Kayıt Ol

Son Nesil (Sentetik Distopya isimli kitabımdan)

Son Nesil (Sentetik Distopya isimli kitabımdan)
« : 14 Mayıs 2015, 11:17:24 »
Hep onların suçu. Şu, ‘öncekiler’in.

İkinci milenyumun hemen ardından, -21. yüzyılın başlarına tekabül eden zamanlarda- insanoğlu kendini evriminin en kötü evresine soktu. Düşüş evresi. Birden, besin zincirinin tepelerinden, en aşağılara düşüvermiştik. Her anlamda.

Bugün, ineklerin ve koyunların ve diğer canlıların koparıp da yedikleri bir çimenden daha zayıf olmamızın sebebi, o ikinci milenyum neslidir. En hafif öksürükte korkup yuttukları haplar. Vücut sıcaklığı yarım derece yükselir gibi olduğu an çiğneyerek tükettikleri, reçetesiz erişimlerinin olduğu antibiyotikler. Cinsel güç artırıcı küçük, mavi kristaller. Estetik ameliyat. Radyasyon yüklü elektronik cihazlar ve antidepresanlar.

Güneşin değişen ışınlarının tenimizi her an yakıp tüm ırkımızı yok etme ihtimalinin suçlusu deodorantlar, fabrikalar. Makyajın, kozmetiğin bıraktığı kalıcı hasarlardan, yaşlı yüzlerle doğan bebeklerden bahsetmek dahi istemiyorum.

İlkel televizyonlar ve piller ve daha yüzlerce şey.

Yüzyıllar geçti ve bir noktada umudumuz vardı. Bir şeyler başarıyorduk ve çok şey değişmişti. Bizi birbirimizden ayrıştıran şeyleri hayatımızdan çıkarmayı öğrenmiştik çünkü. Bizler, nefretle hayatta kalmayı başarmış bir neslin çocuklarıydık ve dersimizi almamız yüzlerce yıl sürmüş olsa bile, sonunda başarmıştık.

Irk diye bir kavram kalmamış olduğundan, o problem biraz kendi kendini çözdü aslında. Biz de silahları yok ettik. Dillerimiz bile artık farklı. Daha doğrusu bütün gezegen tek bir dil kullanıyoruz. Benim gibi tarihle, eski dillerle ilgilenen insanlar dışında bu yazdıklarımı kimse anlayamaz bile örneğin.

Teknolojinin ilerlemesini durdurmuştuk ve tek bir yenilik dahi getirmemiştik. İnsanoğlu teknolojiyi hak etmiyordu çünkü. 21. yüzyıl bunu kanıtlamıştı.

Dünyayı her şeye rağmen daha iyi bir yere getirmeye çalışmıştık ve elimiz tamamen boş değildi, ama ‘öncekiler’in tahribatları artık kalıtımımıza kodlanmıştı bile.

21. yüzyıl için, insanoğlunun altın çağı deniliyordu. Cinsel açlığın, safsata dinlerin imparatorluğu. Türümüzün en parlak dönemi. Pop müziğin, uyuşturucunun, insanların birbirleriyle tanışıp evlendirildikleri televizyon programlarının hükmettiği bir kaos. Medeniyetin doruğu... İnsanoğlunun ne istediğini bilmeyişinin en güzide örneği.

Onlardan bize kalan, yalnızca kırıntılar oldu. Bebeklerin cinsel hastalıklarla doğmalarının normal kabul edilişi oldu. Son televizyonu, son modemi ateşe verdiğimizde elimizde kalan tüketilmiş bir gezegen oldu. Son sigarayı söndürdüğümüzde, son alkol şişesini kırdığımızda, dünyamız sonuna kadar sıkılmış bir tüp olan Dünya oldu.

Bize kalan artıklardı. Kazanın dibindeki zehirli, yanık, yağlı kısım. Bizler arta kalanlardık.

Bakıldığında, belki de en aptal nesli değildi milenyum nesli. En zayıfı da değillerdi. Hatta oldukça zekilerdi. Tanklarıyla, kitle imha silahlarıyla, biber gazları ve soğuk savaşlarıyla da gayet güçlülerdi. Ama onları, bizi bitiren bunların hiçbiri değildi zaten. Bizi, insan denen yaratığı ve medeniyetimizi bu hale getiren; yani bir insanın ortalama yaşam süresinin otuz sekiz yıl olacağı noktaya getiren şey, tembellikleriydi.

Devlet diye bir şey vardı o zamanlar mesela. Bu ‘devlet’ten geçinerek yaşamaya çalışırdı herkes. Yatarak, kolay para kazanmak için; geceleri bacaklarına, kollarına kemerlerini, serum lastiklerini bağlayıp birbirlerinin uzuvlarını testerelerle kesenler... ‘Sakat yardımı’ tabiri o zamanlardan gelir.

Bugün doğan üç kişiden biri ya kolsuz ya da bacaksız doğar. Ortalama yaşam süreleri birkaç yıl. ‘Engelli’ kelimesi artık kullanımda değil çünkü yeryüzünde ‘engel’siz kimse kalmayınca, bir gün sözlüklerden silinmesine karar verilmişti.

Sorun tüm bunları bilmek de değildi zaten. Ağızları, burunları kanayarak bize bunları tarih dersinde anlatan öğretmenlerimiz de biliyorlardı sonuçta geçmişimizi. Ve onların öğretmenleri. Ve onların da öğretmenleri. Koca bir tür olarak yüzlerce yıl önce başarısız oluşumuzu bilmek bizi ne yazık ki çok etkileyememişti.

Bu yüzden, günümüz insanını öyle kolay şaşırtamazsınız. Korkuysa; yüzyıllar önce, sosyal medyanın dünyayı ele geçirmesiyle kaybolmuştu bile. Son insani dürtülerimiz, merhametimizle beraber. İşkence görmüş hayvanları seyrede seyrede, en çok kimin intiharı izlenecek diye, insanlık kendini öldürmüştü.

Bu yüzden bu sabah uyandığımda annemin, babamın, kardeşimin, köpeğimin halsizlikten zar zor hareket ettiklerini gördüğümde o kadar da sorun etmedim. Ateşleri vardı ve kusmaktan nefes alamıyorlardı. Problem değil.

Kahvaltımı hazırlayıp çantamı aldım ve okula gitmek için evden çıktım. Otobüse bindim. Şoförün gözleri yolu zar zor görüyor diye endişelenmedim, olabilirdi. Arada bir direksiyonun hakimiyetini yitirse de; ben ve bir otobüs dolusu ayakta uyuyan, öksüren, kusan, bayılan yolcuyu bir şekilde gideceğimiz yere kadar götürebildiğine göre...

Sorun yok.

Öğretmenlerimin ders anlatırken her gün giderek çürüyen bedenleri, kopup yere düşen uzuvları dikkatimi pek dağıtmadı.

Öğle yemeği arasında, sınıfımdan bir çocuk aniden fenalaştı sonra. Daha doğrusu, oracıkta ölüverdi. Sonrasında yemeğine yanlışlıkla birkaç damla fazladan yağ konduğunu öğrendik. Tabağından bir kaşık alması yetmişti. Sadece seyrettik. Hayatlarımızın herhangi bir gününden farksız.

Böyle şeyler çok normal artık.

O kadar normal ki, hastane diye bir kurum toplumumuzda artık yok. Gereksiz çünkü. En ufak bir hastalığın, veya hastalığı boş verin, birkaç öksürüğün bile ölümünüze sebep olacağı bir zamanda; ilaç kavramı da yok edilmişti. Morglar kalmıştı sadece. Yollarda yürürken düşüp ölen insanlar için seyyarları bile vardı.

...

Akşam olduğunda, sarı mavi parlayan güneş batıyordu. Eve dönüş yolculuğum boyunca camdan dışarıyı seyrettim. Ağızlarından iç organları dökülen yaşlılar; kaldırımlara böbrekleri, dalakları, bağırsaklarıyla birlikte kalan kuvvetlerini de damla damla bırakıyorlardı. Ölüyorlardı ve kimsenin umrunda değildi. Otuz beşinden sonra zaten yürüyen ölülerdi, kimse gözünü bile kırpmazdı o bunaklar için.

Ben, neslim, türüm; çok da kolay şaşırmıyoruz artık. Ayağını masanın kenarına çarpıp düşen, öyle ölen insanlara şaşırmıyoruz. Beş defadan fazla hapşırdığı için kalbi yavaş yavaş atmayı bırakan bile ölürken şaşırmıyordu, üzülmüyordu. Sitem ediyordu yalnızca. Günde iki defa alması gereken ilacın tüm kutusunu birkaç günde bitiren atalarına; yakıcı, kazan dolusu kaynayan bir öfke duyuyordu.

Yüzyıllar önce yaşamış, birkaç günlüğüne bile yatakta yatıp uyumaktan korkan pısırık büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-dedelerimiz yüzünden; kalplerimiz artık birkaç öksürükten sonra pes ediyordu ve bunu dert etmiyorduk. Birkaç şınav çekmeye çalışan ve oracıkta kollarını kıran aptallarınsa, vay haline!

Araçtan indim ve evimin ön bahçesine serilmiş cesetlerin üzerilerinden dikkatle geçtim. Kapıyı açtım ve odama girdim, bilgisayarıma açılması için komut verdim.

Hazır evde kime yokken müzik dinlemek istiyordum. Ailem müzik dinlememden çok korkardı, çünkü sesini doğru ayarlamazsam kulak zarlarım patlayabilir ve kalıcı olarak sağır kalabilirdim. Eskiden devasa kulaklıklarla otobüste, evde, yolda yürürken son ses müzik dinleyenlerin mirası. Onlara, ve gece kulüplerine giden ahmaklara selam olsun.

Sorun, hiçbir zaman beklediğin bir şeyin olmasıyla ortaya çıkmaz. Yani demem o ki, canınızı en çok sıkacak şeyler hep beklenmeyenlerdir. Sizi hazırlıksız yakalayandır.

Mutfağa gittim ve bir bardağa ılık su doldurdum. Süzgeçle içindeki pislikleri topladım. Önceki nesiller içilebilen suyla saatler süren duşlar, banyolar almamış; tuvalet sifonlarına içme suyu doldurup boşa harcamamış olsalardı, belki şu an birilerinin arıtılmış sidiğini içiyor olmazdım. Ama buna da sevinebilmeyi öğrenmiştim. Benden sonrakileri çok daha kötüsü bekliyor olacaktı.

Hep onların suçuydu, şu ‘öncekiler’in. Aldığımız her nefesin ayrı bir işkence olmasının sebebi insanoğluydu. Yedi katlı cehennem gerçekten vardı ve zemin katı Dünya’ydı.

Mutfak tezgahının önünde elimde tozlu bir su bardağıyla duruyor; bir yandan düşünüyordum. Dışarıda yürürken ayağı takılanları, kalp krizi geçirenleri, yanlışlıkla birbirlerine çarpınca oracıkta bütün kemikleri kırılan yabancıları...

Alışmıştım artık, sıkıntı değildi hiçbir şey.

Kendimi tutamayıp sert bir şekilde hapşırdığımda kendimi öldürebileceğim ihtimali sorun değildi.

Bunların hepsi olağandı ve normaldi.

Dedim ya; sorun, hazırlıksız yakalandığınızla başlar. Beklenmeyenin gerçekleşmesiyle başlar.

Sorun sokaklarda can çekişerek ölen insanlar, seyyar morgların onları kaldırıp yakmalarını sessizce bekleyen cesetler değildi. Bunu bekliyorduk zaten.

Beklemediğimiz şey ise, ölülerin ayağa kalkmaya başlamasıydı.



Sentetik Distopya kitabım an itibariyle yayımlanmıştır. Bu hikayeyi sizinle şahsen paylaşmak istedim, ilgilenirseniz kitabı tüm kitap sitelerinden temin edebilirsiniz.

Sevgiler ve saygılarla.
"The woods are lovely, dark and deep,  
  But I have promises to keep,  
   And miles to go before I sleep,  
    And miles to go before I sleep."

Sentetik Distopya tüm kitap sitelerinde mevcuttur a dostlar. (Ayrıca, daginikoda.com'a bir bakın derim)

Çevrimdışı Laki Mannelig

  • *
  • 19
  • Rom: 2
  • Mor Çölün Beklenen Varisi
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nesil (Sentetik Distopya isimli kitabımdan)
« Yanıtla #1 : 14 Mayıs 2015, 11:40:34 »
Merhabalar. Forumda yeni olduğumdan hâliyle sizi de yeni görüyorum ve hikâyenizin başlığında "distopya" geçtiği için okumak istedim. Belirtmeliyim ki başta sade ve tek düze gittiğini düşünsem de sonradan etkisine kapılıp zevkle okudum. Şu kısım beni etkileyen bölümlerden biri misal:

"Onlardan bize kalan, yalnızca kırıntılar oldu. Bebeklerin cinsel hastalıklarla doğmalarının normal kabul edilişi oldu. Son televizyonu, son modemi ateşe verdiğimizde elimizde kalan tüketilmiş bir gezegen oldu. Son sigarayı söndürdüğümüzde, son alkol şişesini kırdığımızda, dünyamız sonuna kadar sıkılmış bir tüp olan Dünya oldu.

Bize kalan artıklardı. Kazanın dibindeki zehirli, yanık, yağlı kısım. Bizler arta kalanlardık."

  Daha sonrasında insan evrimin ileriki evresinde, hikâyenin geçtiği zamana göre "günümüzde" geldiği nokta oldukça trajik. Gittikçe zayıflamış ve en ufak darbe ve etkide hayatlarını kaybeden insanların betimlemesini başarılı buldum. Uzuvların kopup yere düşmesi, öksürürken iç organların istifra edilmesi... Bunlar "sentetik bir distopya"bin gerçek anlamıyla kanlı betimlemeleri. Umarım kitabı okuduktan sonra genel olarak yorumunu sunarım. Paylaşım için teşekkürler. :)
''Herkes ölür, ama herkes gerçekten yaşayamaz.''

Çevrimdışı seabiscuitxx

  • **
  • 60
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nesil (Sentetik Distopya isimli kitabımdan)
« Yanıtla #2 : 14 Mayıs 2015, 11:53:35 »
İlk bölümleri çıkarsamalarla doluydu ve bu uzarsa hikayeyi okumayı bırakacaktım derken konuya yumuşak giriş yapmanız ve devamında meraklandırması çok iyiydi. Son cümle zaten birşeylerin olacagını gösterdi.B ilindik konu ama devamını nasıl hazırladığınızı bilemiyorum.Kitabınız hayırlı olsun.En kısa zamanda almayı düşünüyorum.
Ölüm sadece başlangıçtır.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Ynt: Son Nesil (Sentetik Distopya isimli kitabımdan)
« Yanıtla #3 : 14 Mayıs 2015, 17:09:34 »
Ben çok başarılı buldum, diğer yorumların aksine ilk cümlesinden itibaren kendini okutuyor.
Zombi hikayelerini çok sevmem ama başlangıcı ilginçse devamıda pekala öyle olabilir diye düşünüyorum. Eline sağlık.
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nesil (Sentetik Distopya isimli kitabımdan)
« Yanıtla #4 : 20 Mayıs 2015, 10:07:23 »
Selamlar.
Distopya için güzel bir konu yakalamışsınız lakin bu garip insan evrimi bana tuhafgeldi. Ağrı kesiciler, antibiyotikler insanın genetiğini değiştirmez. Hamilelik döneminde kullanım sakat doğumlara neden olabilir ama kimse büyük büyük dedesi leblebi gibi ağrı kesici, antidepresan tükettiği için genetik olarak böyle bir enkaz devralmaz.

Büyük büyük kulaklıklarla müzik dinlemenin neticesinde aşırı hassas kulak zarlarına sahip olmak garip mesela. Tam tersi olması gerekir. Sürekli yüksek sese maruz kalan kulakların işitme eşiği yükselir deyim yerideyse sağırlığa yaklaşır. Sizin hikayenizde herşey ters işliyor. Ölümü o kadar normalleştirmişsiniz ki okurken hiç etkilenmedim. Oysa yaptığınız tasvirler  normalde dehşet uyandıran sahneler olmalıydı.

Hikayenizde gözardı edilemeyecek mantık hataları görüyorum. Ayağını masaya çarpınca kırıp ölen insanların olduğu bir yerde bu insanların nasıl doğduğu sorusunu sormam kadar normal bir şey yok sanırım. Bu kadar hassas bir metabolizmaya dönüşen insanoğlu ( bunun sebepleri de mantıktan yoksun) doğum yapabilecek gücü ve sağlamlığı nereden buluyor? Hapşırınca kalbi duran bir insan nasıl doğum yapabilir değil mi? Hikayeniz distopya olsa da, ağır mantık hataları barındıran kendi içinde bütünlükten epey uzak bir durumda.

Eğer hikyaenizde evrimden bahsediyorsanız ki ediyorsunuz, o halde doğal seleksiyonu reddemezsiniz. Yani uyum sağlayanın hayatta kaldığı, sağlayamayanın yok olduğu bir süreç. Bu derece narin bir hale gelmiş insanoğlu nun doğması mucize ötesi, yetişkinliğe erişmesi ise imkansız ötesi olurdu.

Tüm bu eleştirilerimi hikayenin bir kitabın parçası olduğu için yapıyorum yani kitap amatörlükten çıkmış profesyonel bir ürün olduğu için.

Umarım bana gücenmezsiniz.

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Ynt: Son Nesil (Sentetik Distopya isimli kitabımdan)
« Yanıtla #5 : 27 Mayıs 2015, 15:46:21 »
Merhabalar.

Aslında gerçekten dehşet verici bir hikâye olmuş. Sahneler yan, gerçek anlamda ağzı açık bırakıyor.

Ancak televizyondan ya da bilgisayardan alınan radyasyonların, kulaklıkların, ilaçların insanlara böyle zarar vermeleri biraz tuhaf. Ne bileyim, nükleer bir patlama olsa ve insanlar bundan etkilense sanırım daha mantıklı olurdu Ancak su konusunda bir şey diyemeyeceğim, yakında su bulamayacağımız doğrudur.

Ancak yine de insanların her konuda suçlu ilan edilmesi... Bilmiyorum, 21. yüzyıl insanları tamamen kötü, atalar hep suçlu. Hikâyenin geçtiği noktada doğru ama kötülemenin de bir sınırı olmalı bence.

Yine de ellerinize sağlık ve kitabınız hayırlı olsun, şu an okuyacağım çok kitap var; ama alıp okuyacağım ve umarım asıl yorumumu o zaman yapacağım. Zira aslında başından sonuna kadar tamamen merak uyandırıcı bir kısım vermişsiniz, insan sonra ne olacak demeden geçemiyor.
İnsan, hayalleriyle vardır.

Ynt: Son Nesil (Sentetik Distopya isimli kitabımdan)
« Yanıtla #6 : 05 Haziran 2015, 16:36:33 »
Selamlar.
Distopya için güzel bir konu yakalamışsınız lakin bu garip insan evrimi bana tuhafgeldi. Ağrı kesiciler, antibiyotikler insanın genetiğini değiştirmez. Hamilelik döneminde kullanım sakat doğumlara neden olabilir ama kimse büyük büyük dedesi leblebi gibi ağrı kesici, antidepresan tükettiği için genetik olarak böyle bir enkaz devralmaz.

Büyük büyük kulaklıklarla müzik dinlemenin neticesinde aşırı hassas kulak zarlarına sahip olmak garip mesela. Tam tersi olması gerekir. Sürekli yüksek sese maruz kalan kulakların işitme eşiği yükselir deyim yerideyse sağırlığa yaklaşır. Sizin hikayenizde herşey ters işliyor. Ölümü o kadar normalleştirmişsiniz ki okurken hiç etkilenmedim. Oysa yaptığınız tasvirler  normalde dehşet uyandıran sahneler olmalıydı.

Hikayenizde gözardı edilemeyecek mantık hataları görüyorum. Ayağını masaya çarpınca kırıp ölen insanların olduğu bir yerde bu insanların nasıl doğduğu sorusunu sormam kadar normal bir şey yok sanırım. Bu kadar hassas bir metabolizmaya dönüşen insanoğlu ( bunun sebepleri de mantıktan yoksun) doğum yapabilecek gücü ve sağlamlığı nereden buluyor? Hapşırınca kalbi duran bir insan nasıl doğum yapabilir değil mi? Hikayeniz distopya olsa da, ağır mantık hataları barındıran kendi içinde bütünlükten epey uzak bir durumda.

Eğer hikyaenizde evrimden bahsediyorsanız ki ediyorsunuz, o halde doğal seleksiyonu reddemezsiniz. Yani uyum sağlayanın hayatta kaldığı, sağlayamayanın yok olduğu bir süreç. Bu derece narin bir hale gelmiş insanoğlu nun doğması mucize ötesi, yetişkinliğe erişmesi ise imkansız ötesi olurdu.

Tüm bu eleştirilerimi hikayenin bir kitabın parçası olduğu için yapıyorum yani kitap amatörlükten çıkmış profesyonel bir ürün olduğu için.

Umarım bana gücenmezsiniz.
Merhabalar.

Aslında gerçekten dehşet verici bir hikâye olmuş. Sahneler yan, gerçek anlamda ağzı açık bırakıyor.

Ancak televizyondan ya da bilgisayardan alınan radyasyonların, kulaklıkların, ilaçların insanlara böyle zarar vermeleri biraz tuhaf. Ne bileyim, nükleer bir patlama olsa ve insanlar bundan etkilense sanırım daha mantıklı olurdu Ancak su konusunda bir şey diyemeyeceğim, yakında su bulamayacağımız doğrudur.

Ancak yine de insanların her konuda suçlu ilan edilmesi... Bilmiyorum, 21. yüzyıl insanları tamamen kötü, atalar hep suçlu. Hikâyenin geçtiği noktada doğru ama kötülemenin de bir sınırı olmalı bence.

Yine de ellerinize sağlık ve kitabınız hayırlı olsun, şu an okuyacağım çok kitap var; ama alıp okuyacağım ve umarım asıl yorumumu o zaman yapacağım. Zira aslında başından sonuna kadar tamamen merak uyandırıcı bir kısım vermişsiniz, insan sonra ne olacak demeden geçemiyor.

Merhabalar.

Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Şu anda iyi gidiyor her şey. İlgilenmiş ve yorumlarınızı sunmuş olmanız beni tahmin edebileceğinizden çok daha fazla mutlu ediyor.

Yukarıda alıntı yapmış olduğum arkadaşlarım, hayal kırıklığına uğrar mısınız bilmiyorum, ama bu öykü gelecekte geçmiyor. Bu öykü mantıklı bile değil. En basit örneği zaten söylenilenler gibi bir şeyi aşırı tüketmekten gelen zayıflık kavramıdır, çünkü -yine söylemiş olduğunuz gibi- aksine fazla kullanım bağışıklıkla sonuçlanır. (Hikayelerimi açıklamayı pek tercih etmem genelde, hangi anlam çıkarılmışsa onu desteklerim çünkü, ancak bu açıklamayı yapma gereği görüyorum.)

Ancak bilmeniz gereken de şudur ki, 'Sentetik Distopya' fantastik bir kitap değil. Bin yıl öncesinde geleceği hayal etmiş bir insan düşünün, onun hayal ettiklerini düşünün; bir de günümüzle karşılaştırın. Günümüzden bahsediyorum yani 'distopya' derken, fakat sosyal, ahlak bakış açısıyla. Kimler gerçekten mutlu? O bin yıl önceki adamın ütopyasına ne kadar yakınız? 'Sentetik Distopya' adeta plastikleşmiş, yapay ahlak düzenimizden bahseder.

Ve Son Nesil, şu an, bugün yaşayan bir insanın gözlerinden toplumumuzu anlatıyor. Elbette sizin, benim gibi düşünen bir insan değil, sanrılarla, nefretle beslenmiş hasta bir aklın perspektifi, ama son derece haklı da. Tüketim toplumunu anlatıyor.

Birilerini eleştirmenin en güzel yolu, onları bunun farkına vardırmadan kendilerini eleştirtmektir. Amacım buydu. Yani ahlaki ve sosyal imgeleri ararsanız, öykü sizi tatmin edecektir.

Yanlış anlamayın lütfen, bir hatayı savunuyor, tabiri caizse 'kıvırıyor' değilim. Amacım her zaman buydu. Fantastiğe, doğaüstülüğe birazcık sürtünen bir yazımım olmasaydı zaten bu forumda kendime yer bulma küstahlığında bulunamazdım.

Sevgi ve saygılarımla.
"The woods are lovely, dark and deep,  
  But I have promises to keep,  
   And miles to go before I sleep,  
    And miles to go before I sleep."

Sentetik Distopya tüm kitap sitelerinde mevcuttur a dostlar. (Ayrıca, daginikoda.com'a bir bakın derim)