Kayıt Ol

Galthar Efsaneleri - KADİMLERİN UYKUSU (11.bölüm kısım 2 eklendi)

Çevrimdışı The Archowner

  • *
  • 25
  • Rom: 0
  • They will kill everything on their way, but YOLO!
    • Profili Görüntüle
Hemen okudum bitti ya :(

Neyse, devamını bekliyorum her zamanki gibi. Size de iyi tatiller diliyorum :)

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Galthar Efsaneleri - KADİMLERİN UYKUSU (Tüm bölümler burada)
« Yanıtla #16 : 01 Ağustos 2014, 11:36:40 »
Hemen okudum bitti ya :(

Neyse, devamını bekliyorum her zamanki gibi. Size de iyi tatiller diliyorum :)

Değerli yorumun için teşekkürler :) En kısa zamanda yeni bölümü yetiştirmeye çalışacağım

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Galthar Efsaneleri - KADİMLERİN UYKUSU (Tüm bölümler burada)
« Yanıtla #17 : 17 Ağustos 2014, 02:55:49 »
8.BÖLÜM 'GÖLGELER'


Karanlıkların lordu, içinde yaşadığı kuleye 'Ölüm Kulesi' ismini vermişti.  Gölgelerin ve külün kucakladığı çorak toprakların tek yükselen yapısı bu musibet yerdi. Taş Gargoyle heykelleriyle süslenmiş bu kara kulenin etrafı külleşmeye başlayan verimsiz topraklarla ve ölüm şövalyelerinin meskenleri olan derin çukurlardan oluşmuş yuvalarla çevriliydi.  Bu geniş araziyi ise, en az kendisi kadar devasa, metal ve taşın birleşiminden oluşmuş  gri renkli yüksek duvarlar koruyordu. Yükseldikçe üç kenarından sivrileşen  koca duvarların üzerinde eski ve yasaklanmış  olan iblis lisanıyla yazılmış rünler bulunmakyadı. Bu işaretler, eski insanların işaretlerine benziyordu; lakin daha karanlık ve karmaşıktılar. Güneş ışıklarının uğramaktan çekindiği bu toprakları, kara bulutlar daima kanatları altına alarak alacakaranlığı, daha fazla gölgeyle beslerdi.

Lord Zezan, üzerinde kuru kafalar ve sivri kemik dikenler bulunan tahtında oturuyordu. Kendini karanlığa adamış olandı o. Hainlerin en tehlikelisi, güçlü Lichlerin efendisiydi.  Karanlık lord, sararmış tırnaklara sahip elleriyle, iskeletleşmeye başlayan cılız  suratını ovmaya başladı. İnsana benzer tek yanı, iki kolu ve iki bacağı olmasıydı. Derisi pudra kadar beyaz ve gözleri kor ateşten daha kırmızydı. Tahtın baş köşesinde,  derisi deforme olmuş ; ağızdan itibaren boynuna kadar olan bölümde sadece iskeleti görünen kocaman kırmızı bir kurt oturuyordu. Garabet hayvan, oturduğu yerden irkilerek kalktı ve hırlamaya başladı.  Karanlık lord, hayvanı susturmak için yanı başındaki gümüş tepsiden büyük ve sulu bir et alarak önüne fırlattı. Yaratık, iştahla önündeki eti yerken; büyük taş salonun demir kapısının tokmağı üç defa şiddetli bir şekilde vuruldu ve ardından kapı yavaşça açıldı. Kapıdan içeriye, üstünde karanlık çelikten yapılma zırh ve  zehir taşıyla ölümcül hale getirilmiş uzun  kılıç taşıyan bir ölüm şövalyesi girdi. Gölgelerin dans ettiği salonda hızlı adımlarla ilerlerken, plaka zırhının çıkardığı sesler boş ve kasvetli salonda acı çığlıklar gibi yükseliyordu. Ölüm şövalyesi, Zezan'ın karşına geçerek eğildi ve miğferini çıkararak yere koydu. Külle kemikten oluşmuş suratının üzerindeki buz mavisinden daha parlak gözlerini efendisine dikti. Ölüm fısıltısı gibi çıkan bir sesle  ' Uu’kath (lordum) ' diye seslendi. Zezan, lichlere ve tüm ölüm şövalyelerine, yıllarca ortak lisanı öğretmeye çalışmıştı. Fakat ölümün çocukları bazen kendi dillerini konuşmaktan zevk alıyorlardı.

Zezan, birden oturduğu kemik tahttan kalkarak siyah ve mor renklerin baskın olduğu pelerinini düzeltti. Kızıl ejderha derisinden yapılma cübbesini, kemikten bedeni zorlukla taşıyordu. Ölüm şövalyesine baktı ve sessizliğini bozdu.

'Ejderha, kabus fısıldayanların elinden kaçtı. Zihnim bunu gördü.'

Sövalye, hayal kırıklığına uğramış efendisine teselli amacıyla çaresiz bir karşılık verdi.

'Lordum... Dışarıda hala müttefiklerimiz var. Yapılması gereken...'  Zezan araya girerek şövalyenin konuşmasını engelledi

' Müttefikler,  kendini mağarasında hapseden yaşlı bir ejderhaya karşı işe yarardı. Budalaca bir umutla göklerde uçan bir ejderha için planları olduğunu sanmıyorum.'  Zezan, şövalyeye doğru yaklaşarak eğildi ve devam etti.

' Bu yüzden General Gurakh, kendimizden başka kimseye güvenemeyiz. Müttefik dediğimiz kızarmış domuz gibi yanan kabus fısıldayanlar ve yarım akıllı kan orkları bize ancak zaman kazandırır. Ejderhayı değil...' Dev garabet kurt yeniden hırlamaya başladı.

General Gurakh 'ın buz mavisi gözleri iyice parladı.

' Yüce efendimiz. Peki ya ejderha izini kaybettirirse ?
'Bu ne cüret ! Kudretime şüphe ile mi bakıyorsun ? ' diye hayıflandı karanlık lord.
Zezan, cılız ellerini havaya kaldırdı. Kemikleşmiş ellerinin hareketine mavi ışıklar saçan garip şekiller eşlik etti. Karanlık  salon bu fosforlu maviliğin içinde öyle bir aydınlandı ki,  ışık hüzmesi Zezan’ın suratına vurduğu vakit, iskeletleşen suratının ardındaki o korkunç sureti tam olarak göstermiş oldu. Salondaki kemik meşalelerin üzerindeki tüm mumlar bir anda yandı. Işık hüzmesi bu sefer de salon boyunca yayılarak, yerde rün şekilleri oluşturmaya başladı. Yerin altından sisler ve kara gölgelerden oluşan korkunç pençeler yükseldi. Hemen ardından da pençelerin ait olduğu şekilsiz bedenleri... Karanlık suretler birbirlerininin içine geçerek daha büyük bir sureti oluşturdu ve Zezan'ın mum ışıklarında  daha fazla belirgin olan cılız gölgesinin yerini aldı.
Ölüm şövalyesi taparcasına efendisinin huzurunda daha da fazla eğilerek çaresizce 'Asla efendimiz' diyebildi. Bu sefer de Zezan'ın sesi salonda yankılandı.

'Her ne deliğe saklanırsa saklansın, gölge daima ışığı bulur. Işık olmadan gölge varolamaz. Ben o eşsiz gölgeyim. Ölümün çocuğuyum, karanlığın elçisiyim. Kim ölümün çocuğunun ve kudretli ordusunun karşısında durmaya cesaret edebilir ? Geçidin mührü gittikçe zayıflıyor. Geçit açıldığı vakit, topraklar  insan kanıyla yıkanacak. Ejderhayla ise bizzat ben ilgileneceğim'


8.Bölümün sonu

*******************

Çevrimdışı The Archowner

  • *
  • 25
  • Rom: 0
  • They will kill everything on their way, but YOLO!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Galthar Efsaneleri - KADİMLERİN UYKUSU (Tüm bölümler burada)
« Yanıtla #18 : 17 Ağustos 2014, 18:46:09 »
Uzun bi aradan sonra güzel oldu. :D inşallah bir daha bu kadar fazla bekletmezsiniz :)

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Galthar Efsaneleri - KADİMLERİN UYKUSU (Tüm bölümler burada)
« Yanıtla #19 : 19 Ağustos 2014, 10:41:39 »
Uzun bi aradan sonra güzel oldu. :D inşallah bir daha bu kadar fazla bekletmezsiniz :)

Değerli yorumun için teşekkür ederim. Umarım bir daha bu kadar bekletmem :)

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Galthar Efsaneleri - KADİMLERİN UYKUSU (Tüm bölümler burada)
« Yanıtla #20 : 22 Ağustos 2014, 10:14:17 »
Arkadaşlar yorum yapılmadan okunup geçilmesi Kayıp Rıhtım'ın takipçilerine hiç yakışmıyor. Forum sakin dediler; fakat görüyorum ki yorum sirkülasyonu azımsanmayacak derecede. Olumsuz, yapıcı, yapıcı olmayan yorumlar var... Ben yorum görmek isterdim düşünceler ile ilgili kıyaslamalar isterdim. Yapılan destek yazarı etkileyecek ki size daha iyi şeyler sunulsun.

The Archowner sana sonsuz teşekkür ediyorum üşenmeyip okuduğun ve yorumlarını esirgemediğin için

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
9.BÖLÜM  (KISIM -I- )[/b]

Büyük salondaki ziyafet şamatası  harp,flüt,tef ve kemanlar eşliğindeki hareketli müziklerle tüm hızıyla sürerken, Aween etrafına boş gözlerle bakmaya devam ediyordu. Karşı masadaki Lord Connigon, genç kız ile göz göze gelip kafasındaki üç beş tutam saçı düzelterek  tuhaf bir sırıtış eşliğinde kadehini kaldırınca, Aween etrafına bakarak oyalanmaktan vazgeçti. Terron’un, başlarda eğlence amaçlı  oynaşmaya başladığı dansçı kadın ile giderek cüretkarlaşan  yakınlaşmalarını görünce kart horoz Coonigon'ın kadını olmak daha makul bir düşünce olabilirdi diye düşündü.
Masalara doluşan askerler, fazla şarap ve rom içmekten kendilerinden geçtikleri için masalar arasında dolaşan her dansçı kıza veya kadına tacizler uygulamaya başlamışlardı. Kimisi uğraşlarının meyvesini almaya başlamıştı. Kadınlar ve yaptıkları kurlar ile şansı elde eden erkekler  bir oda tutmalarına gereksinim olmadan oracıkta birbirlerine sahip olmaya başladılar.

Terron, sarı dişlerinin arasından bolca akan tükürükler eşliğinde, yanındaki  sarışın ve iri gögüslü dansçı kadına seslendi
‘Haydi tatlım daha fazla ilgiye ihtiyacım var. Kralını eğlendir biraz!’ ve ardından şen bir kahkaha patlattı.
Aween, Terron’a her zamanki  gibi iğrenen gözlerle bakarak  kadının kokarcayı dansa kaldırmasını izledi.  Kral Terron, hayatında ilk defa böyle güzel vücutlu bir kadına doya doya dokunmanın sevinciyle salonun ahşap zemini üzerinde beceriksizce dans etmeye çalışırken, adeta derin denizlerdeki Krakenlerin talihsiz gemileri kollarıyla sardıkları gibi dansçı kadını sıkıca kavramıştı.
Biri yetişkin erkek , diğeri on dört yaşını yeni doldurmuş bir kız çocuğu olan iki hizmetkar Terron’un masasına gelerek şarabını tazeledi ve tabağını yeniden şurup sosuyla süslenmiş muz  parçacıklarıyla doldurdu. Tütün çeken askerlerin havaya üflediği yoğun duman, salondaki insanların bazen birbirlerini seçmesini engelliyordu.
Fırsat bu olabilirdi. Yoğun duman ve ne gördüğüne aldırış etmeyen sarhoş  kafalar kokarcanın ölümüne zemin hazırlayacaktı. Dans ettiği kadının kalçalarını sıkı sıkıya tutan o adam ağabeyinin katili, entrikalarıyla babasını zamansızca beş tanrıların yanına yollayan ve kendisine psikolojik işkencelerin en insafsızlarını uygulayan onursuz ve sefil bir adamdı. Aween’in gözünde o, değil bir kral, bir baca temizleyicisi bile olamazdı. Her gece, Aween’e aynı budala umutla yanaşıp sahip olmak istiyordu; fakat genç kraliçe her defasında kendi vücudunu sakınmasını ve kendini korumasını bilmişti. Kokarca ise ona küfürler yağdırarak kendi işini her seferinde kendi çözmüş veya hizmet kızlarından birini çağırarak o şekilde açlığını dindirmişti.

Zehiri, kolundaki gizli bölmeden çıkarırken elleri titredi. Fazla alıştırma yapacak zamanı olmamıştı; zira bir adamı zehirlemek için  sadece doğaçlama ve uygun zaman yeterliydi.  İnce ve narin yanaklarından gündüz, çayırlarda açan lepis çiçeklerinden düşen çiğ damlaları gibi terler döküldü. Şişe artık elindeydi. Etrafına yeniden baktı ve elini kadehe doğru yavaşça götürdü. Salonu yeniden yoğun bir duman kaplamıştı. Sadece biraz daha zaman gerekiyordu. Biraz daha zaman...
Şişenin kapağını açtığı sırada Lord Connigon sislerin içerisinden gelen yaşlı bir çakal gibi ortaya çıktı. Eşlik etmek için yanlış zamanı seçen yaşlı bir zamparadan daha kötü ne olabilirdi ? Lordun kemikli suratı ve buz mavisi gözleri vardı. Altmış iki yaşına göre sağlam bir vücudu olmasına rağmen, kel kafasında inatla kestirmediği bir tutam beyaz saç demeti bulunuyordu. Orta yaşlı adam, Aween’in yanına iyice yanaştı.
‘Size eşlik etmemin bir sakıncası yok değil mi majesteleri? ‘ diyerek rom bardağını kaldırdı ve  emri-vaki bir şekilde genç kızın yanındaki boş sandalyeye davrandı. Aween istemsiz bir kafa hareketiyle onaylayarak bu suale cevabını vermiş oldu. Taşkalkan Kalesi’nin Lordu Connigon’a hayır cevabını vermek kabalık olurdu. Lord  bir çok isimle anılırdı. Yaşlı kurt, yaşlı keçi, kart horoz, pinpon Lord... Lakin kibar ve sohbeti sıkmayan bir adamdı. Her ne kadar genelde muhabbetlerinin yegane amacı altın veya iki bacak arasındaki inciler olsa da...
Aween sessizliğini koruyordu. ‘Sıkılıyor olmalısınız majesteleri. Umarım sıkıntılarınıza, teşrifimle  yeni bir tane daha eklememişimdir’ diyerek kibarca gülümsedi. Aween, yaşlı keçiyi görmezden gelemezdi. ‘Ah hayır Lord Connigon, eşimin ve etrafımı saran hizmetçilerin yokluğunda sizi yanımda görmek büyük mutluluk’ diyerek  yüzü yer yer kırışarak haritaya dönmüş olan adama jestini esirgemedi. Lord Connigon, bunun tam olarak doğru olmadığını bilecek kadar zeki; ama umut göremediği hanımlara karşı fazlasıyla şevkatli yaklaşan bir adamdı. Özellikle de bir kraliçeye...
‘Sizi son zamanlarda çok sıkılmış görüyorum. Merakımı bağışlayın majesteleri, fakat kralımızın bir dansçıdan çok, sizinle ilgilendiğini görmek sizi daha fazla mutlu eder miydi ?’ Aween, gayet soğuk bir tavırla,
‘ Cevabını bildiğiniz soruları sormak için mi geldiniz Lordum ? ‘ diyerek mesafesini korumak istedi. Yaşlı keçi, acırcasına genç kıza tebessüm etti.
‘Sizin gözlerinizdeki korku majesteleri,  dillere destan Orlindor savaşına katılan askerlerin gözlerindeki  korkudan daha büyük. Yaşlı ve zevkime düşkün olabilirim majesteleri.  Hatta, yaşadığım kalenin rutubetli havası beynimi kireçlendirmiş de olabilir; lakin Kralımızla aranızdaki husumet kendi kalemin duvarlarında bile konuşuluyor.’
Aween, yaşlı adamın doğru söylediğini biliyordu; fakat bu kadar hassas konulara değinmesindeki gayeyi anlamış değildi. ‘Hiç bir savaşa katıldınız mı Lordum ‘ diye sorabildi.
Yaşlı Eddigon tekrar gülümsedi.

‘Elbette majesteleri. Hem de iki tanesine.  Biri sadece yabanıl kabilelerin isyanlarını başlatmak için yapılan iki günlük önemsiz bir savaştı. Lakin; cüceler mağaralarına çekilmeden önce beraber son kez omuz omuza kan orklarına karşı  çarpıştığımız savaş aklımdan çıkmıyor. Tam tamına iki ay dönümü sürmüştü.  Korkunun gerçek anlamını bizzat o savaşta gördüm majesteleri. En sadık ve en cesur şövalyelerim bile, onları karşılarında görünce elleri titredi ve bazıları kılıcını kaldırmadan öylece çaresizce oldukları yerde durdular. Ortalık idrar kokusuyla dolmuştu. Öncü birlikleri dev kurtlarına binerek kendi öncü birliklerimizi kırmaya başladığında, acı çığlıkların eşliğinde çelik zırhlardan dökülen bağırsak ve kan kokusunu arkadan seyredenlerin gözlerinin içine dikkatlice baktım ve o umutsuzluğun harladığı o kötü duyguyu hep birlikte hissettik.’

Yaşlı lord,  Aween’in dikkatini çekmiş gibi gözüküyordu. Aween, ipek gibi saçlarını narin elleriyle düzelterek ‘ Benim duygularımla askerlerinizin duygularını bir tuttuğunuzu düşünmek istemiyorum lordum, fakat size kabalığımı mazur görürseniz  gene de sormak durumundayım. Hangi duyguyu ? ‘

Lord Connigon bu sefer babacan bir tavırla gülümsemek yerine ciddiyetini takınarak üzerindeki kırmızı ipekle süslenmiş kahverengi tuniğini düzeltti.  Cevabını vermeden önce, gözlerini kapayarak romu kafasına dikmeye başladı. Aween,  bu durumu fırsat bildi ve şişedeki zehri  sonunda Terron’un kadehine dökmeyi başardı.
yaşlı adam, romunu bitirip tuniğinden çıkardığı temiz bir bezle ağzını sildi ve genç kıza merakla beklediği cevabı verdi.
‘Ölümün korkusu majesteleri.  Çünkü ölüm düşüncesinin verdiği korku nefes alan her canlıda aynıdır. Bir geyikte de, bir askerde de, kafayı yemiş kralının neler yapabileceğinden korkan umutsuz ve yalnız bir genç kızda da...’ diyerek Aween’in omzuna,  elini yavaşça koydu ve acı bir gülümseme eşliğinde geri çekti.

Yaşlı keçinin bu sefer boş yere konuşmadığını çok iyi biliyordu. Ölüm korkusu, bedeni ile beraber çaresiz ruhuna bir yılan gibi dolanmış ve doğru anı bekliyordu.

Wartholdian’ın meşhur müzisyeni  Ozan Fleyn sahnede yerini aldı. Tüyleri diken diken eden müthiş sesi ve yorumuyla Wartholdian’ın marşı haline gelmiş bestesini harp eşliğinde okumaya hazırlanırken, Terron yanındaki dansçı kadın ile birlikte sandalyesine geçti.  Kadının oturacak yeri olmadığı için yan tarafta oturan Aween’e aldırış etmeden kralının kucağında yerini aldı.

Harp sesi yumuşak ve tüyleri diken diken eden melodisi ile birlikte salonu sarmaya başladı. Ozan Fleyn ustalığını konuşturdu:

‘Altından çayırlarda koşuyorum
Yüreğimde zafer ve bitmeyen onurumla
Wartholdian’a gidiyorum...
Saf çelik dolaşır damarlarımızda
Paslanmayız, boyun eğmeyiz’


Büyüleyici harp sesi yeniden kulakları okşarken Terron, şarabını eline aldı.  Ozan Fleyn devam etti.

...Derin denizlerin rüzgarı uçurur bedenlerimizi
Ejderha gibi süzülürsek göklerde bilin ki
Şarabımız elimizde tanrıların kucağındayız
Saf çelik dolaşır damarlarımızda
Paslanmayız, boyun eğmeyiz
Biz, batının topraklarında
Batmayan eşsiz bir güneşiz...
...........

1.KISIM sonu

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
9.BÖLÜM KISIM -II-  LORD CONNIGON

Ozan, şarkısını tatlı bir ses tonuyla sonlandırdı. Büyük salonda alkış sesleri yükseldi.  Terron, şarabından bir yudum aldı ve ‘işte böyle’ dercesine alkış seslerine eşlik etti. Uzun ve yağlı saçlarını düzelterek tacını yerine oturttu. Saf altının Wartholdian çeliği ile birleşiminden elde edilmiş tac, safir ve elmasın alıcı güzelliğiyle süslenmişti.
Kendisini boş gözlerle seyre dalmış Aween’i fark edince, çatallı dilinde onun için sakladığı tüm zehir zemberek sözlerini sarf etme fırsatı yakaladı.
‘ Leydim, biraz eğlenin. Ağabeyiniz sizi burada somurturken görmek istemezdi. Bunu onun için yapmalısınız ‘ diyerek kadehini kaldırdı ve kana kana içti. Çenesinin kenarından, kırmızı  pelerinin toka kısmına kadar akan kan kırmızısı şarap ve adi sözler Aween’i yeniden tiksindirmişti. Terron, tuniğinin kol kısmıylabir kez daha ağzını silerek ‘Yoksa sizi de kucağımda tutmadığım için bana dargın mısınız ?’ dedi. Aween’in yanı başında oturan Lord Connigon narin bir tavırla kralını sakinleştirmeye çalıştı.
‘Majesteleri, oldukça yorgun ve susamış gözüküyorsunuz. ‘
Terron, yorgunluktan sulanan gözlerini Lord Connigon’a çevirerek,
‘Ah Lord Connigon siz ve şu kendi babalarımızdan bile göremediğimiz şefkatli tavırlarınız beni onurlandırıyor; lakin yüzünüzün ardındaki gerçeği biliyorum. Bu yüzden nezaketiniz beni daha fazla geriyor. Nezaket yerine güney tepelerindeki baskınlarla...  Hay beş tanrının topları!! ‘ dedi ve yüzünden akan oluk oluk terleri silmek için bir bez istedi.

Dansçı fahişe, Terron’un kulağına sadece yakın çevredekilerin duyacağı şekilde yaklaşarak fısıldadı.
‘Majestelerini daha şehvetli şekilde terletebilecek yöntemler biliyorum’. Dansçı kız, Terron’un kulağını hafif ısırık darbeleriyle kemirirken, kral sadece nedenini anlayamadığı bu terlemeden kurtulmakla meşguldu. Hizmetlilerin getirdiği bez daha şimdiden su içinde kalmıştı. Kafasında bir karıncalanma hissetti ve gittikçe dayanılmaz hale geldi.  Saçları öylesine kaşınıyordu ki sonunda dayanamadı ve tacını masaya koyarak kafasını doya doya kaşıdı.

Hafif bir öksürük krizinin ardından kucağında oturan fahişeyi ihmal etmemeye çalışarak

‘Kralın şu an biraz meşgul tatlım; lakin yakında seni gecelerin engin denizlerinde yüzdürecek.’ Dedi ve daha  şiddetli bir öksürük krizine girdi.
Dansçı kız, kralın saçlarını okşarken bir terslik olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Kız, parmaklarının arasına yapışan yağlı saçları elinden ayırmaya çalıştı. Daha sonra yeniden, tüm diyarların en iğrenç fahişelerinin bile kasalar dolusu altın karşılığında elini sürmeyeceği Terron’un saçlarına büyük bir budalalıkla yeniden elini daldırdı. Bu defa, eline gelen tutam tutam saçları daha fazla görmezden gelemediği için Terron’u şaşırmış bir halde uyardı.
‘Majestleri, saçlarınız...’
Terron, elini kafasında endişe ve büyük bir telaş içerisinde gezdirmeye çalıştı. Kafasındaki anlamsız kaşıntının kaynağını  ve saç derisindeki garipliği bizzat kendi elleriyle kontrol ederken neredeyse tüm saçları kafa derisinden ayrılarak  acı ama komik bir görüntü oluşturdu. Kral, avcuna gelen neredeyse bütün saçlarını diplerindeki kan ile beraber çaresizce masaya bıraktı. Akabinde, oluk oluk akan kan eşliğinde önündeki tatlısına dişlerinden bir kaç tanesi, sanki sonbaharda rüzgarın ağaçlar üzerinden azad ettiği zamanı dolmuş yapraklar gibi döküldü. Dansçı fahişe, daha fazla dayanamayıp kralın kucağından tiksintiyle kalkmak isterken, Terron istemsizce ve şiddetli bir öğürtüyle büyük bir miktarı kandan oluşan kusmuğunu kızın göğüslerinin üzerine boşalttı. Çaresiz kız çığlıklar atarak Terron’un kucağından kalktı ve dehşet içerisinde bağırmaya devam etti. Kralın nefes alış verişleri düzensizleşmeye başlamıştı. Bu hazin tabloyu gören çevre masadakiler hemen bir şifacı çağrılması için seferber oldular.

Lord Connigon ayağa kalkarak kralın yanına yaklaşırken, Terron, acı içerisinde yere yığıldı ve salonun tozlu ve tahta zemininde titremeye başladı. Kral muhafızların kaptanı  Balen, yere yığılmış kralınının yanına koşarak ‘Majesteleri!’ diye bağırdı. Terron, derdini anlatacak durumda değildi. Uzun ve gür siyah saçlarını, gümüş rengi zincir zırhının arkasına atarak güçlü kollarıyla kralının tahta zemine sürtünmekten dolayı daha da fazla kanayan kafasına yastık görevi yaptı. Gözleri açık kahve renginden alev sarısına dönmüştü sanki. ‘Nerede bu tanrıların cezası şifacı ? Ziyafete bile katılmadı mı ?’ diyerek çevresindeki adamlarına öfke kustu. Üç tane mızraklı asker, yaşlı şifacıyı getirmek için hızla büyük salondan dışarıya çıktı. Eğlence tamamen sona ermiş,  yerini korkunç bir manzaraya bırakmıştı. Aween, bunları kendi planlamasına rağmen o kadar irkilmişti ki, Terron’un zemine dökülmeye başlayan etlerini gördüğü vakit Lord Connigon’un arkasına saklandı. Yaşlı keçi, adamlarından biri ile göz göze geldi. Baş ve işaret parmağını birleştirerek adama talimatını verdi. En azından Aween, bunun gizli bir haberleşme olduğunu düşündü.  Şimdi sıra kendisindeydi belki de.  Zaten kral öleceğine göre neden bir kraliçe olsundu ? 

Lord Connigon, kralın Balen’e birşeyler demeye çalıştığını sezdi. Balen, Lord Connigon ile Aween’e kısa bir süre bakış attı. Yaşlı keçinin gözleri ziyadesiyle iyi gördüğü için bu ayrıntıyı yakalayabilmişti. Aween’e endişeyle döndü  ‘Majesteleri, derhal odanıza çıkın ve kapınızı kilitleyin. Kaldırabileceğiniz her ağır şeyi de ardına dizin. İhtiyatlı olmalısınız.’  Aween, Connigon’a anlamsız bir bakış attı. Yaşlı keçinin fazla açıklama yapacak ve savaş politikasından bir haber genç bir kızı yatıştıracak kadar  vakti yoktu.
‘Dediğimi yap tatlım. Yoksa sonun ağabeyine benzeyecek’ diyerek resmiyeti bir kenara bıraktı ve durumu bu cümlesiyle özetleyebildiği kadar özetlemiş bulundu. Aween, bir süre etrafta oluşan karmaşayı seyretti  ve ardından hızla salonun çıkış kapısına yönelmeye başladı. Lord Connigon kendi kendine mırıldandı. ‘Anlaşılan bu gece fazlasıyla kan dökülecek...’
Kral Terron, yerde titremeye devam ederek damarlarında dolaşan  son kanı da organ parçalarıyla beraber  kusarak zemine boşalttı. İğrenç koku dört bir yanı sararken, kokarca Terron kendini tamamen kan ve kusmuk gölünün içerisine bıraktı. Kralın artık cansız yerde yatan  bedenine  bakan Balen, kılıcını kabzasından çıkardı. Wartholdian çeliği, mumların ışığı altında resmen ışık patlaması yaratmıştı.
‘Kraliçeyi, krala suikast düzenlemekten dolayı kral adına ölüme mahkum ediyorum! ‘ diyerek emrini verdi ve ekledi ‘Muhafızlar. Kraliçeyi yakalayın ve öldürün!’.  Şaşkınlık içerisindeki muhafızlar birbirlerine bakmaya başladılar. Balen sabırsızdı ve tıpkı kralı gibi kibrinin ruhunu emmesine izin veren cinsten bir adamdı. Bağırarak ekledi  ‘Kralın son emri!’ diyerek adamları uyardı. Kral muhafızlarının büyük bir kısmı Aween’in peşine düşerken, masalarda içkinin rehavetiyle mayhoşça oturan askerler curcunayı tuhaf bakışlarla izledi.

Taşkalkan lordu yaşlı keçi, salonun orta  bölümüne geçerek bağırdı.

‘Korkarım bunu yapmanıza müsade edemem muhafız Balen.’
O esnada, Lord Connigon’ın gri plaka zırhlı muhafızları salonun kapısını askeri disiplin düzeninde tutarak mızraklarını, kapıdan geçmeye yeltenen kral muhafızlarına doğrulttu ve kıpırdamadan öylece oldukları yerde kaldılar. Hemen ardından ise Lord Connigon ve salonun diğer kısımlarındaki hafif zırhlı  adamları aynı anda kılıç çekerek çevredeki diğer kral muhafızlarına doğru yöneldi. Muhafız Balen rahatsız ses tonuyla

‘Kralın son emrine karşı mı geliyorsun yaşlı lord keçi ’ diyerek Connigon’a yeterli göz dağını vermeyi amaçladı.
Connigon, dikkatinin dağılmasına izin vermeden Balen’e karşılık verdi.
‘Kraliçenin ölüm emri yersiz ve art niyetli geliyor.  Kaldı ki emri veren ise, sözün kraldan çıktığını iddia eden ve küçükken annesinin suratını, babasının usturasıyla doğramış bir adam...’
Yaşlı adam çevredeki tüm muhafızlara baktı. Terron’un talimatı verdiğinden adı kadar emindi; lakin ortada kraliçenin hayatı ve yanlış bir stratejiyle son nefesini bu pislik yuvası şehirde boş yere verebilecek  gencecik askerleri vardı.  Arbaletli okçuları salonun yukarki bölümüne önceden yerleştirmiş olması, bir nebze de olsa kendine daha fazla güven veriyordu.
Lord Connigon stratejisine devam etti. Dudaklarını hafifçe bükerek  garip bir şekilde tebessüm etti ve geniş salonda hafif daireler çizerek yürümeye başladı.

‘Kralın son emrinin kraliçenin infazı olduğunu ima eden bir kaptan muhafız. Sizce de oldukça şaibeli değil mi? Bir kral, kraliçesini neden öldürtmek ister ki? Özellikle de eski genç kralı katil olduğu gerekçesiyle ‘Gırtlakkesen’ lakabıyla lanetleyip zindanlara gönderen adil bir kral ?’
Yaşlı keçi, daha iyi bir gün olsaydı bu sözlerine ölesiye güleceğini biliyordu; fakat bu gece kan gecesiydi. Ölümle, ay ışığında şaraba doyacakları gece...

Balen, yapılı bir adamdı; lakin aklı ve sabrının sınırı bir kaşık lapadan bile azdı.
Kaptan muhafız, kılıcını çok uzağında olmadığı Connigon'a doğrulttu.
‘ Fazla konuşuyorsun lord keçi; lakin meyhude yere... Ben kral yemini etmiş biriyim. Bu yüzden sandığın kadar akıllı değilsin...’ diyerek muhafız olmayan diğer yeminli yorgun askerlere gözleriyle adeta ‘hazırlıklı olun’ dedi. Sayıca üstünlük sağlayıp lord keçiyi fahişe tanrılarının yanına yollamaya daha bu münakaşanın başında yeltenmişti.

‘ Doğru. Çok irfan sahibi olduğum söylenemez.’ diyen  Lord Connigon arkasını dönerek  adamlarına başıyla ufak bir işaret yaptı ve cümlesini devam ettirdi.
‘Gene de kendi adamlarıma içki içirtmeyecek kadar aklım yerindeydi’

Yukarıda konuşlanmış kırk adet arbaletli okçu, şarabın etkisinde kalan aşağıdaki  Wartholdian okçularını adeta geyik gibi avlamaya başladı. Masaların etrafında deminden beridir dolanan hafif zırhlı taşkalkan askerleri ise, büyük bir el çabukluğu ile ellerindeki kısa kılıçlarla masa başında kaptan muhafızın emiri için bekleşen sarhoş Wartholdian askerlerinin gırtlaklarını kestiler. Yüzlerce atar damardan akan kan, masaların ve üzerindeki yemeklerin rengini bir anda değiştirdi. Arbaletçiler, şoka uğramış aşağı kattaki okçuları temizledikten sonra, saldırmaya veya pozisyon almaya yeltenen askerleri  bir bir indirmeye başladı. Kral muhafızlarından bir kaçı Lord Connigon’un üzerine çullanmaya çalışırken, taşkalkan askerleri tarafından işleri hızlı ve usta darbelerle bitirildi. Kapıyı tutan plaka zırhlı askerlerin ise,  nizami şekilde öne bir  adım atıp mızraklarını beklenmedik biçimde karşılarındaki  kral muhafızlarına saplamalarının ardından muhafız Balen çılgına döndü.
Lord Connigon şımarık ve küstah çocuklar gibi etrafına bakıp gülerek
‘Sanırım artık sayılarımız eşit. Çok zeki biri sayılmam; lakin sayı saymayı hepimiz biliyoruz değil mi ?’ dedi.
Muhafız Balen, Connigon’a doğru saldırdı. Lord Connigon onurlu bir adamdı. Bu yüzden askerlerine 'dur' talimatını daha bu ölümcül düello başlamadan vermişti.

Kendini korumaya çalışan yaşlı Connigon’a ardı arkası kesilmez hızda ustaca kılıç darbeleri indirmeye başlayan Balen, ‘Tanrıların bakalım sana nasıl yardım edecekler yaşlı adam ‘ diyerek  kılıç darbelerini sıklaştırmaya başladı. Connigon gardını alarak  salon ortasında geri adımlarla daireler çizdi. Balen’in darbelerine fazla dayanamayacağını biliyordu. Gardını düşürerek bu sefer kendi kılıcını Balen’e doğru salladı. Bir kez daha ve bir kez daha... Bu sefer muhafız Balen kendini savunmaya aldı. Lord Connigon aslen kuzey adalıydı. Bunu kılıç darbeleri indirmeden önce kılıcını bilek hareketiyle döndürmesinden her budala anlayabilirdi. Fakat hem Wartholdian stilinde dövüşmeyi hem de kuzeyin destansı kılıç sanatlarıyla rakibini kıstırmaya oldukça iyi kavramıştı. Gene de güçsüzleşmeye başlayan kolları, genç muhafızla baş edebilmek için sorun teşkil edebilirdi.
Lord Connigon, kötü düşüncelere aldırış etmeden muhafızın zırhının zayıf olan karın bölgesine saldırdı. Balen çevik bir hareketle dönerek saldırıdan kaçmayı başardı ve yaşlı keçinin kafasını uçurmak düşüncesiyle kılıcını bütün gücüyle salladı. Connigon güçlükle eğilerek tehlikeyi atlattı; fakat kolları ağrımaya başlamıştı. Balen bunu fark ederek bir kılıç darbesi daha indirmek istedi. Connigon ise çeliğe çelikle karşılık verdi ve bir süre boyunca iki kılıç da  havada ejderhalar gibi çarpışsa da, bu güç gösterisini kontrol altında tutan Balen oldu. Yaşlı adama yeniden ardı arkası kesilmeyen darbelerini indirdi. Yaşlı lord yavaş yavaş geriye çekilmeye çalışırken Balen onu sonunda kralın masasına kadar getirerek sıkıştırdı. Lord Connigon, çaresizce diş ve kanlı et parçalarıyla dolu masanın üzerine devrildiğinde kılıcını paralel tutarak Balen'in ölümcül darbelerini uzaklaştırmaya gayret gösterdi. Yaşlı keçi ölümü tanıyordu ve artık ondan korkmuyordu. Hem ölse bile, tanrıların ona merhametli davranacaklarından emindi.

Balen'in darbelerinin gücü azalmaya başladı;  buna rağmen kılıcı yaşlı adamın tam göğsünün üzerine saplanmak üzereydi ki, Connigon son bir gayretle masayı tutup destek almaya çalışan serbest eliyle kralın tacını alarak sivri kısmı muhafızın gözüne geçirdi. Balen geri çekilerek bir çığlık attı. Gözünü kaybetmesine neden olan tacı göz çukurundan  çıkarıp yere atarak acı ve çaresizlik içerisinde, masadan kalkmayı başaran yaşlı lorda yeniden saldırmak istedi. Connigon, önce kılıcını döndürdü ve aşağıdan yukarıya bir hamle yaparak muhafızın kılıcına vurdu. Bir anlığına gardı kesilen muhafızın göğsüne kılıcını olağan gücüyle sapladı. Balen şaşkınlık içerisinde ağzından kanlar akarken yaşlı keçiye baktı. Kılıcını elinden düşürdü ve son bir kez nefes almaya çalıştı. Ölümün verdiği korku artık onun da gözlerindeydi. Taşkalkan lordu bunu çok iyi biliyordu. Tüm  askerler temkinli şekilde bekliyordu. Genç muhafız yere yığıldığı vakit Lord Connigon ağır adımlarla yürüyerek kılıcını salondaki herkese gösterdi. Daha sonra da yerde yatan Terron'un cansız bedenini...  Nefes alış verişlerini ayarladıktan sonra ufak bir konuşma yapması gerektiğini fark etti.

' Wartholdianlılar, Fork'un bekçileri, özgür eller ! Kral öldü... Evet, kralımız acı bir şekilde sinsi zihinlerin hazırladığı bir zehir tuzağına düştü; lakin ben kraliçemizin yanındaydım. Bundan o sorumlu değildir. Ben, kraliçeye baktığımda sadece ağabeyinin hatalarının ceremesini çeken çaresiz bir kız görüyorum, daha fazlasını değil! Yüce divanın bir an önce toplanması  efendi kralımızın ölümünü ve bundan sonra izlenecek yolu irdelemek adına ehemmiyet kazanmıştır.'  diyerek kendisini dikkatle izleyen insanlara baktı. Belki de yüzlercesi ile göz göze gelerek içlerindeki insanı kaybedip kaybetmediklerini anlamaya çalıştı. Ardından ekledi

'...Ve elbette ki kraliçenin akıbetini önce tanrılar, sonrasında da yüce divan belirleyecektir.'

Lord Connigon sözlerini bitirdikten sonra kalabalık kendi içerisinde konuşmaya başladı. Salonu büyük bir uğultu kapladı. Yaşlı kurt ise salonun köşe başında duran, tamamen saf çelikten yapılmış sade motifli tahta bakarak kendi kendine mırıldandı  'Tabiiki  gene lanet bir kral da olmak zorunda'

9.Bölümün sonu

Çevrimdışı The Archowner

  • *
  • 25
  • Rom: 0
  • They will kill everything on their way, but YOLO!
    • Profili Görüntüle
Tekrardan merhaba. Foruma coktandir giremiyorum, 12. Sinifim o yuzden okumaya pek vakit ayiramiyorum. Kusueuma bakmayin, su ygs lys bitsin butun yeni yazdiklarinizi yazacaklarinizi okuyacagim :)

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
10.BÖLÜM (NENDAR,DOĞU DİYAR)
Denizin ötesindeki topraklar (Nendar Kasabası);

Karanlığın kalbine daha yakın olan doğu diyarda işlerin artık gittikçe kötüleşeceğini ve umudun toprağın altında senelerce gömülü kalacağını bu genç yaşına rağmen tahmin edebiliyordu Dinathren.
Bunca curcunanın ve ciddileşen memleket meselelerinin politikayla kurtulmayacağını bilmesine rağmen büyük konaktaki toplantısının bitmesi için babasını dışarıdaki avluda bekliyordu. Uzunca bir süre geçmişti ve hala bu denli bekleyip ayakta dikildiğine göre mütevazi Nendar’ın lordu olan babası Denathen’in söyleyeceği daha çok fazla şey olabileceğini düşündü. ‘Zaten hiç susmazdı ki’ diye geçirdi içinden. Geniş avlunun içerisinde biraz turladı. Avluyu süsleyen eski usül toprak yapımı dev vazoların yanından geçerek etrafı taştan oturaklarla çevrili görkemli Gander heykelinin bulunduğu avlunun en iç açıcı bölümüne doğru yürümeye devam etti. Gökyüzü fazlasıyla karanlıktı. Artık doğuda ne güneş görünüyordu ne de bereketli yağmurlar yağıyordu.
Yüce atasının heykeline dokundu. Karanlığın altında sessizce duran heykel , üzerine bindiği Griffinle birlikte havalanarak elindeki ok ve yayı her an kullanacakmış gibi görünüyordu genç adamın gözüne. Burası genç efendi Dinathren’in adeta mabedi gibiydi. Merhum nişanlısı Layila ile bu heykelin altında öpüştüğü günler daha dün gibi aklındaydı. Onu, askerlerin kasabaya kanlar içerisinde getirişlerini bir kez daha anımsadı. İradesi çoktan kırılmıştı ve Nendar’ın artık neredeyse boşalmış taş zeminli sokakları ve ahşap evleri genç adamın kendini daha fazla yalnız hissetmesine neden oluyordu. Kötülüğün hala mühürlü kapıların ardında olduğunu bilmesine rağmen, kara lordun ulaklarının ve isyancı yabanilerin yurdun heryerinde mesken edindiğini, dağlarda saklanıp insan avladıklarını biliyordu. Dinathren mühürlü kapılar hakkında da fazlaca kitap okumuştu. Lakin kitapların verdiği bilgeliğin dışında aşikar olan tek gerçek vardı. En arifinden , en cahiline kadar herkesin bildiği şey... İnsanoğlu için bir soykırım !
Kasabanın kapılarının ardında pusuda bekleyen düşman günden güne daha fazla güçleniyordu. Bazı geceler onların homurtulu sesler çıkartarak kasabaya çok yakın olan ‘yaslı ormanda’ ağaçları yıktığını duyabiliyordu. İlkel savaş aletlerini tamamlayıp, belki de kasabanın cılız duvarlarını çok kısa sürede tarumar edeceklerdi . Nendar çok fazla dayanamazdı. Karanlığın kırbacının altında hareket etmeye alışık yabani garabetlerin oluşturduğu azımsanmayacak bir ordunun karşısında, koskoca kasabayı koruyan 250 tane iradesi kırılmış kırılmış askerin ne yararı olurdu ki ? Gene de babasının sözünü dinlememiş ve büyük şehre gitmeyi reddettmişti. Kadınlar, çocuklar, yaşlı erkekler, bazı asiller ve savaşmayı istemeyenlerin çoğu şehre doğru iki güneş doğumu önce yol almıştı bile.
‘Layila da yaşıyor olsaydı onlarla birlikte gider miydi acaba ? Yoksa benimle kalmayı mı tercih ederdi ?’ diye aklından geçirdi. Kafasını eğdi. Siyah küt saçları etli dudaklarının üzerine döküldü ve iç geçirdi
‘Hepsi benim yüzümden...’

Konağın kapısı ansızın açıldı. Genç adam, babasının ve adamlarının hızlı adımlarını kara gözleriyle süzdü. Fazla dayanamayıp lord babasını takip etti. Yanına gittiğinde Lord Denathen, hararetle karşısındaki adamla konuşurken, oğlunun yaklaştığını görünce lafı uzatmak istemedi.
‘Surlara daha fazla adam istiyorum Sir Norak. Geceleri nöbetçi ve devriye sayısı iki misline çıkmalı. Dışarıdaki her kıpırtıdan, her lakırtıdan haberim olmalı’

Kırk yaşını doldurmuş olan iri sakallı şövalye başını hafif eğerek ‘Derhal lordum’ dedi ve diğer küçünk konseyin mensuplarıyla birlikte avludan uzaklaştılar.

Nendar'ın lordu Denathen iradeli ve keskin bakışlı bir adamdı. Hatta bakışları ve politik duruşunun kılıç kadar keskin olduğu yadsınamaz bir gerçekti. Griffin hanedanının sancak beyi olması ise, Denathen Griffin'i daha fazla saygı duyulur biri yapıyordu. Disiplinli, ölçülü ve şık giyimli bir asildi. Hafif plaka zırhının üzerindeki Griffin motifli kolsuz kırmızı keten yelek, onun Nendar'ın en güçlü ve nüfuslu adamı olduğunun bir göstergesiydi. Lord Denathen, karşısına geçip meraklı bakışlarla kendisini süzen vehenüz on dokuzuncu yılında olan oğlunu süzdü

‘Endişeli görünüyorsun evlat’ diyerek çocuğun omzunu sıvazladı.

Baba ve oğul, sokağın başında bıraktıkları atlarına doğru yürümeye başladılar
Dinathren daha şimdiden merakına yenilmişti.

‘ Mızrak yurttan haber var mı lordum ?’ diyerek babasının kendisine dürüst olması için tanrılarına içinden en büyük yalvarışlarını sundu.

Lord Denathen küçük yaşlardan beri hem annelik hem babalık yaptığı tek mirası olan biricik oğlunun gözlerinin içine baktı. İçinden geçirdiği tek şey ise ‘Çocuk daha hazır değil, çok fazla şey kaybetti. Zaten yeterince umut kaybedilmişken bundan fazlasını da kaybetmesin’ oldu.

Oğluyla atlarına binmeye hazırlanırken, bu karanlık günlerde ne kadar içten gülümsenebilirse o kadar gülümseyebildi Lord Denathen.

‘ Yanımızda kimse yokken ben senin babanım, lordun değil. Bunu daha önce defalarca konuşmuştuk. Soruna gelince sadece kuru gürültü çıkartan ork hibritleri, başka birşey değil... Ertesi gün doğumunda iğrenç dişlerinden kolye yapacaklardır.’ Dedi ve atına atladı. Oğlu da bineğine oturduğu vakit ekledi

‘Belki de mızrak lordlarından birer tane de bize göndermerlini rica ederim, ne dersin? ‘ diyerek oğluna bir kez daha gülümsedi ve atını sürmeye başladı. Genç adam şaşkınca babasının arkasından bir süre baktı ve bunun doğru olmasını umdu. Babasına yetişmek için atın kemerine davrandı. Kahverengi aygır, geniş toynakları ile sokağın taşlarını döverek ilerlemeye başladı.

Babasıyla oturduğu konak hemen yukarıdaki uzunca sokağın en uç kısmındaydı. Lord babası, bu konağın diğer konak kadar ihtişamlı yapılmasını istememişti. Bundaki en büyük pay, merhum annesi Leydi Viven olsa da , Lord Denathen insanların –en azından kasaba fazlasıyla doluyken- onun adil ve makul biri olduğunu görmeleri için böyle olması gerektiğini düşünmüştü. O, onurlu bir adamdı.

Gece olup karanlık tamamen çöktüğünde, genç adam konağın salon kısmındaki şöminenin başına geçip son zamanlarda gördüğü rüyaları düşünmeye başladı. Şöminenin, odun ve çıraları çıtır çıtır yakarken çıkardığı ses ve değişen sıcaklık ona hep aynı rüyayı hatırlatıyordu. Beyaz bir ejderha Nendar’ın üzerinde kanat çırpıyor ve gittikçe göklere doğru yükseliyordu. Bunu yorumlayabilecek ilme sahip değildi; gene de elindeki demir parçasıyla ateşe teslim olup korlaşmaya başlamış odunları düzelterek derin düşüncelere dalmaya devam etti. Kenarları bakır işlemelerle kaplı şömineden çıkan kızıl ışık hüzmesi, genç oğlanın ince yüzünü daha da küçük gösteriyordu. Ara sıra ortaya çıkan ışık oyunları, tam yukarda asılı olan aile portresindeki silüetleri hareket edermiş gibi gösteriyordu. Dinathren bunu izlemeye bayılırdı. Böyle zamanlarda tabloya ne zaman baksa annesinin sanki canlanmış gibi kendisine güldüğünü ve hareket ettiğini görürdü. Hayatta sevdiği iki kadın da artık yoktu. Onu dünyaya getiren ve sürekli herşeyden sakınan annesini salgın elinden almıştı. Bir daha hayalleri dışında asla yaşamayacaktı, onu koruyamayacaktı ve ona dokunamayacaktı. Zamanında lord olan dayısının sözlerini hatırladı
‘Sevdiğin birini kaybettiğin zaman, önce hep onu düşünmeye başlarsın. Sonra da ölümü sorgularsın... Rüyalarında yaşayabildiği kadar yaşatırsın onu; lakin gün gelir elinde bir sureti yoksa, yavaş yavaş unutursun ve sonunda sıradan bir yüz kalır hatıralarında. Peki ya ölüm evlat? Ölümün suretini unutabilir misin ? Biz var olduğumuz sürece sonsuza kadar hüküm sürecek tek gerçeği sen zihninde değiştirebilir misin ? Erkek olmak istiyorsan bırak da ufak bir yasın ardından onlar resimlerde sadece güzel bir hatıra olarak kalsınlar’

Soğuk sözler; lakin hakikatli sözler... Peki ya biricik nişanlısı ? Ölümüne sebebiyet verdiği o masum genç kadın? Onun, güzel bir hatıra bırakacak bir portresi bile yoktu. Erkeklik, pişmanlık duygusunun önüne geçebilir miydi ? Belki de dayısı sandığı kadar bilge değildi.

Elindeki demirle közleri düzelttiğinde, bir anlığına koca bir meşeden yapılma yemek masası ile sık dokulmuş ayı kürkünden halının süslediği salon aniden aydınlandı. Genç adam irkildi, fakat korktuğu şey alev közlerinin hışmı değildi. Derinden ve kasvetli bir boru sesi işitti. Demir çubuğu yavaşça yere bıraktı. Lord Denathen, ahşap merdivenlerden aşağı salona telaşla inerken genç Dinathren babasının yapılı vücuduna demir örümlü yeleğini giydiğini gördü. Uzun kılıcını da yanında getirmişti. Omzuna kadar ulaşan siyah saçlarını yeleği giymesinin ardından düzeltti ve kılıcını, deri işlemeli kılıfına geçirerek alt deri zırhının kemerine iliştirdi. Ürkütücü sesli boru bir kez daha derinlerden geldi. Ve akabinde bir kez daha, bir kez daha... Genç adam, babasıyla göz göze geldiğinde durumu daha iyi anlayabilmişti. Bu, kendi sancaklarının borusu kesinlikle değildi. Bildiği hiçbir sancağın veya şehrin borusu değildi zaten...

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Galthar Efsaneleri - KADİMLERİN UYKUSU ( 11.bölüm eklendi)
« Yanıtla #25 : 02 Şubat 2015, 11:12:11 »
VADİNİN HAYALETLERİ I.KISIM

ARTHEEN

Artheen, ıssız vadiye vardığında karanlık iyice çökmüştü. Vadinin iki yanı da sarp kayalıklarla çevrili olduğu için dev ve karanlık bir koridoru andırıyordu. Elbette ki kale koridorları gibi dekore edilmemişti. Burada parlak zırhlı şövalye heykelleri, gösterişli ipek halılar veya atalardan kalan sergi amaçlı duvarlara iliştirilen kılıçlar, kalkanlar bulunmamaktaydı. Kayaların üzerindeki ölü ağaç gövdeleri ve hayvan kemikleriyle dolu bu kasvetli topraklar tamamıyla bir ölüm koridoruydu. Genç kral bunu tüm hücrelerinde hissedebiliyordu; çünkü vadi ölüm kokuyordu.
Küçükken büyükbabasının anlattığı ‘vadinin hayaletleri’ hikayelerini hatırladı. Kendi kendine söylendi
‘Hayaletler için bile ürkütücü’
Efsanelerdeki ve dadı masallarındaki hurafelerden ziyade en çok korktuğu şey Terron’un yeminli şövalyeleri veya Fork ‘un devriye muhafızlarıydı. Eğer ki kendisi için gelen birileri olursa , Artheen’e göre burası fare kapanından farksız olurdu. Yorulmuştu, ne kılıç sallayacak gücü, ne de aç karınla plan yapabilecek hali vardı. Vadiyi kullanmanın budalalık olduğunu çok iyi biliyordu; lakin vadinin çevresinden dolanıp Fork yolunu kullanmak bir budalanın bile düşünebileceğinden daha fazla budalacaydı.

Garener’in çantaya koyduğu yağlı peksimeti ve hindi jambonunun bir miktarını mideye indirdi. Karnını doyurunca, topladığı çalı çırpı ve irili ufaklı gübrelerle bir kamp ateşi yaktı. Cılız bir ateşti; fakat kuzey denizinden gelen sert akşam esintisinin içe işleyen soğuğunu telafi edebilecek yeterlilikteydi. Kamp ateşinin çevreye verdiği ışık o kadar azdı ki vadinin çevresini dev surlar gibi kaplayan kayalıklar zar zor seçilebiliyordu. Ay ışığı ise kayaların tepelerini gümüş renge boyuyor ve bilinmeyen karanlığa daha ürkütücü bir anlam katıyordu. Artheen masallara inanmazdı belki; ama son zamanlarda Fork’un devriyelerinin gönderdiği Ork haberleri son derece ciddiye alınmalıydı. Bu garabetler için Manarath’ın dölleri diye bahsediliyordu. Zamanında kütüphanedeki tüm kitapları karıştırarak onlarla ilgili fazlasıyla malumat elde edinmişti. Ortaya nasıl çıktıkları ile ilgili bir kaynak olmasa da, anlatılanlara göre [Manarath denilen efendi iblis, büyük savaşta yok edilmeden önce tüm sancak ve yerleşkelerden kendini uzakta tutmuş dağ kabilelerini kendi saflarına çekmek maksadıyla onlara kanını sunmuştu. Çaresizlik ve güç vaadiyle yozlaşanlar kanı içince benliklerini tamamen kaybettiler ve karanlığın içerisinde yerlerini aldılar. Derileri döküldü , renkleri değişti ve dişleri vahşi hayvanlar gibi uzadı. Büyük savaşın ardından soyları tükenir ve ortadan kaybolurlar diye düşünülmüştü. Aksine onlar, insanlar gibi çoğalmıyordu. Gebelik denilen şey onlarda 5-6 gün dönümü sürüyordu. Bir insanın herhangi bir silahta ustalaşması ve tamamıyla savaşa hazır bir birey olarak yetişmesi yıllarca birikim gerektirirken, onlar da neredeyse bir çocukluk dönemi yok gibiydi. Lütuf sandıkları bu laneti hep taşıyacaklar ve vahşi kalacaklardı. Onlarla bir antlaşma yapıp sınır çizemezsiniz. Her yenilginin ardından kısa sürede sürülerle ve aç kurtlarıyla yeniden gelecekler ve iri cüsseleriyle en güçlü şövalyelerimizi ekmek doğrar gibi doğrayacaklar] Neyse ki vadide vahşi hayvanlar bile karınlarını doyurmak için bu tanrıların lanetlediği yerde durmazdı.
Genç kral, kamp ateşinin hemen bitişiğinde yemlenmeye çalışan atına baktı. Buradan bir an önce gitmek istiyordu; fakat hayvanın biraz daha dinlenmeye ihtiyacı vardı. Artheen, sırtını soğuk toprağa dayadı ve yolluk çantasını yastık niyetine kafasının altına koydu. Rüzgar dansını ise yanı başına iliştirdi. Gri bulutların arasında ışık ve gölge karmaşası yaratan ay ışığı rüzgar dansını gümüşü ile kutsamak ister gibiydi.
Gecenin ilerleyen zamanlarında Artheen, hafif uykusundan büyük bir homurtu sesiyle uyandı. Aniden rüzgar dansını eline alarak ayağa kalktı. Kamp ateşinin ışığı o kadar azalmıştı ki vadinin iki tarafını saran dev kaya tepeleri sadece ayın ışığıyla yıkanıyordu. Kayaların yukarısına göz gezdirdi ve yeniden bir ses duymak için kulaklarını dört açtı. İçindeki huzursuzluk genç adama oyunlar oynuyordu. Bir anlığına kayaların tepelerinde kendisine doğru yaklaşan beyaz derili goblinler gördüğüne yemin edebilirdi. Daha dikkatli baktığında ise, onların sadece aydan nasibini alan ağaç gövdeleri ve kemikler olduğunu gördü. Atın asabi kişnemesiyle irkildi. Ani bir refleksle atın olduğu tarafa doğru yürümeye başladı ve ardından bir homurtu daha duydu. Bu seferki daha da yakından gelmişti. Kılıcını kaldırarak hayvanın yemlendiği bölgeye yaklaştı. Etrafını o kadar zor görüyordu ki hayvanla arasında fazla mesafe olmamasına rağmen cisimleri seçebilmek için fazlasıyla konsantre olması gerekiyordu. Gördüğü kadarıyla yakında herhangi bir şey yoktu. Hayvan bir kez daha ürkerek şaha kalktı ve kişnemeye başladı.
‘Yerimiz yeterince belli olmuştur herhalde’ diye düşündü Artheen.

Vadinin ilerideki koridorlarından homurtu ile karışık bir kükreme sesi daha geldi. Çaresizce ilerideki karanlığın dibine gömülmüş koridora bakakaldı. Ne olup bittiğine bakmak akıllıca olabilirdi; fakat bu işin arkasında hırsızlar varsa geride bıraktığı eşyalarından ve atından olabilirdi. Homurtuları yeniden aklına getirdi. ‘Hayır, hayır bunlar hırsız değil’ Biraz ilerideki tepenin sağ tarafından yere doğru birkaç adet taş ve toprak döküldü. Karanlıktan, alacakaranlığa yürüyüp tehditle karşı karşıya kalma fikri , sürekli huzursuz olmaktan daha mantıklı gelmişti. Gün doğumuna epey vakit vardı ve genç kralın sabrı savaştaki kabiliyetleri kadar fazla değildi. Karanlığa doğru ilerledi ve homurtuları dinlemeye başladı. O yaklaştıkça zemine daha fazla toprak ve taş parçacıkları dökülüyor ve tepelerin sessizliği daha fazla bozuluyordu. Duvar gibi örülü kayaların dibinden ilerlemeye karar verdi. Rüzgar dansını çapraz olarak tuttu ve ay ışığını olabildiğince önüne doğru yansıttı. Cılız bir ışığın rehberi, zifiri karanlıktan iyiydi. Sesler artık ön taraftan değil, arkadan geliyordu. Olduğu yerde sabitçe durdu, hafifçe çömeldi. Ellerini toprağa koydu ve hareketlerin titreşimlerini hissetmek istedi. Zemin, küçük kuş kemikleri, taş ve kızıl toprakla doluydu. Atın acı çığlıkları gecenin sessizliği bozdu. Etrafını görüp görmediğine aldırış etmeden kamp yerine gerisin geri koşmaya başladı. Küçük kemikler ve sertleşmiş toprak, çizmelerinin altında ezilerek genç kralın yerini fazlasıyla belli etti. Tabi orda onu bekleyen bir şey veya birileri varsa…

Kamp alanına döndüğünde karşılaştığı manzara korkunçtu. Tüm toprak ve yakında duran kayalar atının kanıyla boyanmıştı. Zavallı hayvanın boynu, gövdesinden ayrılmış şekilde yerde öylecesine duruyordu. Artık bineği olmadığı için önce ayaklarının daha sonra da tanrıların onu hayal kırıklığına uğratmaması gerekiyordu. Bunun için kendi kafasının da gövdesinde durması gerekirdi. Yirmi ayak berisinde iki tane daha homurtu duydu. Aniden sesleri duyduğu yöne doğru döndü. Sadece karanlık ve çıtırtılar vardı. ‘Ya vadinin hayaletleri doğruysa’ diye içinden geçirdi. Karanlık koridorun içinden hızlı bir ıslık sesi belirdi. Genç adamın yarım adım soluna doğru hızla kaymasıyla yan taraftaki kayalara iri bir savaş baltasının saplanması bir oldu. Baltanın sürati saçından küçük bir tutamı kesip almıştı. Aniden aşağı eğildi ve sessizce soğuk toprağın üstüne yatmak zorunda kaldı. ‘Hayaletler savaş baltası kullanmaz’ diye içinden geçirdi.

I.KISIM SONU
(yazım hataları olduysa affola, kısa zamanda düzeltirim)

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
II.KISIM
Genç kral, daha fazla yerde kalamazdı. Amansız bir saldırı sonunu hazırlayabilirdi şüphesiz. Kayanın üzerine, tahta  hedefe mumtazamca saplanan bir ok gibi duran baltaya göz ucuyla baktı. Bu bir insanın zorlanarak kaldırabileceği iki elli bir savaş baltasıydı. Ay ışığından faydalanarak gördüğü kadarıyla eskiydi ve çelik kısmı çentik ve çizikler içerisindeydi. Tahta sapı ise sağlam bir agaç gövdesinden yapılmıştı.
Geri geri emekleyerek kendine doğru yaklaşan homurtulardan uzaklaşmaya çalıştı. Beş tanrı cömertliğini biraz olsun göstermiş olacak ki önünü daha iyi görmesi için ayın üzerindeki bulutları ortadan kaldırmışlardı. Kemiklerle bezenmiş vadinin çorak toprakları kanıyla sulanmadan önce buradan gitmesi gerektiğini düşündü. Karanlıktaki homurtular giderek daha fazla yaklaşınca, eline ilk gelen hayvan kemiğini başka bir yöne fırlattı. Çıkan sese doğru iki homurtunun gittiğini duyduğu zaman olanca gücüyle önce eğilerek hafif adımlarla koşup çantasını kaptı, daha sonra da hızlı adımlarla normalde gitmesi gereken istikamete doğru yol aldı. Sürekli arkasına bakmak durumundaydı. Çevresini çok iyi seçmeye çalışmasından ziyade ön taraftan gelebilecek tehlikelere karşı daha dikkatli olmalıydı. Biraz önce atlattığını düşündüğü ‘şeylerden’ bir tanesi nin kendisini takip ettiğini hissetti. Ayak seslerini duyabiliyordu. Rüzgar dansını havaya kaldırdı ve gardını aldı. Gece de en az vadi kadar sessiz leşmişti.  Ufak kum böceklerin sesleri ve kurak ağaçlardan dökülen yıllara yenik düşmüş dal parçalarının nahoş tıkırtısı haricinde dikkatini çeken bir ayrıntı olmadığını düşünürken,  kendisine doğru elindeki iki uzun hançerle koşan iri cüsseyi son anda fark ederek sol tarafına doğru çekildi. Kendisinden yeterince iri olan, hafif deri zırhlı, kemik maskeli ve sırtında koyu renkli bir ayı postu bulunan yaratık Artheen’in ani refleksini tahmin edemediği için dengesini kaybederek tökezledi.  Önünü yeniden genç adama dönerek ona sivri dişlerini gösterip kükredi. Yüz hatlarını tam seçemiyordu; fakat gümüş ve seyrek saçları ay ışığında belli oluyordu. Dev  cüsseli yaratığın çıkardığı şamataya biraz sonra diğer homurtunun sahibi de katılacaktı. Genç kral , yaratığın bıçak darbelerini kılıcıyla savuşturdu. Maskesi yere düşen Ork tekrar bir nahara atarak saldırdığında Artheen’in kılıç darbesini iki hançerin yardımıyla sıkıştırdı ve karnına doğru attığı etkili bir tekmekyle genç adamı sırt üstü yere serdi. Pes etmeyen Artheen, üzerine doğru çullanıp onu hançerlemeye  çalışan Ork’u kılıcıyla uzaklaştırdı ve ardından ayağa kalktı. Hemen arkasında bir tane daha vardı. Zırhlı değildi ve elinde sadece baltası olan kel bir yaratıktı. Deri kemerinin üzerinde tavşan ve sincap ölüleri bağlıydı. Genç kral ani bir hareketle zırhsız olanın bacağını tam diz kapağının arkasından yaralamayı başarıp etkisiz hale getirdi. Daha fazla sinirlenen gümüş saçlı olanı, yeniden hançerlerini kullanarak Artheen’in boynuna doğru saldırdı. Genç kral rüzgar dansını sağa, sola ve tekrar sağa ustalıkla döndürerek savurdu ve kılıcı yaratığın sağ gözüne öyle bir saplayıp çıkardı ki, vahşi Ork olduğu yerde titreyerek yaprağın üzerinden yere damlayan bir çiğ tanesi kadar ağır hareketlerle yere yığıldı. Artheen büyük bir öfkeyle, yerde diz üstü yatan ve bacağı ağır şekilde yaralı olana döndü. Kılıcını kaldırdı ve hızlı bir hamleyle kafasını uçurdu. Kafasız iğrenç beden yere yığılırken, çorak zemini koyu yeşil kanıyla yıkamasını izledi. Genç kral,  el çabukluğuyla tavşanlardan birini alarak oradan uzaklaşmaya başladı; zira yakınlardan başka homurtular  da geliyordu. Olanca gücüyle koştu ve koştu...  Yorgundu, halsizdi ve utanç yürüyüşüne çıkıp da infaza götürülmeden çok önce  Wartholdian zindanlarında epey zaman geçirdiği için kendisini paslı bir çelik gibi hissediyordu. ‘Wartholdianlı’ demek, bir manada çelik demekti  ve bir çelik asla paslanmamalıydı.

Ayaklarının yorgunluğuna aldırmadan koşmaya devam etti. Açık hedef olmaması gerektiğini düşünmesi fazla zaman almadı. Tavşanı çantaya koyduktan sonra, olanca gücüyle vadiyi saran kayalardan birine tırmandı. Ay ışığının aydınlattığı tek kaya buydu. Ellerini ve ayaklarını dikkatlice kullanarak kızıl ve kahverengi nin hakim olduğu kayanın tepesine kadar çıkıp patika denmeyecek kadar dar bir alandan geçerek yürümeye başladı. Biraz ilerlediğinde ise alanın iyice daraldığını gördü. Kara bulutlar yeniden parlak ay ışığını esareti altına alınca önünü görmesi iyice imkansızlaştı. Gideceği yol fazlasıyla dardı ve nereye gideceğinden de emin değildi. Şimdi aşağıya inmek istese bile artık çok geçti. Artheen bunun yerine bir üstteki kayaya tırmanmaya başladı. Sivri ve haylaz bir kaya parçası elini o kadar derin kesti ki tırmandığı kızıl renkli kayada koyu kırmızı izler bırakmıştı.
Zırhı dallara takıldı, kılıcı oyukların arasına girdi, çizmeleri aşındı; fakat sonunda istediği yere tırmanabildi. Burada bir patika mevcut değildi; ama içe doğru, bir buçuk insan ayağı genişliğinde ufak bir oyuk vardı. En azından burada gizlenebilir ve ilk ışıkta yola koyulabilirdi. Yapması gereken tek şey sessiz olmaktı.

Eli, iç güdüsel olarak kılıcının kabzasındaydı. Nefes alışları fazla düzenli değildi. Arkasına yaslanıp kısa bir müddet dinlendi. Daha sonra eskimiş çantadan usulca koyu mavi bir bez parçası çıkarttı.  Yarasına biraz ‘ötece’ otu iliştirdi ve bez parçasıyla nazikçe etrafını sardı. En azından ölümünün enfeksiyondan olmasını engellemişti. Onun gibi biri ülkesini savunurken, hatta belki de yeniden hakkı olanı almaya çalışırken ölmeliydi.

Vadinin sessizliği gelen homurtularla yeniden bozuldu. Bu sefer çok daha fazlası vardı. Ayak sesleri... ayak sesleri vadiyi resmen inletiyordu. Taşları ve yerdeki kemikleri ezen plaka ayak zırhlarının curcunası adeta kulaklarının içindeydi. Usulca tepenin aşağısına doğru baktı. Meşaleler vadinin zeminini aydınlatmaya başladı. Ayak sesleri yükseldi ve yükseldi.  Paslı ve koyu plaka zırhlarıyla adeta geçit törenindeymiş gibi yürüyorlardı. Bazılarının elinde koca meşaleler, bazısının elinde tek el kullanılabilen yabani baltalar ve iri tahta kalkanlar, bazılarındaysa sivri kenarlı ve köşeli kılıçlar vardı. Bir insana kıyasla çok daha uzun ve iki katı iriliğindeydiler. Derileri deforme olmuştu ve koyu yeşile yakındı. İğrenç koku genç adamın burnuna kadar gelmişti. Yüzlerce olmalıydılar, belki de binlerce. Kafasında miğfer olmayanlarının yüzünü çok iyi seçebiliyordu. Gözleri sarıya yakındı, burunları şişkin, yüzleri hafif buruşuk ve dudakları eğri büğrüydü. Sivri kulakları olanlar olduğu gibi, tamamıyla oyuk şeklinde olanları da vardı. Bazılarının ağzının iki kenarından çıkan belirgin sivri dişleri bile vardı.
Hepsinde çok güçlü zırhlar bulunmuyordu. Hatta içlerinden kaynatılmış deriye yakın düzeyde saman rengi zırhı olanlar bile vardı. Daha iri olanları ise diğer plaka zırhlılardan farklı olarak boynuzlu miğferler takmıştı. Burunlarından çıkan buhar, vadinin içinde bir sis bulutu oluşturmuştu adeta.
Genç kral, altından geçen Ork ordusunu görmeye daha fazla tahammül edemeyerek yeniden oyuğa çekildi ve arkasına yaslandı. ‘Gizlendikleri dağların ardından çıkmalarının ve şehirlere bu denli yakın olmalarının tek bir anlamı var’ diye düşündü Artheen. Fork şehrinin çan kulesinden yükselen sesleri işittiğini düşündü bir anda. Kardeşi bir zalimin ellerinde ve çaresizdi, zavallı Garener ise iyi bir savaşçıydı; fakat iyi bir yalancı değildi. Bu yüzden tüm o masum askerlerin hayatı  Terron’un ellerindeydi. Limana daha çok yolu vardı ve vadinin de ucu bucağı yok gibi gözüküyordu. Kendi kendine hayıflandı  ‘Karanlık büyüyor, savaş geliyor ve ben ise bu topraklardan gitmeye zorlandım...’

Vadi kısa süre sonra yeniden, hastalıklı bir fahişenin yatağı gibi bomboştu.

11.BÖLÜM SONU