Kayıt Ol

Ab-ı Memat

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ab-ı Memat
« : 02 Mayıs 2013, 12:27:24 »
Spoiler: Göster
İllüstrasyon: Yunus Kocatepe

     Ab-ı Memat

     Yıllar önce karşılaştığım o ihtiyarı görmezlikten gelseydim bugün, yaşadığım o inanılması güç hadiseyi hikâyeleştiremiyor olacaktım. Çünkü o zamanlar okuma-yazma bilmeyen, bütün gününü çalışarak geçiren genç bir adamdım.
     O ihtiyarla karşılaşmamdan yıllar önce hayatımı değiştiren olaylardan biri de babamın Çanakkale’ye savaşa gitmesi olmuştu. Kardeşim ve ben de savaşmak için gönüllü olmuştuk ancak babam buna razı gelmedi. Hem annemi köyde bir başına bırakmaya gönlü el vermiyordu hem de yaşımız küçük olduğu için bizi askere almamışlardı.
     Babam cepheye gittikten sonra bütün yük bizim omzumuza binmişti. Daha doğrusu o yükü isteyerek yüklenmiştik kardeşimle. Seferberlik ilan edildiğinde köyde kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar kalmıştı sadece. Geride kalanlar bir yandan geçim derdiyle uğraşıyor bir yandan gidenler geri gelebilecek mi diye endişeyle bekliyordu.
     Askerlerimizi uğurladıktan sonra hemen iş aramaya koyuldum. Sonradan aklıma, babamın daha evvelden çalıştığı değirmen geldi. Ertesi gün Burdur’dan bizim köye göçen yaşlıca bir amcanın işlettiği değirmene varıp babamın işine talip olduğumu söyledim. Önce çelimsizliğimi ve harp zamanı oluşunu bahane ederek kabul etmeyecek gibi olduysa da sonra;
     “Öyle oluvesin bakalım, hem benim işler görülmüş oluveri hem de sizin garnınız doyar gari. Emme şindiden söyleyiverem öyle her hafta para veremem bazı zaman sadece una talim etmeniz gerekiverir haa,” diyerek razı geldi.
     Pazarlık yapacak durumda olmadığımdan hemen o gün başladım işe. Değirmencinin dediği gibi çelimsiz olsam da azimliydim. Otuz kilolu un çuvallarını sırtladım mı belim kopsa bile durmaz değirmene kadar taşırdım onları.
     Evimizi çuval sırtlayarak bir buçuk yıl geçindirdim. Yine değirmende çalıştığım bir bahar akşamı kardeşim koştura koştura yanıma gelip de yanaklarındaki nemi fark ettiğimde o hep beklediğimiz haberin sonunda geldiğini anladım. Babamı şehit vermiştik…
     Önceden hepimizde bir umut vardı; ama artık babamın bir daha geri gelmeyeceğini biliyorduk. Ağladık. Gözlerimizden hüzünden çok özlem, kahırdan çok gurur aktı. Vatan sağ olsun diyerek yasımızı tutarken babamın naaşının gelmesini bir ay bekledik. Daha sonra öğrendik ki şehit düşen bütün askerler cephenin gerisindeki tepeye defnedilmiş.
     Onun geri gelmeyecek olması omuzlarımdaki yükü daha ağırlaştırmıştı. Anamın rahat bir hayat sürmesini, kardeşimin mektep görmesini istiyordum. O yüzden artık sadece değirmende değil, nerede bir iş bulursam orada çalışmaya başlamıştım.

     Böyle böyle derken yıllar geçti. Artık yirmi beş yaşıma gelmiştim. O adamla da kasabada tuttuğum bir işten dönerken karşılaştım. Onunla selamlaştığımda, hayatımın geri dönüşü olmayan bir dönemecine girmek üzere olduğum aklımın ucundan bile geçmedi. O günün sabahında köyden ezanla birlikte ayrılmış, kasabaya da öğleye doğru ancak varabilmiştim. Biraz soruşturmadan sonra bir nalbantın günübirlik yardımcıya ihtiyacı olduğunu öğrenip dükkânına vardım. Ayaküstü konuşup anlaştıktan sonra hemen bana verdiği deri önlüğü üstüme geçirip işe koyuldum. Akşam ezanına kadar çalıştıktan sonra dükkân sahibi beni evine yemeğe çağırdı. Geceye kalmamak için önce kabul etmedim ama beni aç aç yola koymayacağını söyleyerek ısrar etti.

     Beraberce karnımızı doyurduktan sonra ev ahalisinden izin isteyip yola düştüm. Akşamın iyice çökmüş olmasına rağmen gökyüzünde tepsi gibi duran dolunay yolumu aydınlatıyordu. Bu yüzden yolculuğumun rahat geçeceğini düşünmüştüm. Ta ki daha kestirme diye ormanın içinden geçen yola girene kadar…
     Ay ışığının, sık olmayan ağaçların arasından huzmeler halinde sızıp yolu aydınlattığı bir patikaydı orası. Gece kuşlarının ötüşleri ve türlü nevi hayvanatın sesleri doğal bir ahenkle göğe yükseliyor, ağaçların arasına geri dönerek ormanda yayılıyordu. Ay ışığı altında sürekli hareket eden ağaç gölgeleri kollarını canavar gibi bir oraya bir buraya uzatıyor, korkutucu bir görüntü oluşturuyordu. Ancak sadece ninelerinin hikâyeleriyle büyümüş çocuklar ve cadı, gulyabani, hortlak hikâyeleri anlatarak birbirlerini korkutmaya çalışan gençler için… Hayata erken yaşta atılmış ben ve benim gibi emekçiler için bu söylenceler sadece masaldan ibaretti.
     Bir süre ormanın türküsünü dinleyerek yürüdükten sonra büyükçe bir kayanın yanında bağdaş kurmuş oturan o adamı gördüm. Kır saçları ensesine dökülmüş, düzgünce kestiği sakalları dört parmak uzunluğundaydı. Üzerinde kahverengine benzer uzun etekli bir entari ve belinde yeşil bir kuşak vardı. Adamı on adım kadar öteden fark ettiğimde önce yolumu değiştirmek istedim ama o yaşta birinden zarar gelmeyeceğine kanaat getirerek yoluma devam ettim. Niyetim selamlaşıp geçmekti.
     “Selamun aleyküm kardaşım,” diyerek söze ilk o girdi üç adım kadar yanına yaklaştığımda.   
     “Aleyküm selam emmi,” diye karşılık verdim.
     “Nereden gelir nereye gidersin gecenin bu vaktinde oğul?” elleriyle destek alarak ayağa kalktı. Sesi, bir ihtiyara göre oldukça yumuşak ve içten geliyordu. Yüzünü örten sakallar, hafif gülümseyişini gizleyemiyordu.
     “Kasaban gelip Pınarbaşı köyüne gidiyorum amcam. Sen ne yapıyorsun bu ıssızda?
     “Benim işim yolculuk etmek evlat, kapısında misafir eden olursa bir tas çorbasını içer, dua ederim,” diyerek devam etti. Anladığım kadarıyla yollarda yaşayan bir garip dervişti. “Görürüm ki bir yoldaşın yoktur. Bu yollar tek başına çekilmez evlat. Ben de o tarafa doğru gidiyorum, istersen yoldaş olalım birbirimize. Yarenlik ederiz.”
     Kim olduğunu bilmediğim, özellikle de gecenin bu vakti karşılaştığım insanlarla yolculuk etme âdetim yoktu. Ancak bu adamda beni kendine çeken bir şeyler hissettim. Hem dediği gibi, birbirimize yoldaşlık etme fikri bana da sıcak geldi. Sonunda adamın dediğine geldim ve yola birlikte devam ettik.
     İsmini sorduğumda ‘Âdem’ demişti. Ancak bu gerçek ismi miydi yoksa ‘insanoğlu’ anlamında mı söyledi bilmiyordum. Emin olduğum tek şey var, ona selam vermem hayatımda yaptığım en büyük hataydı.
     Yürürken onun adımlarına ayak uydurmak zorunda kaldığımızdan yolculuğumuz bir hayli uzun sürdü. Orman yolunu bitirmek üzere olduğumuzda çok yorulduğunu söyleyerek bir kenara ateş yakıp gecelemeyi teklif etti. Hiç içime sinmeyecek olsa da kabul ettim.
     Sabahı ettiğimizde derviş benden önce uyanmış yiyecek bir şeyler bile hazırlamıştı.
     “Günün hayırlara vesile olsun oğul,” dedi közün üzerinde pişirmekte olduğu tavşana bakarken. Gördüğüm kadarıyla kuşağında bir hançer ya da omzunda asılı yay yoktu. Tavşanı nasıl avladığını sorduğumda “Allah herkese rızkını verir,”diyerek kopardığı bir parça eti bana uzattı.
     Karnımızı doyurup yola düştükten bir süre sonra heybetli, koca bir çınarın yakınındaki kayaların dibine vardık. Büyükçe üç kayanın ortasından çıkarak yolunu bulan bir geriz vardı. İhtiyar gerizin başına çöktü, bir avuç alıp kana kana içtikten sonra ağzını elinin tersiyle kuruladı.
     “Bilir misin burayı?” diye sordu ayağa kalkarken. Daha önce de buralardan geçmiştim ancak o gerizi gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Başımı hayır anlamına gelecek şekilde salladım.
     “Hakkın var evlat, burayı pek kimse bilmez. Bilse de hikmetinden bihaberdir.” Adamın ne demek istediğini anlamadım ilk başta. Sadece onu dinlemeye devam ettim
     “Bu su bilerce yıldır akar durur buradan. Derler ki dünyadaki yaşam pınarlarından birisi şu gördüğün gerizdir. Ancak öyle herkese sunmaz sonsuz ömrü. Daha önce bu suyun tadına bakıp ölümsüzlüğe erişen birinin elinden içmek gerektir.”
     Adam anlatmayı bıraktığında ilk önce pek önemsemedim. Hatta herifin meczubun teki olduğu fikrini iyice benimsemiştim. Bu gibi hikâyeleri daha önce de yüzlerce kez işitmiştim zaten birçok insandan. Ölümsüz olma fikri âdemoğlunun aklını en çok meşgul eden fantezilerden biriydi ne de olsa. Yine de kafam karışmamış değildi açıkçası. Zira daha öncekilerin aksine bu adam sadece söylence anlatmıyor, yaşam pınarı olduğunu iddia ettiği yeri gösteriyordu.
     “Ölümsüzlük ancak ruha özgü değil midir hocam?” diye sordum ancak bu bir sorudan çok itirazdı.
     “Öyledir elbet. Ancak Allah’ın izniyle bedenî ölümsüzlük de mümkündür evladım. Hızır Aleyhisselam da bir zamanlar senin benim gibi bir insan evladıydı ta ki ab-ı hayattan bir yudum içene kadar…
     “İyi ama Hızır Allah’ın görevlendirdiği bir ermiş değil mi? Yani herhangi birisi de bu sudan içtiği vakit tıpkı onun gibi ölümsüz olması mümkün mü?”
     “Mümkündür; ancak ona Hızır’ınki gibi bir görev verilmediğinden dolayı bu suyu içen adam sadece ölümsüzlüğe kavuşmuş olur. Zaman ve mekândan gayrı olmayacaktır ölümsüzlüğe yürüyen beden. Yiyip içmeye, dünyevi zevklere ihtiyaç duymaz, uyku bastırmaz gözlerine ve yorulmak nedir bilmez. Ancak bunları yapmaya devam edebilir canı isterse. İhtiyarlamaz ab-ı hayatı içen beden. Kaç yaşında yudumladıysa suyu, o yaşta kalır her daim.”
     “Sen nereden biliyorsun burayı?” diye sordum asıl merak ettiğim konuya geçerek. Ölümsüzlüğe dair anlattıklarını pek de ciddiye aldığım söylenemezdi zira. Soruma karşılık yamacıma geldi, omzuma dokundu.
     “Daha evvelden bir dervişin elinden içtim bu sudan evlat.”
Adamın bu sözlerinden sonra onun ya gerçekten deli olduğuna ya da benimle eğlendiğine kanaat getirecektim. İkincisi daha makul geldi bana o an. Ancak herifin benimle dalga geçmediğini öğrendiğimde her şey için çok geçti.
     “Yani sen ölümsüzsün öyle mi?” diye sordum sesime alaycı bir ton katarak. Buna verdiği tek karşılık başını sallamak oldu.
     “Eğlenme benle amca, var git işine,” diye patladım sonunda. Bohçamı elime aldım ve oradan ayrılmaya yeltenmiştim ki adam bir anda önümde bitiverince ne yapacağımı şaştım kaldım.
     “Eğlenmiyorum seninle evlat. Ab-ı Hayat’ır bu gerizin suyu. İçene, kıyamet gününe kadar sürecek hayat bahşeder.”
     Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Bir yanım inanmak istiyordu bu olanlara, diğer yanım gerçek olmadığı konusunda hala ısrarcıydı. Ölümsüzlük herkesin isteyeceği bir şeydi. Benim de ihtiyacım olan tek şey buydu belki. Daha fazla zaman, daha fazla çalışmak, kardeşime iyi bir gelecek sunabilmek, annemi rahat ettirmek… Ne kadar süre öyle kaldığımı bilmiyorum.      Kafamı toparlayabildiğimde ‘neden olmasın?’ dedim kendi kendime. Anlattıkları gerçek değilse ne kaybetmiş olurum ki? Ama ya gerçekse… işte o zaman ölümsüzlüğe adım atmış olacağım. Yapmam gereken tek şey adamın avuçlarından bir yudum su içmek!
     Derviş tekrar ‘Ölümsüz olmak istiyor musun evlat?’ diye sorduğunda tek yapabildiğim kafamı sallamak oldu. Adamın avucundan içtiğim o bir yudum su, hayatımdan içtiğim bütün pınarların, çeşmelerin sularından daha tatlı, daha yumuşaktı. Su boğazımdan akıp giderken mideme tatlı bir ferahlıkla aktı.
     Su içtikten kısa bir an sonra velî sırtını kayaya yasladı. Sanki üzerine yorgunluk çökmüş gibi bir hali vardı. Ne olduğunu anlamak için yanına çöktüğümde nefes nefese konuşmaya devam etti.
     “Sana birkaç şey daha söyleyeceğim evlat. Ölümsüz olmanın bazı bedelleri de vardır. Bunları iyi dinle ve karar ver: Kalbin sonsuza kadar atmaya devam edecek ama hissetmeyecek artık. Ne âşık olabileceksin ne nefret edebileceksin. Damarlarında dolaşan kan, şu akan su kadar soğuk olacak, korku, vicdan nedir bilmeyeceksin. Dünyevi zevkleri tatmaya devam edeceksin ama bunlardan tat alamayacaksın artık. Evlat, aslında bu söylediklerim birer nimet. Kıymetini bilir de iyi kullanmayı öğrenirsen hem kendine hem insanoğluna faydalı olursun. Yok, bilmezsen işte bir gün sen de benim düştüğüm duruma düşer ve ölebilmek için çare arar durursun. Bir gün ebediyetten vazgeçmek istersen buraya yine gel. Tıpkı benim sana yaptığım gibi kandır karşına çıkan bir adamı…”
     Adamın her cümlesinden sonra veremli gibi ağzından kan akıyor, nefesi hırıltılı çıkıyordu. Kemiklerini saran etlerin ağır ağır eridiğini gördüm. Derileri kabarıp dökülüyor, gözlerinin ferinin sönüşünü ve bir çift karanlık çukur halini alışını gördü gözlerim. Eriyip dökülen organlarının sabah güneşinde maruz kalarak yaydığı kokuyu duyumsadım. Söylediklerini dinliyordum ama aklım bir türlü almıyordu. Uzun zaman daha anlayamadım söylediklerini ama şimdi ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Derviş son sözlerini söylerken neden ölmek istediğini açıkladı bana. Bu yükü daha fazla kaldıramayacağına karar vermiş ve benimle karşılaşmıştı. Sonrası malum... Beni ölümsüzlüğe yolcu ederken kendisi ahrete göç etti.

     O sabahın üzerinden tam 140 yıl geçti ve hala genç bir adamın bakışlarına sahibim. Gözlerim padişahlar ve fermanlarını gördü, savaşları ve barış zamanlarını… Güzel günlere de şahit oldum kıtlık yıllarına da. Nice doğum ve ölüme şahit oldum. Bir milletin dirilişini de gördüm ihanetin içine düştüğü zamanları da. Tiranlar gördüm, zamanının insanları tarafından peygamber ilan edilen. Şimdi herkes mezarına tükürüyor. Aşklar gördüm. Şiir yazardı birbirine sevgililer. Sayısız kadınla birlikte oldum ancak yüreğim aşk nedir bilmedi şu zamana kadar. Dünyanın birçok yerinde yaşadım; nice acılar, zulümler, gözyaşları gördüm hiçbiri benim hissettiklerimden daha ağır olamazdı.
     Şimdi ben de ölmek istiyorum tıpkı bana su içiren o yarı deli herif ve onun, elinden su içtiği derviş gibi… Ama artık o ulu çınardan da akıp duran ab-ı hayat gerizinden de eser kalmadı. Sonsuz hayat pınarını uzun zaman önce kuruttu insanoğlu. Eğer o geriz hala akmaya devam etseydi ben de zavallının birini kandırıp onun ölümünü çalar mıydım ellerinden bilmiyorum. Bildiğim bir şey var; derviş bana o suyun ‘Ab-ı Hayat’ olduğunu söylemişti. Asıl hak ettiği ismin ‘Ab-ı Memat’ olduğunu ağır bir tecrübeyle öğrendim…

     Ama belki diyorum kendi kendime; insanların yaptığı en hayırlı işlerden biri oldu o suyu kurutmak. Farkına varmadan da olsa bu ölüm döngüsünü durdurdular. Omuzlarımda yükle yaşamaya alışığım gençliğimden. Ancak bu yükü kıyamete kadar daha kaldırabilir miyim bilmiyorum…

     22.03.2013
     Burdur - Adil Öztürk
     adilozturk@mail.com
    
    

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Ab-ı Memat
« Yanıtla #1 : 04 Mayıs 2013, 14:55:00 »
En baştan özür dileyerek başlıyorum sözlerime. Bir şekilde eleştirinin dozunu ayarlayamazsam, kırıcı bir şey söylersem bilin ki iyi niyetlidir ve farketmediğimden olmuştur. Önce geliştirilmesi gerektiğini düşündüğüm yerlerden başlamak istiyorum:

Tarihi kurgu hep bir nebze daha zorlayıcı oluyor. Gerçek tarihe dair bir şeyler gördüğü anda okur hali hazırda bildiği şeyleri kullanarak metnin içine girmeye çalışıyor. Sizin hikayenizde de babanın Çanakkale'ye gitmesiyle birlikte aşağı yukarı hangi dönemde geçtiğini anlıyor ve metindeki her ayrıntıyı buna göre yorumluyoruz. Bazı noktalarda sıkıntı yaşadım bu yüzden. Babasının vefatından yıllar sonra 25 yaşında olup hala annesi ve kardeşine bakmak için çalışması olayı özellikle  rahatsız etti beni; zira aşağı yukarı bir zaman çizelgesine oturtacak olursak karakterimizin 25 yaşında olduğu zamanların Kurtuluş Savaşı'na denk geliyor olması gerekir. Elbette "böyle olmak zorundadır" demiyorum; ama 25 yaşına gelmiş bir erkeğin, o kadar ağır bir savaş döneminde, hanede bir erkek daha varken, kendisi yıllar önce çok istemesine rağmen yaşı tutmadığı için savaşa gitmemişken ve babası şehit olmuşken asker olmaması veya Kurtuluş Savaşı'nın bittiği bir tarihten bahsediyorsak zamanında gitmemiş olması bana mantıklı gelmedi. Belki öykünün başında babadan o kadar uzun bahsetmeseydik böyle düşünmüyor olabilirdim. Kaldı ki ilk paragrafta hayatını değiştiren bir şey yaşadığından, bir ihtiyardan bahsediyor ve hemen ikinci paragrafta "tabii ilk hayatımı değiştiren şey buydu" diyerek babasının Çanakkale'ye gidip dönmemesini anlatıyor. Öykünün geneline baktığımızda ise babasının başına gelenlerle öykünün başından beri bize vaadedilen ihtiyar hikayesi arasındaki tek bağın, babasının savaşa gitmesiyle çalışmaya başlamış olması ve ihtiyarla tanıştığı gecenin gündüzünde çalışıyormuş olması. Babanın şehit düştüğünün ve tüm yükün karakterimize bindiğinin belki de tek bir cümleyle verilmesi çok daha derli toplu ve odaklı bir öykü çıkarırmış gibi geldi bana. Dönemsel bütünlükle ilgili başka bir sıkıntım da yine karakterimizin yaşından kaynaklandı. 25 yaşında hala anne ve kardeşine baktığından söz ediyoruz; ama yine dönem şartlarında, geleneksel olarak "ev kurma"nın çok önemli sayıldığı, hele ki erkekler savaşa gidip dönmediğinden kasabalarda genç erkek bulunmadığı bir dönemde 25 yaşındaki bir adamın evli olmamasını biraz abes buldum.

Yine dönemsel çelişkilerden devam edecek olursak, ana karakterin ağzından anlattığınız öyküde genel olarak sözcük seçimlerine dikkat etmişsiniz. Daha ilk paragrafta "hadise", "hikaye" sözcükleri bizi biraz eski bir ağızdan duyacağımıza alıştırıyor ve öykünün geneli de okuyucuyu yormayan bir şekilde, biraz eski bir ağızla devam ediyor; ancak özellikle iki yerde öyküden uzaklaşıverdim. Bir tanesi karakterimizin öykünün başında annesinden "annem" diye bahsederken öykünün ortasında bir anda "anam" diye bahsetmesiydi. Diğeri ise öykünün sonlarına doğru gördüğüm "duyumsamak" sözcüğüydü. Birkaç yerde daha buna benzer "daha modern" sözcükler görmüştüm; ama en çok bu sözcük takıldı gözüme; çünkü muhtemelen sözcüğün türetilme tarihi hikayenin geçtiği tarihten daha sonra.

Tabii zaten adamımız 100küsür yaşında, o sözcüğü de gördü, her sözcüğü de gördü gibi bir durum var; ama öykünün genelinde ya biri ya biri olsun, bir tutarlılık olsun istiyor insan (ki tutarsız demiyorum, bu iki nokta dışında öyle çok gözüme batan bir şey de olmadı, gayet başarılı aslında tutarlılık konusunda).

İlk girdiği işte işvereninin diyaloglarını, şive kullanımı açısından beğenmedim. Biraz "hadi bize karadenizli yap" diyince "haçen uşağum!" diye haykıran tiyatroculara benzemiş. Bana kalırsa illa bir diyalektik getirecekseniz o ağızlara özgün stereotiplerden çok yapı taşlarına odaklanmalısınız; ki bir nebze yapmışsınız da yer yer "r" harflerini yok ederek. Burada zannediyorum ki bir Ege aksanı oluşturmak istemişsiniz. Dediğim gibi "r" harflerinin yer yer elenmesi biraz işlemiş; ama bir nebze daha ileriye gitmek gerekiyor. Sözcük sonlarındaki "r"leri tamamen atmak, sözcük ortalarında "r"leri "ğ"leştirerek kullanmak etkiyi bir nebze arttıracaktır. Ege aksanına dair bir diğer özellik genellikle hızlı konuştukları için cümlelerin çok yuvarlanmasıdır.. Bunu sağlamak için cümle yapılarında özellikle bol sesli harfli sözcükler kullanılabilir, "gerekiverir" gibi sözcüklerden kaçınılabilir ve illa kullanılması gerekiyor o hızlı yuvarlanmayla söyleyeceklerinden "gerekivee" gibi yarım bırakılabilir. Burada kafanızda konuşan karakterleri bir kenara bırakıp diyaloğu ilk kez karşılaştığınız bir metni okuyormuş gibi sesli okumak çok işe yarayabilir; zira siz zihninizde aksanı hemen oturtabilirken metinle ilk kez karşılaşan okuyucu o diyaloğu orada nasıl yazılıyorsa öyle okuyacaktır ve dolayısıyla "Öyle oluvesin bakalım, hem benim işler görülmüş oluveri hem de sizin garnınız doyar gari" tümcesi tam da bu şekilde okunacak, "Öğle oluvesin bakem, hem benim işle görülmüş oluveri hem de sizin gağnınız doyar gari" (veya bir türevi) gibi aksan katan unsuru kavrayamayacaktır. Bu arada harika diyalektik sözlükleri var. Özellikle ağızlara merakınız varsa bunlardan edinip çeşitli yörelere dair ayrıntılara bakabilirsiniz.

Dilbilgisel konulara teker teker girmeyeceğim. Zaten genel olarak dilbilgisel anlamda büyük sıkıntıları olan bir öykü değildi. Yalnızca noktalama işaretlerinin kullanımına biraz daha dikkat edilebilir, noktalı virgül ve bağlaçların kullanımına çalışılabilir; ama dediğim gibi ufak tefek şeyler bunlar.

Öykünün anlatımı ve kurgusu açısından bahsettiğim baba hikayesi ve nalbantta iş bulması sonra onlara yemeğe kalması kısmı gereksiz geldi bana. Bizi öykünün temelinden uzaklaştırıyor; halbuki biz olabildiğince yakın kalmaya çalışıyoruz. Üstelik tüm bu ayrıntılar sorular getiriyor yanında. Ben merak ediyorum kardeşi ne oldu, annesi ne oldu? Öykünün başlarında çok bahisleri geçti; ama akıbetlerinden bihaberdik. Hiç değilse ab-ı mematın onların hayatına olan etkisine dair bir şeyler görebilseydik.

Sonuç olarak bence öykünüz, asıl öyküye yeterince odaklanamamış. Sanki ihtiyar ve ab-ı memat olayını heyecanla anlatmak istemişsiniz; ama bizi oraya hazırlamanız gerektiğini düşünerek arayı doldurmuşsunuz gibi geldi.

Böyle kötü kötü yazmışım gibi oldu; ama elbette yukarıda da az az değindiğim ve çok beğendiğim şeyler de var. Bir kere ab-ı memat ve bir dervişin bir sonrakine kendi elinden içirmesi, içirdikten sonra hayatını kaybetmesi durumu fevkalade. Masalsı bir mistisizm, yetiştirildiğimiz çoğu hikayeye uyuyor (haleflik, hep tek bir kişi olma, hediye-lanet çıkmazı) ve kendimizi tanıdık topraklarda, emin ellerde hissediyoruz.

Yukarıda söylediğimle birlikte eninde sonunda hikayeniz bitirdikten sonra insana zamanının boşa gitmediğini hissettiriyor ve aslında neticede önemli olan da bu. Hikayeyi sevmemiz. Geri kalan yukarıdaki şeyler de zaten sevdiğimiz ve "ah şu da şöyle olaymış" dediğimiz için.

Kaleminize sağlık.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Ab-ı Memat
« Yanıtla #2 : 04 Mayıs 2013, 17:46:54 »
En baştan özür dileyerek başlıyorum sözlerime. Bir şekilde eleştirinin dozunu ayarlayamazsam, kırıcı bir şey söylersem bilin ki iyi niyetlidir ve farketmediğimden olmuştur. Önce geliştirilmesi gerektiğini düşündüğüm yerlerden başlamak istiyorum:

Tarihi kurgu hep bir nebze daha zorlayıcı oluyor. Gerçek tarihe dair bir şeyler gördüğü anda okur hali hazırda bildiği şeyleri kullanarak metnin içine girmeye çalışıyor. Sizin hikayenizde de babanın Çanakkale'ye gitmesiyle birlikte aşağı yukarı hangi dönemde geçtiğini anlıyor ve metindeki her ayrıntıyı buna göre yorumluyoruz. Bazı noktalarda sıkıntı yaşadım bu yüzden. Babasının vefatından yıllar sonra 25 yaşında olup hala annesi ve kardeşine bakmak için çalışması olayı özellikle  rahatsız etti beni; zira aşağı yukarı bir zaman çizelgesine oturtacak olursak karakterimizin 25 yaşında olduğu zamanların Kurtuluş Savaşı'na denk geliyor olması gerekir. Elbette "böyle olmak zorundadır" demiyorum; ama 25 yaşına gelmiş bir erkeğin, o kadar ağır bir savaş döneminde, hanede bir erkek daha varken, kendisi yıllar önce çok istemesine rağmen yaşı tutmadığı için savaşa gitmemişken ve babası şehit olmuşken asker olmaması veya Kurtuluş Savaşı'nın bittiği bir tarihten bahsediyorsak zamanında gitmemiş olması bana mantıklı gelmedi. Belki öykünün başında babadan o kadar uzun bahsetmeseydik böyle düşünmüyor olabilirdim. Kaldı ki ilk paragrafta hayatını değiştiren bir şey yaşadığından, bir ihtiyardan bahsediyor ve hemen ikinci paragrafta "tabii ilk hayatımı değiştiren şey buydu" diyerek babasının Çanakkale'ye gidip dönmemesini anlatıyor. Öykünün geneline baktığımızda ise babasının başına gelenlerle öykünün başından beri bize vaadedilen ihtiyar hikayesi arasındaki tek bağın, babasının savaşa gitmesiyle çalışmaya başlamış olması ve ihtiyarla tanıştığı gecenin gündüzünde çalışıyormuş olması. Babanın şehit düştüğünün ve tüm yükün karakterimize bindiğinin belki de tek bir cümleyle verilmesi çok daha derli toplu ve odaklı bir öykü çıkarırmış gibi geldi bana. Dönemsel bütünlükle ilgili başka bir sıkıntım da yine karakterimizin yaşından kaynaklandı. 25 yaşında hala anne ve kardeşine baktığından söz ediyoruz; ama yine dönem şartlarında, geleneksel olarak "ev kurma"nın çok önemli sayıldığı, hele ki erkekler savaşa gidip dönmediğinden kasabalarda genç erkek bulunmadığı bir dönemde 25 yaşındaki bir adamın evli olmamasını biraz abes buldum.

Yine dönemsel çelişkilerden devam edecek olursak, ana karakterin ağzından anlattığınız öyküde genel olarak sözcük seçimlerine dikkat etmişsiniz. Daha ilk paragrafta "hadise", "hikaye" sözcükleri bizi biraz eski bir ağızdan duyacağımıza alıştırıyor ve öykünün geneli de okuyucuyu yormayan bir şekilde, biraz eski bir ağızla devam ediyor; ancak özellikle iki yerde öyküden uzaklaşıverdim. Bir tanesi karakterimizin öykünün başında annesinden "annem" diye bahsederken öykünün ortasında bir anda "anam" diye bahsetmesiydi. Diğeri ise öykünün sonlarına doğru gördüğüm "duyumsamak" sözcüğüydü. Birkaç yerde daha buna benzer "daha modern" sözcükler görmüştüm; ama en çok bu sözcük takıldı gözüme; çünkü muhtemelen sözcüğün türetilme tarihi hikayenin geçtiği tarihten daha sonra.

Tabii zaten adamımız 100küsür yaşında, o sözcüğü de gördü, her sözcüğü de gördü gibi bir durum var; ama öykünün genelinde ya biri ya biri olsun, bir tutarlılık olsun istiyor insan (ki tutarsız demiyorum, bu iki nokta dışında öyle çok gözüme batan bir şey de olmadı, gayet başarılı aslında tutarlılık konusunda).

İlk girdiği işte işvereninin diyaloglarını, şive kullanımı açısından beğenmedim. Biraz "hadi bize karadenizli yap" diyince "haçen uşağum!" diye haykıran tiyatroculara benzemiş. Bana kalırsa illa bir diyalektik getirecekseniz o ağızlara özgün stereotiplerden çok yapı taşlarına odaklanmalısınız; ki bir nebze yapmışsınız da yer yer "r" harflerini yok ederek. Burada zannediyorum ki bir Ege aksanı oluşturmak istemişsiniz. Dediğim gibi "r" harflerinin yer yer elenmesi biraz işlemiş; ama bir nebze daha ileriye gitmek gerekiyor. Sözcük sonlarındaki "r"leri tamamen atmak, sözcük ortalarında "r"leri "ğ"leştirerek kullanmak etkiyi bir nebze arttıracaktır. Ege aksanına dair bir diğer özellik genellikle hızlı konuştukları için cümlelerin çok yuvarlanmasıdır.. Bunu sağlamak için cümle yapılarında özellikle bol sesli harfli sözcükler kullanılabilir, "gerekiverir" gibi sözcüklerden kaçınılabilir ve illa kullanılması gerekiyor o hızlı yuvarlanmayla söyleyeceklerinden "gerekivee" gibi yarım bırakılabilir. Burada kafanızda konuşan karakterleri bir kenara bırakıp diyaloğu ilk kez karşılaştığınız bir metni okuyormuş gibi sesli okumak çok işe yarayabilir; zira siz zihninizde aksanı hemen oturtabilirken metinle ilk kez karşılaşan okuyucu o diyaloğu orada nasıl yazılıyorsa öyle okuyacaktır ve dolayısıyla "Öyle oluvesin bakalım, hem benim işler görülmüş oluveri hem de sizin garnınız doyar gari" tümcesi tam da bu şekilde okunacak, "Öğle oluvesin bakem, hem benim işle görülmüş oluveri hem de sizin gağnınız doyar gari" (veya bir türevi) gibi aksan katan unsuru kavrayamayacaktır. Bu arada harika diyalektik sözlükleri var. Özellikle ağızlara merakınız varsa bunlardan edinip çeşitli yörelere dair ayrıntılara bakabilirsiniz.

Dilbilgisel konulara teker teker girmeyeceğim. Zaten genel olarak dilbilgisel anlamda büyük sıkıntıları olan bir öykü değildi. Yalnızca noktalama işaretlerinin kullanımına biraz daha dikkat edilebilir, noktalı virgül ve bağlaçların kullanımına çalışılabilir; ama dediğim gibi ufak tefek şeyler bunlar.

Öykünün anlatımı ve kurgusu açısından bahsettiğim baba hikayesi ve nalbantta iş bulması sonra onlara yemeğe kalması kısmı gereksiz geldi bana. Bizi öykünün temelinden uzaklaştırıyor; halbuki biz olabildiğince yakın kalmaya çalışıyoruz. Üstelik tüm bu ayrıntılar sorular getiriyor yanında. Ben merak ediyorum kardeşi ne oldu, annesi ne oldu? Öykünün başlarında çok bahisleri geçti; ama akıbetlerinden bihaberdik. Hiç değilse ab-ı mematın onların hayatına olan etkisine dair bir şeyler görebilseydik.

Sonuç olarak bence öykünüz, asıl öyküye yeterince odaklanamamış. Sanki ihtiyar ve ab-ı memat olayını heyecanla anlatmak istemişsiniz; ama bizi oraya hazırlamanız gerektiğini düşünerek arayı doldurmuşsunuz gibi geldi.

Böyle kötü kötü yazmışım gibi oldu; ama elbette yukarıda da az az değindiğim ve çok beğendiğim şeyler de var. Bir kere ab-ı memat ve bir dervişin bir sonrakine kendi elinden içirmesi, içirdikten sonra hayatını kaybetmesi durumu fevkalade. Masalsı bir mistisizm, yetiştirildiğimiz çoğu hikayeye uyuyor (haleflik, hep tek bir kişi olma, hediye-lanet çıkmazı) ve kendimizi tanıdık topraklarda, emin ellerde hissediyoruz.

Yukarıda söylediğimle birlikte eninde sonunda hikayeniz bitirdikten sonra insana zamanının boşa gitmediğini hissettiriyor ve aslında neticede önemli olan da bu. Hikayeyi sevmemiz. Geri kalan yukarıdaki şeyler de zaten sevdiğimiz ve "ah şu da şöyle olaymış" dediğimiz için.

Kaleminize sağlık.

hikayeden uzun olmuş eleştiri. :) Zaman karmaşası benim de dikkatimi çekti. Cumhuriyetin ilanından sonra padişahlar ve fermanlar görmüş olması da garip geldi bana. Başka bir memleketten mi söz ediliyor bilemedim.

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Ab-ı Memat
« Yanıtla #3 : 05 Mayıs 2013, 00:58:04 »
    Fiddler

   Teşekkür ve rica ederim.

   Kesinlikle katılıyorum; gerçek tarihten alıntılar yapmaktan her zaman korkmuşumdur zaten; ama yazmak istediğim de bir alandır. Bir şekilde başlayıp zamanla geliştirme amacıyla da bunu yazmaya karar vermiştim. Karakterin babasının Kurtuluş Savaşına gitmesi ve 25 yaşına gelene kadar onlara bakması olayında, tarihe dikkat etmeye çalıştım. Öykü boyunca sanırım pek hissettiremedim ama karakterimiz, babası Çanakkale’ye gittiği sıralarda 10-11 yaşlarında bir çocuk. Yani 25 yaşına gelene kadar 14-15 senelik bir zaman dilimi geçiyor. Ama dediğiniz gibi, askerlik çağına gelip de askere gitmemiş olması öyküdeki eksik bir nokta. Başlarda babadan bahsetmiş olmam; karakterin hayatını değiştirecek olayların başlamasının fitilini ateşleyecek olmasından kaynaklı. Eğer baba savaşa katılmasa ya da şehit olmasa idi karakterin başına bu anlattıklarım gelmeyecekti. Tabii ki daha farklı bir kurgu ile aynı şeyleri örebilirdim ama başta bunu tercih ettim ve buradan gittim. Babanın şehit düşmesini ve çocuğun bütün yükü omuzlamasını tek cümleyle vermek güzel olabilirdi ama bilirsiniz bir öyküye başlayınca yazıp gidiveriyorsunuz bazen… Karakterin 25 yaşına gelip de hala evlenmemesi üzerine yazarken de düşünmedim. Açıkçası aklıma bile gelmemişti onu evlendirmek; çünkü ailesini geçindirmek zorunda olan biri neden bir de evlenip kendi ailesini yüklensin ki? O yüzden bence karakterin evlenmemiş olması yerinde.

    Öykünün ağırlıklı dilinin ‘eski’ sözcüklerle devam etmesine bilinçli olarak gayret ettim. Ancak zaten sizin de dediğiniz gibi 100 küsur yaşındaki bir karakterin ağzından yazdığım için hayatı boyunca öğrendiği her kelimeyi hayatının her döneminde kullanabilme özgürlüğüne sahiptir. :)

    Şive konusunda sözlük bilgisine sahip değilim. Burdur’da doğup büyümüş ve hala burada yaşamış biri olarak her gün duyduğum ve konuştuğum şiveyi yazdım sadece. Kullandığım şive, bariz Ege şivesinden farklı, Burdur dili biraz daha kabadır Ege şivesinden. Misal Ege şivesi ‘gelmiyo’ derken Burdur’un bazı köyleri ‘gelmeyor’ diye r’leri bazı sözcüklerde daha belirgin söyler. Ama çoğu sözcüğü de  dediğiniz gibi r’leri yutarak, gelivee, gidivee gibi, hem tezlik fiilini kullanmakta cömerttirler hem de Ege şivesindeki gibir’leri söylemezler. Ama söylediğiniz gibi bir ara bu konuda sözlük okumak istiyorum. Bu konuda sizebir tavsiyede bulunabilirim, ben de yeni gördüm. Şu: https://www.facebook.com/video/video.php?v=273323309375826 bağlantıdaki videoyu izlerseniz biraz fikir edinebilirsiniz. :)

    Noktalamalar konusunda haklısınız. Genelde dikkat ederim bazen gözümden kaçırdığım yerler olabiliyor.

    Haklısınız. Genel kurguda çok önemi olmayan bir sürü ayrıntıya yer verdim ve sonra o karakterlerin akıbetleri de merak edilebilir ancak yazdığım her olayda karakteri Ab-ı Memat’a yaklaştıran bir şeyler vardı. Örneğin babanın şehit olması; eğer baba yaşasaydı çocuklarının çalışması, aileye bakması gerekmeyecekti. Annesi ve kardeşi olmasa yine bu kadar yoğun çalışması gerekmeyecekti ve başka bir kasabaya iş aramaya gitmek zorunda kalmayacaktı. Nalbant onu akşam yemeğine çağırmasaydı orman yolundan gitmeyecek, uzun yolu kullanacak ve dervişle karşılaşmamış olacaktı, gibi.

    Övgü ve eleştirileriniz için teşekkürler. Gözden kaçırdığım ya da aklıma gelmeyen birkaç ayrıntıyı görmemi sağladınız. Bu öyküyü Gölge e-Dergi’nin su konulu özel sayısı için yazmıştım. Derginin; öykülerin 4 sayfayı geçmemesini istemesinden dolayı istediğim gibi de yazamadım tam olarak. Ancak bu öyküyü romanlaştırma planım var; eleştirileriniz sayesinde birçok şey geldi aklıma kurguyu daha uzatabilecek.. :)

    duhan
    Haklısın, orada bayağı bir saçmalamışım. :)