Kayıt Ol

Tengu: Bölüm 1-30, final

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 1-30, final
« : 29 Mayıs 2010, 02:26:31 »

Zamanın birinde, nefret ve kin dolu gaddar bir kral diyar sınırlarından gelen komik bir haber üzerine bir yarışma düzenlemeye karar vermiş. Öyle ki hudutlardan gelen havadisler yıldırım nefesli ve kanatsız bir ejderin köylerin ve kasabaların sularını içerek kurutması üzerineymiş. Halk onu durdurması için paralı askerler ve sözde kahramanlara tonlarca para ödemiş ama sonuç alamamış. Pek çok mekândan benzer mektuplar gelmeye başlayınca kral, ejderha ya da değil, sorunun kaynağının yok edilmesi gerektiğine karar vermiş. Öyle ki düzenlediği yarışma ülkenin en iyi 12 demircisi arasında yapılacakmış.

Kral emretmiş, “Bir ejderha katili yapmanızı isterim. Öyle bir kılıç yapacaksınız ki bir ejderhanın kalbini sökebilsin ve kılıç diri kalsın”. Demirciler şaşkınmış ama denileni heves ile yapmışlar. Hemen hepsi böyle bir emir almaktan mutluymuş, sürekli aynı kılıçları, zırhları ve kalkanları dövmekten bunalan insanlar için hünerlerini sergileyebilecekleri bir fırsatmış. Hem kim bilir, belki kralın zırhını yapan özel demirci olma fırsatı yakalarlardı. Her insan gibi onların da hayalleri vardı.

11 demirci üç ay içinde en iyi kılıçlarını kraliyet damgası taşıyan çelik sandıklara yerleştirmiş ve kraliyet sarayına yollamışlar. Ancak biri 9 ay daha zaman istemiş. Kral meraklanmış, “bir senede yapılmasını gerektirecek kadar ihtişamlı nasıl bir silah dövebilir?” demiş puslu ve kin dolu aklında.

Kral Uldom halkından nefret ederdi. Onları daha zeki ve cesur olmadıkları için sevmezdi. Diğer hükümdarların ihtişamlı ordularını kalbinin derinliklerinde değil, tümüyle kıskanırdı. Aslında yarışmayı da onları, yani sinir bozucu halkını yatıştırmak için düzenlemişti. Yapılan en iyi kılıcı alıp hudutlara bir ordu ile gidecek ve bu saçma şikâyette bulunan tüm köyleri tek tek gezerek reisleri o kılıç ile idam edecekti. Kafasındaki fikir buydu. “Vergi vermemek için daha nasıl yollara başvurabilirler? Üstelik birlik olmuşlar, kabul edilemez. Cezasız kalamazlar” Diye düşünüyordu. Son demirciyi de beklemeye karar verdi ama bu sırada gelen raporlar ve yardım isteklerinin sayısı azalmadı.

Yapılan tüm kılıçlar küçük birer servet değerindeydiler. Değerli taşlar kakılmış kabzaları, narin kınları ve eğimli ince gövdeleri ile birkaçı yerinden kaldırılınca kırılacak görüntüsü sunuyordu. Ancak öyle inceydiler ki kara çeliği bile kâğıt gibi ikiye ayırıyorlardı, ya da demircilerin ulakları böyle anlatıyordu. Birkaçı geniş ve büyüktü ancak gümüş rünler üzerilerinde dans ediyordu. Altın kakmalı, gümüş işlemeli ve kabzası tek bir dev zümrütten oyulmuş, İblisin Kâbusu anlamına gelen Yonal’zutar adlı, kılıcı beğenen kral son kılıcı merak etmeden duramıyordu. Muazzam güzellikteki kılıçtan gözlerini alamadı ve demircisini ödüllendirdi. Ancak geri kalanların sağ ellerini kestirdi, bir daha demircilik edemediler. “Beceriksizliğiniz sonraki nesillere aktarılmamalı, çıraklarınız varsa salın” emrini verdi. Son demirci 12. Ay çıka geldi. Kral Uldom ordusunu kızıl atının başında kuzeye, haberlerin geldiği hudutlara sürmeye başlamıştı bile.

Demirci çelik kasasını kendi at arabası ile taşıyordu. Hantal orduya yetiştiğinde Uldom’un onun hakkındaki ilk düşüncesi ‘sefil’ oldu. Adam neredeyse bir cüce olamayacak kadar küçülmüştü. Kambur ve çirkindi, saçları dökülmüş ve her yeri yanık izleri ile bezenmişti. Resmen paçavra denilebilecek kıyafetler içindeydi. Ancak kolları diğer tüm demirciler gibi kaslıydı. Böyle bir adam nasıl bir kılıç dövebilir ki diye düşündü kral. “Benden bir sene istemene şaşmamalı demirci” dedi küçümseyen bir ses ile. Küçük adam ona anlamadan baktı. “Benden bir ejderha katili istediniz majesteleri. Size bir ejderhanın kalbini sökebilecek bir kılıç dövdüm, cehennemde bile en soğuk geceyi hatırlatacak. En karanlık geceyi bile kendi şeytaniliği ile aydınlık kılacak – adam kralın yüzüne yanaştı konuşurken – ve kullanıldığında en habis kalbin bile korku ile titremesini sağlayacak.” Dedi. Uldom uşaklarına çelik sandığı işaret etti ve bekledi.

Sandık devasaydı. İki adam onun kapağını kaldıramaya yetmedi ve en sonunda altı kişi güç bela yerinden oynatabildiler. Uldom beklediği şeye yaklaşamayacak, çok farklı, kaba ve kullanılması imkânsız bir silah ile karşılaştı. Öyle ki kılıç bir adam boyundan daha uzundu ve orta boylu bir adamın gövdesi kalınlığındaydı. Ortasındaki çelik ile kenarlarındaki farklı gibi görünse de öyle olmadığını anladı. Kılıç işlenmesi olanaksız bir metalden dövülmüştü. Eskiler ona şeytan kemiği anlamına gelen G’lon adını vermişlerdi. Krallığın en işe yaramaz cevheriydi. Fırınlar onu ikinci kez eritemez, çekiçler onu bükemez ve bir kere topraktan işlenip kalıba döküldüğünde tekrar kullanılamazdı. “Tek bir parçadan dövdüm onu” dedi adam huşu ile. Bozulmuş hatları ile elini bir bebek teninde gezdirir gibi kara, dev kılıcın üzerinde gezdirdi. Kral o anda gördü ki demircinin kolundaki tendonlar kopmuştu, derisinin altında kızıl yaralar vardı. Bir daha çalışamazdı. Bir kılıca bir de adama baktı. Adamın bu kaba kılıç için neleri feda ettiğini düşündü. Güzel bir kılıç yapmamıştı ama imkânsızı gerçekleştirmişti. Kral hayatında ilk ve son kez tam anlamı ile adil bir karar verdi,” kılıcın en iyisi, ancak onu bu krallıkta savurabilecek bir adam yaşıyorsa, sadece o zaman gerçekten en iyisidir.” Dedi. “Hayatını ve kolunu bağışlıyorum ama bana onu taşıyabilecek bir savaşçı bulman şartı ile. Bu kılıcı nasıl bir senede dövdüysen, öyle bir savaşçı bulmak için de bir senen var.” Dedi. Demirci düşünceliydi ancak buyruğa saygı duydu. O günden sonra Uldom ve askerlerini bir daha hiç gören olmadı.

Hudutlara gittikleri biliniyordu, kral altın kılıcı ve binlerce kişilik ordusu ile yok olmuştu. Onlar yok olduktan sonra ejderhadan gelen haberler de kesildi. Krallık sessiz bir zamana girdi. Uldom’un veliahtları vardı, iki oğlu ve bir kızı. Oğullardan büyük olanı kral olmaya isteksizdi, öteki ise çok gençti. İkisi de haklarını savdılar çünkü halk kraliyet soyundan nefret ediyordu ve bu hep böyle ola gelmişti. Zaten küçük krallık hiçbir zaman bereketli olmamıştı. Kraliyet sarayı denince insanların aklına şatafatlı ve zengin bir mekân gelir, ancak bu şato fakirdi. Kral ne kadar gaddar olursa olsun insanlar ellerindeki az para ve ekmeği vergiye katmıyordu, vergi her zaman az olurdu. İnsanların sevgilileri, kocaları, kardeşleri ve evlatları da birden bire kral ile birlikte yok olduğundan beri harlanması korku ile beklenen bir kıvılcım çakıldı. Korkak kardeşler yüzünden Prenses Charlotte kraliçe oldu. Krallığın tarihinde bu görülmemiş bir olaydı ve halk merak ile belirsiz bir sevinci beraber yaşadı. Tam bir yıl krallık huzur ve sessiz bir rahatlık ile kendini toparladı.

Taç giydiği günün tam bir sene sonrasında kraliçenin huzuruna bir haberci geldi ve “Ekselansları, vahim havadisler getirdim. Kuzey ellerinde babanızın ve nicesinin canını alan ejderhanın geri geldiğine dair izler var” dedi bir çırpıda. Charlotte korktu, çünkü babasına ne olduğunu sayısız izci ve keşif birliği göndertmişse de bulamamışlardı. Halk arasında ejderha ile savaşırken öldüğüne dair söylenti belirmiş ve bu zaman zarfında kabul edilen bir gerçek haline gelmişti. Kraliçe babasının aksine ejderhanın varlığına, belki bu yüzdendir bilinmez, inanıyordu. Yardımcılara danıştı ve onlar “Babanız tek bir konuda fevkalade başarılıydı. Majesteleri harika yarışmalar düzenlerdi” şeklinde konuştular. Genç kadın tereddüt etmedi. “Komşu ülkelere ve diyara haber salın tez vakit.” Dedi sakince, “Kendisine ejderha avcısı diyebilecek herkesi istiyorum” şeklinde devam ederek turnuvanın yolunu açtı.

İçinden ‘ gerekirse krallığın tüm hazinelerini harcarım ama bu iblis topraklarımıza daha fazla korku salamayacak’ diye düşünüyordu. Onunla konuşan kardeşleri bu fikri gördüler ve korktular. İkisi de kral olmamıştı ancak yeterince tasasız ve lüks bir yaşam sürüyordular. Üç kardeşte o güne kadar hiçbir fikir ayrılığına düşmemişlerdi, Charlotte her zaman onların da fikirlerini almış ve onlara da söz hakkı tanımıştı. Ancak ejderhayı katledecek olan kişiye ülkenin hazinelerini sermesi kabul edilemezdi. Akıllarına gelen ilk şey kendileri de bir zırh ve kılıç ile mızrağı kuşanıp ejderhanın peşine düşmekti. Sonra büyük kardeşin içindeki karanlık yavaşça su yüzüne çıkmaya başladı ve Charlotte’dan kurtulma fikri asla seslendirilmemişse de düşünüldü. Elbette küçük kardeş halen saftı.

Çok zaman geçmeden bir turnuva düzenlendi. Gelen savaşçılara çeşitli dallarda yeteneklerini sergilemeleri için fırsatlar sunulacaktı. En kuvvetli yüz savaşçıya hazine sözü verilecek ve ejderhanın peşine düşmeleri emredilecekti. Binlercesi geldi ve onları binlercesi takip etti. Tüm dünyadan en erdemli ve güçlü savaşçılar toplanmıştı. Bazısı, o kadar da erdemli değildi ama diğerlerinden daha güçlüydü. Bazısı belki hiç güçlü değildi ama lafa baktığında azizden farksızdı. Hepsi bir araya geldiğinde dünyadaki en güçlü orduymuş gibi duruyorlardı. Ancak küçük bir krallık bunca adamı tek bir hayali varlığın peşine yollayamazdı. Charlotte ejderhayı araması için ülkesinin sayısız askerini görevlendirmişti, sadece görmesi ve ne gördüğünü anlatmaları için. Ancak hemen hepsi eli boş dönmüştü ve bazısı tamamen ortadan kaybolmuştu.  Bu durum kadını içten içe kemiriyordu. Bunları düşünürken turnuva arazisinde onu gördü. Sırtında kendi boyundan uzun çift el kara kılıcı ve kara zırhı ile bir adam turnuva arazisinde yürüyordu. Sanki sırtındaki yarım tonluk bir çelik obje değil ama basit bir silahmış gibi hareket ediyordu. Kraliçe yardımcılarından birine döndü ve sordu, “Bu adam kim? Hangi diyardan geldi?” cevaplayan adam tam emin değildi ama onun kendi ülkelerinden, isimsiz, halktan biri olduğunu söyledi. Charlotte meraklanmıştı.

Nice kılıç dövüşü oldu ama kara zırhlı miğfersiz ve dev kılıçlı adam daha ilkinde bir efsane oldu. Kılıcını bile çekmemişti ve dört kraliyet atlı şövalyesini yere devirmişti. Kimse ne olduğunu tam olarak göremedi. Sonraki dövüşleri de buna benzemişti. Bazen kalkan olarak o dev kılıcı önünde tutması gerekiyordu ama onu hiç savurmamıştı. Çok zaman geçmeden insanlar onun adını bir yerlerden öğrendiler ve onun için, kalabalık tezahürat yaptı, “Tengu!”

Sadece turnuvada hünerlerini sergilemek için insanlar kendi ülkelerinden sayısız canavar ve güçlü hayvan getirtmişti. Bir kısmı para değil ün peşindeydi. 100 savaşçı listesinde olabilmek istiyorlardı, ejderha olsun ya da olmasın umurlarında bile değildi. Ancak getirttikleri yaratıkları bazen kendi sonları olmuştu. Sahipsiz egzotik hayvanlar hevesli savaşçılarca meydan okumanın bir parçası olarak katlediliyordu. Ya da başta bu tasarlanmıştı ancak bu hayvanlardan bazıları korkunçtu. Turnuva normalde kanlı olması gerekmeyen bir ortamdır ama ölümler kaçınılmaz olabilir, pes etmeyen bir hasım ya da yaratıklarca katledilen bir savaşçı sıradan bir görüntü haline gelmişti. Bir hayvan vardı ki belki o 100 savaşçı listesinde adı olmalıydı, kırmızı bir bengal kaplanıydı bu, postu rakiplerinin kanından mı öyleydi yoksa doğuştan mı kimse bilmiyordu. Dökme demir plaka bir zırh giydirilmişti ona ve sağ ön pençesi çelikten, keskin bıçaklar ile bezeli bir pati ile değiştirilmişti. Onlarcasının ölümü onun elinden oldu.
Tengu ona meydan okudu. Hiçbir hasmı için tam olarak çekmediği kılıcını onun için çekti. Sıradan hafif bir çift el gibi önünde tutuyordu. Nasıl dengede durduğunu bakanlar algılayamıyordu, kılıç adam kadardı. Çukur yapılı savaş meydanında kenarlara dizilmiş izleyiciler nefeslerini tuttu. Kızıl kaplan kara kılıçlıyı tartıyordu. Belki adamın da kaplandan bu açıdan farkı yoktu, birbirleri etrafında döndüler. Düşünüldüğünün aksine ilk saldıran kaplan olmadı. Adam kılıcı öyle hızlı savurdu ki havada boğuk bir ses çıktı, kaplandan daha yırtıcı bir hayvana benziyordu şimdi. Kaplan hamleden sakınmak için birkaç metre geriye sıçradı. Adam aynı hızda sağ bacağını ileri attı ve kılıcı ok gibi dimdik ileri yolladı. İzleyenler kılıcın sadece bir süs olmadığını kabullendiler. Kılıcın ucu kalın bir üçgene benziyordu, keskindi. Kaplan bir kulağından oldu. Herkes şaşkındı. O kılıcı kullanan kişi bir insan olamazdı. Kaplan gürledi ve kısa boyunu yararına kullanarak kılıcın altından adamın bacaklarına bir hamle yaptı. Kılıcın ucu hemen yerdeydi, adam toprağa sapladığı uçtan güç alarak onu kendine kalkan etti. Kaplanın çelik pençesi çeliğe çarptı ve çınladı. Dev kılıcı böylesine çevik kullanabilmek için muazzam bir bilek kuvveti gerekliydi.

Adam her kılıcını savurduğunda kaplanda ya bir kesik açıyordu ya da bir parça et kopartıyordu. Adeta onunla dans ediyordu. Ancak izleyenlerde ‘isterse onu öldürebilir’ izlenimi uyanması uzun zaman aldı. Yarım saate yakın, bu böyle sürdü. İzleyenler halen aynı heyecanı yaşıyorlardı ama dövüşen adamın yüzünde daha bir damla ter yoktu. Oysa kaplanın yorgunluktan bacakları titriyordu. Sonunda yere yığıldı ama ölümden değil, sadece yorgunluktan. Her yeri küçük yaralar ile doluydu. Adamın kılıcına sayısız defa vurmuştu aslında gözlere ve ayak bileklerine yapılan hamleleriyle. Dövüş bittiğinde çelik pençesi çatlaklar ile doluydu.

Nefesini tutmuş halk, kaplan yere yığıldığında çığlık çığlığa adamın adını haykırdı. Herkes turnuvanın amacını unutmuş gibiydi, kraliçe bile. Hayranlıktan dili tutulmuştu. Bu adamın dengi bir başka savaşçı yoktu. Her türlü silah ile kuşanmış savaşçı ile cenk etti ama tek bir yara bile almadı. Çok uzak ülkelerden gelmiş otantik adamlar, güneyin de güneyinden gelmiş siyah savaşçılar ya da ejderin kuzeydeki saldığı korkunun da kuzeyinden gelmiş uzun boylu geniş omuzlu, soluk tenli dev adamlar. Hiç biri onun eline su dökememişti. Sonunda Charlotte kararını verdi, turnuva dört gün ve dört gece sürmüştü. Buyurdu ki “100 savaşçı seçeceğimi söyledim, bunun yerine 100 savaşçıya bedel bir savaşçı seçiyorum. Eğer ki yedi gün içinde tam buraya, turnuva alanına geri gelmezse söz verdiğim gibi geri kalan 99’unuza tüm hazinelerimi vereceğim” dedi. Pek çoğu karşı çıktı, bir kısmı kraliçenin Tengu’yu kast ettiğini hemen anladı ve kabullendi. Adam gerçekten de 100 savaşçıya denkti. Kimisi kraliçenin bu kararını saçma buldu. Aynı para ile tüm 100 savaşçıyı da ejderhanın peşine gönderebilir ve şansını arttırabilirdi. Kadının aklından geçen ise, ‘eğer bu adam dediğimi gerçekleştirebilirse ki yapabilir, tek kazanan krallık olur’ şeklinde babasına çekmiş bir fikirdi.

Kararın akşamı kara kılıçlı adam kraliçenin huzuruna çıkartıldı. Adamın diz çökmesi diğer tüm yardakçıların yaptıklarından daha uzun zaman aldı ama sonunda çöktüğünde kraliçe gülümseyerek konuştu. “Kalkın bay şövalye, bana adınızı bahşedin”. Adam gergin görünüyordu, “Tengu” dedi sadece. Sanki ismini söylemekten utanır gibi bir hali vardı. Öyle ya ismi ülkeye özgü değildi, ancak adamın mizacı ve tipi krallıkta yaşayan herhangi birininki kadar belirgindi. “Babamın yemini üzerine buradayım” dedi sonra. Kraliçe merakla sordu, “Babanız kimlerdendir? Lütfen oturun ve anlatın” dedi. Savaşçı farkına varmamıştı ancak o diz çökerken tam ardından taşınır bir ceviz ağacından oyma koltuk getirtilmişti. “Babam aslında benim babam değildir. Onun kanını taşımam. Kılıcımın demircisidir. Babanız majesteleri Uldom’a ‘Bu kılıcı savurabilecek bir adam bulacağıma söz veriyorum’ dedi bundan tam bir sene önce” Tengu’nun aksanı kırıktı. Kraliçe anladı ama fikrini açıkça seslendirmedi, bu adam bir şövalye değildi. Ancak 12 demircinin hikâyesini biliyordu. Kılıca daha yakından bakmak istedi ve adam gönülsüzce onu ortaya serdi.

Kılıçta tek bir çentik bile yoktu. Henüz ocaktan çıkmış gibiydi. Kadın ona dokunmak için elini uzattığında adam aniden geri çekti. Muhafızlar hızla öne çıktı ve mızraklarının uçlarını adam o pozisyondayken boynuna dayadılar. Tengu iç çekti, “Gücendirici davrandıysam özür dilerim, ancak kılıç lanetlidir. Ona dokunmayı istemezsiniz” dedi gittikçe sesi kısılarak. Charlotte korktu ama muhafızları geri de çekti. “Söyleyin bana Tengu, isteğimi yerine getirebilecek misiniz?” Adam o kızıl kaplanla yaptığı dövüşte nasıl sırıttıysa aynı şekilde karşılık verdi, “Bu kılıç o ejderhanın katili olacak”

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1
« Yanıtla #1 : 29 Mayıs 2010, 02:42:03 »
Yeni koymuşsun ilk ben okudum sanırım ve şunu söylemeliyim müthiş bir ilk bölüm olmuş heyecan verici ve bu heyecanı yazının sonuna kadar koruyor... Devamının gelecek gibi olması da sevindirici... Kılıç ve onun dövülüş nedeni oldukça ilgi çekici

Tek bir konu aklıma takıldı bir yerlerde 'Cüce olamayacak kadar küçüktü' demişsin.  Bütün bu halk cüce mi? insan mı? yoksa başka birşey mi? tek bir ipucu yakalayamadım yazı boyu. Bir de kral ne ara ölüverdi onu tam çözemedim :)

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1
« Yanıtla #2 : 29 Mayıs 2010, 02:56:23 »
O cümleyi günümüzdeki normal cüceleri kast ederek yazmıştım. Demicinin gerçekten çok ufak tefek, pigme-vari olduğunu anlatmak için, yoksa dwarf olan cüceler ile ilgisiz. Karakterlerin büyük kısmı insan. Kral yok oldu, ölmedi. Ejderhayı ya da ejderha söylentilerini avlamak üzere yola çıktığında onu en son gören demirci oldu. Belki de ölmüştür, kimse bilmiyor.

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1
« Yanıtla #3 : 29 Mayıs 2010, 03:21:34 »
Hem sürükleyici hem de özgün konuya sahip bir öykü olmuş bu. Fazla derinliğe giremeyeceğim bu kez. Yalnızca devamını merak ettiğimi söylemek istiyorum. Üçüncü paragrafta anlatımın bir anda yön değiştirmesi rahatsız etti. Onun dışında sağlam bir destan gibi duruyor.

Aslında böyle ani yön değiştirmeleri yapmazsın anlatımlarında, parça parça koyuyordun ama bunda tek bir bütün halinde, bir iki kez değişen bir anlatım kullanmışsın. Dikkatimi dağıttı biraz, yine de farklılık iyidir :) Kılıcı ondan ayrılan kişinin öldüğü bir lanete sahip olarak düşündüm. İlginç doğrusu.

1000. mesajını da kutlarım :D Devamını bekliyoruz..
try again fail again fail better

Çevrimdışı Ropinie Hystria

  • **
  • 171
  • Rom: 10
  • Aut viam inveniam aut faciam
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1
« Yanıtla #4 : 29 Mayıs 2010, 12:25:28 »
Anladığım kadarıyla çok ''derin'' bir hikaye değil, tabi bundan sonrasını bilmiyoruz daha. Amras'ın bahsettiği üçüncü paragrafta dilin değişmesi, biraz beklenmedik oldu benim için. Kasten yapılmış bir değişimden çok, hata gibi duruyor.

Onun dışında masalımsı bir hava var hikaye üzerinde, bu havanın devam bölümünü kısıtlama ihtimali aklımda soru işareti oluşturmadı değil aslında.

Yalın anlatım, bu tip hikayeler için ne kadar uygun bilmiyorum, daha çok görkem, ihtişam bekliyor sanki oluşan cümleler.

Netice itibariyle, daha önce ''Nihbrin'' isminden çıkan öykü seçkisine hazırlanmış hikayeden sonra bu masalımsı öykü, biraz havada kalıyor sanki. Bir altyapı eksikliği var.

Biraz karamsar bir mesaj oldu ama umarım bir art niyet aramazsın. :)

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1
« Yanıtla #5 : 29 Mayıs 2010, 12:36:36 »
Hayır elbette art niyet aramam, aksine teşekkür ederim. Üçüncü paragrafı gözden geçirdim ikinizin yorumu üzerine ve haklısınız, sanırım genelde yaptığım gibi "***" şeklinde bir ayıraç kullanacaktım ve gözden kaçırdım. Böyle kalması daha iyi yine de, hata göze batmalı ki tekrarlanmamalı.

Hmm, bu hikaye ile ilgili çok ilginç fikirlerim var ya da bana ilginç geliyorlar. Göründüğü kadar basit olmamasını amaçlıyorum. Genel tüm ejderha ve onun kellesi ile dönen savaşçı hikayelerinden farklı olacağını düşündüğüm bir gözden anlatacağım. "nihbrin" in genelde yaptığı hikayeyi bir kerede vermek oluyor, son ve baş bir anda okunduğunda amaçladığım tepkiyi alabiliyorum. Yorumlarınızın beklediğim doğrultuda olduğunu söylemeliyim. 6-7 sayfalık basit bir grotesk masal anlatma niyeti ile yola çıkmıştım ve ikinci turnuvayı anlatmaya başladığımda ve dark swordsman'i aslında devam ettirmek istediğimi fark ettiğimde ikinci kısma akmasında karar kıldım.

Teşekkürler.

Çevrimdışı Elijah

  • ***
  • 627
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1
« Yanıtla #6 : 29 Mayıs 2010, 13:25:28 »
Kurgu mükemmel olmuş, anlatım vs.. de harika. Sabırsızlıkla devamını bekliyorum, bir destan havası var. Ama betimlemeleri biraz daha fazla yapsan iyi olur, mesela kraliçenin özeeliklerini ya da şövalyenin özelliklerini yazabilirsin.
Planemo Syndrome

Ynt: Tengu: Bölüm 1
« Yanıtla #7 : 31 Mayıs 2010, 15:51:08 »
 Kİtap okur gibi okudum. Devamını mutlaka getir ve bir yayınevine ver bence.
Gri

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 2
« Yanıtla #8 : 15 Haziran 2010, 06:09:54 »
Bölüm 2:


Tengu çok küçükken tanrıdan bir dilekte bulunmuştu. Askerlerin bellerindeki gibi kılıçlar taşıyabilmek istiyordu. Ancak bunu her sıradan insanın yapacağının aksine güç arzulayarak yapmadı. Gücü nasıl kazanacağını öğrenmek istedi. Bir yol arzuladı. Tengu’nun kalbi hep temizdi öyle olmasına ama tanrı her kuluna cevap vermezdi. Onun kendi yolları vardır demişti büyük annesi. Sahi büyük annesi onunla konuşan tek kişiydi on sekizine kadar. Tengu umutsuzluğa kapılmadı, çünkü o iyilik ve kötülüğe inanmazdı. Tengu bir demirciydi. Bedeni doğduğundan beri bu haldeydi. Ancak çocukluğunda annesi onun hasta bedenini bir uçurumdan aşağıya ağlayarak bırakmak istediğinde yapamamıştı. Ona kıyamamış olması Tengu’nun uzun ızdırabının başlangıcı oldu. Buna rağmen her canlı nefes almayı hak eder. Büyük annesinin, annesinin yapmak üzere olduğu günahın düşüncesine dayanamayarak onun yerine uçurumdan atladığını böyle dile getirdiğini hayal meyal anımsıyordu.

Tengu kıvılcımları her zaman sevmişti. Büyük annesi dışında aileden kimse onun hilkat garibesi bedeni ile muhatap olmasa da hepsi de onun gücüne hayran kalıyordu. Tengu bir baronun gözlerden gizlenmiş oğluydu. Rezil adam kuzenine tecavüz etmiş ve hamile bırakmıştı. Tengu bu hastalıklı ilişkinin meyvesiydi. İnsanlar günahı onu görmek istemeyen gözlerden mümkün olduğunca sakladı.

Ancak zavallı oğlan bunların hiç birine önem vermemişti. O kıvılcımları severdi. Çeliğin çeliğe çarptığında çıkardığı ışık huzmeleri onun kalbini çalmıştı. En başından beri çok zeki biri sayılmazdı aslında ama çelik ile yaptıkları baron babasının kulağına vardığında yine de memnuniyet ile karşılanmadı. Aslında olmalıydı çünkü krallığın işlenemeyen çeliğini on iki yaşında bir özürlü işleyebilmişti. Kimse nasıl yaptığını bilmiyordu. Tengu’ya sorduklarında cevaplayamıyordu. Üflediğini söylerdi bazen ama kimse onu anlamadı.
Baron Hulonoch ona köylerinden birinde demirci ocağı açtı ve aile ile tüm bağlarını koparmasını istedi. Bu olduğunda Tengu on sekizine yeni basmıştı. Babası o güne kadar kendisi ile tek ve son kez konuşmuştu. Buna rağmen yaşadığı mutluluğu halen anımsar.

Köylüler ona kaledeki kimse gibi davranmıyordu. Hiç biri ona olduğu şey için nefret ile bakmıyor, konuşmaktan kaçınmıyordu. Aksine işçiliğini beğendiklerini söylüyor ve bazen hediyeler getiriyorlardı. Yıllardır gıcırdayan menteşeler, atları huysuz eden nallar, yerinden düşüp duran çekiç başları ve kalaylanması gereken bir sürü bakırı mutlulukla kucakladı. Ancak Tengu’nun gönlünde gerçek çelik vardı. Savaşlara giden orduların zırhlarını yapmak isterdi. Kralların kılıçlarını dövmek ve bir kalenin kapısını yıkacak koçbaşını dökmek isterdi. Hastalıklı görüntüsüne rağmen gücü ancak bunları yaparsa hissedebileceğini düşlüyordu. Kendi kendisine bulduğu yol buydu. Çünkü bazen tanrı kendisini yol göstermek zorunda hissetmez, sizin onunla doğmanızı sağlar.

Tengu yıllarca sıcak fırının başında elinde emektar çekiçlerinden yüzlercesini eskitmiş sonunda yaşlıca bir adam olmuştu. Kimse onunla evlenmek istemedi. İnsanlar ona saygı duyuyorlardı ama halen acıyorlardı da. Demircisi yapıldığı köy koca bir kasaba olmuştu ve o beldedeki en becerikli çelik ustasıydı. Hayatı boyunca tek bir kılıç ve kalkan yapmadan bunun özlemi ile yaşamıştı.

Ancak o gün geldiğinde çocukluğunda gözlerini bürüyen kıvılcımlar geri geldi. Ferman belliydi, bir ejderhanın kalbini sökebilecek kılıcı istiyordu kral. Çıraklarından birisini saraya yolladı ve yapıma başladığını haber verdi. On ikisinde eline aldığı çeliği geri aldı. Gülümsemesi buruktu ama babası onunla ilk konuştuğu zaman nasıl attıysa kalbi, belki de bunun iki katı hızlı attı.

Problem dördüncü ayda baş gösterdi. Gövdeyi tamamlamıştı tamamlamasına ama yumuşak gövdenin etrafına sert keskin kenarları işlemek olanak dışıydı. Çelik bir kere döküldü mü bir daha dökülemiyordu. Yeni ve akıl dolu sayısız numara denedi. Yılların deneyimini kullandı ama çare bulamadı. Tam pes etmek üzereydi ki kılıcı iki ayrı metalden dökmeyi düşündü. Olması gerektiği gibi olmayacak dedi kendi kendine kırık aksanı ile. Duvardaki yırtık takvime baktı ve iç çekti. Zamanı yoktu, denemek zorundaydı.

Kralın ordusu tam altı ay sonra ejderhayı sınırdan sürmek için yola koyulduğunda oda dev kılıcı arabaya yükledi ve tek başına o yaşına rağmen yola çıktı. Çıraklarından bir kaçı durdurmaya çalışmıştı ama ne çare, keçi gibi inatçıydı Tengu. Kralın ordusu hantaldı, idmanlı değillerdi ve düzensizdi. Yetişmesi yaşlı bir adam için bile kolay oldu. Kral’ın muhafızları onu yaka paça yakaladıklarında ne yapacağını bilemedi. Kılıcı koyduğu sandığı korkarak gösterdi ve kralın kılıcını beğenmesi için dua etti. Kralın belindeki altın kakmalı kıytırık silaha nefret ile baktı, ‘bu mu bir ejderhayı devirecek!? Peh!’

Heybetli kral kılıca uzun uzun baktı. Eline almaya çalıştı, adamlarına taşıttı ve kaç kişinin taşıyabileceğini merakla izledi. Sonunda şöyle buyurdu, ,” kılıcın en iyisi, ancak onu bu krallıkta savurabilecek bir adam yaşıyorsa, sadece o zaman gerçekten en iyisidir. Hayatını ve kolunu bağışlıyorum ama bana onu taşıyabilecek bir savaşçı bulman şartı ile. Bu kılıcı nasıl bir senede dövdüysen, öyle bir savaşçı bulmak için de bir senen var.”

Tengu dehşete düştü. Bu kılıcı kaldırabilecek biri mi? Onu huşu ile döverken bir yıl boyunca bunu tek bir an bile düşünmemişti. Kral çatık kaşları ile yoluna devam ettiğinde zavallı demirci oracıkta kala kalmıştı. Son asker de yanından geçip gittiğinde emektar eşeğini geriye döndürdü ve yola koyuldu. Evine geri döndüğünü düşünürken etrafına dikkat etmemişti. Nereye gittiğini bilmiyordu ve bu uzunca bir süre bu böyle devam etti.

Sonunda eşek yorulduğunu hareketsizleşme protestosu ile ona belli ettiğinde Tengu daldığı âlemden uyandı. Bilmediği bir ormanın bilmediği diyarlarına varmıştı. Ne Ay ne de güneş vardı. Gece olmayan bir karanlık hüküm sürüyordu ama korkutmak bir yana rahatlatıcıydı. Etrafına bakınırken onu gördü. Ağaçların kabuğu ile birdi entarisi. Başında bir başlık vardı ve ellerinde bordo sargılar sarılıydı. Küçük bir taşı sağ eli ile havaya atıp tutuyordu ve onu izliyordu. Uzun boylu bir adamdı. Giysisi gibi olan ağaca yaslanmış onun yanına gelmesini bekler gibi duruyordu. Ne yüzü ne de mizacı görünür haldeydi. Tengu yaşından mıdır bilinmez insanlardan pek korkmazdı. Bir hırsızın ondan çalmaya utanacağını düşünürdü. Eşeğin çektiği derme çatma arabasından indi ve sarsak adımlar ile bozuk bedenini ağaca yaslanmış adamın yanına taşıdı.

Adam çoğu insanın yaptığının aksine onunla konuşmak için boynunu eğmedi. Ona tepeden bakıyordu ama bunu öyle yapıyordu ki sanki Tengu onun dengiydi. “Uzun günler ve hoş geceler efendi” dedi usulca. Tengu hiç böyle bir karşılama işitmemişti. “Selam olsun. Evlat, sanırım kayboldum. Burası neresidir bilir misin?” dedi bir çırpıda. Adam başlığının altından ancak görünebilen çenesini kaşıdı sargılı eliyle. Sağ eli ile taşı atıp tutmayı halen bırakmamıştı. “Sanırım buraya Uyanış diyorlar efendi” dedi fısıldayarak. Cümlesini bitirdiğinde taşı atıp tutmayı bıraktı ve doğruca Tengu’ya baktı. Sağ eli ile başlığı geri çekti.

Adam Tengu’nun hayatı boyunca gördüğü en güzel adamdı. Öyle siyah saçları vardı ki bugüne kadar gördüğü siyahların tümü gri gibi geliyordu şimdi ona. Gözlerinde ancak onun gibi yaşlı bir adamda olabilecek derinlik vardı ama gençtiler. ‘Her şey daha iyi olacak’ der gibi gülümsüyordu. “Ben, hmm, Estu! Buralardan değilim ama her yer gibi buraları da bilirim” dedi sessiz sesi ile. Tengu'ya sanki ismini o anda uydurmuş gibi geldi. Sargılı elini ona uzatmıştı. Tengu’ya dengi gibi davranıyordu, ona acımıyor, eğilmiyor ve boş yere aşırı korumacı davranıp boğmuyordu. “Ben Tengu, evimi ararım. Glond kasabasını bilir misin evlat?” dedi. Estu denen adam dudak büktü. Düşünüyordu. Düşünürken bakışları arabaya kaydı. “Ne taşıyorsun usta demirci?” dedi ona merakla. Estu vereceği cevabın onun refahını doğrudan etkileyebileceğini düşündü, ayrıca demirci olduğunu nereden anlamıştı?. “Sadece bir demir parçası, onu satmak istedim ama alıcısı beğenmedi” dedi umursamaz bir tavırla. Estu bunu yemedi, “Ya? Görebilir miyim peki?” Yapmacık bir ifade ile sormuştu bunu. O izin vermese bile göreceği belliydi. Tengu adamı istemeyerek de olsa arabanın arkasına götürdü ve sandığı yavaşça açtı. Kapağı kaldırdıktan sonra bir an sadece Estu’nun ifadesini izlemek istedi.

Adam büyülenmişti. Ağzı bir karış açık kalmış gözleri yerinde durmakta kararsız gibiydi. Az önce takındığı sakin ifadeden eser kalmamıştı. O güzel insan yerini hayatının feleğini görmüş bir adama bırakmıştı. “B-bu, bir kılıç mı?” dedi kekeleyerek. Tengu’nun gururu okşanmıştı. Birinin ne amaçla olursa olsun kılıcını beğenmesi çok hoşuna gitmişti. “Kralın fermanını bilir misin bilmem. Bir ejderhanın kalbini sökebilecek kılıç arzuladı ve ben de dövdüm. Ama onu taşıyabilecek birisini de istedi. Onu bulmalıyım.” Dedi üzgünce. Estu’nun bakışları inanamazlıkla yaşlı adamın yıpranmış ama kaslı koluna ve ardından yine kılıca gitti. “Yani bunu ‘sen’ dövdün?” diye sordu tekrar. Tengu bundan sıkılmaya başlamıştı. Kapağı aniden kapattı ve adamın hülyalı bakışlarına son verdi, son anda uzatmakta olduğu elini geri çekti. Estu o kadar hızlı eski haline döndü ve toparlandı ki Tengu gülmeden edemedi.

“Sadece bir demir yığını” dedi yaşlı adam tekrar. Estu onun önünde diz çöktü ve ayakkabısını öptü. Bunu o kadar hızlı yaptı ki adam şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. “Usta demirci, insanların yeteneğinin ötesinde bir silah işlemişsin. İnsanlar beni her zaman şaşırttılar ama bu… Olağan üstü. Kılıcını satın almak istiyorum” dedi hızla. O kadar heyecanlıydı ki ilk bez topunu satın almak isteyen çocuklar gibiydi. Tengu sordu, “Onu taşıyamazsın ki, savuramazsın. Onunla kimse savaşamaz. Neden kılıcımı istersin?” Estu kaşlarını çattı. Bu kez Tengu’ya tartar bakışlar ile bir kez daha süzdü. “Beni yanıltmak mı istersin usta demirci? Elbet onu döven kişi herkesten daha iyi taşır.” Dedi sanki basit bir gerçeği ortaya seriyormuş gibi. Tengu kahkahalar ile güldü, “Ömrüme hiçbir gün bu kadar çok gülmemiştim” dedi gözünden gelen yaşı silerken. Estu ellerini koltuk altlarına aldı ve o pozisyonda düşünmeye başlar gibi bir ifade takındı tekrar. “Sana kılıcın karşılığında bir dilek hakkı tanırım” dedi birden bire.

Tengu ‘dilek’ kelimesinin anlamını kavramaya çalıştı bir süre, “Bana bir iyilik mi yapacaksın?” dedi merakla anlamadan. Adam başını salladı, “Hayır hayır öyle değil, sana hizmetinin karşılığını ödeyebilirim. Ne eksiği ne fazlasını alıp verebilir ancak hak ettiğini bulmanı sağlayabilirim” dedi. Tengu bir kaşını kaldırarak ona baktı. “Sen bir orman perisi falan mısın yoksa?” bu kez şüpheci olan Tengu’ydu. Estu gücenmiş gibi baktı, “Ben hayallerinin çok ötesinden biriyim. Buraya sevgilime adını veren çiçeklerden bulmak için geldim ancak senin muhteşem kılıcını buldum. Bana onu sat ve sana bir arzunu bahşedeyim” dedi, bu kez ısrarlıydı. Tengu bir hile yapmaya karar verdi, “Ne istersem mi?” dedi kurnazca. “Ne istersen, ancak ne istediğine dikkat et.” Dedi uyarırcasına. Tengu dedi ki, “Bana güç ver ki bu kılıcı savurabileyim ve krala olan borcumu ödeyebileyim.”

Estu iç çekti, “Öyle olsun insan. Ancak işin bittiğinde kendini yeni dilekler arasında bulabilirsin. Sakın benden hak dilenme. Her şey bittiğinde, kılıcın benimdir” dedi ve ekledi birden, “Kılıcın adı ne?”. Tengu aynı Estu’nun sesini taklit etti, “Panus, korkunun gölge ejderhasının adını verdim ona.” Elleri bordo sargılı adam gülümsedi, “Akıllıca”. Hoşça kal demeden önce Tengu’da ona sordu, “Peki senin sevgilinin adı nedir yolcu?”

Manolya, Evergreen, dedi uzun boylu adam yine fısıldar gibi, huşu içinde.
 
Yaşlı adam ertesi sabah uyandığında, yeni ve genç bir bedenin içinde hayallerindeki kıvılcımların saçıldığı kor gibi yanan hayat dolu kalbi ve güçlü kollar ile uyandı. Panus ellerinde bir çocuğun çomağı gibi ona boyun eğdi. “Şimdi bana bir zırh da lazım” dedi düşünceli düşünceli. Çıldıracak gibi mutluydu.

Ynt: Tengu: Bölüm 1
« Yanıtla #9 : 15 Haziran 2010, 11:44:24 »
 Mükemmel tek kelime ile mükemmel harbiden yani söyleyecek söz bulamadım.
Gri

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2
« Yanıtla #10 : 15 Haziran 2010, 19:36:45 »
Güzel gidiyor, Nihbrin kendi elleriyle bir destan yazıyor sanki :) Yine söyleyecek fazla bir şey bulamadım, bugünlerde kısırlaşıyorum biraz, yazım düzeninde neredeyse kusursuzlaşman beni oldukça mutlu etti. Yalnızca Tengu'nun kim olduğuna dair ufak bir karışıklık yaşadım. Özürlü olduğunu yazmıştın ama sonraki davranışlarında ve söylemlerinde böyle bir şeye rastlamadım. Hem güçlü hem güçsüz ilginç bir karakter ortaya çıkmış.

Nasıl devam edip biteceğini merak ediyorum, umarım böyle gider ve bittiğinde bir başyapıt elimizde olur :)
try again fail again fail better

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2
« Yanıtla #11 : 16 Haziran 2010, 11:28:21 »
Tengu ile ilgili neden öyle bir izlenim uyandı sende tam anlayamadım aslında. Baştan o göz ile tekrar tekrar okudum ancak uyandıramadım aynı imgeyi kafamda. Tengu ruhen sağlam bir adam, ne istediğini bilen ve tanrıdan bunun için dilenmeyen yine de yol yordam olsa keşke diyen. Sakatlığı sadece bedeni ile sınırlı yani aklen normal birisi. Demircinin en öne çıkan özelliği pigme bir özürlü olmasından ziyade pigme bir özürlü olmasına rağmen çok kaslı ve güçlü bir kolu olması. Ben bunun nasıl biteceğini biliyorum ama öyle bitirmek istemiyorum ^^ düşünceliyim Tengu konusunda, en fazla 2-3 bölüm daha devam eder ve biter.

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2
« Yanıtla #12 : 16 Haziran 2010, 13:36:28 »
Benim bir yanlış anlamamdan ibaret. Tengu'nun özrünün pigme olması olduğunu anlayamamıştım. Akraba ilişkisi olduğundan da söz edince zihinsel olarak da bir özrü olduğunu düşündüm. Şimdi oturdu her şey yerine :)
try again fail again fail better

Çevrimdışı Elijah

  • ***
  • 627
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2
« Yanıtla #13 : 16 Haziran 2010, 17:32:20 »
Yine mükemmel bir bölüm daha  :)
2-3 bölüm sürer demişsin, Tengu işi erken bitirecek yani. Keşke biraz daha sürseydi.
Planemo Syndrome

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 3
« Yanıtla #14 : 19 Haziran 2010, 07:09:55 »
Bölüm 3


Kılıçlı adam tenha kasabanın yolunda yürürken sadece izledi. Korkan ifadeler görmeyi bekliyordu buraya gelirken ama tek gördüğü kapı aralığından bakan gözler ve hafifçe oynayan pejmürde perdeler oldu. Yolculuk için aldığı kalın pelerini sıkı sıkıya etrafına dolamıştı ama hava ısrarla ince boşluklardan girmeye devam ediyordu. Geceyi kapalı bir yerde geçirmek istiyor ama bu insanları rahatsız etmek de istemiyordu. Kasabanın çıkışı aniden karşısında belirdiğinde Gri Havari Hanını buldu.

Camlardan sızan tek bir ışık huzmesi bile yoktu. Sağ elini pelerinin içinden en az çıkaracağı şekilde uzatarak sertçe üç kez kapıyı çaldı ve bekledi. Beklerken etrafına daha iyi bakınacak zamanı buldu ve o binayı gördü. Yerle bir olmuş ve eskiden muhtemelen başka bir han olan binanın ortasından orta halli bir dağ geçmiş gibiydi. Kapı aniden açıldığında Tengu hafifçe sarsıldı, “Ne istiyorsun?” dedi ufak bir kadın kabaca. Tengu güler yüzle karşılık verebilirdi, ya da bu bedene kavuştuğu zamandan beri yavaşça kaybetmemiş olsa hoş görüsünü kullanır ve kadını belki daha iyi bir ruh haline sokabilirdi. Ancak yaptığı bundan ziyade daha kaba olmak oldu ve cevap vermeden para kesesini gösterip kafası ile içeriyi işaret etti.

Tengu az konuşmanın en rahatı olduğunu çok kısa zamanda çözmüştü, aslında bunu bilemezdi çünkü insanlar eskiden onunla pek konuşmazlardı. Genç kızların bakışlarını ve cüssesini hayranlıkla izleyen diğerlerinin yanı sıra savaşa gidecek sağlam bir et yığını gibi düşünen soylularla da tanışmıştı. Başta hoşuna gitmişti ancak şimdi sadece biraz rahatsız ediciydiler.

İçerisi onun dışarıdan kendi elleri ile getirdiği birkaç parça odunun yeni yanmış şöminede ısıtırmış gibi görünmeye başlamasından önce de soğuktu ve büyük olasılıkla hep soğuk kalacaktı. Buna rağmen sokağın kaşları dondurup yerlere döken soğukluğundansa elbette harikaydı. Tengu’nun kuzey ellerine ziyaret ettiği altıncı handı Gri Havari. Gittiği hemen her yer bu tip bir karşılama komitesi sunmuştu ona. İnsanların yaşamaya nasıl devam ettiklerini merak etmişti başlarda. Ancak bulacağı cevaplardan korktu. Ninesi ona kapalı kalınca birbirlerini yiyen insanlar ile ilgili bir korku masalı anlatmıştı ona küçükken. Özürlü veya sağlıklı, her çocuk yaramazlık yapar.

Açıkçası Tengu ne yapacağını bilmiyordu. İnsanlar ile konuşmaya çalışmıştı ancak ejderhanın lafını bile ettirmiyorlardı. Sonunda üçüncü uğradığı kasabada bir adamı tenhada sıkıştırmış ve sorgulamıştı. İnsanlar güneye göç etmiyorlardı çünkü onlara ejderha böyle emretmişti. Adamın dediğine göre ejderha tartışılmaz adaletin geleceği günün yaklaştığını ve sadece ona yakın yaşayanların hayatta kalmayı hak edeceğini söylemiş ve kaçmaya çalışan kimseden bir daha haber alınamamıştı. Tengu durumu tam olarak kavrayamıyordu. ‘Köylüler ile konuşan bir ejderha, onların gitmesine izin vermiyor ama korkmalarına aldırış etmeden kaçanları katlediyor. Diğer güneyli halka anlatmalarından mı çekiniyordu acaba?’ şimdilik kafasındaki fikir buydu. Ejderha her ne düşünüyorsa burada yaşayan insanlar ile bir işi vardı ve onların burada kışı güneydeki akrabalarına gitmelerine izin vermeden geçirmelerini istiyordu. Kralın vergi memurları gezerken önceki senelerde durumu anlamış olmalılar. Ancak kral dâhil kimse buna inanmamıştı. Kaleye yakın insanlar bir ejderhanın var olabileceğine inanmayan kişilerdi. İşin komik yanı Tengu bir ejderhanın nasıl büyük, güçlü ve zeki bir varlık olması gerektiğini biliyordu ama her ne kadar hayalindeki imgeye zarar verebilecek bir kılıç döktüğünü düşünse bile bunu nasıl yerine getireceğini bilmiyordu.

Düşünceli biçimde sandalyesinde uyuklarken kılıcına sarılmış figüre gölgelerden keskin bir çelik meyillendi. Çeliğin ucu Tengu’nun iki kürek kemiğinin ortasına, onu taşıyan elin sakin ama kendinden emin adımları eşliğinde yaklaştı. Bıçağın ucunda sanki kesif kokan bir sıvı sürülmüştü. Silah son hamlesini ani bir kavis ile çizerken çeliğin çeliğe çarptığında çıkardığı ses hanın pekte geniş olmayan ortak salonunda yankılandı. Ardından birbirini izleyen seri hamleler ve her defasında minik silahın denk geldiği geniş bir kılıç gövdesinin yankısı ile son buldu. Bıçağın sahibi soluk soluğa uzaktaki bir başka gölgeye sıçradığında Tengu çoktan ayaktaydı. Kılıcını kesmekten çok kendisine kalkan olarak kullandığı oluyordu ama hiç bu kadar hızlı bir hasım ile karşılaşmamıştı. Sadece saniyeler içinde onlarca kesici ve delici hamlede bulunmuştu.

“Git ve bir daha gelme” dedi fısıldar gibi Tengu uykulu bir ses tonunda. Başarısız katil omuz silkti ve aşağıdan hızla sıçradı. Tek seferde uçarcasına beş, altı adımlık mesafeyi geçmiş ve Tengu’nun gövdesinin altını hedef alan bir kavisle silahını savurmuştu. Belli ki bir tendonu hedef alıyordu ve rakibini sakatlayarak zayıf düşürmek niyetindeydi.  Suikastçının karşısında dev gibi bir kılıç belirdi. Tengu’nun ayakları yerden kesildi ve tek eli ile kılıcın üstünde havada ters durdu. Ancak zavallı adamın bunu anlayacak vakti olmadan dev cüsseli Tengu onun üstünde bitmişti bile. Sırtının üstüne çıktı ve düşmanının silahlı kolunu büktü. Katilin yüzünde bir maske vardı, onu hemen geri çekti ve canına kast eden adamı görmek istedi.

Bu bir kadındı. Tengu tereddüt etmeden büktüğü kolu daha sıkı tuttu ve bu sefer güçlü bir ses ile kesin biçimde sordu, “Sen kimsin ve beni neden öldürmek istiyorsun?”. Düşmana bilgi vermemek için dilini yutan katiller loncası ile ilgili heyecanlı hikâyeler duymuştu ama bu kadın görünüşe bakılırsa işi uğruna canını verecek biri değildi. Buna güvenerek sessiz kalan katile aynı soruyu birkaç defa daha hiç sıkılmadan tekrar tekrar sordu.

Gürültüye uyanan hancı, yardımcısı ile beraber merdivenlerden inip adam ve yerdeki siyahlar içindeki bitap düşmüş kadını görünce çığlık attı, “Benim hanımda tecavüz ha!”. Kadın mutfaktan bir tavayı kaptığı gibi Tengu’nun üzerine koşmaya başladı. Belki de onları öyle görünce deli kocasını anımsamıştı. Delirip kasabanın kadınlarına saldıran ve sonunda idam edilen zavallı kocasını.

Adam hem tavayı engelleyerek hem de her an kurtulmaya hazır suikastçıyı tutarak pozunu koruyamazdı. Bıçağın odanın uzak bir köşesinde olduğuna emin olarak kadının üstünden çekildi ve çoktan üzerinde oynanmış han kapısını kırarcasına açarak kendisini dışarıya attı. Birden fazla suikastçı olması ihtimalini düşünüyordu ama kadının üstünden kalkarken bir an olsun görebildiği imgeyi kafasından atamıyordu. Kraliyet arması.

Cüssesi ve taşıdığı kılıca rağmen Tengu oldukça hızlı şekilde kilometrelerce koşabiliyordu. Estu denen adam ona dileğini bahşettiğinde verdiği bedenin aslında her insanda olan sıradan bir et makinesi olduğunu düşünmüştü. Ancak sonra gerçekten daha fazlası olduğunu gözlemleyerek ve hayranlık dolu iç çekmelerin eşliğinde anlayabilmişti. Adına çalıştığı krallıktan bir asker nasıl olur da onun peşinden öldürmek için yollanırdı? ‘Hayır, bir asker değildi, arma bir kumaşın üstündeydi ama giysi değildi, belki bir kese ya da cüzdan gibi’ diye düşündü sonra. Saraydan birileri onun ejderha ile ilgili işi bitirmesini istemiyor gibiydi. Sabah yaklaşıyordu ve Tengu gün aymanda önceki o en soğuk dakikaları koşarak, kendini sıcak tutmaya özen göstererek geçirdi. Arkasından kimsenin gelmediğine emin olduktan sonra belli bir tempo tutturdu. Öyle hızlı ve önüne bakmadan umarsızca koştu ki sonunda ormanın derinliklerinde kaybolduğunu kabullenmesi saatler alacağı bir yola geldi.

Öyle bir yoldu ki sanki üzerinde yürümeye devam ettikçe hava ısınıyordu. İçinde isimsiz bir dürtü vardı ve ona geri dönmesini sesleniyordu. Ancak yorulmuştu ve dinlenmeliydi. Donmuş bir nehir kenarı buldu ve buzu sağlam bir darbe ile kırarak çelik kabını biraz su ile doldurdu. Orman hayvanlarından korkmuyordu ama kuzey ellerinin günü bile yeterince soğuktu, hemen bir ateş yakıp suyu ısıttı ve kendini olabildiğince rahat ettirdi. Karlar ile kaplı bir vadinin ortasında kuşların bile ses etmediği bir diyardaydı. Buzun altında halen akan nehri duyabiliyordu ama fazla gürültü yapmaktan ürker gibi bir havası vardı. Ateşin çıtırtısının eşliğinde bitmeye çalışan gece ona bir ziyaretçi daha getirdi.

Dalların ve ağaç gövdelerinin kara imgelerinin arasında hafifçe parlayan entarisi ile kısa boylu ve kırılgan görünümlü bir kadındı bu. “Bu gece gördüğüm üçüncü bayansınız ve umarım diğer ikisi ile aynı mizacınız yoktur” dedi kendi esprisine hafifçe sırıtan Tengu. Kadın çok hafif giyinmişti ama sanki üşümüyor gibiydi. Gözlerinde en derin okyanusun kıskanacağı bir mavi vardı ama geri kalan ve onu betimleyen tek renk beyazdı.

“Eminim hak ettiğinizden fazlasını bulmamışsınızdır” dedi sevecen bir sesle. Onun ne demek istediğini anlamadı Tengu. “Neden ateşimi benimle paylaşmıyorsunuz? İkimize yetecek kadar büyük” dedi dalga geçer gibi. Ancak bir eli kılıcı Panus’u sım sıkı kavramış ve tüm kasları gerilmişti. Kadın gördüğü en güzel şeylerden biriydi. Ama bu güzelliğin arkasında yankılanan gücü hissetmemek için embesil olmak icap ediyordu. “İnsanlara özgü yüreğinde yanan ateş seni yedikten ve bitirdikten sonra belki küllerinden geriye kalan közler ile ısınabilirim yabancı, ancak ne daha azı ne de daha fazlası…” dedi düşünceli biçimde bu kez güzel kadın. Tengu onun söylediği hiçbir şeyi anlamıyordu. Kadının alık bakışlarının ateşte gezindiğini ve düşüncelere dalışını izledi. “Peki, öyleyse adınızı söyleyin ve bu garibin kulakları güzel bir şiir ile kutsansın.” Tengu böyle şeyler söylemezdi. Kendisi konuştukça bunun farkına varması zaman aldı ama sonunda utanmaya başlamıştı. Sanki kafası iyiydi. Hayatında sadece bir kez alkol içmişti ama sonrasında olanları anımsamak ya da anlatanların neler gördüğünü duymak ona hep utanç vermişti.

Kadın bu kez neşe ile gülümsedi, “Elbette, ne kabayım öyle değil mi? Evergreen, Manolya.” Dedi. Tengu bu ismi bir yerlerde duyduğuna emindi ama çıkartamadı. Belki de anımsayamaması onun için daha iyi olacaktır, bunu kimse bilemez. “Ben de Tengu” dedi basitçe. Kadın şüphe ile bir kaşını kaldırdı, “Sana bir insan adı vermemişler. Neden böyle yapmışlar?” dedi inanmayan bir ses tonu ile. Adam ne diyeceğini bilemedi ama ağzı duraksamadan ve sanki onu dinlemeden konuşmaya devam etti, “Kaderin üzerinde hükmü olmaması için kurnazlıktan fazlasına ihtiyacın vardır, bazıları bir ismin tek başına yettiğine inanır. Bahtı güzel olsun diye ismini sevgili çocuklarının kulaklarına fısıldarlar” dedi. Ne diyordu böyle. Kılıcı tutan eli gevşemiş kalbi ağırlaşmıştı. Sanki ağlayacak gibiydi, tüm kötü anıları bir bir aklında belirmeye başladılar. ‘Sevgili evlat ha? Ninem bile bana kendisini bakmak zorunda hissettiği için baktı!’. Kılıcı tamamen bırakıp ellerini yüzüne kapatmak üzereydi. Elinden kayan kabzanın sıcaklığının arttığını hissetti adam. O anda aklına bir konuşma geldi. Gözlerini açıp karşısına aniden baktığında gördüğü artık güzel bir insan değildi.
Bir an gerçekten ejderhayı bulmuş olmayı diledi. Orada ölebilir ve her şey bitebilir ya da yeminini yerine getirir ve en iyi kılıcı yapmış en iyi demirci olarak evine geri dönerdi. Ancak kadının gerçek yüzü çok farklıydı. Öncelikle gerçekten büyük bir varlıktı. Sanki kendisine dokunmayan bir yel ile salınan tülden kumaşlar ile sarılıydı. Havada süzülüyordu ve yüzünde o gördüğünü sandığı hale vardı. Kulakları fazla uzundu ve saçları mahrem yerlerini giysisinden daha etkili örtüyordu. Önceki kuzgun karası saçların yerine zakkum eflatunu saçları su gibi omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Gözleri aynıydı ama yüzü bir insan değildi. Buna rağmen onun halen çok güzel olduğunu düşündü. İçinden bir ses ‘cadı’ dedi ona, ‘bir cadı olmalı, ormanı mesken tutmuş ve yolculara sataşan bir cadı’.

Cadı gözlerini kısarak ona tekrar bir alıcı gözü ile baktı. “Oho, mükemmel. Senin bir insan olarak doğman hata olmuş yolcu.” Ateşe öncekinden daha fazla yaklaşarak kafasını onun boyun hizasına hafifçe indirdi, “Ne aradığını biliyorum ama inan bana, onu bulmak istemezsin”. Tengu bir an olsun kendisinden şüphe etmedi,  “Biliyor musun ne, aklımı korumamı sağlayan? Senin sevgilindi.” Dedi kendisinden emin biçimde. Kadın dinlemeye devam ediyordu, sanki devamını bekler gibiydi. “Estu dedi bana, adı buymuş, seni ararmış Fauth Ormanında” dedi bir planı olmadan. Kadın Estu’yu tanımazsa ve belki de kötü bir yanına denk gelecek bir kumar oynuyorsa hayatını buracıkta ona verebilirdi.

Manolya önce şaşırdı ve sonra kahkahalar ile güldü. Güldüğünde karlar eriyor, kuşlar ses buluyor ve nehir gönlünce akıyordu. Ancak sustuğunda, onlar da susuyorlardı. “Ya demek öyle, nasıl bir aptal ona söylenen hiçbir yeri anımsamaz ve en olmadık yerlerde sevdiğini arar? Evreni gezmek ile lanetlendi ama halen beni arıyor.” Cümlesi biterken sanki hüzünlenmişti. Tengu sessizliğe izin vermeden ona sordu, “Lütfen hanımım, bana aradığımın yerini anlatın. Sizi bulamayan sevgilinin hatrına bana anlatın.” Kadın kaşlarını çattı, “Aradığının bir sevgili olmasını mı isterdin?” dedi. Tengu yine anlamamıştı ama kafasını sallarken buldu kendisini. Sanki tekrar cadının hükmüne giriyordu. “Peki, öyle ise, yüzyıllardır benim yüzümü görüp başkalarına anlatabilecek tek insan olacaksın ölümlü. Şimdi uyuyacaksın, merak etme donmazsın, uyandığında yanında bir rehber bulacaksın. Ne daha önce ne de daha sonra. Hoşça kal, uzun günler ve hoş geceler.” Dedi ve gitti. Tengu masalda gibiydi. Denileni harfiyen yaptı, üzerini bile örtmedi. Haftalardır en sıcak uykusunu aldı.

Uyandığında göğsünün üstünde dev gibi bir karga duruyordu, “Merhaba! Ben jack!” dedi cırtlak bir ses ile. Tengu korku ile sıçradığında az daha önceki gece kaynamaya bırakıp unuttuğu suyu üzerine dökecekti.