerinden kalkmayı denediyse de vücudunu hareket ettiremiyordu. Silvester bağırmaya devam ediyordu, bir şeylerden korktuğunu anlamak zor değildi. Bora ise bütün gücünü vücuduna verip evdekileri uyandırmak ve bu evden çıkmak istiyordu.

 Penceresinden akıp dumana dönüşen bu sıvının neden kaynaklandığı umurunda değildi, tek bildiği ondan korkması gerektiğiydi.
 Duman bütün odasını doldurmuştu. Odanın içindeki eşyaları ve sokak lambasının ışığının yansıdığı duvarları görmek zorlaşıyordu.
 Dumanın içinde bir şeyin hareket ettiğini fark etti. Büyük bir kuştu bu. Odanın içinde çember çizerek uçuyordu. Bora, bu kuşun kanatlarının rüzgârını yüzünde hissettikçe bu korkuyu daha fazla yaşamamak için ölmeyi diledi.
 Dedesi haklı olmalıydı, o evde bilmemesi ve merak etmemesi gereken bir şeyler vardı. Kendine ne kadar cesur olduğunu kanıtlamak isterken bu muazzam korkuya boğulmanın pişmanlığını hissetti.
 Odanın içinde uçan bu yaratığın bir martı olduğunu fark etti. Ama diğer martılardan farklıydı. Bir albatros büyüklüğündeydi ve tüyleri simsiyahtı.

 Uyandığında neredeyse bir çığlık koparacaktı. Gerçekliğe dönse de gördüğü kâbusun etkisi geçmedi. Daha önce gördüğü hiçbir rüyayı bu kadar gerçek hissetmedi. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştı ve uzun süre alkol kullanmaması gerektiğini düşündü. Başındaki dayanılmaz ağrı ve gördüğü kâbuslar, içkinin kendisine zararlı olduğunu anlaması için yeterliydi.
 
 Fırına gitmek için evden çıktığında Kamuran ile karşılaştı. Kamuran, babası Erdinç’in çocukluk arkadaşıydı. Neşeli bir adamdı. Bora, Kamuran’ı kendini bildiğinden beri tanırdı, ilk defa böyle öfke ve hayal kırıklığıyla baktığına şahit oluyordu. Kamuran, Bora’ya yanına gelmesini işaret etti.
“Ne oldu abi?” diye sordu Bora “Bir şeye sinirlenmiş gibisin?”
“Boracığım dün ne yapıyordun sen orada?”
“Nerede?”
“Biliyorsun nerede olduğunu! Seni gördüm dün. Balkonda çay içiyordum. Peşinden süvari kovalıyor gibi koşuyordun. Ne tesadüf, çöp tenekesi de beş numaralı evin önündeydi!”
 “Dün gece sarhoştum abi biraz.”
“Eee?”
“İşte orada biraz dinlendim. Çok yorgundum. Giderken gözüme ilişti ev. Ben de bir bakayım dedim. İndiğimde de nereden çıktıysa bir köpek vardı. Üstüme saldırdı. Sokağın sonuna kadar kovaladı beni.”
“Köpek möpek yoktu oğlum!”
“Abi nasıl yoktu ya! Peşimdeydi hayvan!”
“Benim balkon o sokağı görüyor biliyorsun. Köpek falan yoktu! Sana bağırdım duymadın! Bütün mahalle ‘Bora, Bora’ diye inledi duymadın! Deden seni uyarmadı mı o köşkle ilgili?”
“Uyardı da abi ne bileyim işte!”
“Neyi ne bileyim! Şu merakından vazgeçmeyecek misin sen?”
 Kamuran bunları söyledikten sonra Bora’nın omzunu tuttu ve “Seni evladım gibi severim bilirsin” dedi yumuşak bir sesle “Doğduğun gün hastanedeydim. Elimde büyüdün. Benim rahmetli Seyfi Abi’nin elinde babanla birlikte büyüdüğüm gibi. Sen benim ailemsin, evladımsın! Bir şeyden uzak durmanı istiyorsam o senin menfaatin içindir. Şüphen var mı bu konuda?”
“Yok abi estafurullah.”
“O zaman bir daha yaklaşma o eve. Bilmediğin, anlayamayacağın bir şeyler var ve anlayacak duruma gelmen senin menfaatine olmaz. Batıl inanç mı dersin, doğaüstü mü dersin ne dersen de. Üstünde birazcık hatırım varsa o evden uzak dur. Zaten iyi kötü anlamışsındır sebebini. Neyse, ben şimdi işe gidiyorum. Bir şey diyor musun?”
“Yok abi.”
“Tamam, o zaman görüşürüz. Dediklerimi unutma.”
 
Bora, tüm bunların deli saçması olduğuna kendini inandırmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Evden uzak durmaya karar verdi. Gördükleri sanrı da gerçek de olsa o evden uzak durmak yararına olacaktı.
 Eğer Kamuran’la konuşmasaydı tüm gördüklerini birer sarhoşluk sanrısı ya da kâbus zannetmek gibi bir şansı olacaktı, ama şimdi o evde algılayabileceğinin ve kabullenebileceğinin dışında bir şeyler olduğunu biliyor ve bu durum onu korkutuyordu.

 Eve döndüğünde Erdinç ve kız kardeşi Olcay kahvaltı masasında oturuyor, annesi Nurgül de sofrayı hazırlıyordu. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışsa da duyduğu korku yüzüne yansımıştı. “Ne oldu abi?” diye sordu Olcay “Hiç iyi görünmüyorsun.”
“Dün içkiyi fazla kaçırmışım. Başım ağrıyor.”
“Ağzınla içmeyi bir türlü öğretemedik sana zaten” dedi Erdinç “Ne zaman içsen oran buran ağrıyana kadar sarhoş oluyorsun.”

 Cevap vermedi ve sofraya oturdu. Ailesinin tuhaf bakışlarını üzerinde hissetse de görmezlikten gelmeye çalışıyordu. Olcay’ın da yorgun göründüğünü fark etti. Devamlı gözlerini ovuşturuyor ve bayılacak gibi oluyordu.
“Uyuyamadın mı?” diye sordu Bora.
“Gece yarısı uyandım. Silvester sağ olsun uyutmadı bir türlü. Hayvana ne yapıyorlarsa artık yukarıda, böyle feryat duymadım!”
Gördüğü kâbus kafasında dönüp duruyordu. Olcay, Silvester’dan bahsedince odasını kaplayan siyah duman ve martı gözünde canlandı. Tüm bunları bir an önce unutabilmeye çalışıyorsa da aklını gördüklerinden kurtaramıyordu.
“Odada bir şey içtin mi dün gece?” diye sordu Nurgül.
“Yoo. Neden sordun ki?”
“Ne bileyim. Odan felâket is kokuyor. Bir de pencerenin kenarında rutubet izi gibi bir iz var. Bir şey dökülmüş sanki. Hayır, üstte, yanda banyo falan yok ki rutubet olsun. Anlamadım ne olduğunu.”

 Bora bunu duyduktan sonra vücudundan soğuk terler boşaldığını hissetti. Kolları ve bacakları karıncalandı, eli çatalı tutamayacak kadar güçsüzleşti ve gözleri kararmaya başladı. Erdinç onu düşmemesi için tutarken Nurgül ellerini kavrıyor ve Olcay, yüzünde telaşlı bir ifadeyle telefonda konuşuyordu. Gözleri tamamen kararmadan önce gördüğü son şey bu oldu.

Çevrimdışı Stormholder

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #11 : 12 Şubat 2014, 03:41:45 »
Deyim yerindeyse forumda siklikla rastladigimiz tugla duvar goruntusu olmus yine. Satirlar arasinda bosluk birakmanizi oneririm. Yorucu oldugundan okuma hevesimi elimden aldi maalesef. Soyle bir baktigimda noktalama isaretlerini ozenle kullandiginizi gorebiliyorum. Daha faydali yorum yapmak isterdim fakat dedigim gibi boylesine bir yaziyi okumak bir sure sonra yoruyor.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #12 : 12 Şubat 2014, 03:52:39 »
Deyim yerindeyse forumda siklikla rastladigimiz tugla duvar goruntusu olmus yine. Satirlar arasinda bosluk birakmanizi oneririm. Yorucu oldugundan okuma hevesimi elimden aldi maalesef. Soyle bir baktigimda noktalama isaretlerini ozenle kullandiginizi gorebiliyorum. Daha faydali yorum yapmak isterdim fakat dedigim gibi boylesine bir yaziyi okumak bir sure sonra yoruyor.

Word'de boşluk bırakıyorum aslında ama foruma kopyalayınca böyle oluyor. Buraya kopyaladıktan sonra editlesem iyi olacak sanırım.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı
« Yanıtla #13 : 12 Şubat 2014, 18:37:24 »
Olaylar hem hızlı gelişiyor gibi ama daha yavaş olsa da sıkar gibi bir his uyandırdı bu bölüm bende. Onun dışında olumsuz bir yorumum yok.

Diyaloglarınız çok gerçekçi oluyor ve okuması zevkliler. Konunuz da güzel ilerliyor. Editlenmiş halini okudum sanırım ki gayet akıcı ve gözü yormayan bir düzen vardı sayfada. Ellerinize sağlık.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
2.Bölüm
« Yanıtla #14 : 15 Şubat 2014, 20:57:41 »
http://www.youtube.com/watch?v=VFGAEd_Ujqw Yazarken tekrar tekrar dinledim, tavsiye ederim.

***

Duyduğu sesler, bir kalabalığın sesi gibi bulanık ve tekdüzeydi. Annesi, babası ve kız kardeşinin seslerini ayırt edebiliyordu ama kelimelerini ve tonlarını seçemiyordu. Başı, iki kayanın arasında sıkışmış gibi ağrıyordu.
 Gözlerini açtığında televizyonun karşısındaki kanepede yatıyordu. Sesleri duyuyor, bileklerini ovuşturan ve yüzüne dokunan elleri hissediyordu ama etrafta kimse yoktu. Sağ tarafındaki balkon penceresinden baktığında bir güneş tutulması karanlığı gördü.

 Bu yaşadığının bir kâbus olduğunu düşünecek kadar iyimser olamadı. Beden ötesi bir deneyim yaşadığının farkındaydı. Belki de ölüm ötesini tecrübe etmeye başlamıştı. Yaşadıklarını ancak bu hayatı boyunca inanmadığı kavramlarla açıklayabiliyordu. 

 Lambanın etrafındaki birikintiden damlayan siyah sıvıyı gördüğünde bir çığlık kopardı. Boğazındaki acıyı hissetti ve kendi sesini duydu ama başka kimsenin duymadığından emindi. Sıvı, damladığı yerlerde siyah, gür bir duman çıkarıyordu ve yerde biriktikçe odayı duman kaplıyordu. Kafasını kollarının arasına alıp ağlamaya başladı, ağladıkça nefesinin boğazında tıkandığını hissediyor ve umutsuzluğun korkusunu yaşıyordu.

 Tırnaklarını kemirdikçe, gördüklerinin parmak derisinin dişlerindeki tadı kadar gerçek olduğunu anladı.
“Yalvarırım rahat bırak beni!” diye bir feryat kopardı “Söz bir daha o eve yaklaşmayacağım. Bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Benden alabileceğin hiçbir şey yok, rahat bırak beni!”
 Siyah Martı, yerdeki duman birikintisinin içinden havalanarak kanepenin üstüne kondu. Kafasını yukarı kaldırıp kanatlarını çırparak kahkaha atarcasına ötmeye başladı. Bir martı sesinden daha kalın ve boğuk bir sese sahipti.

 Kendini kanepeden attığında dumanın içinde buldu. Etrafta koyu siyah bir sisten başka bir şey yoktu. Dumanı soludukça genzi bir ateş yutmuş gibi yanıyordu. Martının kahkahaları kaybolduğu bu körlükte kulaklarında yankılanıyordu.
 
 Duman dağıldığında kendini bahçeli köşklerin peşi sıra sıralandığı bir yerde buldu. Akşam vaktiydi, sokak ahşap direklere asılan elektrikli lambalarla aydınlanıyordu. Otuzlu yılların kıyafetleri içinde iki adam bir şeyler konuşarak yürüyor, bir fayton atların ağır adımlarıyla ilerliyordu.

  Bora, ne olduğunu merak ettiği bu sokakta ilerlerken yaşlı bir adam sokağın başından “Madam’ın evi yanıyor” diye bağırarak koşmaya başladı. Oldukça telaşlı görünüyordu. Sokağın ortasında durduğunda yorgunluk nefesleri içinde dizlerini ovuşturdu. Onun sesini duyan birkaç kişi pencerelere çıktı. Sokakta yürüyen bir adam, ihtiyarın karşısında durdu ve onu izlemeye başladı.
“Ne bana bakıp lakırdıyorsunuz? Madam’ın evi yanıyor diyorum! Simsiyah duman çıkıyor evden!”
“Senin Madam’ın evi de her akşam yanıyor Panayot Efendi!” diye bağırdı bir kadın “Ne hikmetse itfaiye gelmeden sönüveriyor.”
 Faytoncu, arabasını durdurdu ve “Cinler yakıyor cinler!” diye bağırdı “Evvelden yakıyorlar babalık kızınca söndürüyorlar. Alimallah İhtiyar Panayot olmasa bütün mahalleyi yakacaklar!”

 Panayot, kendisini bir komedi izler gibi izleyen bu kalabalığı görünce şapkasını yere attı ve yumruğunu evlere sallayarak bağırmaya başladı. Öfkesi yüzünden okunuyordu.
“İnşallah eviniz yanar, ben de karşınıza geçip gülerim!”

 Bora, Panayot’u takip etti ve tarihi kahvehaneyi görünce Kızıltoprak’ta olduğunu anladı. Panayot, kahvenin önünde oturup nargile içen bir adama bağırıp çağırıyordu. Yan masada oturan birkaç adam onu alaylı gözlerle süzüyordu. Panayot’un yüzü öfkeden ve korkudan kıpkırmızı olmuştu ama evin yandığına kimseyi inandıramıyordu.
“More bir haftadır yanamadı gitti şu ev!” diye söylendi nargile içen adam “İtfaiyeciler üç kere geldi, onlar bile gelmiyorlar artık. Ya palavra sıkıyorsun ya da şuurunu kaybetmişsin!”
“Yahu Arnavut görmüyor musun? Kapkara duman çıkıyor evden!”
“İyi Panayot Efendi, telefon senin git ara.”

 Panayot, hızlı adımlarla kahvehaneye girerken Bora sokağın sonuna doğru yürümeye başladı. Siyah duman, devasa bir çınar ağacının arkasından yükseliyordu. Köşkün çatısı dumanla kaplıydı ve bir kadın çığlığı yükseliyordu. Dönüp kahvehaneye baktı, Arnavut nargilesini içiyor, diğerleri de Panayot’un dedikodusunu yapıyordu. Dumandan ve çığlıklardan bir ihtiyar ve bir zaman gezgini dışında kimsenin haberi yoktu.

 İnsanların kendisini görmediğini ve bulunduğu yerde etkisiz olduğunu fark etse de yardım edebileceğini düşünerek çığlığın geldiği yere koştu.
 Köşkün bahçesinde bir kadın, boynundan kanlar akarak yerde yatıyordu. Kadının etrafında üç çocuk vardı. Kanlar içinde çığlıklar atan kadına bakarken yüzlerinde hiçbir ifade yoktu. Bora, kalbinin hızla attığını hissetti, bahçeye girip yerde kanlar içinde yatan bu kadına yardım etmeye karar verdiğinde bunu nasıl yapacağını bilmiyordu.

 Bora bahçeye adım atacakken, siyah martı kadının yüzüne kondu ve gagasıyla boynunu deşmeye başladı. Çocuklar martıyı görünce gülümsediler, kadının acı çekmesinden aldıkları zevk yüzlerinden okunuyordu. Bora, gözlerini kapattı ve bütün bu gördüklerinin bir hayal olduğunu kendine söyleyip durdu. Gözlerini açtığında kadının çığlıkları kesilmişti, cansız bedeni yerde yatıyor ve martı onun yüzünü pençeleriyle deşiyordu.

 Kafasını kadından kaldırınca, bahçesinde bir kadının can verdiği köşkün “o ev” olduğunu fark etti. İkinci katın pencerelerinden dumanlar çıkıyor ve göğe yükseliyordu. Çocuklar evin açık kapısından içeri girdiklerinde martı havalanarak dumana karıştı.

 Bora bir hırıltı duydu ve sesin geldiği yere baktığında o gece kaçtığı köpeğin üstüne atladığını fark etti. Kaçmaya çalıştıysa da hareket edemedi. Panayot ise arkasında kendisiyle alay eden insanlara aldırmadan, iki kova su taşıyarak köşke doğru koşuyordu.

 Gözlerini bir hastane odasında açtı. Sesler hâlâ bulanıktı ama onları seçebiliyor ve anlayabiliyordu. Başındaki ağrı geçmemişti. Gördüklerinin birer sanrı mı yoksa gerçek mi olduğuna da karar veremedi ama onlardan kurtulduğu için seviniyordu. Nurgül bir yandan oğlunun elini tutuyor, diğer yandan doktorla konuşuyordu.
“Korkmanız gereken bir durum yok” dedi Doktor “Baygınlık geçirmiş sadece.”
“Dün gece içkiyi abarttı biraz, ondan mı acaba?”
“Yok yok, bir şok geçirmiş. Bir şeyden korkmuş, öfkelenmiş, üzüntü duymuş ve aniden duyunca vücudu kaldıramamış.”
“Ama böyle bir şey olmadı ki Taner Bey. Sabah kahvaltı ediyorduk, normal konuşuyorduk, şok geçireceği bir şey olmadı. Kalktığından beri bir tuhaftı.”
“Çok sık oluyor mu bu?”
“Hayır, ilk defa oluyor.”
“Neden kaynaklandığını bilemeyiz. Bir kâbus görmüş olabilir, bir şey hatırlamış olabilir. Telaşlanmanız gereken bir durum yok, bir saate taburcu edilir.”

 Bora, uyandığını belli etmek için annesinin elini sıktı. Vücudunda dayanılmaz bir ağırlık hissediyordu. Nurgül, elini Bora’nın elinin üstüne koydu ve gözlerine bakmaya başladı. Sevinçli olmasına rağmen telaşı geçmemişti. Taner “Geçmiş olsun” dedi ve başka bir hastayla ilgilenmek için odadan çıktı.
“İyi misin oğlum?”
“İyiyim. Ne zamandır buradayız?”
“İki üç saat oluyor. Durumun iyiymiş.”
“Evet, duydum konuştuklarınızı…”
“Sınav stresi seni çok yordu, ondan böyle oldun. Ne zamandır iyi görünmüyordun zaten. Neyse, Ayvalık’a gideceğiz bir hafta sonra dinlenirsin biraz.”
 Bora, annesinin söylediklerini duyunca gülümsedi. Bir hafta öncesine kadar hayatındaki en önemli meselenin sınavlar olduğunu düşünüyor ve gecelerini onları düşünerek harcıyordu. Bir sınavı kötü geçtiği zaman morali bozulur ve nasıl kurtaracağını düşünmeye başlardı. Şimdi ise bir sonraki sınav dönemine kadar hayatta kalacağından emin değildi.
 
 Eşyalarını toplamayı bitirdiğinde balkona çıkıp bir sigara yaktı. Hastanedeki küçük zaman yolculuğundan beri siyah dumanla ve martıyla karşılaşmıyordu. Zaman zaman martının kahkahası çınlıyordu kulaklarında ve bu sesi kafasının içinden gelmediğini anlayacak kadar net işitiyordu. Korkusu geçmemişti, geceleri yatarken ışıkları kapatamıyor ve odasındaki küçük televizyon açık olmadan uyuyamıyordu. Hissettiği korkuyu ailesine belli etmemeye çalışsa da her şeyden ürker hâle gelmişti. Aniden duyduğu bir ses onu ürpertiyor, gece yarısı duyduğu bir insan ve ya araba sesiyle yataktan sıçrıyordu.

 Ertesi akşam gideceklerdi. Olcay giyeceği kıyafetleri hazırlarken Erdinç kalacakları evin detaylarına tekrar tekrar bakıyordu. Nurgül ise Kamuran’ın davetli olduğu kahvaltı sofrasını hazırlıyordu. Evde bunlar olurken Bora, balkondan aşağı baktı ve bir an kendini bırakmayı düşündü. Yaşadığı korkuların ölünce biteceğinden emin olsaydı, arkasından yas tutacak insanları umursamadan öldürebilirdi kendini.

 Kamuran, kahvaltı sofrasına oturduğunda her zamanki gibi neşeli görünüyordu. Anlattığı her şeyde masadan bir kahkaha kopuyor, Bora eskiden katılarak güldüğü bu iş anılarına zoraki bir gülümsemeyle karşılık veriyordu.
“…sonra patron beni çağırmış odasına. Bu Fransa’dan gelen Mösyö dö Şansuva kılıklı Nusret yok mu, o işte. ‘Kamurancığım’ dedi ‘İyi bir aşçısın ama burası elit bir yer, seçkin müşterileri var. Böyle bir yerde senin yaptığın gibi paldır küldür konuşulmaz. Biraz adabına, kelimelerine dikkat et! Bir restoranda yemek kadar prestij de önemlidir. Eğer bu konuda bir şikâyet daha gelirse kendini kapının önünde bulursun.’ Ben de ‘Valla ben evimde de böyle konuşurum, sokakta da işyerinde de’ dedim ‘İsterseniz kovun.’ Herif hâlâ bik bik ötüyor şöyle kibar ol, böyle edepli ol diye. Ben de dedim ki ‘Nusret Bey, ben müşterilere yemek yapıyorum sonuçta koyunlarına girmiyorum.’ Herifin yüz kıpkırmızı oldu.”
“Sonra ne oldu?” diye sordu Erdinç. Kamuran’ı büyük bir keyifle dinliyordu.
“Ne olacak kovuldum şimdi iş arıyorum!”
 “E ne yapacaksın şimdi?”
“Bu tazminat bitene kadar iş bulurum ben. Kadıköy’de benim gibi aşçıyı zor bulurlar.”
 Kamuran, kahvaltısını yapıp iş anılarını anlatırken bir yandan Bora’yı süzüyordu. Onun ne kadar korktuğunu ve bu korkusunu içine gömdüğünü anlaması zor olmuyordu. Birkaç gün önce sert çıkıştığı için pişmanlık duydu bir an ama yıllar önce bitmesi gereken lanetin hortlamasından korkuyordu.
“Bora bir baksana” dedi Kamuran “Benim yeğene hocası ödev vermiş, yaz tatilinde üç tarihi roman okuyacak. Oğuzhan’ı da biliyorsun, keratanın Fotomaç dışında bir şey okuduğu yok. Kahvaltıdan sonra Kadıköy’e inip kitapçılara bakalım mı? Anlarsın sen.”
“Olur…” diye isteksizce karşılık verdi Bora. Kamuran’ın onu kitap önerisi için çağırmadığının farkındaydı ama artık hiçbir şeyi merak etmiyordu.

 Kahvaltı bitince Bağdat Caddesi’ndeki bir kafeteryaya gittiler. Bora bir limonata istedi, sıcak hava boğazını kurutmuştu. Klimanın soğuğunu hissettikçe kendini hasta gibi hissediyordu. Gözlerini ne zaman kapatsa köşk, martı, duman, ihtiyar Panayot ve yerde kanlar içinde yatan kadın geçiyordu karanlığından.
Kamuran “Bir şey oldu mu son zamanlarda?” diye sorunca, hastanede uyandığı, sanrı ya da yolculuk hangisi olduğuna karar veremediği deneyimini anlattı. Kamuran üzgün görünüyordu, buna rağmen şaşırmış ve ya telaşlı değildi.

“Seyfi Abi babam gibiydi biliyorsun” dedi Kamuran “Beni kendi evlatlarından ayırmadı. Babam ben ufakken öldü, Seyfi Abi annemle bana kol kanat gerdi. Hasanpaşa’da bakkal dükkânı vardı, beş parasız kaldığımızda oradan beslenirdik. Böyle esaslı bir adamdı deden.

 On yaşında ya vardım ya yoktum, o evin oralarda top oynuyorduk. Bizdeki de akıllılık ya her yer çayır, sazlık dolu o yıllarda, daracık sokakta top oynuyoruz. Neyse, baban topa bir güzel vurdu, top da evin bahçesine kaçtı. Deden kahvede oturuyordu. Ben girip alayım dedim, birden bire yerinden kalktı ‘Sakın girmeyin o köşke!’ diye bağırdı. Biz de kalakaldık, ilk defa böyle bağırdığını, bu kadar korktuğunu gördük. Birkaç kuruş saydı elime ‘Top kaç paraysa gidin yenisini alın’ dedi. Sonra da o eve asla girmememizi, nedenini de sormamamızı istedi. Biz de ne girdik ne de sorduk. Bana çok mantıklı da gelmiyordu işin doğrusu ama Seyfi Abi’yi de kırmak, kızdırmak istemedim.

 Yetmiş üç senesinde herifin biri o evi üstüne geçirdi. Şükrü’ydü adı hiç unutmam. O zamanlar mesken hukukunda bir bokluk vardı, bir evin sahibi yoksa vergilerini ödeyip üstüne konabiliyordun. Biraz tadilat madilat yaptı evde, sonra öğretmenler için bir pansiyona çevirdi. Öğretmenevi lojmanında yer olmuyordu, olsa bile öğretmenlerin tayini çabuk değişiyordu bazen, kira paraları ellerinde patlıyordu. Orası fiyat olarak da uygundu, cazip geldi hâliyle. Rağbet gördü ama çok uzun sürmedi.

 Bir öğretmen, kaldığı ilk gecede kendini evin çatısından attı. Biri bileklerini kesti. Biri gece yarısı delirip kafasını duvarlara vurdu. Hepsi üç-dört gecede oldu bunların ha! Evden her gece feryatlar geliyordu. Böyle böyle evin müşterileri azaldı, zamanla kimse kalmadı. Şükrü de kafayı yiyip kendini trenin önüne attı diyorlar, doğru mu bilmiyorum.

 Bir gün işten eve dönerken o evin önünden geçtim. Bir çığlık duydum, ulan bir yandan eve girmeye korkuyorum e yardım da etmem lâzım... Ne yapayım ne edeyim derken bahçenin kapısını kırdım daldım içeri. Sonra senin baygınken gördüğünü gördüm. Kadının biri yerde yatıyor, martı da konmuş yüzüne kadıncağızın boğazını parça parça ediyordu. Üç tane de velet vardı etrafında, bakıp bakıp sırıtıyorlardı.

 Vallahi ondan sonra ne oldu, ne yaptım ne ettim hatırlamıyorum ama kendimi Kuşdili Çayırı’nda yatarken buldum. Gece bekçisi uyandırdı, öyle döndüm eve.

 Burada kalmaya g*tüm yemedi. Bir gemi için kamarot arandığını duymuştum, gittim başvurdum. Kabul edildim. Buralardan uzaklaşınca kurtulacağımı zannettim ama olmadı.

 Cebelitarık’ın Atlantik’e döküldüğü bir yer vardır, gemiler orada sallana sallana gider. Akıntısı çok pistir. Orada ilerliyoruz, ben işleri bitirip kamarama çekilmişim ama uyuyamıyorum. Gördüklerim kafamdan çıkmıyor. Tavandan da şıp şıp bir şey damlıyor. Önemsemedim, güverteden yağ akmıştır bir şey olmuştur dedim. 
 Bir baktım kamara duman olmuş. Yangın söndürme tüpünü aldım, sağa sola sıkmaya başladım fayda etmedi. Dışarı da çıkamıyorum, kapı açılmıyor. O siyah martı, kamaramın içinde bir oraya bir buraya uçmaya başladı. Ulan dışarıdan gelse görürdüm. Ötüşü de korkunçtu. Ben elimdeki yangın tüpüyle vurmaya çalıştım, mahlûk resmen kahkaha attı.

 Sabah güvertede uyandım. Bütün mürettebat başımda. Sabaha karşı çığlıklar ata ata güvertede koşmuşum, sonra kendimi denize atmaya çalışmışım. Denize düşsem kurtarma ihtimâlleri de yok ha, o dalgalarda boğulur giderim. Kamaramda yangın çıktı, her yer dumandı dedim, gidip baktılar, tertemiz. Üstelik dumanı gören, yanık kokusu duyan da olmamış.

 Artık kâbus mudur ne halttır bilmiyorum boyuna görmeye başladım. Mahmud diye Cezayirli bir aşçıbaşı vardı. Aramız çok iyiydi. Zaten kendimi denize attım atacağım adam deli olduğumu zannetse ne olur etmese ne olur diye ne var ne yok anlattım. Dinledi, anlamaya çalıştı sonra ‘Oğlum balatayı sıyırmışsın sen’i kibar kibar, lafı dolandıra dolandıra anlattı. ‘Gel aynı kamarada yatalım’ dedi ‘Belki yalnız uyumazsan kâbus görmezsin’. Kabul ettim. Gemide adımız da çıktı bir güzel, ama doğrusunu istersen umurumda değildi. Mahmud da beni yüzüstü bırakmadı. Kâbus gördüğüm gecelerde ben korkmayayım diye uyanık kaldı.

 Brezilya’ya vardığımızda zar zor uluslar arası arama yapan bir yer bulup Seyfi Abi’yi aradım. Ne var ne yok anlattım. Eve girdiğimi duyunca sağlam bir azar çekti, sonra ‘Sakın üstüne gitme bunların’ dedi ‘Bir kalede olduğunu tasavvur et. Düşman kalenin burçlarını zorluyor, içeri girmeye uğraşıyor, sen zafiyet gösterip kapıları açtığın anda girecek. Bulunduğun vaziyet bu.’ Böyle yaptım ben de. Kâbusları hâlâ görüyorum, ebesini kovaladığımın kuşu hâlâ ötüyor. Dolunaylı gecelerde artıyor bu. Yirmi senede bir daha çok artıyor. Artık alıştım, takmıyorum, önemsemiyorum diyemem ama bir şekilde hayatıma devam ediyorum.

 Anlatacaklarım bu kadar. Bunları anlattım, çünkü sen fazla meraklı bir çocuksun, her durumda kafanın dikine gidiyorsun. Eğer o eve girecek olursan, bahçesine bakmakla ya da girmekle kurtulduğun gibi kurtulamazsın. O eve giren sağ çıkmadı.
 Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama bir şekilde rahatsız ettin. Seni ele geçirmeye çalışacak, zorlayacak, elinde sonunda ya başaracak ya da kafanın içinde bir parazit olarak kalacak. O yüzden bu meseleyi burada kapat, normalde ne yapıyorsan, neyle uğraşıyorsan devam et ve kimseye de anlatma. Anlaştık mı paşam?”

“Anlaştık…”
“Bir de ortada böyle ruh gibi dolaşma. Biri niye bu hâlde olduğunu merak eder, boş bulunup anlatırsın sonra yayılır. Bir kere bulaştın madem başkasını bulaştırma.”

 Kamuran, bir telefon konuşmasından sonra kalktığında Bora hayatı boyunca bir lâneti taşıyacak olmanın derin üzüntüsü ve korkusu içindeydi. Sanki etrafındaki bütün renkler soluklaşıyor ve sesler baritonlaşıyordu.

 Caddede amaçsızca yürümeye başladı. Nereye gittiğine dair bir fikri yoktu. Arabalar ve insanlar yanından geçerken kalabalığın bir dekor gibi göründüğünü düşündü. Bir lanetin tohumu kafasının içinde yerleşince dış dünya önemsizleşiyordu. Bir gün bu korku dışında her şeyin önemsizleşeceğinden korktu. Ailesi, sevgilisi, dostları, bu lanetle savaşırken geri kalan ve bugüne kadar önem taşıyan her şeyin önemsizleşmesi onu korkutuyordu.