Kayıt Ol

Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« : 30 Haziran 2011, 13:57:56 »
Bundan yaklaşık bir yıl önce Buzul Dünya Yayınları'na yazmış olduğum kısa e-kitabımı bölüm bölüm yayınlayacağım. Tek Doğan Serisi olarak sunduğum hikayemin ilk cildi Hatalı Doğanlar.

***

TEK DOĞAN SERİSİ
-BİRİNCİ CİLT-
HATALI DOĞANLAR


GELİŞME

Adımlarını hızlı bir şekilde önündeki karartıya uydurmaya çalıştı. Etraf zaten karanlıktı, fakat bu adamda -ya da artık her neyse- o karartıdan çok daha fazlası vardı. O hızlandıkça hızlanıyor, yavaşladıkça adımlarını ona göre uyarlıyordu.

Bağlanmamıştı, adam bir kez bile dönüp kendisine bakmamıştı veya herhangi bir farklı kimseyle karşılaşmamıştı. Tüm unlara rağmen bir türlü dönüp kaçamıyordu. Birçok defa denemişti fakat engellenemez bir güç, özgür iradesine müdahale ediyordu. Bedeni; kendisinin istemediği fakat bir o kadarda garip şekilde, benliğinin komutuyla yönlendiriliyormuş gibiydi. Önündeki herif her ne yaptıysa bedenine değil duygularına hâkim oluyordu.

Fakat sorun bu değildi, sorun bu herifi şu anda neden izliyor oluşuydu. Buraya nasıl gelmişti, ne şekilde bu adamın peşine takılmıştı zerre kadar hatırlamıyordu. En son hatırladığı kısım odasında arkadaşlarıyla yazışıyor olduğu ve birden garip olaylar silsilesi yaşadığı o garip zamandı. Sonrası karanlıktı. Duygu bu durumdan rahatsızlık duyuyordu, hem şaşkındı hem de sinirliydi. Beyninin kendisine oyunlar oynamasından nefret ediyordu. Belki de hâlâ odasındaydı. Uyuyordu. Şu anda içinde küçücük bir korku kırıntısının olmama sebebi bu olabilirdi. Ya da olmayabilirdi, bilmiyordu. Yol da bitmiyordu. Tekrar düşünmeye başladı; bu sonu gelmez yürüyüşe önündeki karartıyla birlikte nasıl başlamıştı, tekrar hatırlamaya çalıştı. Olmuyordu, olmuyordu... Bir türlü aklına gelmiyordu!..

Bu sırada önünde giden karartı içerisindeki şekil tüm bu düşündüklerini sanki yüksek sesle kendisine bağırıyormuş gibi anlıyor ve akıl almaz siması ile Duygu’nun duyamayacağı sessizlikte belirli zamanlarda bir cümle kuruyordu: "Boşuna düşünme küçük kız, ne kadar uğraşırsan uğraş hiç bir zaman aklın almayacak. Bu sana verilen zekânın ötesinde..."
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1 #2
« Yanıtla #1 : 30 Haziran 2011, 14:13:06 »
BAŞLANGIÇ
6 SAAT ÖNCE


Dışarıda hafif bir şekilde yağmur çiseliyordu. Duygu sessizce pencerenin önünde durmuş, yağmurun yağışını izliyordu. Bulutların arasından güneş de kendisini gösteriyor, gökkuşağının o eşsiz güzelliği uzaklardan kendisini sergiliyordu.

O sakinlik veren görüntüye kendisini kaptırmış, aklında herhangi bir düşünce olmadan bakıyordu sadece. Ya da çok fazla düşünce iç içe girmiş anlamsız bir duygu silsilesi yaratmıştı. İsmi gibi...

Neden sonra dizüstü bilgisayarından gelen msn ileti sesini duydu. Birden daldığı o düzlemden çıkıp gerçek dünyaya geri döndü. Ve kimin ne yazdığını merak ederek bilgisayarı yanına çekti...

***

Üniversite son sınıfta olan Duygu, artık bıkmış olduğu bu hayattan bir an önce kurtulmak ve yaz okuluna kalmamak için var gücüyle çalışıyordu. Mezun olacağı İngilizce İşletme bölümünden sonra KPSS sınavlarına girip, "devlete kapak atmak" deyimine dâhil olma düşünceleri içerisindeydi. Tabii fazla ileri gitmeden, öncelikle şu sınavları vermenin daha akıllıca olduğunu biliyor, buna göre davranıyordu. Evinden uzakta, yurtta kalmanın verdiği sıkıntılarla didişir, oda arkadaşları ile arada sırada tartışma yaşarken bir de üstüne bu düşünceler eklenince aklını oynatmadığına şükrediyordu bazı zamanlarda. Neyse ki mütevazı ve kendine hâkim bir kızdı. Birçok kişinin sinirden köpüreceği cümlelere ya gülerek geçiyor ya da hiç aldırış etmiyordu. Annesinden aldığı en önemli özelliklerinden birisiydi ve bununla gurur duyuyordu.

Arkadaşları ile konuşmaya devam ederken birden ekranın hemen sol üst köşesinde yeni birisinin kendisini eklediğini gösteren o uyarı penceresi geldi. Adresinin çok fazla kişide olmaması ve hiçbir arkadaşının kendisine sormadan mailini başkalarına söylemeyeceğini bildiğinden dolayı bu kişinin onu nereden bulduğunu merak etti. gilanor@hotmail.com adlı mail adresini hiç duymamıştı. Kabul etmeden önce bir sözlüğe bakayım belki oradan birileridir, diye düşündü. Ekşi ve itü’de ismi arattı lâkin gilanor adında bir isim ile karşılaşmadı. Tam reddedecekken facebook aklına geldi ve oradan da arkadaş arama kısmına girip mail adresi istenilen bölüme yazdı. Yine herhangi bir sonuç çıkmadı. Belli ki tanımadığı biri yine kız msn avına girmişti. Bir önceki msn adresinde bu tiplerle çok uğraşmıştı fakat yeni adrese geçeli bayağı olmuştu. Bu nedenle, uzun süredir birilerini “yoksay”mıyordu. Ve sonunda o gün gelmişti…

Tam reddediyordu ki şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Hayır yanlış görüyorum herhalde, dedi içinden. Az önce gilanor olan adres şimdi öyle değildi. Artık kendisini ekleyen kişi alingor@hotmail.com olarak gözüküyordu. Bilgisayar kafayı mı yemişti yoksa kendisi mi çok fazla dalıp ismi yanlış okumuştu?

Bir süre düşündü fakat aklına mantıklı herhangi bir düşünce gelmediğinden dolayı omuz silkti ve yine içinden Neyse, dalgınlığıma geldi herhalde, dedi. Az önce ki isme uyguladığı ritüelleri aynı şekilde bu adrese de uyguladı ve tahmin ettiği üzere herhangi bir sonuca ulaşamadı. Ve yine reddetmek için uyarı penceresine döndü. Döndü ama…

“Tanrım, kafayı yiyorum herhalde. N’oluyor burada?!”

İşte bu sefer yüksek sesle söylemişti. Çünkü az önce gördüğü mail adresi yine değişmiş ve nalirog@hotmail.com adresine dönüşmüştü. Artık bu dalgınlık falan olamazdı, belli ki birisi virüslü bir şeyler göndermişti kendisine. Daha da beklemeden “Hayır bu kişiyi çevrimiçi sayfama ekleme” seçeneğine tıkladı. Kafasını iki yana sallayıp Geri zekâlılar… diye düşündü. Evet çok fazla sinirlenmiyordu ama birden böyle saçma bir oyunda piyon gibi olmak fena halde canını sıkmıştı. Bilmem kaç milyarlık dünyada bula bula beni mi buldular, diye de ekledi hemen.

O bunları düşünürken hemen alt tarafta turuncu ışıkla yanıp sönen bir ileti penceresi artık titreşim yollamaya başlamıştı. Pek tabii Duygu msn’i her zaman “Meşgul” olarak kullandığından, titreşimlerin onun için faydası yoktu. Yine de çok fazla zaman geçtiğini fark edip, pencereyi açtı. Kendisi oldukça sinirlenmişti ama belli ki yakın arkadaşı Merve zıvanadan çıkmanın eşiğindeydi.

Merve
DUYYGUUU!! CEVAP VERSENE YA NOLUYOR ORDA BİR ŞEY
SÖYLE ARAYACAĞIM BAK.
DUYGUUUUUU!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!”
Duygu
Tamam tamam geldim, kızma hemen.
Merve
Nerdesin kızım ya, saat dört oldu. Valla inme inecekti biraz
daha yazmayaydın. Napıyordun bunca süredir? Erkek arkadaş
mı buldun da sattın beni noldu ya?!!
Duygu
Ahah ne erkek arkadaşı be. Sapığın teki virüs yollamış onla
uğraşıyordum.
Merve
Aaa sapıklar mı dadandı başına? Nasıl bulmuşlar msn ini ya?
Zaten bu tipler yüzünden o çok sevdiğin adresinden vazgeçmek
zorunda kalmamış mıydın sen?
Duygu
Off hiç hatırlatma o günleri! Denyoların beni nasıl bulduğunu
bilmiyorum. Neyse boşver, tadımızı kaçırmayalım. Hallettim
zaten. Ee sen bir şeyler anlatıyordun. Sonrası ne oldu?
Merve
Hah evet dur hemen yazayım canım.

Merve ileti yazıyor…

Duygu, Merve’nin ileti yazmasını beklerken bir yandan da diğer sitelere göz atıyordu. Bir gazete haber sitesini açıp ilginç haber var mı diye bakınmaya başladı. Her zaman ki o saçma sapan, sırf trafik artsın diye yapmış oldukları “Ölmeden önce izlenmesi gereken 55 film” ya da “En güzel oyuncuların en seksi fotoğrafları” gibi haberlerden nefret ederdi. En çok takip ettiği haber sitesinde bunlar yoktu lâkin bir süre önce tasarımını değiştirmiş, o site de bu tür saçmalıklara başlamıştı. İşte sinir olmak için bir neden daha..!

Buna kafa yorarken Merve’nin yazmamış olduğunu fark etti. Pencereyi açtı ve hâlâ daha Merve ileti yazıyor… uyarısını gördü. İlginçti, Merve genellikle mesajları art arda heyecanlı bir şekilde yazmayı seven tiplerdendi. Ne oldu da böyle bekliyordu ki..?

Duygu
Merve, kızım destan mı yazıyorsun ya? Hadi gönder ne göndereceksen.”

Duygu biraz daha bekledi. Bu arada haber sayfasına geri dönmüştü. Tam ilgisini çeken bir haber linkine tıklıyordu ki yeni ileti geldiğini gösteren o turuncu şekilde yanıp sönen uyarı geldi. Hemen pencereyi açtı. Ve belki de son günlerde yaşadığı en büyük şaşkınlığı tattı.

Merve
gilanor@hotmail.com kişisi sizi eklemek istiyor.

Merve ileti yazıyor…

O da neyin nesiydi? Merve msn ve facebook harici bilgisayar kullanma özürlüsü bir kızdı. Böyle bir şakayı nasıl yapabilirdi?! Kendisiyle dalga mı geçiyordu bu kız? Şaşkınlık kısa sürede yerini kızgınlığa bıraktı.

Duygu
Merve, dalga mı geçiyorsun kızım sen? Ne yaptığını zannediyorsun? Hem nasıl yaptın o şakayı???”

Bekledi. Bekledi ama bir cevap gelmedi. Merve ileti yazıyor… yazısı uyarı olarak gözükmeye devam ediyordu. Artık sabırsızlanmıştı, hemen elini masaya uzatıp cep telefonunu aldı ve rehberden Merve’nin numarasını bulup arama tuşuna bastı. Bekledi. Bekledi ve kendisini yine şaşırtan bir uyarı mesajı sesi duydu.

“Böyle bir numara kayıtlarımızda bulunmamaktadır. Lütfen farklı bir numara ile tekrar deneyiniz.”

Ve tam telefon kapanırken üçüncü bir şok dalgasıyla karşılaştı.

Merve
alingor@hotmail.com kişisi sizi eklemek istiyor.

Merve ileti yazıyor…

Artık iyiden iyiye kızmaya başlıyor, bir yandan da daha tam olarak çıkmadan zihninin derinliklerine göndermeye çalıştığı korku hissiyatı artıyordu. Kızıyor çünkü bu tür şakaları sevmediğini en iyi bilen yakın arkadaşı hâlâ daha umursamazca yaptığı yanlışlığa devam ediyordu. Korku bedenini sarmalamaya başlıyordu çünkü hem arkadaşının bu tür bir virüs programını kullanmayı kesinlikle beceremeyeceğini biliyor hem de özellikle Merve’yi aradığı zaman böyle bir numara yok uyarısını hatırlıyordu. Bir anda sanki kaynar sular başından aşağı dökülmüş gibi olarak şunları düşündü. Yoksa, yoksa biri Merve’ye bir şeyler yapıp onun yerine benimle mi oynuyor!

Tabii bu düşünceyi o ani gelen korkunun yavaş yavaş geçmesi süreciyle kafasından attı. Hatta sessiz şekilde gülmeye başladı. “Gerçekten deliriyor olmalıyım, neler diyorum ben..?!” Fakat o bunları söylerken üçüncü ve son mesaj geldi.

Merve
nalirog@hotmail.com kişisi sizi eklemek istiyor.”

Ve bunu yazdıktan sonra pencerenin üst kısmında küçük sarı bir şerit içerisinde o tanıdık ileti belirdi. “Merve adlı kullanıcı şu anda çevrimdışı gözüküyor. Yazdığınız mesajlar çevrimiçi olduktan sonra kendisine iletilecektir…

Duygu
Merve, MERVE! Orda mısın????”

Fakat Merve gitmişti. Off lanet olsun, n’oluyor ya! demeden edemedi. Sinirlendi, bilgisayarıma kesin virüs bulaştı, diye düşündü.

Bu kafayla daha fazla ekrana bakamayacağını anlayıp, içindeki öfke duygusuyla bilgisayardaki programları kapatıp son olarak bilgisayarın kendisine gelecekti. Msn’i kapatırken yine ilginç bir biçimde kimsenin çevrimiçi olmadığını gördü. Tüm memlekette internet mi gitti yahu? dedi içinden. Hiç olmazsa yine de en az iki kişi çevrimiçi kalırdı. Fakat giderek artan öfkesi ile ona dikkat etmeyerek hışımla kapadı.

Bilgisayar>Başlat>Bilgisayarı Kapat… Oh be...!

Eğer ‘Oh Bee’ kısmını sesli söylemiş olsaydı belki de o iki kelime kursağında kalabilirdi. Çünkü kapat tuşuna tıkladığı anda msn bir anda açıldı ve yine ‘gilanor@hotmail.com kişisi sizi eklemek istiyor.’ uyarısını gördü. Artık bu iş oyundan çıkmıştı, kontrol edemediği kadar adrenalini de hesaba katınca korku, bir virüs gibi vücudunun her zerresine yayılmıştı.

Elini sanki bir böceğe dokunduruyormuşçasına ekranı kapatarak kendisini odadan dışarı attı. Eğer biri kendisi ile oyun oynuyorduysa bunun hesabını çok pis verecekti, hem de en pis şekilde!
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #2 : 11 Temmuz 2011, 04:41:27 »
Aslında bölüm bölüm yayınlamasan daha iyi olur gibi geliyor bana çünkü aşırı sürükleyici bir hikaye var karşımızda. Tamamını okumuş biri olarak söylüyorum, bir kez kaptırdığınızda hemen bitiriyorsunuz. Böyle olunca zevk baltalanabiliyor biraz. Okuyun.
try again fail again fail better

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #3 : 12 Temmuz 2011, 00:05:11 »
Çok güzel bir hikaye. Olayları iyice merak etmeye başladım doğrusu, elllerine sağlık.
İnsan, hayalleriyle vardır.

Çevrimdışı DarLy OpuS

  • ********
  • 2766
  • Rom: 35
  • Dansımız Marşandiz
    • Profili Görüntüle
    • Uykusuzluk Kulesi
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #4 : 14 Temmuz 2011, 18:20:45 »
Tek oturuşta biten, harika bir okumalıktı bana göre de. Hikâyenin devam etmesi için çıkacak bütün isyanlarda başrole talibim.

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #5 : 15 Temmuz 2011, 12:37:02 »
Arkadaşlar teşekkür ediyorum hepinize. Kısa sürede Amras'ın belirttiği gibi tüm bölümü tek seferde yayımlayacağım.
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı Fırtınakıran

  • *
  • 8351
  • Rom: 1
  • Unique Ravenclaw
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #6 : 15 Temmuz 2011, 12:46:59 »
Arkadaşlar teşekkür ediyorum hepinize. Kısa sürede Amras'ın belirttiği gibi tüm bölümü tek seferde yayımlayacağım.

Artık devamını yayınla! Burada merak edenler var belki.

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #7 : 15 Temmuz 2011, 17:45:41 »
Bir süre sessizliğin verdiği huzurla koridorlarda gezinmeye başladı. Neler olduğunu merak ediyor, daha önce ne karşılaştığı ne de kimseden duyduğu bir virüs ile uğraştığını düşünüyordu.

Düşünmenin verdiği his çok daha sıkıntılı bir ruh halini açığa çıkartırken, Duygu bu güzel bahar gününü içeride geçirmenin yanlış olduğuna kanaat getirip dışarı çıkmaya karar verdi. Hem biraz yağmur yemek bedenine iyi gelebilirdi.

Dışarıya adımını attı. Yağmur durmuş, bulutlar dağılmış, güneş tüm ihtişamı ile yüzünü göstermeye başlamıştı… Fakat

Duygu o an bunların hiç birisini fark etmedi. Fark ettiği şey, o korku hissiyatının tekrar ortaya çıkmasını sağladı. Fark ettiği şey, koca yurtta tek başına olduğuydu…

Yer yarılmış, herkes içine girmiş tabiri vardır ya, işte o anda Duygu bunu düşündü. Ne daha önceden fark etmediği koridorlarda ne de dışarıda tek bir insan bile gözükmüyordu.

“Virüs beynime bulaştı herhalde, noluyor yaa!” dedi bu sefer.

Haklıydı da, o muhteşem bahar havasının altında bırakın insanı, uçan bir kuş dahi gözükmüyordu. Sinirden ellerini saçlarının arasından geçirdi. Tekrar içeri girip koşar adımlarla lavaboya gidip yüzüne su çırptı. Aynada kendisine baktı.

N’oluyor bana.. diye düşündü yeniden. Az öncesine kadar her şey normal seyrinde devam ederken şimdi çok saçma bir olay yüzünden delirmek üzereydi. Bir yandan ‘Sadece salağın biri beni eklemeye başladı, sonra Merve benimle oyun oynadı ve en sonunda da tüm okuldakiler bana eşek şakası yapıyor.’ dedi ama bunun doğru olmadığını biliyordu. Bu kadar tesadüf üst üste gelemezdi.

Tekrar yavaş bir şekilde odasına geri gitmeye başladı. Dönüş yolunda tüm kapıları tıklatarak açtı. Ama kimseyi göremedi.

Hatta odasına girmeden bir üst kata da çıkıp araştırma yaptı. Sonunda bunun boşuna çabalayış olduğunu anladı ve gerisin geri odasına gitti.

Kapıyı açarken biraz korkuyordu. Sanki dizüstü bilgisayarın kuduz bir köpek gibi üstüne atlayacağı duygusuydu onu korkutan. Bunu düşününce biraz rahatladı ve gülümsedi. Kesinlikle delirdim ya da rüyadayım…

Odasına girerken her şey aynı bıraktığı gibiydi. Yatağının bulunduğu köşeye giderken duvar saati dikkatini çekti. Ve yine o gülümsemenin verdiği rahatlama uçup gitti. Saat 22:04’ü gösteriyordu. Galiba durmuş demek isterdi fakat saniyeleri gösteren o numaralar yollarına aynı şekilde devam ediyorlardı.

Yine de bir umut hemen masasında duran kol saatine baktı.

Aynıydı. Dizüstü bilgisayarını yanına çekip ona da baktı.

Aynıydı. Ve pencereden dışarı baktı. Az önceki gibi güneşli ve aydınlıktı. ‘Aynıydı.’

İşte şimdi korkmak için bir sebebi bulunuyordu. Telefonunu kaptığı gibi babasının numarasını çevirdi. Ve bir şok edici durum ile daha karşılaştı.

“Böyle bir numara kayıtlarımızda bulunmamaktadır. Lütfen farklı bir numara ile tekrar deneyiniz.”

Merve’yi aradığı gibi babasının da numarasına aynı tepkiyi vermişti. “Ooff lanet olsun ya!” diyerek telefonu zemine fırlatarak attı ve parçalara ayrılmasına yol açtı. Bunu yaptıktan sonra bir inilti koyuverdi, çünkü geçen doğum gününde uzun süredir istediği ve babasının ona sürpriz yaparak aldığı cep telefonuydu…

Ama buna üzülecek zamanı yoktu. Bu sefer koşar adımlarla değil koşarak odasından fırladı ve bir üst kata, normal telefonun bulunduğu odaya yöneldi. Beklediği gibi orada da kimse yoktu. Hemen telefona sarılıp ev numaralarını tuşlamaya başladı. O sessizlikle beklediği zaman içerisinde kalbi gümbür gümbür atmaya başladı. Fakat yine olumsuz yanıt aldı.

“Yanlış ya da eksik bir numara çevirdiniz. Lütfen tekrar deneyiniz.”

“Allah’ım ne oluyor bana, nedir bu saçmalık!” İyice korkmaya başlamıştı. Tekrar odasına doğru yürümeye başladı.

Bir anda altı saat birden geçmişti! Telefonlar çalışmıyordu, ortalıkta tek bir insan kalmamıştı. Ve gece olduğu halde hâlâ daha gün ışığı vardı. Neler oluyordu..!

Gün ışığını düşünürken etrafın kararmaya başladığını gördü. Gündüz ışığıyla yıkanan koridor gittikçe mat bir renk almaya başladı. Zaten heyecanla atan kalbi artık kulaklarının duyacağı şekilde gümbürdemeye başladı. Bu kadar kısa zamanda bu kadar olayın başına gelmesine bakılacak olursa da oldukça normaldi.

Odasına girip pencereden dışarıya bakarken, televizyon ekranından bir belgesel filmi seyrediyormuş gibi hissetti. O kameraların hızlandırılmış hali ile bir günün batışını saniyeler içinde görürüz ya hani, işte tam da o şekilde bir görüntü seyretti Duygu. Ağzı açık şekilde bakmaktan ve kalbinin güm güm atmasını dinlemekten başka hiçbir şey yapamadı…

Ama artık bir şeyler yapması gerekiyordu. Vakti varken kaçıp kurtulmadığına lanetler yağdırıyor, bu karartı da dışarıya çıkmayı hiç mi hiç istemiyordu. Hoş ortalıkta ne bir insan ne bir hayvan gözüküyordu. Yine de içgüdülerine söz geçirip dışarıya çıkacak cesareti bulamıyordu.

Korktuğu halde dizüstü bilgisayarını yine eline aldı ve açtı. İnternetin olduğunu görünce biraz da olsa rahatladı. Bir internet sayfasına girdi fakat sayfa açılmadı. Farklı bir tane denedi. Onda da aynı sonucu gördü. Her zaman takıldığı sözlük sayfalarına girmeye çalıştı ama onlarda da aynı sonuca ulaştı.

İnternette bir sorun olabilir miydi? Hayır, o sinyal alındığını belli eden çubuk en üstteydi. Hemen msn’i açtı. Açtı ve bir kez daha şok oldu.

Msn’i açılmıştı. Fakat listesinde sadece üç kişi vardı. Bu üç isim de çevrimiçi gözüküyordu. Ne bir isim ne bir kişisel ileti vardı. Sadece çevrimiçi olduklarını belirten o yeşil küçük insan figürü ve de msn adresleri…

     gilanor@hotmail.com
     alingor@hotmail.com
     nalirog@hotmail.com

Duygu o anda en yapılmayacak şeyi yaptı ve koluna çimdik attı. Gümlemekten yorulan kalbi zaten şokta olan beyni ile o anda düşünebildiği tek şey, korkunç bir kâbusun içinde olduğu ve o televizyonlarda gördüğü sahneyi gerçekleştirirse bir ihtimal uyanabileceğiydi. Kendini ‘Freddy’nin Kâbusu’nda’ gibi hissediyordu. Hatta bir an gerçekten o gelecek mi diye kapıya baktı. Fakat ne kimse geldi, ne de yaşam belirtisi gösterebilecek herhangi bir ses duyuldu.

Hava iyice kararmıştı. Duygu lambaları açmayı düşündü ama sonra vazgeçti. Eğer bu uğursuz kâbusta herhangi bir şey olacaksa lambayı açmanın buna davetiye çıkaracağını düşündü.

Sessiz bir şekilde yatağa geçip tekrar dizüstü bilgisayarını yanına çekti. Artık kendisini korkutan o üç msn adresinden başka hayatla bağlantısını sağlayan hiçbir şey kalmamıştı…

Korkarak listede en başta bulunan adrese çift tıkladı. Biraz bekledi. Avatarında herhangi bir resim çıkmasını bekledi. Fakat yoktu. Sonra korkarak yazmaya başladı.

“Duygu
Şey, merhaba. Kimsiniz acaba? Beni eklemişsiniz.”

Ve nasıl bir cevap geleceğini merakla beklemeye başladı.

Yazışmanın en güzel tarafı diye düşündü Duygu, ne korku ne utangaçlık ne heyecan ne de kızgınlık gibi duyguların karşı tarafa yansımamasıydı. Ve şu anda ölesiye korkuyordu.

Yazarken bunun belli olmaması çok iyi bir şeydi.

Lakin korkunun hat safhalara çıkmasını sağlayan cevap geldi.

“gilanor@hotmail.com
Korktuğunu hissediyorum küçük kız. O taze kalbinin heyecanla ötüşünü, teninden usulca sızan terin kokusunu ve o narin bedeninin her zerresinin korkuyla titrediğini hissedebiliyorum...”

Duygu dizüstü bilgisayarına da fırlatıp atmamak için büyük çaba sarf etti. Daha önceden hiç yaşamadığı bir korkunun iliklerine kadar dolduğunu hissedebiliyordu. Şimdi ne yapmalıydı, cevap mı vermeliydi? Ne yazabilirdi ki? Yazan kişi her kimse korkusunu anlamıştı. Ya da güzel bir tahminde bulunmuştu. Artık normal bir olay olmadığını, bunun oyun olma olasılığının kalmadığının farkındaydı. Zaten kim bir anda günü saniyeler içinde karanlığa gömebilirdi? Nasıl bir büyüydü şu anda maruz kaldığı?..

Tam bir şeyler yazmak için tuşlara dokunacaktı ki aynı anda iki yeni pencere açıldı. Bunlar, geride kalan iki msn adresiydi ve ikisinde de aynı şey yazıyordu.

“Her şey bittiğinde, öleceksin.”

“Öleceksin…” Duygu son kelimeyi hafif bir fısıltıyla söyledi.

Ve sonra bayıldı…

***

GELİŞME

Uyandığında önündeki karartıya adımlarını uydurarak yürüdüğünü ve belli ki bunu uzun zamandır yaptığını fark etti.

Nerede oldu hakkında hiçbir fikri yoktu, tıpkı bayılmadan önce olanlar gibi… Fakat fark ettiği bir şey daha vardı ki, o da artık hiçbir şekilde korkmuyor oluşuydu. Nerede olduğunu bilmediği bir karanlıkta, önünde tanımadığı bir karartıyı kendi komutları dışında takip ediyor, fakat bundan zerre kadar korku hissi duymuyordu. Acaba öldüm mü? diye geçirdi içinden. Öldüm de yaptığımın cezalarını mı çekiyorum, diye düşünmeye devam etti. Aklına bir sürü şey geldi. Fakat her biri birbirinden mantıksızdı. Hoş, şu ana kadar yaşadığı olayların hangisinde mantık vardı ki?.. Her şey mantık dışıydı, bu kâbustan bir türlü uyanamıyordu!

Bayıldığı zaman yanında kimse yoktu, sadece msn üzerinden konuştuğu üç kişi vardı. Nasıl oldu da buraya gelmiş bu adamı herhangi bir fiziki müdahale gözükmeksizin takip etmeye başlamıştı? Amacı neydi, yolun sonu nereye varacaktı?..

Bayılmadan önce alingor ve nalirog adlı hotmail adreslerinin kendisine aynı anda gönderdikleri iletiyi düşündü.

“Her şey bittiğinde, öleceksin.” Her şey derken neyi kast etmişlerdi acaba? Hiç anlamadığı olaylara birden dâhil olması ne amaçlaydı? Sorular, sonu gelmeyen cevapsız sorular…

Önündeki karartı ile uzunca bir süre daha -Duygu’ya bir asır gibi gelen süre- yürümeye devam ettiler. Duygu düşünmeye, önündeki karartı da onun fark etmediği şekilde düşüncelerini okumaya ve arada sırada aynı cümleyi kurmaya devam etti.

Ve sonra Duygu durdu. Durduğunu yavaş yavaş etrafın aydınlanmaya başlaması ile fark etti. Her taraf aydınlanıyor, fakat önündeki karartı aynı şekilde karanlıklar içerisinde kalmaya devam ediyordu. Duygu buna herhangi bir şaşkınlık belirtisi göstermedi, sanki her gün yaşadığı bir olaymış gibi beyni görüntüyü önemsiz olarak algıladı.

Etraf aydınlandıkça, geldikleri yerin göz kamaştırıcı görüntüsü insanı büyüleyecek cinstendi. Duygu tüm duyularının kendisinden sökülüp alındığını zannediyordu fakat manzara ile karşılaşınca ister istemez içini bir ferhalık, bir mutluluk kapladı. Adeta mest oldu. O kasvetli hava birden huzur bulmuş gibiydi. Hayatında hiçbir zaman, hatta belgesellerde, resimlerde bile göremeyeceği bir güzellik uzanıyordu karşısında. Ağaçlar, güneşin o muhteşem rengi, masmavi gökyüzü ve alabildiğince yeşillikle dolu bir doğa manzarası. Her şey o kadar mükemmel ve o kadar yerindeydi ki ağaçlardan eğilen dallar bile ortaya olağanüstü bir sanat eseri katıyordu.

Fakat bu güzelliği önünde duran karartı baltalıyordu. Şu anda önündeki şey kendisine dönmüş müydü yoksa hâlâ daha sırtına mı bakmaktaydı bilmiyordu. O güllük gülistanlık günde nasıl olur da karartı bu şeyin önünde durabilirdi anlamıyordu.

Artık adam da demiyordu çünkü normal bir insan değildi bu. Anca “Şey” diyordu buna. Ne istiyordu, neden onun peşindeydi gibi sorular tekrar zihnini doldurmaya başladı. Normal bir günde böyle bir yer görmek için yapmayacağı şey yoktu fakat şu anda imkânı olsa arkasına bakmadan kaçabilirdi…

Ve o Şey konuşmaya başladı. Konuşmaya başladığı andan itibaren uzun süredir bedenini terk etmiş olan korku, batıcı bir soğukluk ile geri dönmüştü.

“Küçük kız, aklının almayacağı hayalleri ve cevapları düşündün buraya kadar. Haklısın da. Hiçbir sebep yokken böyle olaylar yaşaman. İnsanlık tarihinin bilinmeyen, unutulmaya yüztutmuş taraflarına bakman. Boşuna değil bu gördüklerin, bu yaşadıkların. Aklın almayacak bunları, anlayacaksın ama, göreceksin, hissedeceksin…”

Duygu ensesindeki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Duyduğu ses sanki tek kişiye ait değilmiş, bir koro tarafından söyleniyormuş gibiydi. Şimdi cevap mı vermesi gerekiyordu bu şeye? Hem ne diyebilirdi ki? Konuşabileceğine bile emin olamıyordu. Bu yüzden sessiz şekilde durmaya ve o şeyin tepki vermesini beklemeye devam etti. Ve beklediği tepki çok geçmeden geldi.

Önündeki karartı bir anda yok oldu. Nereye gitti bu diye düşünmesine kalmadan sırtında sanki tüm buzulların soğukluğu varmışçasına bir ürperme yaşadı. Kafasını hafifçe yana çevirince arkasını sonsuz bir karanlığın –o şeyin sardığını anladı. Ve yine o korosal sesiyle konuşmaya başladı.

“Ne o küçük kız? Hâlâ anlayamadın mı? Düşüncelerini çığlık atıyormuşçasına duyabiliyorum. Hatta senin düşünmediğini sandığın, anlam veremediğin olayları bile net bir şekilde sezinleyebiliyorum. Ve şu anda benim ne olduğumu da merak ettiğini biliyorum. Neden burada olduğunu, bu olaylara nasıl karıştığını, bayılmadan önce neler olduğunu düşündüğünü de anlayabiliyorum…”

Duygu sırtına buz kütleleri fırlatılmış gibi hissediyor, bir yandan da bu yakıcı sözleri dinliyordu. Soğuğun o yakıcı tadını hissetmiş olan Duygu’nun ağzından o an titreyen iki kelime çıktı.

“Se-sen k-kimsin?”

Şey gülmeye başladı. O koro halindeki sinsi gülüş sesi, kesinlikle izlediği sit-komlarda ki gibi komik değil, insanın ödünü patlatacak cinstendi.

“Ben kim miyim küçük kız? Neden anlayamayacağın, hazmedemeyeceğin soruları soruyorsun? Neden ‘Neden buradayım?’ gibi sorular sormuyorsun? Neden bu tarafa dönmüyorsun?”

Şey bunları söyledikten sonra Duygu’nun ayakları kontrolü dışında geriye dönmeye başladı. Bu sırada Şey’in soğukluğunu arkasında hissedebiliyordu. Dönmesine rağmen o ürperti arkasında eksilmiyor, o döndükçe sonsuz karanlık tüm benliğini ele geçiriyordu. Nihayetinde dönüşünü bir ömür süren zamanda tamamladı ve yine o muhteşem görüntünün içerisinden mutlak bir karanlığa bakar oldu. Ne bir sima, ne insan olduğunu belli eden herhangi bir görüntü. Sadece karanlık…

İşte o anda, önünden tüm hayatını etkileyecek anlaşılmaz görüntüler geçmeye başladı. Mutlak karanlıkta, korosal ses konuşuyor ve önünde ölümüne kadar aklından çıkmayacak görüntüler sesle beraber değişmeye, beynine kazınmaya devam ediyordu…

“İnsanlık tarihinin iki bin yıl öncesine dayanıyor benim başlangıcım. Her şey başladığında sizin türünüzün ne hükmü ne de adı vardı. Melekler ve bizler vardık. O’nun yarattığı; düşünebilen, tek başına karar verebilen ve hatta mutlak kötülük ‘sürülmüş’ün yolunu izleyebilen. Tüm boyutlar, tüm topraklar tüm evren, sonsuzluk… Hepsi benim, hepsi bizimdi!

Fakat sonra o geldi, Adem adında balçıktan yaratılmış ilk insan geldi ve sonra melekler bu yeni yaratılmışın önünde eğildi!

Türdeşimin ilk anda yapılan hatanın farkına varması ve buna karşı gelmesi ile kötülendi, aşağılandı ve hiç birimizin başaramadığı o muhteşem kattan sonsuza dek kovulmasına yol açtı. Ve o da hırsla kendisine kol açanın yanına ‘sürülmüş’ün saflarına karıştı. İşte küçük kız, sizlerin şeytan dediği, taşladığı, bütün inançlarınızda kötülendiği türdeşimin ve artık aramızda ‘kovulmuş’ olarak seslendiğimizin tek suçu yapılan hatanın önüne geçmek istemesiydi. Böylece 'kovulmuş'un, mutlak kötünü olan 'sürülmüş'ün tarafına gitmesine neden oldunuz.

Tek yaratıcı için ne büyük bir kayıp...

İşte ben o üç harfli dediğiniz varlığım. Ben senin türünün ‘cin’ olarak tanımladığı şeyim.”  Duygu garip bir şekilde görüntülerden hiçbir şey anlamamasına rağmen, hayatının en önemli olaylarından birine vakıf olduğunu biliyordu. Ve yine gariptir ki korosal sesin söylediği şeylerle bayılmanın eşiğine gelmesi gerekirken rahatlıyordu. Karşısında duran şey bir cin olduğunu söylüyordu.

Cinlerin karanlıktan değil de, saf ateşten oluştuğunu sanırdı. O bunları aklından geçirirken Şey’in gülmeye benzer homurdanma sesini işitti. Ve cin olduğunu söyleyen Şey yine konuşmaya başladı.

“Değil mi küçük kız? Saf ateşten yaratılması gereken bir cinin bu şekilde bir görüntüde olması ne gariptir? Şimdi işin can alıcı kısmına geliyoruz…

Siz insanların en önemli hatalarından birisi, beyninizin tıpkı kısa ömürleriniz gibi çok az olaya vakıf olabilmesi… Kendinizi övmeyi, biz en iyisiyiz demesini, küçücük olayları tüm insanlığı zıplatacak derecede büyütmenizi ve iğrenç hislerinizle her şeyi yanlış yapmanızı… Dünya dediğiniz toprak parçasında kendinize o kadar çok fazla bakmaya başladınız ki, sonunda tüm sonsuzlukta bir tek kendiniz varsınız diye bilmeye başladınız.

Oysa bizler hep buradaydık, aranızdaydık, binlerce yıl sonra bile göremeyeceğiniz ve sadece hayal edebileceğiniz yerlerdeydik. Zaman geçtikçe gelişiyor, sizlerin on binlerce sene sonra fark edeceğiniz teknolojiyi kullanıyorduk. Hatalı yapınız ile bizleri göremiyor, boyutlarımıza göz atamıyordunuz. Sadece birkaç eğlence arayan türdeşlerimiz sizlere karışıyor, o çok övündüğünüz benliğinize musallat oluyordu. Yazık ki böyle küçük bir karışmada bile savunmasız yapılarınız ile size verilen yetinin sonsuzluğa geri karışmasına engel olamıyordunuz.

Fakat olay bu değil küçük kız. Evet, bizler saf ateşten muhteşem bir şekilde yaratıldık. Uzun yıllar yaşayabiliyor, sizlerin ve istediğimiz her şeyin şeklini alabiliyor, boyutlar arası yolculuklar yapabiliyor ve yine sizin şu anki teknolojinizle hayal dahi edemediğiniz olayları düzenleyebiliyoruz.

Lakin küçük kız, her şeye rağmen sizin bizlerden çok ama çok daha şanslı bir yanınız var. Türdeşlerimizce biz bunu bir şans olarak değil bir hata olarak görüyoruz. Sizler kısa hayatınızdan sonra ölüyorsunuz evet, fakat hiçliğe karışmıyorsunuz. Kendinizin sonsuza dek yaşayacağı, işte bu sefer bizlerin sadece hayal edebildiği ve yine sadece türdeşimiz olan ‘kovulmuş’un sözleri ile görüntüsünü zihnimizde oluşturabildiğimiz cennete kavuşuyorsunuz. Girmeden önce cehennem kapılarından geçiyorsunuz belki, nihayetinde arınmış olarak o olağanüstü güzellikte ‘sonsuz’ bir şekilde yaşıyorsunuz…

Ve hata burada oluşuyor, böyle bir şansın kesinlikle sizlerden çok daha önce doğmuş ve çok daha özel olan bizlere verilmesi gerekiyordu! Bizler öldükten sonra hiçliğe karışıyor, uzun yaşamımızdan sonra hiç var olmamışçasına göçüyoruz buradaki sonsuzluktan. Böyle bir şeyin olmasını kesinlikle kabul edilemez bir hatadan başka bir şey olarak görmüyoruz!

Ve işte ben, Gilanor olarak bilinen, Alingor ve Nalirog olarak ayrılan, bundan güneş zamanıyla iki bin yıl önce, İsa’nın doğuşuyla beraber gerekli olanı fark ettim! Babasız doğan İsa’nın gelişiyle ve yaptıklarıyla beraber, olmayacak olanı fark ettim. Hatalı olarak doğanlardan nefret etmekle kalmayacak, onlar sayesinde, SENİN sayende hem sonsuzluğa hem de cennete kavuşacağım!”

Duygu bir anda bu kadar bilginin kendisine verilmesiyle ister istemez irkildi. Her cümleden sonra rahatlamasıyla beraber, duydukları karşısında git gide ağzı açık kalan Duygu, artık bir rüyada olmadığına tamamen emindi. Çünkü biliyordu ki, rüyasında bile bu kadar çok şeyin olabileceğini aklına getiremezdi. Hem her şey bir yana bu şeyin hâlâ daha kendisiyle ne ilgisi olduğunu söylememişti. İsa Peygamber’e kadar gitmesini hiç anlamamıştı. Ne demek istiyordu ki?

“Demek istediğim açık değil mi küçük kız? Neden siz  insanlar her zaman sorgulamak yerine verilen yetiyi zorlamayı denemezsiniz? Özellikle senin gibi özel, güçleri olduğunun farkında olmayan, benden parça taşıyan…

Şimdi o çok merak ettiğin kısma geliyoruz işte. Saf ateşten normal cin formunda dolaşırken bizim boyutumuzda, insanlık âlemine Tek Yaratıcı'nın tarafından yeni bir elçi bahşedildiğini ve bu elçinin babasız bir şekilde dünyaya geldiğini öğrendim.

Tek yaratıcı, hiçbir zaman kuralların dışına çıkmaz, belirlemiş olduğu şekilde insanlar üzerinde elçi dahi olsalar farklılık yaratmazdı. Fakat İsa, babasız olarak dünyaya gelmiş ve insanlığa elçi olarak gönderildiği söylenmişti. İşte doğumdan sonra, yapılan hataların döngüsünün kırılabileceğine, kurallarda oynama yapabileceğimize, tabulaştırılmış şekilde olan bilgileri araştırıp hatayı lehimize çevirebileceğimi fark ettim. Evet, belki de bunun açığa çıkması ya da bir şekilde ters gitmesi ile ne bu tarafta ne de diğer tarafta kimselerin yaşayamayacağı derecede korkunç şeylere maruz kalabilirdim ama hiçliğe karışmaktansa bunlara ayanabilirdim… Sonunda çok zor şartlar ile ‘sürülmüş’e ulaştım ve ona tasarladığım planımı anlattım. Bu açıklanamaz fikrimi duyunca oldukça beğendi ve güldüğünü hiçbir zaman duymadığım o şey kahkaha atmaya başladı. O günü hiç unutamıyorum küçük kız, bulunduğum düzlemin tamamen sarsılmasının onun kahkahaları nedeniyle olması küçük bir ayrıntıydı. Ve bana gerekli olanı, ne yapmam gerektiğini söyledi. Acıya dayanmamı fakat sabredersem kimsenin erişemeyeceği mükâfatı alacağımı belirtti! Bana olacakları anlattı…

O gün elçinin doğumundan sonra türümüzün üstün yeteneklerini ve ‘sürülmüş’ün bana verdiklerini kullanarak Gilanor olan benim ateşim söndü. Benliğim, üç parçaya ayrıldı. Diğer iki parçam benimle beraber olmasına, düşüncelerimiz aynı işlemesine rağmen bedenen hiçbir zaman bana gözükmeyecek şekilde farklı boyutlara gittiler. İşte bende gördüğün karartının nedeni bu küçük kız. Ben, aslında hiçliğe
kavuşmuş, O’nun gözünde iki bin güneş yılı öncesinde ölmüş bir cinim… Fakat gördüğün bu karartının, küçük bir benliği de ‘sürülmüş’ün verdiği bilgiyle bir insana aktarıldı. O insan, o zaman ki birisi değil, yine kuralın verdiği ölçüyle o anda erişemediğimiz bir yere gelecekteki bir insana aktarıldı. Ve işte, benliğimin o küçük kısmının gittiği insan şu anda tam karşımda duruyor…”

Duygu o anda içinden tek bir kelime geçiriyordu. Kelime ise Oha idi. Nasıl olur da böyle bir şeyi kendisine mâl edebilirdi, yirmi iki yıllık hayatında tek bir olağanüstü durum dahi görmemişti. Fakat sorusunun cevabını gecikmeden aldı.

“Nuh zamanında, tufandan sonraki yıllar boyunca yine güneş zamanı ile her gün içerisinde birçok çocuk doğdu. ‘Sürülmüş’ten aldığım bilgiye göre, benim bedenim tek bir bedene girebilirdi. O beden ise tüm dünya üzerinde bir gün içerisinde sadece tek bir bebeğin doğacağı güne denk geliyordu. İşte o bebek sensin… Doğduğun zaman, dünya üzerinde başka kimsenin gün boyunca çocuğu olmadı… Ne sakat şekilde, ne ölü şekilde… Hatta tam bilgiye vakıf olmamakla birlikte, farklı türden de hiçbir canlının doğduğu bilgisi duyulmadı…”

İşte şimdi Duygu’nun bu olaylara neden karıştığına dair mantıklı bir açıklaması vardı. Evet, her şey daha saçma ve akıl dışı gelmekle birlikte, bu cinin anlattığı doğrultuda eğer doğduğu gün başka kimse dünyaya gelmemişse kendisinin bilmem kaç milyarlık evrende neden seçildiğini anlamak zor olmasa gerekti. Fakat içinde artan tedirginlik hissi farklı bir şey düşünüyordu. Şimdi asıl soru, bundan sonrasının ne olacağıydı…

“Anlaşmaya başladık demek… Maalesef küçük kız, yapacağım şeyden sonra senin sağ kalma olasılığın yok. Daha da kötüsü, diğer tarafa gidip cennete giriş imkânını da yakalayamayacaksın… En azından sana bunları anlatmakta borçlu olduğumu hissediyorum, en azından siz hatalı doğanlar kadar bencil bir şekilde davranmıyorum. Bu yaptığım gerçekleşirse, ruhunun hiçliğe gitmemesini sağlayan o özellik tamamen benim bedenime geçecek ve bu sefer olması gerektiği gibi, seni hiçliğe beniyse cennete kavuşturacak…

Binlerce yıldır hayal ettiğim şeyi nihayet gerçekleştirecek ve türdeşlerime -ki ilk olarak ‘kovulmuş’a- bu bilgiyi vererek olması gerekeni tümüyle doğru şekline çevireceğim!”

Duygu bu dinlediği son kısımdan sonra geçen görüntülerde ilk defa bir şeyin ne olduğunu anladı. Saf ateş. Bu cin denen artık ne olduğu belirsiz yaratık onu tamamen alacak ve hiç dünyaya gelmemişçesine, hiç yaşamamışçasına yok edecekti.

Uzun süre sonra başını eğip dizlerine baktı. Titriyorlardı.

“Ve son bir şey küçük kız. Bu yapacağımı uzun süredir bekliyor, doğumundan beri her gün seni izliyorum. İz bırakmadan, olduğumu belli etmeden. Neden başta değil de şimdi yaptığımı, neden bu kadar anıyı yaşadıktan sonra böyle bir zamanda karşına çıktığını söyleyeyim. Bunun iki nedeni vardı. İlki belirli bir döneme kadar hayatta kalamayan ruhların cennete gitmesine rağmen benliğinden habersiz olarak o muhteşem bahçelerde uçarak dolaşmasıydı. Bir kuş gibi cennet bahçelerinde kendimden habersiz uçmaya niyetim yoktu. Diğer neden ise: Böyle bir şeyi yapabiliyor olabilirim, fakat bizler duygusuz bencil yaratıklar değiliz. Binlerce yıl bekledim, güneş yılına göre birkaç yıl daha beklemem benim için günlerden farksızdı. En azından hiçbir şey olmamışçasına senin yok olmanı görmek istemedim. Benliğimin sende olan kısmı sayesinde her düşündüğünü hissedebildim. Kıskançlıklarını, nefretlerini, acı çekişlerini… Fakat artık göreceğini gördün, dünyanın kötülükleriyle, hatalı doğanların bencillikleriyle karşılatın. Daha da fazla üzülmeden yokluğa karışmak senin için en iyisi olacak…”

Duygu artık tam anlamıyla titriyor, hatta görüntüdeki saf ateşten yayılan ısıyı bile hissedebiliyordu. Ölecekti, evet doğru yazmışlardı. Öleceksin demişlerdi… Sadece o gün başka kimse doğmadı diye, hiçbir suçu yokken ölecekti… Ölecekti ve daha da kötüsü, hiçliğe karışacaktı.

Her şeyden beteri, yapabileceği hiçbir şey yoktu…

“Şimdi, yapacağın tek şey gördüğün ateşin içine doğru gelmen. Böylece ateş içerisinde bedenin eriyecek, benimkisi ile bir olmuş benliğin diğer iki yanımı da bilinmeyen yerlerden alıp bana getirecek. Ve tekrardan bir olacağım. Üstelik yok olmayacak, cennete girme şansına erişecek şekilde…”

Duygu yine ilk başta olduğu gibi ayaklarının kendi komutu harici adım atmasını, önündeki karartıya doğru gitmesini izledi. Belli ki, bu cinin içinde bulunan parçası sayesinde kontrol edilebiliyordu. Ama hayır, böyle bir şey olamazdı. Korkuyordu, titriyordu belki fakat kendi hayatının bu şekilde, bir cin tarafından bir Şey tarafından alınmasına izin vermeyecekti. Her zaman her koşulda güçlü olmuştu ve burada da bunu kanıtlayacaktı!

Adımlarına baktı, içten içe dur komutunu verdi. Devam ediyorlardı, belini kontrol edebiliyor mu diye denedi ve orasının hâlâ daha kendisine ait olduğunu anladı. Gücünü hemen arkaya doğru verdi ve ayaklarının havaya doğru kalkarak sırt üstü düşmesine yol açtı. Canı acımıştı ama en azından o korkunç karanlık ve ortasındaki saf ateşe doğru, hemen o anda zihninde beliriveren fırına doğru yürümeyi bırakmıştı. Elleri ile kendisini yavaş yavaş uzağa çekmeye başladı. Ve o korosal sesin tüm çıplaklığı kulaklarında çınladı.

“N’apıyorsun küçük kız! Buraya kadar geldikten ve her şeyi usul usul dinledikten sonra kaçabileceğini mi zannediyorsun… Kendine gel! Hemen ayağa kalk ve bana doğru yürümeye devam et. Sana dokunamam ama komutlarıma uyup bana doğru gelmek zorundasın, işi daha da zorlaştırma!”

Elleri yine kendi dışında hareket edip ayağı kalkmasına yardımcı oldu. Dur diyordu içinden inatla, dur ve geriye dön, fakat bedeni onun komutlarını umursamamaya devam ediyordu. Daha fazla dayanamadı, tüm sinirleri boşalmış bir şekilde haykırdı; “DUR DİYORUM SANA, DUR!”

Ve o anda inanılması zor bir şey oldu. Vücudu durdu. Verdiği komuta uydu. Tüm bedeninde görünmez ipler varmış hissi bir anda kayboldu, parçalandı. Ve Duygu o anda anlamıştı. Sesi…

Vücudu sesine tepki veriyordu. Düşünmeden tekrar bağırdı;

“HEMEN GERİYE DÖN VE ŞU ŞEY’DEN OLABİLDİĞİNCE
UZAKLAŞ!”

Ve geriye doğru daha önceden hiç bilmediği bir hızla koşmaya başladı. Karartı azalıyor, o muhteşem doğa harikası görüntü tekrar alanı kaplamaya başlıyordu. İçini tekrar bir mutluluk, bir heyecan kaplamaya başladı. Hemen önünde, uzaklarda duran güneşin o olağanüstü güzelliğine doğru daha da şevkle koşmaya ve karartıdan kaçmaya devam etti. Ama şu anda olanlar, hikâyelerde okuduğu gibi mutlu sonla biten tiplerden değildi…

Önündeki güneş çatırdamaya başladı. Evet, Duygu’nun ifade edebileceği en güzel şekliyle çatırdıyordu. Fakat sadece güneş değil, tüm manzara… Ağaçlar, yapraklar, gökyüzü ve hatta göremediği hava bile… Birer cam parçası gibi kırılmaya, düşmeye başladılar. Düştüler, tuzla buz oldular, kayboldular ve geri de sonsuz bir karanlık bıraktılar. Sonsuz karanlıkla birlikte korosal sesin tüm hiddetini üzerinde hissetti…

“Seni bencil hatalı doğan. Benden kaçabileceğini mi sanıyorsun?! Son anlarında, ‘kovulmuş’un bana verdiği bilgilerle sana cennetin kopyasını oluşturdum. Hiçliğe kavuşmadan önce bir kez de olsa orayı görebilmen, mutlu olabilmen için fırsat tanıdım. Fakat sen, sen…”

Sen kelimesinin çınlamaları kulağından gitmemişken, o karartının yoktan var olmuş bir şekilde önünde belirmesiyle geriye doğru adım attı. Galiba bu sefer sesi de kendisini kurtaramayacaktı.

Böyle bir anda bile, aklına alakasız bir şey geldi. Hangi kitaptaydı o, birisi sonu olmayan karanlığın içine düşüyor ve kurtulma yolunun olmadığını görüp kaderine boyun eğer şekilde umutsuzca yürümeye başlıyordu. Kaderine boyun eğmiş olmasına rağmen belki de bir yerlerde kapı vardır diye karanlıkta adımlarını atmaya, çaresizce ama küçücük bir umutla yürümeye devam ediyordu. Sonunda çok çok uzaklarda beyaz bir ışık görüyor, kalan son gücüyle ona doğru koşmaya ve o dairesel beyazlığın büyümeye başladığını görüyordu. Ve beyazlığa adım attığı anda da evinde, o her zaman uyuduğu yatağında buluyordu kendisini. Çok uzun bir rüyadan uyanmış şekilde…

Ama ne yazık ki Duygu’nun şu anda yaşadıkları bir rüya değildi. Ve karanlıkta umutsuzca yürüyebileceği bir zamanda yoktu. Önündeki cin artık sabredemez bir şekilde kendisine bakıyordu. Konuşmaya başladı.

“Ağzını kapalı tut ve tüm uzuvlarınla birlikte bana doğru, saf ateşin içine doğru yürümeye başla.”

Ve yine görünmez ipler hissi veren o baştan beridir üzerinde olan kontrol duygusu yine atağa geçmişti. Artık ağzını da açamıyor, cine karşı durdurulamaz şekilde yürüyordu. Ateşin sıcaklığı yüzüne yansıdı tekrar. Her şeyin bitişine az kalmıştı.

Son gelmeden önce insanın hayatı bir film gibi önünden geçermiş. Duygu böyle düşündü, yapabileceği hiçbir şey kalmadığında insanın, gerçeklikten uzak belki de film olsa güleceği tarzda bir olayın içinde kısılı kalmışken, ilk önce annesi geldi gözlerini önüne. En son iki hafta önce mi konuşmuştu?

Geçenlerde aramıştı annesi, fakat sonra ararım diye açmamıştı telefonu. Ve dünya hali ya, çıkmıştı aklından. Hiçliğe kavuşurken böyle bir şeyi hatırlamanın ne kadar kötü olduğunu düşündü. Ve bir de onun açısından bakmaya başladı. Başladı ve iyice duygulandı. Bir annenin kızını kaybetmesi, hiçbir zaman bilmeyeceği bir şekilde… Sonra babası geldi aklına, kavgalı ayrılmış olduğu kardeşi geldi. Keşke gönlünü alsaydı, öyle çıksaydı evden. Ama suçlu hissedemiyordu kendisini, böyle bir saçmalıkta öleceğini nereden bilebilirdi? Ve sonra arkadaşları, yapmadıkları, yapacakları geldi aklına. Sınavlar geldi. Öyle bir anda bile, sınav düşüncesi güldürdü kendisini. Galiba hiçliğe gidişin iki avantajı olacaktı. Biri; artık gelecek kaygısı kalmamıştı. Diğeri de öbür taraf içindi, cehennem korkusu, azap ve bilumum acı verici şeyi yaşamayacak oluşuydu…

Ve Duygu tüm bunları sadece bir adımını diğerinin önüne attığı zaman dilimi içerisinde düşündü. Artık son gelmişti. Ne için olduğunu hâlâ daha tam olarak anlayamadığı, suçsuz olduğu olaylar silsilesinde o hiç sevmediği piyon olarak kullanılma tabirine denk düşmüştü. Her şey bir yana, keşke ailesine son bir kez veda edebilseydi. O duygusuz olmadığını söyleyen yaratık bunu düşünebilseydi. Keşke… İster istemez gözlerinden küçük bir damla yaş yanaklarına, oradan da yere doğru -karanlığa doğru düşmeye başladı. İşte kendisini bayılmanın eşiğine getirecek tiz çığlığı o anda duydu.

Önündeki saf ateş hemen altına, bedenini tamamen içine alacak şekilde hızlıca geldi. Alevler her tarafını sarmış, ısı anında baş göstermişti. Ama cinin yapmaya çalıştığı şey her neyse, gözyaşı damlasının yere düşmesini engelleyemedi.

Böylece, asıl fırtına başladı…

Öncelikle, uzaklardan gelen davula benzer gümbürdeme sesleri duyuldu. Bu ses ilk önce Duygu’nun arkasından, biraz sonra hem ön taraftan hem de yanlardan gelmeye başladı. İçinde bulunduğu ateş hâlâ orada olmasına rağmen kendisine bir zarar vermiyordu. Daha da bir şevkle yanıyor gibi gözükmesine rağmen bedeni üzerinde hiçbir etki gösterememişti. Davul sesleri git gide yaklaştı, artık kulak zarı her gümleyişte titriyordu. Sonra hemen üstünde bulunan kısımda hale şeklinde altın sarısı renkte ışık huzmeleri doluşmaya başladı. Etraf yine aydınlanıyor, bu sefer karanlık yeni renkteki ışık huzmeleri içinde gücünü kaybediyordu. Yine de altında bulunan karartı aynı şekilde kalmaya devam etti.

Sonra Duygu o huzur veren, içini titreten melodiyle kalbinin tekrar umutla dolduğunu hissetti. Işık huzmelerinin ilk olarak çıktığı yere bakınca, üç adet parlaklığıyla göz bozabilecek derecede beyaz küresel ışık demetleri yanlarına doğru geliyordu. Aşağı doğru inerken bu demetler şekil değiştirmeye, küresel biçimden insan formuna dönüşmeye başladılar. Değişim tamamlandığında, Duygu’nun ömrü boyunca göremeyeceği güzellikteki beyazlar içerisinde iki kadın ve bir erkek duruyordu. Fakat bu kadar muhteşem olamazdı kimse, bunlar… Bunlar ancak melek olabilirdi…

Duygu bunu düşünürken ortada olan kadın ona gülümsedi. Bu gülümseyişte saf bir güzellik yakaladı. Evet, artık bunların insan olmadığına inanmıştı. Neden sonra içerisinde bulunduğu durumu fark etti tekrar. Bedenini yakmayan ateş yanmaya, karartı ise altında durmaya devam ediyordu.

Sonra o muhteşem ezgisel sesiyle kendisine gülümseyen kadın melek konuşmaya başladı.

“Yargılanman ve yaptığın günahların cezasını çekmen için seni almaya geldik Cin Gilanor. Büyük günahının cezasını çekmen için yargı katına çıkarılacaksın.”

Duygu bu şarkı gibi söylenen cümleyi dinleyince altındaki ateşin söndüğünü ve karartının havaya doğru yükseldiğini fark etti. Erkek şeklindeki melek tek elini ona yönlendirilmişti. Diğer kadın melek ise ellerini havaya doğru kaldırıp gözlerini cine dikti. Ve diğer kadın meleğin sesine benzer bir melodilikle

“Birleş…” dedi. O anda daha önceden de duymuş olduğu tiz  çığlık tekrar çalındı kulağına. Ama bu sefer üç taneydi. Diğer iki karartı da yoktan var olmuşçasına ortaya çıkıp havada asılı duran karartıya karıştılar. Son kez, tiz bir ses çıktı. Karanlık küre biçimini aldı ve patladı. İçinden çıkan şey, saf ateşten oluşan bedeni insan vücudunu andıran bir şeydi. Galiba, sonunda gerçek bir “cin” görmüştü…

Erkek olan melek ile karartının birleşmesini sağlayan kadın melek, cinle birlikte tekrar küresel ışık huzmesi şekillerini almaya başladılar. O iki beyaz parlaklığın yanına şimdi bir de turuncu renkteki küre eklenmişti. Ve geldikleri yönden yukarı doğru çıkmaya başladılar.

Şu ana kadar nasıl oldu da bayılmadım, diye düşünen Duygu, kadın melek ile baş başa altın ışık huzmelerinin içerisinde kalmışlardı. Melek, zarif bir şekilde kendisine doğru gelmeye başladı. Yüzü tekrar gülümser halini almıştı ve o muhteşem görüntü tam karşısında durdu. Elini duygunun yanağına dokundurdu.

Duygu, bu güne kadar birçok duygu hissetmişti. Korkudan mutluluğa kadar insanlığa bahşedilmiş birçok hissiyatı tatmıştı.

Sevmediği tarafları son birkaç saattir, -ya da gündür- içinde dolanıyordu. Ama bu elin yanaklarına dokunması ile, o tüm hisleri unuttu. Aklında, benliğinde sadece o elin dokunuşunun verdiği inanılmaz his kaldı. Hayatı boyunca unutamayacağı, kalbini heyecanın ötesinde bir sevgiyle dolduran his…

“Üzülme tek doğan, korkma sakın. Geçti tüm kötülükler, tüm ızdıraplar.” Kafasını hafifçe yana eğip konuşmasına devam etti. “Habis, kötülüğe bulaşmış, ‘sürülmüş’ ile anlaşmış ve yapacaklarının cezasını o çok istediği kata giderek çekecek olan cinin miladı doldu. Artık serbestin, huzurlusun. Üzülme tek doğan. Uyuduğun zamana dön, bir rüya san gördüklerini…”

Ve meleğin eli yanağından saçlarına geçti. Son bir kez daha sağ tarafta bulunan saçını okşadı. Üzerine çöken uyku durdurulamaz bir şekilde sardı bedenini. Ve yine kapattı gözlerini, ama gördüğü karanlık değildi, huzur dolu altın sarısı huzmelerdi…

***

Duygu msn’in o deli edici sesiyle gözlerini açtı. Şaşkınlıkla etrafına baktı. Odasında, yatağının üzerinde uykuya dalmıştı…

Yaşadıkları aklına yavaş yavaş gelmeye başlayınca, tekrar bayılacak gibi oldu? Hâlâ rüyada mıydı? Olamazdı, bu kadar gerçekçi bir rüya olamazdı… Hemen pencereye koştu ve yurdun dışına, bahçeye göz attı. Birçok kişi bu güzel günde, dışarıda eğleniyor gülüyor konuşuyordu… Tanrım, hepsi rüya olamaz, diye düşündü. Fakat msn den gelen o deli edici uyarı sesi düşünmesine mani oluyordu. Meşgule almamış mıydı bunu?!

Hemen gitti ve turuncu ışıkla yanıp sönen uyarıya baktı. Her zamanki gibi, Merve’ydi. Fakat gördüğü ileti ile çığlık atmamak için kendini zor tuttu…

“Merve
DUYYGUUU!! CEVAP VERSENE YA NOLUYOR ORDA BİR ŞEY
SÖYLE ARAYACAĞIM BAK.
DUYGUUUUUU!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!”

Olamaz, aynı ileti yazıyordu. Rüyasında görmüştü ama bu gerçek olamazdı. Hayır… Buna cevap vermeyecekti… Veremezdi… O olayları baştan yaşayamazdı… Fakat tam kısır döngüye bağlandığını düşünürken telefonu çaldı. Hiçbir zaman telefonuna bu kadar şevkle uzandığını hatırlamıyordu. Arayan Merve’ydi.

“Efendim.”

“Kızım nerdesin sen ya? İki saattir yazıyorum insan bir cevap verir bir tınlar değil mi?! Korktum yeminlen?”

Merve’nin o bildik sesini duyunca rahatladı Duygu. Tesadüf eseri yazdığı şeyi rüyasında görmüş olma olasılığını düşündü.

Neyse, daha da kurcalamaya gerek yoktu. Konuşmaya başladı.

“Yok be Merve, içim geçmiş dalmışım öyle. Zaten az önce uyandım, tam da senin msn iletine cevap verecekken aradın.”

“Alla alla, nasıl bir iç geçmedir bu tatlım ya? Sesinde bir parça bile yeni kalkmış hissini alamıyorum. Bak doğru söyle, erkek arkadaş mı buldun da sattın beni n’oldu?” Sinsi sinsi gülüşünü duydu telefonun diğer ucundan.

Duygu rüyasındaki msn yazışmasında tıpkı böyle bir soru da yönelttiğini hatırladı Merve’nin. Yine mi oluyor hissi yavaş yavaş geri gelmeye başladı… Ama hayır, yeniden olsa farklı olurdu, dedi içinden. Evet, tekrar aynısı olurdu… Merve onun en yakın arkadaşıydı ve büyük ihtimalle bilinçaltı Merve’nin ne tip sorular soracağını önceden kestirebilmişti… İçindeki bu korkuyu atlatabilmek için birilerine açılmalıydı ve en yakın arkadaşı Merve, telefonun diğer ucundaydı.

“Yok be kızım ne erkeği sende, saçma sapan konuşma.”

Güldü ve devam etti. “Çok kötü bir rüya gördüm canım ve bunu birine anlatmazsam kafayı yiyebilirim…”

“Aa ne oldu ki? Anlat tatlım dinliyorum seni, merak ettim hayırdır inşallah?”

Ve Duygu, msn yazışmasından başlayıp mail adreslerine, okuldaki garipliklere, cinin onu farklı bir boyuta götürüp inanılmaz şeyler anlatmasına, meleklerin gelip kendisini kurtarmasına kadar her şeyi bir bir anlattı. Ayrıca olayı bu şekilde anlatırken, ne kadar saçma olduğunu bir kez daha fark etmiş oldu. Merve’den gelen cevap da onu destekler biçimdeydi.

“Oha yaa! Kızım seni acilen bir hastaneye falan kapatmalıyız! O nasıl bir hayal gücüdür öyle. Sana dedim o kitaplara fazla takılma diye. Demek melek geldi sana ve tek doğan dedi ha? Ama cidden tebrik ederim. Bence bu olayı hemen yazmaya başla. İyi satar, ilk imzalı kitabı da ben isterim tamam mı?” Kahkaha atmaya başladı.

“Dalga geçmesene bee! Çimdik bile atmıştım rüyanın içinde, bu kadar gerçekçi olamazdı. Hâlâ rüya olmasına şaşırıyorum…”

“Bence şaşırmamalısın, delilik işaretleri bunlar. Böyle başlar hep, sonra yavaştan gerçek dünyayla ilişiğini keser iyice deliye dönersin.” Merve artık kahkaha da atmıyor, anlamsız sesler çıkarıyordu.

“Görürsün sen, bu yaptığını çok pis ödeteceğim! Hadi görüşüz!”

“Tamam bebeğim –ay pardon tek doğan. Görüşürüz. Yalnız istersen psikologun olabilirim. İlk seansım bedava, diğerlerini kredi kartı ile taksite bağlarım. Ahaha.” Ve sonra telefon kesildi.

Merve’ye böyle bir koz verdiğine inanamıyordu. Keşke daha az tanıdığı birisine anlatsaydı. Şimdi her dakika deli diye dalga geçecekti kendisiyle. Neyse, elbet o da onun açığını yakalayacak ve her zaman dediği gibi intikamını en pis şekilde alacaktı. Bunları düşünürken oda arkadaşlarından Gizem içeri girdi ve sadece alışkanlıktan, Duygu’ya bile bakmadan “Selam” diyip kendi yatağına doğru yollandı. Duygu’da “Selam”ına aynı şekilde karşılık verdi.

Biraz iyi hava bana gerçekten iyi gelecek, diye düşünen  Duygu tam dışarı çıkmaya hazırlanıyordu ki, o da arkadaşının şaşkın bakışlarla kendisini süzdüğünü fark etti. Ve bir ıslık çalarak konuşmaya başladı.

“OO- HAAA! O nasıl manyak bir stildir, ne ara yaptırdın lan? Çağırsaydın da beni de süper olmuş!”

Duygu şaşkınlıkla Gizem’e baktı. “Ne diyorsun sen ya? Ne stili, delirdin mi?”

“Dalga geçme lan, saçın klas olmuş. Hemen hangi kuaföre gittiysen beni de oraya götürüyorsun. Hadi kalk.” Tam dönüp toparlanacaktı ki tekrar Duygu’ya baktı. “Hem sen nasıl bu kadar çabuk gidip geldin yahu? Odadan çıkalı taş çatlasa iki saat olmuştur. Sen iki saate kuaföre varamazsın be?!”

“Off dalga geçmeyi kes ama, bugün bile bile mi sataşıyorsunuz bana ya!”diyen Duygu yine de saçına bir şey mi oldu merakıyla yataktan kalkıp makyaj masasına oturdu.

Oturduğu an aynaya bakmasıyla zıplaması bir oldu. Gözlerine inanamadı. Parmaklarıyla gözlerini ovup tekrar baktım. Gizem az bile tepki vermişti besbelli. “Oha” bunun yanında “ayy” gibi bir şey kalıyordu…

Duyguyu şaşırtan şey ise saçının sağ bölgesinde tamamen beyazdan oluşan bir tutam bulunmasıydı. Fakat bu beyazlık öyle yaşlılık belirtisi veya o şekilde doğanların beyazlığı gibi değil, sanki etrafa ışık  ayıyormuşçasına, göz alıcı parlaklığıyla herkesi imrendirecek şekilde olan bir beyazlıktı… Ki ilk imrenmeyi Gizem yaşamıştı. Ve çok geçmeden gerçek bir tokat gibi beynine çalındı. Orası, orası kadın meleğin dokunduğu bölgeydi. Önce yanağına sonra da saçına dokunmuştu… Ve dokunduğu yer, meleğin parlaklığı gibi beyaz renge bürünmüştü… Rüya olmadığını biliyordu, biliyordu..!

“Ee neden öyle sanki başkasına bakıyormuş gibi tavırlar sergiliyorsun. Hadi bana bu gizli sırrını açıklamayacak mısın?”

Gizem heyecanlı bir şekilde kendisine bakıyordu. Beyaz bir tutam insanı bu kadar mı değiştirebilirdi gerçekten? Mümkün değildi… Ama mümkün olmayan birçok şey belki de bir saat öncesine kadar gerçekleşmişti… Şimdi Gizem’e durumu nasıl açıklayacaktı? Ne diyebilirdi ki? Merve aklına geldi.

“Ya benim arkadaşım Merve varya hani, işte o bana bi yarım kutu boya göndermişti. Yurt dışından babası özel olarak onun için getirmiş. Kendisinden kalan yarım kutuyu da bana gönderdi. Ama tüm saçıma yetmeyeceğinden bende böyle bir şey düşündüm siz yokken. Cidden güzel olmuş değil mi? Valla bende beklemiyordum bu kadarını.” Duygu gerçekten de bir anda böyle bir yalanı uydurabilmeyi eklemiyordu…

“Off, alacağın olsun lan! O Merve’ye söylüyorsun tez zamanda bana da yolluyor bir iki kutu. Gitsin söylesin babasına nereden getirdiyse biraz daha alsın. Anlaştık mı???”

“Anlaştık tabi Gizem’ciğim. Söz sana özellikle yollamasını söyleyeceğim.”

Böylece Gizem faktörünü de ortadan kaldırmış oluyordu. Ama şimdi bunu açıklaması gereken bir dolu insan vardı. Herkes bu tutamı soracaktı. Özellikle babasına ne yalan atacağını çok merak ediyordu. Gerçeği kimseyle paylaşmak istemiyordu. En azından o an için. En yakın arkadaşı bile böyle bir tepki verdiyse, kim bilir diğerleri ne derdi. Arkasından “zırdeli” ya da “kaçık” kelimelerinin söylenmesi hiç hoş olmazdı… Neyse ki tüm yurda Merve’den aldım yalanını söyleyebilirdi. Eve gitmeden de boyatır, olur biterdi…

Yaşamış olduğu olaylar tekrar aklına geldi… Tek doğan… Cidden o tarihte bir tek kendisi mi doğmuştu. Kısa sürede face’de bunu araştırmayı aklının bir kenarına not etti. Ayrıca tek damla yaş ile nasıl meleklerin geldiğine de anlam veremedi. Ki artık şeytanın asıl kişi olmadığı, asıl kötülüğün ‘sürülmüş’ dedikleri varlık olduğunu fark etti. Cine artık nasıl bir yardım da bulunduysa belasını kısa sürede bulur umarım, diye de demeden edemedi!

Ve böylece hayatı boyunca unutamayacağı bir zaman diliminden çıkan Duygu, aklında bin bir soruyla, yurt bahçesinin yolunu tuttu…

***

‘Kovulmuş’ olarak adlandırılan şeytan, seri adımlarla ve saf ateşin bedeninden etrafa saçılmasına aldırış etmeden yürüyordu. Yüzünde ismi gibi şeytani bir gülümseme vardı. Kapıya benzer bir kemeri geçti ve biraz daha yürüdükten sonra karşısında olanın önünde eğildi.

“Pek değerli ‘sürülmüş kişi’. Size beklediğiniz anın nihayet geldiğini haber vermekten şeref duyuyorum. Seçtiğiniz cin, bilmeden de olsa görevini yerine getirdi. Artık tüm gücü, tek doğanda… Kâinat üzerinde, yaratılmamış ve yaratılmayacak olan tek doğanın içinde hayata bürünmüş oldu. İsteğiniz gerçekleşti…”

‘Sürülmüş’ bulunduğu yerden ayağa kalktı. Görüntüsü, tarif edilemezdi…

“Sonunda bu olacaktı ‘kovulmuş’. Nihayet beklediğimiz gün geldi, artık yükselme devrimiz başlayacak!”

Şeytan bir adım geriye çekilip, ‘sürülmüş’ten yayılan gücün hiç bu kadar büyük olabileceğini tahmin etmemişti. O güne kadar… Sormaya korkuyordu fakat meraklı benliğini sorunun ağzından çıkmasına mâni olamadı.

“Peki ‘sürülmüş kişi’, bu gücü nasıl ve ne şekilde almayı planlıyorsunuz? Dilediğiniz takdirde, hemen gerekli düzenlemelere başlayabilirim.”

“Hayır ‘kovulmuş’, hayır… Buraya kadar gelmişken, yükselme devrimize bu kadar yaklaşmışken kimsenin hata yapmasına göz yumamam. Bu nedenle, yapılacak olanı ben halledeceğim.”

Ve kendi etrafında dönmeye başlayan tarif edilemez görüntü, bir hortum şeklini almaya başladı. Karanlık toz bulutunun içerisinde, kızıl renkte şimşekler çaktı ve yer titredi. Sonra hortumun içerisinden yine tarif edilemez yakışıklılıkta bir erkek insan bedeni çıktı. ‘Kovulmuş’a döndü. Muhteşem derecedeki etkili sesiyle, şu cümleyi kurdu.

“Sanırım tek doğanın erkek arkadaş edinme vakti geldi…”

-SON-
(Şimdilik...)
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı Gilderoy

  • ***
  • 416
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
    • Kuyutorman
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #8 : 18 Temmuz 2011, 15:29:47 »
Çok sürükleyici bir hikaye olmuş. Bir oturuşta hepsini okuyup bitirdim.

Gilanor'un Duygu ile konuştuğu kısmı okurken ister istemez aklıma Edgar Allan Poe geldi.

Ellerine, emeğine ve tabii ki hayal gücüne sağlık. :) Bu arada devamını bekliyorum.
to see world in a grain of sand
and a heaven in a wild flower
hold infinity in the palm of your hand
and eternity in an hour
-William Blake

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #9 : 18 Temmuz 2011, 20:12:28 »
Yazdıklarının hepsini görür gibi oldum. Tamamı ile film tadındaydı. Yazıda dile batan hiç bir ek yoktu ve insanın dilinden akıp gidiyordu. Konun biraz klişe olsa da (bir cin veya şeytan isyan eder Yaratıcıyı alaşağı edeceğini sanıp harekete geçer başarısız olur ama sonradan daha büyük bir planın parçası olduğunu okuyucu veya izleyici fark eder) işleyişin tamamen bunu kapatmış.
    Bir yerde de kafama takılan bir şey oldu ilk önce saatler 6 saat kadar ileri gidiyor ama hava aydınlık daha sonra ise en baştan beri karanlık olduğunu biliyormuş gibi havanın karardığını düşünüyor. Bunu biraz rüya gibi olmasını sağlamak için yaptığını düşünüyorum. Rüyadaki bir insanın düşünüş tarzı öykünün tamamına hakim geri bilinç itiraz ederken ileri bilinç onu dinlemiyor şeklinde.
    Sonuç olarak yayınlanmaya değecek bir öykü olduğunu düşünüyorum.

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #10 : 27 Nisan 2012, 09:32:39 »
Arkadaşlar neredeyse dokuz aylık bir gecikme sonrasında teşekkürlerimi iletiyorum. Beğendiyseniz ne mutlu!

grikunduz, soruna gelince: Orada öncelikle zaman 6 saat sonrasına gidiyor fakat hava gerçekten de aydınlık. Zaten daha sonra Duygu'nun gözlerinin önünde hızlandırılmış bir film şeridi gibi aydınlık gün karanlığa doğru adım atıyor.

Bununla, eğer devam edebilirsem, aslında zamansal kavramın vermiş olduğu bu ani değişiklik sayesinde gerçek dünyadan soyutlanışını göstermeye çalıştım. Bir nevi senin belirttiğin gibi düş alemi benzeri bir yere geçişi bu şekilde sağlanmış oldu.
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tek Doğan Serisi | Hatalı Doğanlar - Cilt 1
« Yanıtla #11 : 06 Ocak 2014, 17:41:49 »
Vay canına. Gayet profesyonelce bir kurgu ve anlatım vardı okurken karşımda. Hele konuşmalar ve mesajlar en baştan beni alıp çekti ekrana. Okudukça okudum ki bir baktım bitmiş. Daha en baştan bir merak sarıyor insanı. Sadece sonlara doğru biraz sıkılır gibi oldum ama o da çok sürmedi. Film tadında bir öyküydü. Detaylı kurgular her zaman ilgimi çekmiştir ki bu da üzerinde baya uğraşılmış güzel bir temele sahipti. Ellerinize sağlık, zevk alarak okudum.