Kayıt Ol

Umutsuz Yolculuklar Dizisi - Arayış 1

Çevrimdışı BoZCiN

  • *
  • 43
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Umutsuz Yolculuklar Dizisi - Arayış 1
« : 13 Ağustos 2008, 14:38:02 »
UMUTSUZ YOLCULUKLAR DİZİSİ
ARAYIŞLAR - ARAYIŞ 1


SUSKUBARK'A İNERKEN

Gemi limana yanaştığında aynı manzara tekrarlanırdı iskelede. Limanda iş tutanlar ve güneyli göçmenler gemi halatlarını iskele babalarına bağlarken bağrışırlar; güvertede güneşten kararıp kurumuş yarı çıplak bedenler iskeledeki coşkuya ayak uydurmaya çalışır, ama uzun süredir açık denizde olmanın verdiği yorgunluktan olsa gerek, hep bir adım geride kalırlardı. Kıyıda ise belli belirsiz bir heyecan bir hareketlilik kendini göstermeye başlardı.

İskele bitiminde en önde yer alanlar çoğunlukla güneyden bir tanıdık yüz görme arzusu ile tutuşan yaşlı Kovazlar, müşteri arayan bakımsız ucuz kadınlar, tepsilerinde yaş meyve satan yeniyetmeler ya da bu kargaşada el çabukluğu ile talihsiz günlerini kurtarmaya çalışan beceriksiz hırsızlar olurdu. Daha geride ise küçük liman kasabasının kalburüstü tüccarları bulunurdu. Onlar öndeki kalabalık dağıldığında gemiden indirilecek olan mallarını gözlemeye çalışırlardı. Yanlarında ise istisnasız elekçisinden kara derilisine, dilsizinden sakatına, kölesinden gürenine hamalları yer alırdı.

Kıyı kasabasından limanı 'ilk kez gözlemiş' olsaydınız, bu manzara size eğlenceli, hatta komik gelebilirdi... Ya da kıyı kasabasından limanı 'sürekli gözlüyor' olsaydınız, zamanla sırtlarını gördüğünüz bu devinimli kalabalığa alışır, güvertedeki kargaşayı umursamaz, manzarayı da kanıksardınız... Ama karada deği de geminin içinde bulunuyorsanız durum değişirdi. Bu halde siz kıyıdakilerin sırtlarını değil yüzlerini görüyor olurdunuz: Umutla bir tanıdık sima arayan, yapay bir şehvetle sizi kandırmaya çalışan, eve bir kuruş daha fazla para götürme ihtimaliyle parlayan, kafası size dönük ama aklı kötü işlerde olan, aç gözlülükle gemiyi süzüm süzüm süzen ya da ezilmişliğin verdiği umutsuzluk ve öfkeyle bakan gözlere sahip yüzleri... Böylesi bir durumda hissettiklerinizi belki zor da olsa tarif edebilirdiniz. Ama kesinlikle emin olabilirsiniz ki; bu betimleme "eğlenceli", "komik" ya da "sıradan" kelimelerini asla içermezdi.

Suskubark'ta aynı manzara haftada bir kaç kez tekrarlanırdı. Küçük gemiler ve büyük kayıklar çabuk gelir bir o kadar da çabuk ayrılırlardı buradan. Ne gemiler ne de tayfaları çok kalırdı küçük kıyı kasabasında. Suskubark'a gelinir, ticaret yapılır, yük yüklenir, kaba ihtiyaçlar giderilip az da olsa eğlenilir ve tekrar güneye dönmek için aceleyle demir alınırdı.

Kimse, koşullar gerektirmedikçe, Suskubark'ta kalmak istemezdi. Küçük ve kendi halinde bir kasaba olmasının yanında, kuzeyde gidilip görülebilecek insan yerleşimlerinin az olması belki de buna bir nedendi. Buradaki basık havayı gören ya da sıradanlığı tadan her tayfa kendini Güneydeki zenginliğe, Doğudaki coşkuya hatta Batıdaki limanlara atmaya can atardı. Bu nedenle gemiden inen çok az yolcu, gemi tekrar denize açıldığında, gemiye binmemiş olurdu. Evet, kimse Suskubark'ta kalmak istemezdi... "Koşullar bunu gerektirmedikçe..."

Umu ve Saykul denize düşmemek için güverteye uzanmış halatlara tutunurken böylesi duyguları yaşamıyorlardı henüz. Son fırtınadan beri mideleri kalkmış, içinde boşaltacak bir şey kalmadığından artık bulanmıyorsa da, korkunç bir şekilde ağrıyordu. Yoldaşından daha kısa ve şişman olan Umu yanaşlıkta artan sallanmaya daha fazla dayanamadan kendini kıyıya atıyordu. 'Ne yoldaşı, ne uruncası ... Baraylar aşkına! Duruk bir taban... Duruk bir taban.' Hemen önündeki kalabalık içinde geçmeye çalıştı. Bunun için önce itişti, sonra kakıştı. Küçük bir çocuğu çekiştirmekten bile kaçınmadı. Sağına soluna çarpan insanlar arasından sıyrılır sıyrılmaz kolunu bulabildiği ilk iskele babasına dayadı.

Nefeslendi. Midesini ve o çekilmez ağrısını biraz olsun bastırmaya çalıştı. 'İşe yaradı... Yaradı' ... Sonra ele dile kolay, anlatması güç bir böğürtü ile sapsarı safran kusmaya başladı. O kadar da yaramamıştı galiba.

Saykul gözlerini acıma ve gülümsemeyle karışık kısarak eski dostunu baktı. Benzer şeyleri o anda kendi de yaşadığı için onun durumunu çok iyi anlıyordu. Fakat Saykul her zaman ve her koşulda daha dayanıklı sayılabilirdi. Daha dinç, daha genç ve buna rağmen daha tecrübeliydi. Bu nedenle daha yavaş ve dikkatle iskeleye indi. İlk derin nefesini burada çekti. Dinginliği özümsemeye çalıştı. Bunu öğrenmişlerdi eğitilirken. Yavaşça yürümeye devam ederken kalabalığa girmemeye de özen gösterdi. Kısa bir süre sonra böğürmeyi yeni yeni bitirip doğrulmaya başlayan Umu'nun yanına vardı. Elini onun omzuna koyup "Hanımefendiyi almak için gemiye dönmeliyiz kardeşim ..." demeye kalmadan sert bir omuz darbesiyle 'kardeşi'nin üstüne yıkıldı.

Beraberce yeri boylayan yoldaşlar düşmenin neden olduğu sarsıntı yüzünden birlikte öğürmeye kusmaya başladılar. Böyle bir durumda olmaktan daha kötü olan şey, deniz yolculuğunu öyle ya da böyle kaldıramayan bünyelerini henüz hiç tanımadıkları bir topluluk önünde en utanç verici şekilde sergiliyor olmalarıydı. Bundan da kötü olabilecek durum; belki böylesi bir zayıflığın tümüyle bilincinde olmaları, olurdu ki, bunu 'iki yoldaş' için söyleyemezdik. Çünkü öyle öğürüyorlar ve öyle böğürüyorlardı ki, ikisi de gömleklerinin içine girip para torbalarını aşıran sessiz elleri hissedemediler.

İnce kara ellerin sahibi o kadar hızlı ve ustalıkla olmasa da, yorgun ve hasta bedenlerin zayıflığından faydalanarak, torbaları kaptığı gibi olay yerinden uzaklaşmaya başladı. Uzaklaşırken de yaşamının hiçbir döneminde bu derece ağır para torbaları taşımadığını düşünüyordu. Hırsız, attığı her adımla heyecanı ve korkusunu azaltırken, neşesi ve keyfini kat kat arttırıyordu. Diğer yandan Saykul ve Umu böğürmelerini kesip yavaş yavaş doğrulmaya başlamışlardı. Aynı anda elleriyle üstlerini başlarını yokluyorlardı. Ağrıyan dizlerini, bacaklarını, kollarını, -Saykul- kaburgalarını, -umu- göbeğini, -her ikisi birlikte- yeleklerini, gömleklerini ... gömleklerini???

Tam o anda Suskubark'ın ortalık yerinde önce şiddetli bir gürültü ardından da koca bir inilti işitildi. Öyle ki; yakınlarını görmekten umudu kesmiş yaşlılar şaşkınlıkla bakakaldılar. Yeniyetmeler bir an için de olsa fazla bir şey satamamış olmanın üzüntüsünü bir yana bıraktılar. Fahişeler orasını burasını elleyen elleri hışımla bir yana ittiler. Tüccarlar ve hamallar işlerini duraksattılar. Ve o ana kadar limanda olanları duyarsızlıkla izleyen yerli halk bile 'ne oluyor' ifadesiyle sesin geldiği yöne çevirdi gözlerini.

Kırmızı cüppe içinde uzun boylu, ince ama belli ki göründüğünden çok daha güçlü bir kadın, boynundan yakaladığı sinsi görünümlü hırsızı ayakları yerden kesilmiş bir halde tutuyordu. Boynundaki inanılmaz acıyla ortalığı velveleye veren hırsız, önce kadına direnmeye çalışmış ama boynunu hiç sıkmadan tutan elin kas gücünden öte özellikler içerdiğini anlayınca, cebindeki para torbalarını yere bırakıp yalvar ve yakarmalarına geçmeye karar vermişti. "Lütfen ... Lütfen”ler arasına çok da bilinmeyen dillerde yalvarma sözleri sıkıştırıyor, bir yandan da sıkmayan ama boynunu acı acı yakıp nerdeyse delip geçen elin verdiği ızdırabının bitmesi için tanrılarına yakarıyordu.

Başıyla birlikte tüm bedenini sarmalayıp soğuk deniz fırtınalarından koruyan cüppe içinde bir tek güzel yüzü ve elleri görünen kadın, hırsıza acımış olsa gerek, eziyete son verdi. Ayakları yere basan güneyli yoksul koşar adım Suskubark'ın dar sokaklarına dalmaya çalıştı. O bunu zorla da olsa başarırken, kasabalıların kahkahalarına eşlik eden tekmelerinden kaçınmayı başaramadı. Bugünlük son ahlarını ve vahlarını da orada çekti.

Bu sırada henüz şaşkınlıktan kurtulamamış olan Saykul ve Umu bakışlarını, 2 haftadır birlikte yolculuk ettikleri, uruncamız dedikleri, gücü pek bir övülen güzel kadından alamıyorlardı. Böylesi narin bir yapıda patlayan böylesi bir gücü daha önce hiç görmemişlerdi. Yerdeki para torbalarını alan güzel kadın onları yol arkadaşlarına uzattı. Uzatırken "Yerinizde olsam dilencilere bu derece cömert davranmazdım." demeyi de ihmal etmedi.

"Yolumuz çok ama çok uzun olabilir... Ve biz henüz başındayız."

Umu şaşkınlığını üzerinden atmış, böylesi bir tersliği ucuz atladıkları için kısmen sevinmeye bile başlamıştı. Kadının uzattığı para torbasını alırken yanıt verdi

"Haklısınız bayan. Haklısınız Akyapera"

Sonrasında Suskubark gürültüsünü kesip, sesini de yavaş yavaş kısmaya, liman ise eski dingin haline dönmeye başladı. İşte böyle: Her şeye rağmen gemiler birer başlangıçtır. Ya da birer son. Ama güzel, ama değil... Ama her halükarda kesinlikle beklenmedik ve heyecan verici. Saykul işte bunları düşünüyordu, eski dostu ve beklenmedik mucizeler taşıdığı besbelli olan güzel kadının arkasından bakarken. Gözünü kısıp bıyık altından gülümsedi yine. Ve mırıldandı...

"... Akyapera... Akyapera"
==========
SÖZLÜKÇE

Kovaz: Zor şartlar nedeniyle Güneyden Suskubark'a göçmek zorunda kalmış göçmen insan topluluğu.

Güren: Çok basit kelimeler dışında konuşamayan, kas gücünden yararlanılan, görüntüsüyle iri ve kaba yapılı insana benzeyen 'yabani' ırk.

Elekçi: Çingene.

Suskubark: Susku + bark. Sessiz kasaba, yerleşim yeri.

Baray: Öncesiz, ezeli.

Urunca: Emanet
kişioğlu uçamaz kuşlar gibi, ağır sanırlar...
oysa hangi kuş kanadı düşlerimle yarışır.

Çevrimdışı BoZCiN

  • *
  • 43
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Umutsuz Yolculuklar Dizisi - Arayış 1
« Yanıtla #1 : 13 Ağustos 2008, 14:40:16 »
ARPAKÇI KURÇAK BEY

Binbulak'ın en güneyinde kuzey topraklarına açılan kapılardan biri olarak duran Suskubark'ın bundan yıllar yıllar önce bir Kimet balıkçı barkı olarak olarak kurulduğu söylenegelir. Bu, duyanı az da olsa şaşırtan bir bilinti kabul edilir. Çünkü bu bölgelerle ilgili biraz bilgisi olan herkes, Kimet insanının deniz kıyısından pek de haz etmediğini bilir.

Kuzey denizlerinde daha bir özgürce gezinen Denizsoyu düşünüldükçe, Kimetlerin kıyılarda yaşamamalarını çok makul olarak görürsünüz. Çok kimsenin, bırakın karşılaşmayı, sesini duymaktan bile imtina edeceği yaratıklara rağmen, Kimetlerin burada bir yerleşim yeri kurmasının elbette 'kendi içinde' kabul edilebilir nedenleri vardır. Buna ilişkin yine söylenen odur ki; Kimetlerin katı gelenekleri nedeniyle cezalandırılan kaçan bir avuç yerli, vadideki ve dağlarda yaşayan kardeşlerinden uzakta, onlarla karşılaşmayacakları bir yere sürülmüşler. Onlar da sürüldükleri bu kıyıda Suskubark'ı kurmuşlar.

Kimbilir, Suskubark'ın kaderi de belki o anda çizilmiştir. İlk Kimetliler, kendilerini kabul edecek bir oba bulmaları halinde hiç düşünmeden Subarkı'nı, itilmişliğin yuvası olan bu yeri terk edebilirlerdi. Bugün burada, başka yerlere gitmenin düşüyle ayakta duran insanların, yıllar önce itilmişliklerinin sonrasında burada sığınabildiklerini unutmuş görünüp, dua edecekleri liman şehrine küfretmeleri gibi. İtilmişler şehri, itilmişlerce, tüm itilmişlikler görmezden gelinerek, gönül rahatlığı ile tozpembe hayaller eşliğinde itilip kakılabiliyordu.

"Bugün buradayım, ama sadece bugünlük. En kısa zamanda, bir yolunu bulduğumda ..." ile başlayan cümleler buradakilerin beynini kemirip duruyordu. Bir türlü geçmeyen o kısa zaman, törpülenen ömürler, yitip giden yaşamlar... İşini hep yarına bırakmak zorunda kalan, o işi yapacak zamanı hiç bulamayan, sonunda isyan eden, isyanını haykıran, haykırdığı sözcükler kapalı ağzına çarpıp vücudunda yankılanan ve içinde biriken de biriken, acınası insanların barkıdır Suskubark. Belki de o nedenle umutsuzdur... Sessizdir... Suskundur...

Kurçak bey böylesi fırtınalı yılları geride bırakalı çok oluyordu. Elli üç yıl önce bir yaz günü, otuzlu yaşlarına yeni girmiş, henüz daha genç sayılabilecek bir Kovaz olarak, beraber geldiği yaklaşık 100 kişilik göçmen topluluğu ile Suskubark limanına indiğinde, bu kadar uzun süre buralarda kalacağı aklına gelmemişti kuşkusuz. Güneyin sıcak topraklarından kalkıp 'yağışsız günleri' sayılı, bin bir türlü yabanıllığın kol gezdiği derin ormanlarla kaplı bu toprakları tanır tanımaz, tekrar eski evine dönme düşleri kurmuştu, tüm diğer Kovazlar gibi. Ama onun ya da diğer Kovazların eve dönebilmesi bir yana dursun, ondan sonra gelenlerin sayısı artıkça artmıştı Suskubark'ta. Öyle ki, bugün beş bine yaklaşan Subark'ın yarısı Kovazdı... Yarısından çok çok fazlası, eve dönme düşleri kurmuyordu... Ve 'nerdeyse' hiç birinin umudu kalmamıştı artık.

Diğer Kovazlarla benzer yazgıyı ve duyguları yaşasa da, Kurçak beyi diğerlerinden ayıran önemli bir ayrım vardı. O "Gerçeker Kardeşliği" için çalışan ve de bu nedenle özellikleri olan biriydi. Ya da bunun tam tersi: Bazı 'özellikleri' olduğu için o da kardeşliğe kabul edilmiş, 'onurlandırılmış'tı. Diğer Kovazlar gibi "Benice Taşkınlığı" sonrasında buraya göç ettirilmesine karşın özellikle bu bölgeye gönderilmesinin altında başka sebepler vardı. Böylesi düşüncelere sahip olması onu tümden umutsuzlardan ayırıyordu.

Kardeşlik'i daha çocuk yaştayken öğrenmişti Kurçak bey. Dedesi, Kardeşliğin Benice koluna bağlı önemli arpakçılardan biriydi. Babasını erken yaşta kaybeden küçük Kurçak, bu talihsiz olaydan sonra dedesinin yanına taşınmış, onun yanında Kardeşliğe ilişkin her öğretiyi yakından görme fırsatı yakalamıştı. Bu sayede çok genç yaşlarda Kardeşlik için çalışmaya başlamış, on beşinci yaş gününde özel bir törenle "Gerçekerlik" yoluna adım atıp kardeşliğe katılmıştı.

Benice'de yeteri kadar örgütlenen Kardeşlik, ölüm, savaş, hastalık ya da Kurçak'ın o dönem içinde bulunduğu 'zorunlu göç' gibi olumsuzlukları bile bir amaç için kullanmayı iyi biliyordu. Böylesi bir kara yazgıda genç Kurçak'a da bir yol çizilmişti hemen. Kurçak bey, daha önce Kardeşlik'ten kimsenin gitmediği yerlerden biri olan Binbulak'a gidip Kardeşlik çalışmalarını burada yürütmek üzere görevlendirilmişti. Yani 'Yaklaşan Yıkım' öngörüsü doğrultusunda hareket edip, bulundukları yerleri inceliyor, doğaüstü, sıradışı, aklın almayacağı her olayla ilgileniyor, eldeki bilgileri diğer 'kardeşlerine' ulaştırıyordu. Yerez'in başka bölgelerindeki yüzlerce diğer Gerçeker gibi.

Gerçeker Kardeşliği, olağanüstü bir durum olmadıkça çeyrek yüzyılda bir görevi devralması için başka bir kardeşi gönderirdi. Bayrağı devreden kıdemli kardeşler bundan sonraki yaşamlarını, deneyimlerini aktarmak için, yerleri saklı olan iki Kardeşlik Okulu'ndan birinde geçirirlerdi. Bildiklerini kardeşlik adaylarına aktarmak, kendi aralarında uzun tartışmalar yapmak onların son sorumluluğu ve görevsel keyifleri olurdu. Bundan sonrası içinse pek çoğu kalan ömürlerini geçirecek sakin yerler ararlardı.

Kurçak bey elli üç yıldır Binbulak'ı köşe bucak geziyordu. Aynı zamanda fazla bilinmeyen bu bölgenin haritasını çıkarmaya çalışıyor; deneyimlerini, ileride eğitim verirken faydalanacağını sandığı parşömenlere yazıyordu. Yöre yöre tüm köylere ulaşmaya çalışıyor, orada yaşayanları inceliyordu. Bunları yaparken de, dışarıdan gelen bir yabancı olmanın yarattığı tüm zorlukları yaşıyordu. Kimi yerlerden kovuluyor, çok şanslıysa sadece taşlanıyor, genellikle bıcak, kargı, ok yaraları alıyordu. Yöre insanının hayvanları tarafından kovalanıyor, çocukların alay konusu da oluyordu. Tepkisizce ya da olumlu bir şekilde karşılandığı bölgeler çok azdı. Bu da genellikle güven kazanmak gerektiğinde kullandığı arpağ becerisinin ödülü sayılırdı.

Kurçak bey, tüm bu zorluklara rağmen dedesinin yolundan ilerlediği için şikayetçi değildi. Hep iyi bir arpakçı olmak istemişti. Kendini geliştirmeye, çevresindekilere yardım etmeye, iyi ve sevilen biri olmaya çalışmıştı. Ama nedense bildiği en etkili arpağları hep Benice'de yapma fırsatı bulmuştu. En azından o öyle anımsıyordu. Gücü burada fazla gerekmediğinden olsa gerek, çok yoğun şekilde kullanmamış, bu nedenle kendini biraz körlenmiş hissediyordu.

Öyle ya da böyle, -işte- zamanı gelmişti. Kapısı zayıfça çalınmış, ayak işlerine bakması için uzun yıllardır yanında bulunan sadık dostu Abur kapıyı açıp gelenleri karşılamıştı. Sadık dost, gelen konukları geniş odaya alıp Kurçak beyi bilgilendirmek için çalışma odasına geçmişti. Geride kalan sert kış nedeniyle biraz rahatsızlanmış olan beyi, son zamanlarda dışarı çıkmak şöyle dursun, çalışma odasından hiç çıkmıyor, son sayfalarına geldiği kitabını bir an önce bitirmek için uğraşıyordu. Çok fazla misafiri de olmuyordu yaşlı Kovaz'ın. Suskubark'taki dostları ya yıllar önce buraları terk etmiş, ya da bu dünyadan çoktan yitip gitmişlerdi. Kalan iki üç dostu da en az kendisi kadar yaşlı oldukları için dışarı çıkmıyor, ya da tüm günlerini -keyfi yerinde olduğu günlerde Kurçak beyin de yaptığı gibi- Sılankonak'ta geçiriyorlardı.

Abur, konukları "Buradan değiller ...", "sanırım son gelen yelkenliden inenler ...", "daha önce benzerini görmediğim bir kadın ..." türü cümlelerle anlattığından mı yoksa bir arpakçıda olması gereken içseziden dolayı mı bilinmez Kurçak bey heyecanlanmış, gelenleri görmek için yaşından hiç beklenmeyecek hızda hareket ederek çalışma odasına yönelmişti. İçinden kaç kez 'acaba... acaba?' diye geçirdiğini bilemiyordu. Geniş odaya geçtiğinde karşısında kendisine bakan meraklı üç çehre gördü. Belirsizlikle titreyen göz bebekleri işte tam o anda sulandı ve ihtiyar arpakçı başından ayaklarına doğru yayılan ve en güzel şekliyle gözbebeklerinde görünen bir rahatlama yaşadı.

"Geldiniz ..." diyebildi yutkunmayla karışık. Bunu yapamayınca genzini temizlemeyi denedi. Bu sefer başardı. Kendisine bakan ve o anda ona dünyanın en güzelleriymiş gibi görünen üç yüze hayranlıkla baktı.

"Kurçak bey?" diye sorar bir şekilde konuştu Saykul. Karşı taraftan cevap gelmesi için bekledi fakat yaşlı adamın yaşadığı heyecan nedeniyle tutulduğunu, çok duygusal anlar yaşadığını hisseder hissetmez konuşmasına devam etti.

"Benim adım Saykul. Bunlar da arkadaşlarım Akyapera ve Umu..." dedi ve bekledi. Sonra devam etti: "Güneyden geliyoruz. Taşıdığınız kardeşlik yükünü devralmaya geldik..."

Daha sonra denilenleri hayal meyal hatırlıyordu Kurçak bey. Oturmalarını söylemişti. Hepsine dikkatlice bakmıştı. Elbette önce çok uzun yıllardır görmediği bir güzelliğe sahip aydınlık Akyapera'ya baktı.

"Bir yelin ..." diye mırıldanabildi. Doğunun görülmeye değer, inanılmazlarındandı yelinler. "Alayelin" diye düzeltmişti güzel kadın. Hiç gülmeyen, tepkisiz ama yaşlı adamın rahatlıkla da iddia edebileceği gibi bugüne kadar gördüğü ve göreceği en güzel dudaklar arasından. Ona bir şeyler soramadan çalışmalarını anlatmaya girişti yaşlı adam. Güzel gözlerin konuya ilgisini hissedince Abur'a çalışma masasındaki kitabı getirip alayeline göstermesini istedi.

Umu'yu ise kendine benzetmişti. Oturup konuşmaya başladığında benzerliklerinin daha da arttığına inanıyordu. O da dedesiyle büyümüş, ortalama bir Arpakçı eğitimi almıştı. Buraya ise arpağ becerisinden ziyade aytarlık yapmak için gelmişti. Kırk bir yaşında olmasına rağmen -ki bunu özellikle sormuştu ona- yuvarlak ve çocuksu yüzü onu daha genç gösteriyordu. Dökülmüş saçlarının da bunda bir payı var diye düşündü ihtiyar. Konuşmasını da çok sevimli bulmuştu. Son derece saygılı, yer yer anlattığı okul anılarıyla neşeli biri de sayılırdı. Umu konuşmasının ilerleyen bölümlerinde acı konulara da değinse onunla ilgili görüşleri değişmeyecekti yaşlı adamın. Umu, eşini yakın zamanda kaybettiği ve arkasında merak edecek bir çocuk bırakmadığı için böylesi bir görevi üstlenmeye razı olmuştu. Yoksa onun gibi yaşamın tam da orta yerinde alınacak yol değildi Suskubark yolu.

Saykul ise çok kibardı. Konuştuğu insana gösterdiği saygı onun ileride önemli biri olacağını gösterir gibiydi. Yirmi sekizindeydi. İnce sakalı, renkli gözleri, kısa açık renk saçları ve ince yapısıyla kumral yakışıklı da bir çocuktu. Onun hikayesi daha ilginçti. Küçük yaşta batıdaki korsanlar tarafından yağmalanan Burban adalarında doğmuştu. Yağmalama sırasında ailesini kaybetmiş, kendi durumundaki diğer çocuklar gibi güneyin esir pazarlarında satılmak amacıyla gemiye alınmıştı. Korsan gemisiyle Yerez'in nerdeyse tüm sularında seyretmişti. O sıralarda sahip olduğu özel gücü keşfetmişti. Bu fark edilince lanetinden korkan korsanlarca güneydeki esir pazarlarının birinde, aynı zamanda Umu'nun da dedesi olan bir arpakçıya satılmıştı.

Anlatılanları dinledikten sonra beraberce içinde bulundukları durumu konuşmaya başladılar. Yaşlı Kovaz yaptıklarını teker teker anlatmaya başladı. Kimetleri, daha doğuda yaşayan Sartları, Binbulak'ın güneyinde yayılmaya başlayan Kovazları, Kovazlar gibi ama onlardan çok daha önce buralara sürülen ve Binbulak'ın batısında yüksek kayalıklardan oluşan Farkaseli'nde yaşayan Farkasları anlattı. Kuzeyde yaşayan akıl almaz altıkarış halkından sevimli Boztefeklere, yabani Bozaçlara ve sadece adını işittiği orman ecenelerine geldi sonra.

Kurçak bey tüm bunları anlatırken yer yer zamanları şaşırdığını fark etti. Olayların sırasını karıştırıyordu. Karıştırdığını anlar anlamaz dönüp tekrar anlatmaya çalışıyordu. Sonra tekrar kafası karışıyordu. Düzeltmeye uğraşırken bu sefer de bu kadar uzun süre konuşmaya alışkın olmayan dili başına dert oluyordu. Daha sonra bunu konuklarına da fark ettirdiğini anladı. Umu ve Saykul saygılarını hiç yitirmeden dinlediler karmaşa içindeki anlatıları. Yaşlı adam tıkanınca kısa bir sessizlik yaşanmasına engel olamadılar. Sessizliği yine Kurçak bey bozdu. Abur'a seslenip misafirleri için sofra hazırlamasını istedi. Konukların henüz aç olmadıklarını öğrendiğinde belki de Güney Binbulak'daki en güzel şey aklına geldi. Arpasu! Evet, bunu tatmalıydılar. Suskubark lanet bir yer olabilirdi ama böylesi bir yerde bile kafanızı rahatlatacak şeyler bulunabilirdi. Arpasu bunların başında gelenlerdendi. Hatta ticaret için buraya gelen denizciler, boşalan fıçılarını zaman zaman bu içecekle doldurur, Güney yolunda içip keyiflerine keyif katarlar, limanda geçen sıkıcı anılarını unuturlardı.

Akyapera, Abur'un sunuları içinde sadece kitaba ilgi gösterdi. Umu ve Saykul ise içkileri keyifle kabul ettiler. Kurçak bey de aldı koca bir bardak Arpasu ama boğazındaki düğüm nedeniyle içemedi hemen. Tekrar düşündü. Sonra tüm düşündüklerini topladı. Bunca süredir en çok merak ettiği şeyi sorabildi sonunda.

"Neden bu kadar geciktiniz?"

Saykul bardaktan aldığı yudumu yarıda kesmek zorunda kaldı. Bu soruyu o da çok düşünmüştü. Ama Kurçak beyin de tahmin ettiği gibi, çok kibar ve ileride iyi yerlere gelebilecek bir kişikti Saykul. Her şartta politik olmayı becerebilirdi.

"Ne gibi?"

Kurçak bey'ın gözleri tekrar titremeye başladı. Ağzını açtığında konuşabilmeyi, hiç olmazsa sesinin çıkmasını diledi.

"Yirmisekiz yıl ..." diyebildi ancak. Bunu Saykul'un yere inen gözleri ve Umu'nun parçalanan yüreği takip etti. Akyapera ise çok ama çok sessizdi. Belki de olanları, konuşulanları, ifadeleri ve mimikleri en başından beri çok dikkatli bir şekilde dinliyordu. Yoldaşlarını ve 'Öncel Gerçeker Kardeşi'ni en ince ayrıntısına kadar çözümlemeye çalışıyordu. Tepkisizliğini ve soğuk bakışlarını başka türlü açıklamak mümkün olamazdı yoksa.

"Tam yirmi sekiz yıldır bekliyorum. Beni yerimden salıverecek ardılım gelecek diye ..." Sonrasında sessizlik devam etti. Acı acı güldü yaşlı adam. Bu sefer konuklarına her zamankinden daha yaşlı göründü nedense.

"Sadece bir haber bekledim aslında. Gönderdiğim mesajlar yerine ulaştı mı ..? Bunu bilmeden beklenen her günün, gürültüyle yüreğinize inen bir yumruktan beter olduğunu bilir misiniz..." Yine yutkundu Kurçak bey.

"Yirmi sekiz sene" diye tekrarladı sonra. "Kurçak bey ..." diye girmek istedi söze Saykul. Ama duymuyordu yaşlı adam.

"Bazen beni burada unuttular diye düşündüm." dedi gülümseyerek, ama gözü bulutlu şekilde "Sonra işime devam ettim. Herhalde makul sebepleri var, buraya gönderecek bir kardeş çıkmadı, ya da çok baskı altındalar diye geçti aklımdan. Sözümü yel alsın ama 'Kardeşlik dağıldı mı' diye kendimden ve görevimden hatta aklımdan şüphe ettiğim zamanlar bile oldu. Başarısız geçen günlerimde ise geceleri yaptıklarımı ulaştıramıyorum diye düşündüm yatağımda, kendime kızdım ... Sonra yine en başa döndüm. Beni ve burayı umursamıyorlar bile dedim kendi kendime."

"Hayır" diye söze girdi Saykul "Sandığınız gibi değil. Sizin emeğinizi, çalışmalarınızı hep takdirle karşılandığını biliyoruz. Sadece buraya gönderecek birini eğitmek zaman aldı sanırım. Şu ana kadar anlattıklarınız ise inanın çok işimize yaradı"

Ya yaşlılıktan ya da içinde bulunduğu duygusal durumdan olsa gerek arpakçı işitmiyordu denilenleri.

"Bir yıl ... İki yıl ... Üç yıl ... Beş yıl. Hep bir gecikme payı bırakarak geçti yıllar. On yıl ... Her geçen gün önce meraklandım, sonra kızdım, sonrasında ise umutsuzluğa düştüm." derin bir nefes çekti Kurçak bey. "Yirmi yıl ... Zaman geçtikçe alıştığımı sanıyorsunuz değil mi? Ben de öyle olacağını sanırdım. Ama zaman geçtikçe hayatımı adadığım görevime ilişkin korkum artmaya başladı. Ben ne yapıyorum dedim." Acı acı güldü bu sefer "Beni gerçekten buraya gönderdiler mi? Yaptıklarımın bir amacı var mı? varsa ben onu yerine getirebiliyor muyum? Yoksa tüm bunlar birer oyun mu? Eğer öyleyse ben elli üç yıldır burada ne yapıyorum? Her şey boşunaysa ben bugüne kadar ne yaptım?.. Ve daha önemlisi; ben bundan sonra, seksenimden sonra için başka ne yapabilirim ki?" Sonra ilk gözyaşı aktı yanaklarından.

"Sizi onun için böyle karşıladım. Kusuruma bakmayın. Elli üç yılımı harcadığım işin boşuna olmadığını göstermenizi bekledim. Yaşamımın bundan sonrası için yapacak bir şeyimin kalmadığını biliyorum..." Eliyle Akyapera'nın elindeki kitabı göstererk devam etti "... bu yazdığım kitap ve geride kalan yaşamımın önemli bir bölümünü oluşturan görev anılarımı hatırlamak dışında."

Umu da gözyaşlarına engel olamadı. Aynı hisleri yaşayan ve kendini zorlukla tutan Saykul ile göz göze geldiler sonra. Yürekleri kutsal bir görevi gerçekleştirme ile harcanmışlık duygusu arasında gidip geldi. Bir şeyler söylemek istediler ama ne kendilerinde, ne de birbirlerinde görebildiler bu gücü. O noktada Akyapera ile bakıştılar.

Ve Akyapera konuştu:

"Sizden gittiğiniz ilk günden beridir haber alınamıyor Kurçak bey." dedi yaşlı adamın ağlamaklı gözlerinin içine bakarak. "Kendi adıma konuşacak olursam aslında sizin adınızı bilmiyordum da." Kurçak bey birden bire üşüdüğünü hissetmişti.

"Yaptığınızı iddia ettiğiniz çalışmaların ve gönderdiğinizi söylediğiniz bilgilerin hiçbiri Gerçeker Kardeşliği'ne ulaşmadı..."

Saykul araya girme gereği hissetti ama diyebildiği tek şey "Akya.." idi. Alayelin soğuk konuşmasına devam etti.

"İçinde bulunduğunuz durumu anlıyoruz. Göreve bağlılığınızı takdir de ediyoruz açıkçası. Bize örnek olmanız açısından önemli şeyler belki bunlar. Ama tüm bu iyi niyetimiz bile şu saçm.." durdu. düzeltme gereği hisseti. Vermek istediği mesajı verdiğini düşünerek devam etti. "Şu basit şeylere bir arpakçıdan çok bir üfürükçü işi diye bakmamıza engel değil."

Akyapera okuduğu notları yanındaki masaya fırlattı. Saykul ayağa fırladı. Yaşlı adam o halde nasıl yaptığını bilmeden titreyerek ayağa kalktı.

"O benim hayatım" diye mırıldanabildi sadece. "Yeter ..." diye fısıldamaya çalıştı Saykul yine telaşla ama saygınlığını yitirmediğini düşünerek. Kurçak bey işitince ve Akyapera umursamayınca anlamsızlaşıvermişti bu da.

"O sizin yaptığınız 'iş' sadece beyim... Şunu öğrenmiş olduk: Kuzeyde Eceneler var, güneyde Denizsoyu. Batıda Farkaslar, doğuda Sartlar. Ve çok sevdiğiniz ama nedense sizi oklayıp duran Kimetler her yerde... Peki ya "El"! Çalışmalarınızın hiç birinde, anlattıklarınızın hiç bir yerinde El'e ilişkin bir şey yok"

Kurçak bey'in gözü hala kitaptaydı.

"O benim hayatım" diye tekrarlayabildi.

"Özür dilerim..." dedi Akyapera. "O, hiç bir şey"

Saykul, acımasızca yaşlı adam üzerine giden Akyapera'ya bundan daha fazla dayanamadı ve hiddetle üzerine yürüdü. Ama Akyapera'nın tek bir el hareketi ile olduğu yere çakılı kaldı. Kıpırdayamamanın vermiş olduğu çaresizliğin yanında, yola çıkmadan önce yaptıkları büyü kovan kalkanının ne kadar basit bir şekilde aşıldığını dehşetle fark etti. Büyüsü aşılmakla kalmamış, genç arpakçı nefessiz bırakılmış adeta komik bir duruma düşürülmüştü. Umu durumu algılayana kadar Akyapera yaptığı işe son vermiş, Saykul da büyük bir direnç kaybıyla olduğu yerde kalakalmıştı. Kadının bu sefer nedense artık soğuk bakmayan gözlerini üzerinde hissetti Saykul. Ve nedense anda söyleyeceklerini sonraki bir zamana saklamayı tercih etti.

"Buraya görevi devralmaya geldiniz." diye tekrar konuştu Kurçak bey. "Görev sizindir." Sonra dışarıda beklemekte olan Abur'a seslendi. Yatağını hazırlamasını istedi. Arpakçı Kurçak Bey odadan çıkarken yarım bir başla konuklarına döndü "Şimdi izninizle çocuklar..."

Sonrasında odaya tekrar sessizlik doldu. Akyapera önce Umu sonra canını yaktığı Saykul'a baktı. Onların yıkılmış bir durumda olduklarını biliyordu. Belki de yaşlı adamda kendi geleceklerini görmüşlerdi. Daha fazla düşünmek istemedi ve çıkışa yöneldi alayelin.

"Akşam olmak üzere. Konaklarda yer kalmayabilir. Orada oda bulmalıyız. Hatta şanslıysak bilgi verecek insanlar da bulabiliriz. Daha önemlisi, orada bizi bekleyen biri var." Sonrasında başka şeyler de söyledi ama çoktan evden ayrıldığı için bunları iki arpakçı duymadılar.

Odada yalnız kalan Saykul ve Umu şüpheyle ve biraz da tedirginlikle birbirlerine baktılar. Sonra içlerinden küfürler ederek, kendilerine lanet okuyarak o an için en istemedikleri şeyi yaptılar. Usul usul Akyapera'nın peşinden yürüdüler.

Binbulak'ın yeni Gerçekerleri o adını çokçana duydukları Sılankonak'a yönelirlerken Kurçak bey yatağına boylu boyunca uzanmış anlamsızca tavana bakıyordu. Mırıldanıyordu sanki ya da şarkı söylüyordu. Çocuk gibi:

"Kü-çük kü-çük e-ce-ne-ler, ki-şin-le-ri sev-me-di-ler"
"bir e-ce-ne gel-di ba-na, de-di-ki i-nan-mam sa-na"
"ö-zün di-lin hiç u-yuş-maz, bir gö-zün var-ki hiç doy-maz"
"bir e-ce-ne ya-rı bo-yun, hiç ta-nı-maz be-ni so-yun"
"bo-yum kü-çü-cük-te ol-sa, ce-sa-re-tim tı-ka ba-sa"

Sonra yüzünde anlamsızca bir gülümseme belirdi. "El" dedi sesli sesli.

"Gün gelip de el indiğinde, Işık aydınlatmalı gölgeyi."
"'Gerçeker Kardeşliği' parlamalı."
"Kıyıcıyı uçaran el yakılmalı..."
"Yoksa olacaktır kara otağın direği."

Sonra gözünü yumdu. Her zamanki gibi geçmişini, hiç unutamadığı eski anılarını düşündü. Arpakçı Kurçak bey, çok ama çok zaman sonra derin ve huzurlu bir uykuya daldı.
======
SÖZLÜKÇE:

Binbulak: ("Bin" + "Bulak" Çeşme bulunan yeşillik alan.) Kuzey topraklarının en güneyinde yer alan geniş ormanlar, dağlar ve bol su kaynaklarıyla kaplı bölge.

Kimet: Binbulak topraklarına yerleşmiş en eski kişioğlu boyu.

Denizsoyu: Denizkızları ve Denizbeylerini de içeren, kimilerinin uygar topluluktan çok canavarlar olarak kabul ettiği deniz halkı.

Benice Taşkınlığı: Güneyin önemli şehirlerinden Benice'de kral ailesine karşıt çıkan önemli bir isyan. Bu taşkınlığı çıkartanlar katledilirken bir şekilde taşkınlıkla ilgili olabileceği düşünülen kişi ve aileleri damgalanıp başka yerleşim bölgelerine gönderildi.

Gerçeker Kardeşiliği: (Ermişler Birliği) Yerez'in daha önce çokça kez olduğu gibi kötü güç Yavmar'in buyruğu altına girmesine engel olmaya çalışan gizemli örgüt.

Yaklaşan Yıkım: Demirçağ'dan sonunda ordusu yok edilen Yek'in en az kendi kadar güçlü bir varlık ile Yerez'i tekrar kasıp kavurmak için geleceğine ilişkin öngörü, yoru.

Arpakçı (Arpağcı): Özel yetenekleri olan ve eğitildiğinde arpağ (büyü) yapma güçleri artan kişiler.

Sılankonak: ("Sılan" + "Konak") Rahat, huzurlu han.

Aytar: Haberci. Mübaşir.

Arpasu: Kuzeye özgü bitkiler damıtılarak yapılan bir tür içecek. Bira.

Büyü kovan kalkanı: Yapılanı, farkında olmadan yapılmak istenen zararlı büyülerden koruyan bir büyü. Yapıldığı yerden uzaklaşıldıkça kalkan direnci zayıflar. Büyü kovan kalkan, ayni zamanda geride belli bir süre yapana ilişkin bir iz bırakır.

Alayelin: (Ala (Yarı) + Yelin) Yarı yelin anlamına gelir. Yelenler (Dişileri yelin oluyor :P) ana elementi toprak olan insanlara benzeyen, ışık temelli varlıklardır. Yeryüzünde kişinler (insan), denizsoyu ve gökkanlar (keleren) ile birlikte dört baskın ırkı oluştururlar.
kişioğlu uçamaz kuşlar gibi, ağır sanırlar...
oysa hangi kuş kanadı düşlerimle yarışır.

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Umutsuz Yolculuklar Dizisi - Arayış 1
« Yanıtla #2 : 15 Ağustos 2008, 13:05:44 »
Şu anlık ilk bölümü okuyabildim, daha belli olmasada olay sonlara doğru yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış. Fantazyanın önemli mekanlarından olan deniz ile başlamışsın işe. Orada bulundukları hala belli değil ama büyücü lafı geçti bir kere hikayede. Devamınıda kısa sürede okuyacağım.. :)

Ayrıca şu sözlükçe olayı hoşuma gitti, tebrikler. :D
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı BoZCiN

  • *
  • 43
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Umutsuz Yolculuklar Dizisi - Arayış 1
« Yanıtla #3 : 17 Ağustos 2008, 01:29:03 »
SILANKONAK GEDİKLİLERİ

Suskubark limanı, ya da yerel halkın deyimiyle Girek, büyük gemilerin konuk olduğu günlerde fazlasıyla hareketli olurdu. Soğuk ve telaşlı sabahlar, ılık ve kargaşalı öğlenlerden sonra yerini önce şamatalı kırıtkan akşamlara ve sonrasında ateşli gecelere bırakırdı. Girek konuklarının cömert olmaları, ya da başka bir deyişle 'orsa boca kazandıklarını bol keseden dağıtmaları'yla doğru orantılı olarak yerli halkın keyfi de artardı. Büyüklü küçüklü konaklar ve bu konaklarda yenilip içilenler; evde bekleyen kadınlar için alınan hediyelik eşyalar; satılan yiyecek ve içecekler; serin Binbulak gecelerinde yumuşak bedenlerle ısıtılan yataklar bu cömertliğin asıl sebepleri olurdu. Suskubark ise bu kazancın bedelini; denizcilerin kasabaya yayılmaları ile ortalığa çöken ağır terli tuzlu ten kokusu, gürültülü serseri kavgaları, sarhoş naraları ve verilen zarar ziyanlarla öderdi. Bedeline razı Suskubark'ın, kazancına minnet Girek'inde; tüm bu hareketliliği hem de hepsini birden görebileceğiniz belki de tek yerdi Sılankonak.

Girek'in göbeğinde, uçsuz bucaksız Kuzey Denizi'ni boylu boyunca gören, yüzü güneye dönük tüm Suskubark'ın en büyük yapısıydı Sılankonak. Ve bu konağın sahibiydi Hotoz kardeşler.

Hotozlar, buraya göç ettirilen ilk Kovaz ailelerinden biriydi. Baba Hoşur Hotoz karısı ve sahip olduğu on üç çocuğu ile Suskubark'a yerleşir yerleşmez kasabanın kıyı kesimini oluşturan Girek'te bir konak açmaya karar vermişti. Bu amaçla çalışkan oğulları ve hünerli kızları onun kararına uyup çalışmaya başlamışlardı.

Önce küçük bir içki evi olarak kurulan konak, zamanlar satın alınan bitişik içki evlerini de içine katarak büyümeye başlamış, sonunda bugünkü devasa halini almıştı. Bir temel üzerine oturan tek bir yapı yerine, birbirine bitişik, yer yer katlı bir yapıya bürünen, zemin katta içki içilip yemek yenilen salonların üstüne irili ufaklı odalarla hizmet veren bir yapı haline dönüşmüştü. Kurulurken küçük ve huzurlu yapısı nedeniyle verilen Sılancık adı, zamanla Sılankonak’a dönüşmüş, çok kısa sürede ünü tüm Binbulak'a yayılmıştı.

Konağı, evin babası Hoşur Hotoz kursa da, tüm kasabalı konağın bugünkü görkemli haline gelmesinde en büyük emek sahibin ailenin büyük kızı İmer Hotoz ya da bilinen adıyla İmer Bacı olduğunu bilirdi.

Baba Hotoz bu konağı kurduğunda, İmer Bacı daha gencecik bir kız sayılırdı. Kız kardeşlerinin aksine, güzel annesine hiç benzemeyen kaba yapısı, kalın sesi, kıllı suratı ve o kalın parmaklarıyla bu konak için çalışmış, tüm yaşamını buna adamıştı. İmer Bacı, annesinin ve söylendiğine göre gözyaşı döktüğü tek gün olan babasının ölümünden sonra konağın başına geçmiş, zaman zaman vahşi bir düzenin hâkim olduğu kuzey topraklarında ailesini bir arada tutma başarısı göstermişti. Kız kardeşlerini evlendirmiş ama aynı erkek kardeşlerine yaptığı gibi her birini yanı başında yerleşecek yuvalar kurmasını sağlamış, hiç bir kardeşinin yanından ayrılmasına izin vermemişti.

Hotoz kardeşler bugün işbölümü yapıp Sılankonak'taki işleri birlikte yürütüyorlardı. Erkek kardeşler en büyük ağabey Sayyat Hotoz'un gözetiminde konağa taze et, balık sağlıyorlar, kışın yakacak işini çözmeye çalışıyorlardı. Yine ticaret işlerini yönetenler de onlardı. Hotoz kadınları ise konağın temizliği, odaların bakımı, mutfak işleri, kap çanak işleriyle ilgileniyor, on evin işinden fazla zaman alan konak işlerini birlikte yürütüyorlardı. Para işleri başta olmak üzere yapılan tüm işleri denetleyen de İmer Bacı oluyordu. Böylesi ağır bir sorumluluğu üstlenmesi, onun bu yaşa kadar hiç evlenmemesinin asıl sebebiydi belki de. Zaman zaman, özellikle sinirlendiğinde, tüm konağı titreten kalın sesinin, yeri tekmeleyen kalas bacaklarının, konağın gedikli erkekleri üzerinde yarattığı korkuyu saymazsanız tabii.

“Bana bak tıfıl herif! Benim tepemi daha fazla attırma, yoksa oraya gelir çıra bacaklarından tutup, bir boka yaramaz bedenini ikiye ayırırım.” Söylediği bu lafların hemen arkasından ağza alınmayacak küfürleri de ekliyordu İmer Bacı. Bugün konaktaki kalabalığın önemli bir bölümünü oluşturan denizcilerin kahkahaları dolduruyordu sonra ortalığı. Bir yanda yine denizcilerden kurulu bir çalgıcı grubu kaynatıyordu ortalığı. Öte yandan onların etrafında denizcilerle oynaşan ve bir yandan ellerinde ne var ne yok almaya çabalayan hafif meşrep kadınların yalancı gülüşleri duyuluyordu.

Yerli halk böylesi kalabalık günlerde Sılankonak’ın daha kuytu taraflarına çekilmeyi ve denizcilere fazla bulaşmamayı tercih ederdi. Yeni gelen gemi üzerine konuşulan konuları hemen tüketir, bildik Suskubark dedikodularına dönerlerdi sonra. Çok nadir de olsa ölçüyü kaçıran denizcilerle tartışırlar, ama bu huzursuzluğu İmer Bacı ve en az onun kadar sert görünümlü erkek kardeşleri sona erdirirdi.

Denizcilerin dışında başka gediklileri de olurdu konağın. Kandak, Belen ve Kolyaz gibi kuzeydeki irili ufaklı yerleşim yerlerinden tüccarlar gelirdi. Alışverişlerini yapar, uygun bir zamanda kasabadan ayrılmadan önce mallarını Suskubark’ın depolarına yerleştirir, vakitlerini Sılankonak’ta değerlendirirlerdi. Onlar denizcilere göre daha ketum müşteri sayılırlardı.

Ve elbette gemiden inen başka yolcuların da ilk kaldıkları yerlerden biriydi Sılankonak. Bir şekilde Binbulak’a yolu düşen salmanlar, ermişler, savaşçılar, büyücüler, yeni yaşam kurmak için gelen sıradan insanlar olurdu konakta. Onlar güvensiz bakışları, hiçbir topluluğa karışmamaları ve her an için kalkıp gidecek gibi durmalarından ayırt edilebilirlerdi.

Uspan Kayal, yaklaşık iki hafta önce Girek’e yanaşan bir gemiden inenler arasındaydı. Diğer inen yolcular gibi o da şartlar bunu gerektirdiği için gelmişti Suskubark’a. Yeni bir düzen, katlanılabilir bir yaşam kurmak için yerleşmek istediği Güney topraklarında istediklerini yapamamış, ailesine sağlamak istediği şartları sağlayamamıştı. Hiç beklemediği bir anda, hem de tam umudu bütünüyle bitecekken önüne bir fırsat çıkmıştı. Atlarına seyislik ettiği Kovaz beyi ona red edemeyeceği bir teklif sunmuştu.

“Çok iyi bir izcisin Uspan. Atları ve yolları senin kadar iyi bilen birini görmedim. Şartları çok iyi değerlendiriyor, sorumluluk almayı biliyor, kendin gibi himayendekileri de korumaya özen gösteriyorsun. Baban senin adını koyarken, belli ki kuzey evrenlerine saygısından Uspan adını koymuş.” Diye önce övmüştü Uspan’ı Kovaz beyi. Sonra babacan bir tavırla elini seyisinin omzuna koymuştu:

“Bir iş için uzaklara gideceksin Uspan. Çok önemli bir iş için hemen yarın kalkacak olan gemiye binecek ve buradan dört haftalık mesafede bir yerde özel bir işe yardım edeceksin…”

“Ama …” diye söze girmek istemişti Uspan. ‘Eşim, çocuklarım… Ailem. Onları asla bırakamam. Oğlum her ne kadar onbeşine gelse de ve her ne kadar en az benim kadar cesur ve becerikli olsa da henüz kardeşlerinin ve annesinin sorumluluğunu üstüne alamaz. Ben onu asla böyle ağır bir yükle geride bırakamam.’ diye devam etmek istemişti seyis. Aklı tümüyle; güneyin kendi halinde kasabalarının birinde tanıştığı karısı güzeller güzeli Beyize, ondan olma gözbebeği oğlu Toyca, kızları İzlay, Nesire, Uyte ve küçük oğulları İdok ile Feris’ten oluşan ailesindeyken üstelik. Kovaz beyi bunları söylemesine izin vermeden sözlerine devam etmişti.

“Kuzeye gideceksin. Suskubark’a. Üstüne masallar anlatılan ama pek bir şey bilinmeyen kuzey topraklarına…”

Uspan olduğu yerde çakılı kalmıştı. Suskubark adı, bir anda kendisini bu dünyadan alıp götürmüştü. Sadece adını duymak bile Uspan’ı söyleyeceklerinden alıkoymaya yetmişti. O an için ailesinden öte bir şey düşünemeyen adam çok ama çok eskilerde kalan anılarına gömülüvermişti birden.

“Evet…” diye mırıldanabilmişti. ‘Yani’ der gibi… Devamını dinlemek ister gibi… Asla kabullenemeyeceği bir karar olan ‘ailesini geride bırakma kararı’nı kabul edilebilir kılacak bir neden duymak ister gibi…

“Orada birini bekleyeceksin. Bir konakta. O gelip seni bulacak…” ile başlayan sözler etmişti beyi. Oradaki iş ile ilgili detayları çok iyi dinlediğini söyleyemezdi. Aklı oraya gitmek fikrine takılmıştı bir kere. Öyle ya da böyle... İş, av ya da ticaret için. Bunların pek önemi yok gibiydi. Duymak istediği önemli konular, yapacağı işler ona açık açık anlatıldıktan sonra gelmişti.

“Karını ve çocuklarını merak etme…”

İçi rahatlar gibi olmuştu seyisin. Devamı da gelmişti.

“Ailen bizim çiftliğimizde kalmaya devam edecek. Oğlun senden boşalan yeri doldurmaya çalışır bir süre. Sen gelene kadar yani… Karın için çiftliğin mutfak işleri var. Sen kuzeydeki görevini bitirene kadar ailen şimdi kazandığının iki misli kadar akçe alacak. Ayrıca kuzeyden döner dönmez çiftliğin güneyine yerleştireceğim sizi. Senin gibi güvenilir bir çalışanı kolay bırakacağımı sanıyorsan yanılıyorsun…”

Bütün bu açıklamalar Uspan’ı tümden rahatlatmıştı. Dürüstlüğüne inandığı, sözüne güvendiği beyinin tüm bunları sağlayacağını biliyordu. Dahası ona yıllardır aklının derinliklerinde sakladığı soruların cevabını bulması için bir fırsat veriyordu beyi. Yıllardır yapmak isteyip de sorumlulukları nedeniyle cesaret edemediği bir işi yapmasına olanak tanıyordu. Kuzeye yolluyordu beyi onu. Uzun yıllar önce terk ettiği topraklara...

Uspan Kayal iki haftadır Sılankonak’taydı. Girek’e ayak basar basmaz yerleşmişti Sılankonak’taki odasına. Kendine ve de geleceğini umduğu kişiler için at bakmıştı sonra kasabada. Biraz değişmiş bulduğu Binbulak’ta küçük bir gezi bile yapmıştı üstelik. Daha sonrası için gerekeceğini sandığı bilgileri toparlamıştı. Sonrasında ise beklemeye başlamıştı. Dakikalarca… Saatlerce... Gün yerini geceye, gece de güne bırakıyordu. Sonra günler gecelere, geceler günlere… Uspan ise benzer olaylar tekrarlandıkça sabırsızlanıyordu.

Gelip onu bulacak olan birilerini beklemek, hem de uzun süre beklemek yeterince rahatsız ediciydi. Gelecek olanların tarifinin de zamanının da verilmemesi bu rahatsızlığı arttırıyordu. Konağın kapısından giren her yabancıya bakıp göz göze gelmek, bellerindeki silahlarına sarılmaya meraklı bir topluluğun mekânında hoş olmayan durumlar da yaratabiliyordu. Zaten kısa bir süre kapıya bakmaktan vazgeçmişti. Sohbetlerinden hiçbir zaman hoşlanmadığı konağın Kovaz gediklileri ile takılmayı da istemiyordu.

Kısa bir süre sonra oyalanacak başka bir şey bulmuştu. Ailesinden ve eşinden uzakta olmanın bahanesine sarılıp bakışmaya başladığı Nayde’ydi bu. ‘Sadece bakışıyoruz, ne var bunda’… İlk suçluluk duygularını bununla savmayı da çok iyi bilmişti.

Nayde’nin ince beline, güzel göğüslerine, uzun ve düzgün bacaklarına, kumral tenine, uzun kahverengi saçlarına ve hepsinden önemlisi çalgıcılar eşliğinde kırınan yuvarlak kalçalarına dayanmak çok zordu. Hele serin gecelerin ilerleyen bölümlerinde yer yer yaptıkları içi boş sohbetlerde Uspan’ın aklı bütünüyle Nayde’ye kayıyordu. Birçok kez tehlikeli noktalardan aynı sözü tekrarlayarak kurtulmuştu: ‘Beyize, Beyize, Beyize…’

Gözlerini Nayde’den ayırabildiği zamanlarda gözü ocağın dibinde oturan ve etrafına kasabanın ileri gelenlerini toplayan Dilge Bilay’a kayıyordu. Bilay çoğu kez ocakbaşında sohbet etmesine rağmen zaman zaman coşar, hızını alamaz Sılankonak içinde bir o yana bir bu yana gezer durur, konuklara laf atardı. Kıvamını bulduğunda ise ortaya tadına doyulmaz bir eğlence çıkardı. Dilgelik te bunu gerektirirdi zaten. Dilgesiz bir konak, tatsız tuzsuz olurdu. Uspan da, iki haftadır içinde bulunduğu özel durumu saymazsak, çoğu yolcu gibi tatsız tuzsuz yerler yerine, zaman zaman derisini sokan arı misali olsa da bal tatlısı dilgeleri olan mekânları tercih ederdi.

“Bana tıfıl herif deme İmer Bacı. Bilirsin ki gözüm hep sendedir. İzin ver de seni hayat arkadaşın olayım. Bir yastıkta kocayalım. Gerçi beraber kocamak konusunda geç kaldığımız söylenebilir. Bu anlamda seni yakalamam artık çoook zor.”

Sılankonak, Dilge Bilay’ın şakalarına gülerken ortamdan keyif almayan sadece İmer Bacı’ydı. Ve onu, kızgınlığı sonrası attığı tabak ve çanakları kafasına yiyen diğer konak gediklileri izliyordu.

İmer Bacı’yı yeteri kadar kızdıran Dilge Bilay devam ederdi Sılankonak’taki turuna. Gözüne kestirdiği, halinden varlıklı olduğu belli olan bir tüccar olurdu sonra.

“İşte bir tecimer. Kalındır ensesi, tirildir yüreği….Siz dizinizi dövün, o döver kesesini…” Tam gülmeye hazırlanacakken bozulur tüccarın morali. Bilay elbette ki durmaz ve devam eder: “Zordur karnı tok sırtı peki güldürmek. Onun gönlü oluncaya kadar, sizin canınız çıkar” Konak gülmeye başlar, tüccar da ister istemez katılır onlara.

Tam o sırada kasabanın balıkçısı Ruykan’ı görür Dilge… “İşte benim adamım. Yumulmuş yemeğine.” Konaktakiler bir “Oooooo…” çektiler. “Balık balığı yiyince, balıkçı ne yesin?” diye sordu içerdekilere sonra. “Et yesin” dedi biri… “Ot yesin” dedi öteki. Başını iki yana salladı yaşlı adam. Sonra gülerek “Sopa yesin” dedi. Konağın bir özelliği de buydu. Dışarıda ciddiye almayacakları Bilay’ın komutuyla zavallı balıkçıyı yumruklamaya başladılar gülerek.

Tüm dikkatler Dilge Bilay’ın ve balıkçının üzerindeyken konağın kapısı açılmıştı. İçeri üç yabancı girdi. Kalabalık ve kargaşa içinde bu ayrıntıyı fark edenler arasındaydı Uspan. Biri orta yaşlı olmak üzere iki adam ve kırmızılar içinde bir kadın. ‘Acaba?’ diye düşündü Uspan. Yabancıları izledi uzunca bir süre.

Üç yabancı hareketli kalabalığı etrafından dolaşarak konağın sahibinin oturduğu bölüme ilerlediler. Önde uzun boylu adam, ortada kadın, en arkada ise şişman olanı yürüyordu. İmer Bacı’nın önünde durdular hemen. Bir şeyler sordular. İmer Bacı “Yok.” diyordu. Öndeki adam eliyle iki işaretini yapıyordu. İmer Bacı ısrarla “Yok, yok” diyordu. Öndeki adam dönüp hemen arkasında beklemekte olan kadınla konuşmaya başladı. Tam olarak ne konuştuklarını anlamak mümkün değildi. Hatta içeride o kadar ses vardı ki, ikilinin arkasında bulunan şişmanca olanı da konuşulanları işitememiş olacak ki ikiliye biraz daha yaklaşıp Uspan’ın görüş açısını kapayacak bir yerde durdu.

Uspan gözlerini sağa sola gezdirirken birden ilginç bir şey fark etti. Kendisi dahil konağın içindeki herkes bir şekilde bir hareketlilik içindeyken sadece tek bir noktada bir durağanlık, sabitlik vardı. Bu kıpırtısız insan, konağın kuytusunda tümüyle siyah bir üstlük giymiş ve adeta gölgeler içine gömülü halde başının yönünü hiç değiştirmeden bu üç kişiye bakıyordu. Ya da Uspan bir an için böyle bir düşünceye kapıldı.

Yılların verdiği tecrübe, ya da gereksiz bir kuşku ile Uspan ayağa kalkma gereği duydu. Konağın o tarafına gitmek için ilk adımını attı. Derken Dilge Bilay’ın sesini işitti.

“İşte koca bir Sart.”
“Ooooooo…” diye cevapladılar Dilge’yi konaktakiler. Uspan şaşırdı. Dilge Bilay’ın kendisine yöneleceğini hiç düşünmemişti. Hem de tam böylesi bir anda. “Belli ki Kovazlara pek bir hırt” ardından yine hoşnutsuzluk bildiren bir ünlem duyuldu. Uspan ne diyeceğini bilemedi. Gözleri biraz önce gördüğü üç kişiyi aradı, bulamadı.

“Sart’ın gözlerinde bir merak…” diye devam etti Dilge. Uspan o noktada kendine geldi
“Çünkü o Sart dostlarından ırak.” Diyebildi. Konaktakilerin ünlemlerini bu sefer beğendi izci. Dilge Bilay gülümsedi “Bir yabancı nasıl bilebilir kurallarını bu oyunun” Uspan hiç duraksamadı “Hem bilir, hem veririm ölçüsünü boyunun.”. İçerdekiler tekrardan gülmeye başladılar. Dilge, rakibini hafife aldığını anlamış ama bu onu kızdırmak yerine eğlendirmişti. Uspan sağdan soldan gelen kutlamalar arasında etrafı kolaçan etmeye çalışıyordu. Ih ıh. Kaybetmişti onları.

Konaktaki gürültü azalmaya başlayıp, Dilge Bilay başka bir hedefe yönelirken Uspan tekrardan yerine oturmaya yeltendi. Tam o anda arkasında hafif bir kadın sesi duydu:

“Demek dostların uzakta senin…” Uspan sesin geldiği yöne döndü. Biraz önce gördüğü ve kargaşa içinde gözden kaybolan üç kişi şimdi tam karşısındaydı izcinin.

“Sen Uspan olmalısın…” diye devam etti kadın. Kendine uzanan elleri sıkmakta olan Uspan şaşkınlıkla kadına bakıyordu. “Bunlar da arkadaşlarım.” Diye devam etti genç kadın “Umu ve Saykul…” Uspan adamlara başıyla selam verdikten sonra tekrar kadına döndü. Bundan böyle hiç unutamayacağı gözlerle ilk defa o anda göz göze geldi. Uğultu içinde de olsa büyüleyici sesi işitti tekrar.

“Benim adım Akyapera.”
=====
Sözlükçe:

Salman: Başıboş, serbestçe gezen din adamları, büyücü ya da erenler.
Evren: Ejderha.
Tecimer: Tüccar.
Dilge: Konaklarda, köy ve kasabaların sohbet odalarında hikayeler anlatarak insanları eğlendiren zaman zaman eğlenceli, komik, zaman zaman bilgelik gösteren genellikle yaşlı kişiler.
kişioğlu uçamaz kuşlar gibi, ağır sanırlar...
oysa hangi kuş kanadı düşlerimle yarışır.

Çevrimdışı BoZCiN

  • *
  • 43
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Umutsuz Yolculuklar Dizisi - Arayış 1
« Yanıtla #4 : 23 Ağustos 2008, 20:22:56 »
BATLANCA TEPELERİ

Uspan sessiz adımlarla merdivenlerden inerken akşam boyunca masada konuşulanları tekrar düşündü. Rahat fakat sıkıcı geçen iki haftanın sonunda merakla beklediği yol arkadaşlarıyla tanışmış, bu tanışmadan memnun kalmış fakat aynı zamanda buraya gelmeden önce basit bir gezi diye tasarladığı görevinin bunun çok ötesinde anlamlar taşıdığını da anlamıştı.

Saykul oldukça ölçülü fakat güvenilir açıklamalar getirmişti. Binbulak'ta toplam bir-iki ay sürecek bir çalışma yapacaklarını anlatmış, bu bağlamda Uspan’ın atlardan, yoldan ve yolculuklardan sorumlu olacağına değinmişti. ‘Şimdilik çok uzun yerlere gitmeyi tasarlamıyoruz. Yakın çevredeki köyler ve kasabalar ilk duraklarımız...’ açıklaması Saykul’un ‘rahatlatma’ amacıyla getirdiği açıklamalardan biriydi. Oysa Uspan, akıllı bir izcinin dikkat etmesi gerektiği gibi, daha çok ‘Şimdilik…’ sözüne odaklanmış ve bunu da, ister istemez, “Bir an önce bitsin…” diye umduğu görevin ‘umduğundan ötesine taşacağı’ ve ‘sanılarını aşacağı’ şeklinde yorumlamıştı. Kabullenmekte zorlansa da ister istemez canı sıkılmıştı.

Genç arpakçı bu olumsuzluğu biraz sezinlemiş, bundan olsa gerek duraksamadan sözüne devam etmişti. Yaklaşık olarak öngörülen süre boyunca öncelikle Suskubark ve kuzey iç bölgesinin en kalabalık yerleşim yeri olan Kandak başta olmak üzere şimdilik kabaca belirlenmiş yerleri görmeye gidecekler ve yine şimdilik sadece ‘özel’ diye tarif ettikleri ziyaretlerde bulunacaklardı.

Tam bu noktada Umu sözü Saykul’dan almış konuya buram buram yüzüsıcaklık kokan yolculuk anılarına getirmeyi başarmıştı. Kuzeye doğru yapılan deniz yolculuğu boyunca yakalandıkları fırtınalar, yedikleri binbir çeşit balıklar, denize kurban verilmelerine ramak kalan denizciler ve yolcular, kimseyi inandırmasa da gördüğünü iddia ettiği birbirinden güzel denizkızları… Tüm bu hikâyeler tanışıklıkları o denli de eskiye dayanmayan Akyapera ve iki arpakçıyı yer yer heyecanlandırmış ve eğlendirmiş, ortaya dökülen samimiyet ise temkinli izcinin huzursuzluğunu biraz olsun gidermişti.

İmer Bacı’nun hazırlattığı sebze çorbası, söğürme et ve yanında içlerini ısıtmaya fazlasıyla yeten ünlü Kandak Çakırı ile karınlarını doyurup susamışlıklarını giderirken, arkadaşlığın en ölçülüsünü gösteren Saykul’u, eğlencenin merkezi haline gelen Umu’yu tekrar inceleme fırsatı bulmuştu Uspan. Sonra da Akyapera’yı inceledi. Doğu’da Yelen Boyu ve onların sanatlarıyla tanışalı çok olmamıştı. Yine de bu kısa zamanda Barayların özel ilgisine erişen, yeryüzünü yaşanılabilir kılan, onun için üreten, Yerez’in dirliği konumundaki bu eşsiz soyun ne derece ilginç ve de güzel olduklarını tekrar gözleme olanağı bulmuştu.

Her şeye rağmen Akyapera gördüğü ilk alayelindi. Yelenlerin aksine alayelinlerin tutarlı olamayabilecekleri, bunun yanında damarlarında dolaşan diğer kana bağlı olarak olumlu ya da olumsuz güçlerin yanında olacaklarına ilişkin çok şeyler anlatıldığını biliyordu. Ama Akyapera’nın başının arkasında toplanmış uzun sarı saçları, deniz mavisi gözleri ve her daim ışıkla aydınlatılıyormuş hissi veren beyaz teni Sart’ın dikkatini ister istemez dağıtıyordu. Bu durumda tadını Arpasu’dan daha çok sevdiği çakırına yöneliyor, ondan içini daha da ısıtacak yudumlar alıyordu.

Tan demeden, henüz kahvaltı için çorba kaynatılan saatlerde ayaklanıp tekrar aşağı inerken bunları düşünüyordu Uspan. Dün bakımını yaptığı atları eyerlemek için ağıla doğru yol alırken de beraber yolculuk edeceği insanları düşünmeye devam etti. İki arpakçı ve onlardan her zaman için daha güçlü olan bir yelviçin ile Binbulak’ın pek de tekin olmayan yerlerini gezecekler ve henüz kendisine ayrıntılı bir şekilde anlatılmayan ‘özel bir işaret’ arayacaklardı.
‘Büyücülerden oldum olası pek haz etmem’ diye içinden geçirdi izci. Bunun ötesinde, böylesi bir yolculuk için yetersiz olduklarını da düşünmüyor değildi. Büyü güçleri bir yana bırakılırsa; birinin kılıcına, baltasına ya da sağlam bileğinin tutacağı herhangi bir silahına güvenebilmeyi isterdi. Bunun için konaktan bir iki kişi ayarlamayı teklif bile etmişti. Saykul, akıllı bir yöneticinin yapacağı gibi dikkate almıştı bu öneriyi. Fakat belli ki alayelin bu öneriye sıcak bakmamış, en azından şimdilik takıma dahil olacak yeni bir kişi istemediğini hissettirmişti. Aralarında belirlenmiş bir lider olmamasına rağmen son sözün yelviçinden geldiğini anlamıştı Uspan.

Tan atmadan hazır sayılırdı seyis. Batıya doğru en fazla bir-iki gün sürecek yolculuk için atları yeteri kadar suladıktan sonra yiyecek, içecek ve döşekleri üzerlerine yüklemişti. Batıdan kuzeye doğru uzanan, Binbulak’ın üzeri ağaçlarla kaplı tepelikleri çok sarp olmadığından at ile güvenle yol alınabilir diye düşünmüştü.

Çok geçmeden yolcular ayaklanmışlardı. Güneşin ilk ışıkları sessiz kasabayı aydınlatmaya başlarken ve Sılankonak bütün bir gece içkilerine yumulmuş denizcilerin horultularıyla inlerken, acele etmeyen dört gölge yularlarından tuttukları atları ile yollarını almaya başlamışlardı bile. Bugüne kadar beklemekten epey sıkılmış olan izci en önce yer alıyordu. Dün gece fazla kaçırdığını sandığı içkiye lanet eden Saykul ise en arkadaydı. Bu haliyle karşılaşacağı beklenmedik bir olay için kafasına ve yanından ayırmadığı büyü kitabından çok tanışmaktan pek bir memnun kaldığı izcinin sağladığı belindeki kılıca güveniyordu. Hemen önünde yürüyen Umu da pek farklı şeyler düşünmüyordu. Başka bir zaman olsa alaca karanlıkta ilerledikleri dar kasaba sokakları ve alçak evleri inceler, yeni bir yerde bulunmanın tüm eğlencesini ve keyfini çıkarabilirdi. Ama onun da başı en az Saykul kadar ağrıyor, üstünde tarif edemediği bir yorgunluk hissediyordu.

Akyapera izcinin hemen arkasında yol alıyordu. Yol arkadaşlarının düşündüğü pek çok şeyi o da düşünüyor sayılırdı. Dün gece konak sahibesi ile oda konusunu tartışıp sadece tek bir boş oda kaldığını öğrendiklerinde oda tutma konusunda geç davrandıkları için kendisine kızmıştı Saykul ve Umu gibi. Evet, içki konusuna da dikkat etmemişlerdi. Aslında bu dikkatsizlikten çok ölçüsünü kaçırdıkları bir hoşgörü kabul edilebilirdi. Uzun deniz yolculuğunun sonrasında ve son günlerde yol arkadaşları ile arasında oluşan soğukluğu gidermek için kabul edilebilir bir sıra dışılıktı sadece. Sonra seyisten o da memnun kalmıştı. En azından çevreyi kollayacak kendisi kadar güvenebileceği bir çift göze kavuştuklarına inanıyordu. Fakat üzerlerindeki uyuşukluk konusunda Saykul ve Umu’dan farklı düşünüyordu. Daha az içmediğini gözleriyle gördüğü izcinin kendisiyle birlikte tel tel dökülen iki arpakçıdan daha zinde olması, adeta hiç etkilenmemesi dikkatinden kaçmamıştı. Öte yandan içsezileri ve ‘bildikleri’, Uspan konusunda yanılmayacağını işaret ediyordu. Alayelin bu konu üzerine düşünmeyi daha sonraya bırakmayı tercih etti.

Batlanca, Suskubark’ın batısında denize doğru adına Kerempe denilen kayalıkları oluşturup sonrasında kasabanın batı tarafını ardından kuzeyini kapsayan bir dizi tepeden oluşuyordu. Batlanca sırtlarında tek tük, ya da öbek halinde iki-üç evden oluşan yapılar görmek mümkünde. Kasabadan uzaklaşıldıkça azalan sayıda evler, artan, yükselen ve sıklaşan ağaçlardan bahsetmek mümkündü. Gün öğleye düşerken tepe üstüne varan yolcular artık bu evleri de görmez olmuşlardı. Gözleri iyice sıklaşmaya başlayan yeşil, koyu yeşil ve daha koyu gölgelerin arasında geziniyordu artık. Tırmanış yerini fazla eğimi olmayan bir inişe bıraktığında ise arkalarında ne Suskubark’ı ne de Kuzey Denizini görüyorlardı artık. Rüzgâr uğultusu yerini uğursuz bir karga ötüşü ve orman içinden gelen ağaç gıcırtılarına bırakmıştı.

“Bu bölgede Örengenlerin kaldığından emin misiniz?” diye sorma gereği duymuştu ormandaki seslerden rahatsız olabileceğini sandığı yabancıların içini biraz olsun rahatlatma gereği duyan Uspan.

“Aslında buna ilişkin en geniş bilgiyi senden buluruz sanmıştık izci. Oysa sen Örengen adını uzun yıllardır duymamışa benziyorsun.” En arkadan söze karışan Saykul kardeşliğin bilgilerine dayanarak bu bölgede ciddi Örengen anlatıları duyacağını varsaymıştı oysa. Fakat ne tecrübeli izci ne de Sılankonak gediklileri Örengenler konusunda dikkate değer bilgiler vermişlerdi.

Karanlık çağların bitiminde yeryüzü Akkanatların ışıltısıyla büsbütün kavranmaya başlarken Örengenler Yerez’in bütün inceliklerini dokumaya başlamışlardı. Onlar uzun süre Yerez’den esirgenen, yeryüzüne indirmeye ‘kıyamadıkları’ndandı. Dokuduklarının eşi benzeri yapılamıyor, Baraylar bile böylesi güzellikler karşısında hayranlıklarını gizliyemiyorlardı.

İlk İsyan’da Yerez yakılıp yıkıldıkça, Örengenlerin oluşturduğu güzellikler bir bir yok olmaya başlayınca tüm iyicil varlıklar gibi onlar da gözyaşı döktüler. Baraylara seslendiler, Akkanatlardan yardım beklediler, yıkıntılar içinde çaresizce ağıtlar yaktılar. Ama onların kaderinde gözyaşları içinde yaptıklarını bir bir yok olmasını izlemek vardı. Aralarından bazıları o kadar umutsuzluğa kapıldılar ki, binbir emekle oluşturdukları güzelliklerin yok olmaması koşuluyla kötülüğe kayıtsız kalacaklarına dair söz verdiler. Baraylar onları işitmesin diye çok alçak sesle “Asla yanınızda yer almayız ama bu onaylamadığımız yanlış yolunuzda size engel de olmayız” diyerek olabildiğince alçaldılar. Bu açıdan Barayların gözünde Evrenler nasıl ilk öfke duyulanlar oldularsa, Örengenler de ilk düş kırıklığı oldular.

Baraylar kızgınlıkla yeryüzünde eserken yoldan çıkan Örengenler çok geçmeden verdikleri yanlış kararı anladılar ve af dilediler. ‘Bundan böyle hep sizin yolunuzda’, ‘Bir daha asla’, ‘Her zaman güzellik için’ dedilerse de dinletemediler. Örengenler, o eşi benzeri olmayan gazap rüzgârlarıyla dövüldüler, sövüldüler ve sonrasında tüm hünerlerini kaybettiler. Bu acı verici olayı, bu yanlış karara uymayan çok az Örengen tanık oldu. Kardeşlerinin hünerlerinden koparılışlarını, kan ve gözyaşı ile güzelliklerini yitirişlerini görmemek için gözlerini kapadılarsa da acı çığlıkları, feryatları ve en sonunda iniltileri duymaktan kurtulamadılar. Sonunda onlar da ağlayarak Yerez’in dört bir yanına kaçıştılar.

Bundan sonra çok az Örengen göründü yeryüzünde. Ustalık gerektiren işlerde, göz kamaştırıcı sanatlarda, akıl almaz yapılarda hep bir Örengen’in parmağı olduğu söylendi ama çok azının ismi bilindi ve duyuldu Yerez’de. Öte yandan becerileri elinden alınan dokumacılar yeryüzündeki toplulukların iğrentiyle baktıkları Kör Örümgerlere dönüştüler. Doğru olana karşı anlaştıkları kötücüllerin en çirkinlerinden oldular. İsimleri söylenmez, varlıkları bilinmez oldu. Bu yüzden onlar da yeryüzünün ulaşılmaz derinliklerine, en pis bataklıklarına, kuytu mağaralarına ya da derin ormanlarına saklandılar. Burada buldukları en pis canlılarla, kimseyi bulamadıklarında birbirleriyle beslendiler.

Binbulak ormanlarının derinliklerinde böylesi bir erke duyumsanmış, bir titreşim alınmış olmalıydı ki kardeşlik ilk iş olarak bu ormanlıklarda böylesi bir araştırma yapmasını istemişti Gerçekerlerden.

“Çocukluğumda Suskubark’a çok sık inmezdik. Buraya geldiğimiz zamanlarda ise yolumuz bu taraflara düşmezdi. Burası daha çok baltalığı olmayan ormancıların, kasabada barınamayan kaçakların, uğursuzların ve de nereye gittiği konusunda hiçbir fikri olmayanların yeridir. Bunca yaşıma rağmen bu yola koyulanı pek duymadım sayılır. Gidip de döneni ise ‘hiç’ duymadım…” diye endişeyle konuştu Uspan. Yanlarında savaşkan bir bileği görme isteğinin de bu saptamadan kaynaklandığını bilinmesini istiyor gibiydi izci.

“Yaşın kaç Uspan” diye uzun süredir ilk kez adıyla seslenmişti ona Akyapera.

“Otuz sekiz ilkyaz görmüşüm hanımım” diye cevapladı Uspan. Bunu cevaplarken gözü yolda, kulakları ise ormanlardan gelen seslerdeydi.

“Henüz görmediğin şeyleri yok saymak, olmazmış sanmak için daha çok küçük bir yaş bu.” Akyapera hiç aksamadan takip ediyordu izciyi. Uspan atların adımlamalarını, arkadan gelen Umu ve Saykul’un solumalarını, hatta ormanın derinliklerindeki bir dolu yaratığın tıkırtılarını işitirken, hemen arkasında yol alan alayelinin tek bir soluk sesini alamamasına şaşırıyordu.

“Siz kaç yaşındasınız?” diye merakla sorarken, Yelen ömrünün Kişinlere lütfedilenden kat kat fazla olduğunu biliyordu Uspan.

“Yeryüzünde, ‘Bunca yaşıma rağmen’ cümlesiyle başlayan bilmişliklerin kişileri ummadıkları komik durumlara düşürdüğünü bilecek kadar eskiyim Uspan” dedi Akyapera. Uspan, bu sefer ismini duymaktan pek hoşlanmamıştı. Umu ve Saykul’dan destekleyici bir şeyler duymayı umdu. Sonra ondan da vazgeçti. ‘En iyisi kimseye başka bir şey sormadan dikkati sadece yola vermek’ kararına vardı sonunda. Yolun kalan kısmında Örengenleri görmeyi gerçekten isteyip istemediğini düşündü. Çocukluğundan bu yana Yelenleri tanımak isterdi. Şimdi hemen arkasında yürüyen alayelin bu anlamda gerçekten bir düş kırıklığı sayılabilirdi. ‘Soylu bir duruş ile soğuk bir duruşu -her şeye rağmen- ayırt edebilecek yaştayım’ diye söylendi kendi kendine.

Gün dönerken ilk aralarını verdiler. Yemek, içmek ve diğer gereksinimlerini gidermenin yanında Uspan çevrede ufak bir kolcu denetimi yaptı. Bu arada Gerçekerler yakın zaman için tasarladıklarını tekrar konuşma fırsatı buldular.

Sonra yola devam edildi. Eğim azaldığında atlara binilip zamandan kazanıldı. Sonra başka bir tepeye tırmanıldığında tekrar attan inilip tabana kuvvet yol tepildi. Ağaçlar yer yer sıklaşıyor, yükseliyor sonra tekrar kısalıp seyrekleşiyordu. Bu süre içinde ise ormanda çok az el yapımı bir işe, bir tüneğe, barakaya ya da alete rastladılar.

İkindi üzere ilk garipliği hissetti Uspan. Orman içinden sürekli sesler gelirdi. Hızlı, telaşlı, sakin, yavaş seslerdi bunlar. Fakat sürekli aynı sesin onlarla birlikte yol alması ya da bir sesi aynı aralıklarla ve eşit uzaklıkta sürekli aynı vuruşta duymak çok olağan bir durum sayılmazdı. Yanılma payını hep bir kenarda tutardı izciler. Uspan da öyle yaptı. Ama asla dikkatinin dışında değil. Uspan’ı sıradan bir izciden ayıran da bu yönüydü zaten.

Gün inerken çevreye olan bakışı da değişmişti izcinin. Artık kalacak, dinlenecek güvenilir bir yer arıyordu. Biraz tepelik ve ay ışıklarını alabilecek seyreklikte ağaçları olan bir yeri gözüne kestirmişti. Attan inip o bölgeye yol almaya başladılar.

“El’in bu bölgede çıkma ihtimali var mı gerçekten?” Yol tepmekten, özellikle bu kadar yorulmuşken attan inmekten pek te hoşnut kalmayan Umu aklından geçenleri, diline vurmuştu. Kimse cevap verme gereği bile duymamıştı. Herkes en az Umu kadar bitkin sayılırdı. Akyapera ise aksine yol aldıkça açıldıklarını hissetmişti. Onun dışında kimsenin bunun farkında olmadığını da biliyordu.

“Yani bu derece sapa bir yerde, ‘ayak’ bile basılmayan bir yerde El’in ne işi olabilir değil mi?” diye konuşmaya devam etti şişman adam. Sonra kendi kendine güldü. Kimsenin ona gülmediğini fark edince de ofladı. “Ayak demişken. Sanırım benimkiler bütünüyle bitik artık. Kara sular inmekten beter oldular” Yorgunluğunun dışa vurumu böyleydi etine dolgun arpakçının. Ofladıkça ofladı, onu bitirdiğinde hımladıkça hımladı. “Sizin de ayaklarınız sızlamıyor mu?” önündekilere seslendi, sonra arkasından gelen Saykul’a baktı. Yine yanıtsız kalınca sorusu, iyice umutsuzluğa düştü. “Sizin gibi kulaklarıma değil, ayaklarıma dinlence vermek istiyorum ben” dedi ağlamaklı ağlamaklı. Sonrası bildik oflamalar ve puflamalarla geçti.

Uspan’ın belirlediği yere vardıklarında kuşkusuz en mutlu olan Umu’ydu. Saykul işi hemen kavradığından hava kararmadan yakılacak ateş için çalı çırpı toplamaya başladı. Uspan atları bir kenara bağlarken Akyapera döşekleri indiriyordu.

Çok zaman geçmeden ateş yakılmış, döşekler yayılmış, yiyecekler çıkarılmaktaydı. Umu ayak sızıları geçer geçmez ıslık çalmaya, keyifle kızartılacak olan parça etleri hazırlamaya başlamıştı bile. “Ben sizin gibi yeğni yük taşımıyorum ki. Şu göbeğe bakın” dedi iki eliyle kocaman göbeğini avuçlarken. Saykul gülmeye başladı ki bu çok zamandır sevimli arpakçıya verilen ilk tepkiydi nerdeyse. “Bakmak istemesek bile bir şekilde gözümüze girmiyor mu sanıyorsun Umu.” Sonra beraberce gülmeye başladılar.

Akyapera arkadaşlarının keyiflenmesine sevinmişti. Umu’nun her şeye rağmen dayanıklı, Saykul’un ise yer yer tartışmak zorunda kalsalar da iradeli çıktığını düşünüyordu. Sonra Uspan’a baktı. İzcide o huzuru göremedi. Umu ve Saykul şişmanlık ve yemek üzerine şakalar yapmaya devam ederken izci tüm dikkatini ormana vermişti. Üstelik pür dikkat bir şekilde.

“Bir şey mi var?” Uspan, alayelinin sorusunu cevaplarken gözlerini ormandan ayırmamaya dikkat etmişti. “Yanılmıyorsam bir ‘şey’ bizi takip ediyor”

“Nasıl bir şey?” diye tekrar soru sorma gereği duymuştu yelviçin. Bu sefer sesindeki endişe hissediliyordu. Hatta bu endişeyi Saykul da sezinlemiş, şakalaşmaya ara vermişti. Olayların farkında olmayan Umu ise el şakaları yapmaya başlamış, Akyapera’nın dediklerine odaklanmaya çalışan Saykul’un karnına pat pat vurmaya çalışıyordu. “Yaa… Baksana varlığı ile yokluğu bile belli değil. İkimize de eşit yolluk konması sence de adaletsizce değil mi? Söylesene Uspan. İkimize eşit büyüklükte et koymadın değil mi?”

Uspan Umu’ya tek eliyle sus işareti yaparken durumun ciddiyetinin farkındaydı. Akyapera’nın “Tehlike var mı?” sorusuna kısa bir sessizlikle yanıt verdi. Tatmin olmayacağını bildiği için de ekledi. “Karşı karşıya olduğumuz şey ya da şeylerin niyetine göre değişir bu.” O sırada bir ses daha duydu. O şeyler ki artık birden fazla olduklarını anlamıştı, bu sefer biraz daha hareketlenmiş, en azından kendilerinden daha hızlı hareket ediyorlardı.

“Ne oluyor” diye sordu Umu. Uspan bu sefer daha şiddetli bir el hareketi ile susmasını işaret etti. Tam o anda orman içlerinden gelen hışırtı seslerini Akyapera ve Saykul da duydular. İçinde bulunulan duruma en uzak kalan Umu’ydu ve “Biri mi geliyor?” diye sormadan alamadı kendini. Bu sefer üçü birden sus işareti yaptılar ona. Evet, sonunda o da ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Sessizce “Ben anlamam. Gelen benim payımdan bir şey alamaz. Hiç kimseye tek bir kırıntı bile vermem.” diye fısıldamadan edemedi. O derece açım diye düşünüyordu.

İşte tam da böylesi duygular içindeyken, kesinlikle onlardan çok uzak olmayan bir yerden hırlamayla, çığlıklarla ve kükremeyle karışık bir ses işitti Umu. O noktada aklının yine yemekte olmasını yadırgatıcı bulanlar, Umu’nun bu sefer kendini yemeği yiyen kişi olarak değil de bizzat yemeğin kendisi olarak düşündüğünü bilselerdi bu derece katı bakmazlardı olaya. Üzerlerine gelen hırıltıların kendilerini yemek dahil her türlü kötülüğü yapabilecek şeyler olduğunu düşünmek, yanan ateş etrafında Umu’yla omuz omuza olan diğer üç kişinin de o an için düşünebildiği en olumlu düşünceydi aslında.


Sanı: Tahmin.
Yüzüsıcak: Sempatik.
Söğürme: Ateşte yağsız olarak kızartılan.
Çakır: Bir tür şarap
Sart: Kimetlerle birlikte Binbulak'a (Özellikle doğusuna) yerleşmiş yerli halk.
Yelviçin: Bir tür büyücü, sihirbaz.
Kişin: "Alkan", "kişi" de denilen insan ırkı.
Akkanat: Barayların yeryüzünü düzenlenmeleri için görevlendirdiği ışıktan var edilen güzel yarattıklar.
Örengen: Akkanatlara yardım eden, yeryüzünü ince işlerle dokuyan kutsal yaratıklar.
Örümger: Kötülüğe karşı durmaktan kaçınan ve bu nedenle cezalandırılan Örengenler.
Yerez: Yeryüzü. Dünya.
Tan demeden: Sabahın ilk ışıkları doğmadan
kişioğlu uçamaz kuşlar gibi, ağır sanırlar...
oysa hangi kuş kanadı düşlerimle yarışır.

Çevrimdışı BoZCiN

  • *
  • 43
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ormanda Kıyım
« Yanıtla #5 : 30 Ağustos 2008, 16:42:19 »
Ormanda Kıyım

“Burada ölmek istemiyorum” diye düşünüyordu… “Soluk alabiliyorum. Her soluğum, soluk başına düşen onlarca lanet okumaya karşın, doya doya alınmaya değer. Yaşamım hayal kırıklıklarıyla dolu olmasına rağmen, onu sürdüremeyecek olmayı asla düşünmedim. Gözüm yaşama karşı daima açık oldu. Yaşamım boyunca canım bu yüzden hep yandı. Canımın yanması kötü değil... Acıyı hissedebilmek hiç kötü değil... Canım yanıp acıyı da hissettiğimde belki kaçıyor, belki lanetler ediyor, belki de ağlıyorum… Ama şunu kesinlikle biliyorum: Ben yaşıyorum!”

Kılıcını kaldırmış, hırıldayarak ve ağzından köpükler saçarak üzerine gelen vahşi vulanın kafasını uçurmak için zaman kolluyordu… Ki o vulanlar Yavmar’ın köpekleriydiler… Bir adam boyu, çirkin suratlı, kan ve taze et tutkunu düşkünezenler. Korkuyordu… Ama onlardan değil… Korkuyordu… Adım adım yaklaşan çarpışmadan sonra soluk alamamaktan… Sonrasında hiç acı duyamamaktan… Ağlayamamaktan… Kaçamamaktan… Böyle olmasını istemiyordu… O… bugün… burada… Kesinlikle ölmek istemiyordu.

Saykul iki eliyle kavradığı kılıç kabzasını aşağı indirdiğinde, duyacağı acı dolu iniltiye, üzerine saçılacak sıcak kana ve ortaya yayılacak pis kokuya hazırdı. Öyle de oldu. İlk vulanı ölüme yolladığında içinde yine o yaşama tutunma gücünü, bitmez tükenmez korkuyu hissetti. Sonra etrafa göz gezdirdiğinde, sayıları onu bulan, ağızları tükürük saçan, gözleri öfkeyle dolu yozanları, birbirinden azılı iki vulan köpeğiyle beraber orman içlerinden çıkıp aşağıya doğru, tam üzerlerine geldiklerini fark etti. Güney sularında korsanlık yaparken ne denli vahşi olabildiklerini bildiği yozanların, kuzey topraklarında, böylesi bir ormanlık alanda nasıl olur da birdenbire karşılarına çıkabildiklerine anlam veremedi.

Ama Saykul böylesi bir durumun anlamlı açılımlarını düşünecek durumda değildi. Tek bir vuruşta etkisiz hale getirdiği vulanın ardından başka başka saldırıların da geleceğini biliyordu. Boyu kendisinden bir baş küçük olan ama biraz önce ölen vulandan asla daha az vahşi gözükmeyen eli balyozlu yozan bu düşmanlarından biriydi. Üzerine doğru savrulan balyozu kılıcıyla kolayca defetmeyi bilen Saykul kazandığı bu özgüvenle kılıcını, üzerine gelmekte olan yozanın gövdesine sokmayı başardı. Kulağında patlayan çığlığa aldırmadan kılıcı önce aşağı, sonra sola doğru çekiştirip, yozanın çığlıklarını hafif iniltilere dönüştürdü, sonra büsbütün kesilmesini sağladı.

Hızla üzerine doğru gelmekte olan ikinci bir yozanı fark etmesi gecikmedi Saykul’un. Ölmüş ama hala kılıcının ucunda asılı olan ve bu haliyle koluna yüklenip kendini yormaya devam eden cesetten kurtulamadığından olsa gerek, adım adım yaklaşan yeni düşmanı daha bir büyük göründü gözüne genç adamın. Ölü yozanı iteledi… Olmadı. Kılıcını çekmeye çalıştı ama bunu da başaramadı. Sapsarı köpükler saçan ağzını açmış üzerine çullanmakta olan iğrenç yozanı son kez gördüğünde karar vermişti Saykul. Kılıcını bıraktı ve çıplak elleriyle hasmının gırtlağına sarıldı. Sonrasında Saykul ve canına lanetler okuduğu yozan öfkeden kudurmuş iki hayvan gibi dövüşmeye başladılar.

---0---

Umu için bu beklenilen bir olayın, beklediğinden erken gerçekleşmesinden öte bir durum değildi. Kendisini, kaybedecek çok şeyleri olan biri olarak görmüyordu. Öleceğine inandığı bu anlarda diğerlerinden çok korktuğunu da sanmıyordu. İçinde bulundukları durumu ise sadece “çok çirkin” diye değerlendirebildi.

Ölümün güzel bir yüzü olduğuna inanmayan çok kişinin aksine o öylesi bir ölümü görmüştü daha önce… Çok sevgili eşini kaybettiği günün hiç durmamacasına ağladığı uzun gecesinden sonra, güzel Denle hiç olmadığı kadar ışık dolu görünmüştü gözüne. O görüntü Umu’yu, karısını asla bırakamayacağına, onsuz geçecek tek bir günün dahi olamayacağına inandırmıştı. Bu inancını gerçekleştirmesine Saykul ve arkadaşları engel olmuş, içtiği moltan zehiri çok geçmeden tüm bedenini sarsa da Kardeşler duruma müdahale etmeyi bilmişler, yoldaşlarını yaşama döndürmüşlerdi. Umu’nun gözünde ise bu dönüş, eşiyle başlayacağı yolculuğa çıkamadan tek başına geri dönmekten başka bir şey değildi.

Öne atılmak ya da geri çekilmek yerine olduğu yerde durup olacakları beklemeyi tercih etmesi de bu yüzdendi. Tek başına olsaydı bundan çok daha çılgınca şeyler yapacağına inanıyordu. Eğer yanında Akyapera olmasaydı… Uspan olmasaydı… Saykul olmasaydı. Saykul ya, evet. Tam bu noktada geri dönüşlerinden birini daha yaşadı Umu. Denle’nin ışığı gözlerinin önündeki perdeyi kaldırdı. Olanları en ince ayrıntısına kadar görmeyi becerdi yine.

Umu, Saykul ve Akyapera’nın arkasında kaldığından olsa gerek uzun süre boğuşmak zorunda kalmamıştı. Uspan’ın yolculuğa çıkmadan önce verdiği iki uzun kamayı belinden çıkardı ve ölümle kucaklaşacağı anı beklemeye başladı. Akyapera’nın sersemletip savuşturduğu iki yozanı hemen yanı başında bulması gecikmedi. Yozanların ayağa kalkmamasını diledi. İlk kıpırtılarında aynı dileğini tekrarladı aytar. Asla olmayacak sandığınız dileğinizin ezkaza gerçekleştiğini sandığınızda, içinizde kıpırdanan titreyen harika heyecanın; dileğinizin gerçekleşmediğinin ayırdına vardığınızda dönüştüğü tarif edilmez burukluğun onlarca kat fazlasını işte tam o anda yaşadı Umu. Yozanlar önce kıpırdadılar, sonra ayaklanmaya başladılar. Çok geçmeden biraz şaşkınca da olsa Umu’yu fark ettiler ve üzerine yürüdüler.

Umu da yakın dostu gibi o dakikalarda öğrendiği tek bir büyüyü dahi anımsayamadı. O da Saykul gibi aklını yoklayıp hatırlayabileceği büyülerine sarılmak yerine, ellerini yoklayıp kavrayabileceği kamalarıyla öndeki yozanın üstüne atılmayı tercih etti. Keskin kamasını doğrudan hedef aldığı gırtlağı isabet ettirdiğinde, o bile bu kadar kötü kokulu bir akıntının fışkıracağını düşünememişti. Gözüne sıçrayan kapkara akıntı, ki Umu hala bunun yaratığın kanı olup olmadığından o an için emin değildi, büyücünün görmesini engelliyor, kendini ölüme ve öldürmeye hazırlamış bu adamın en azından arkadaşları için de olsa elinden geleni yapmasına engel oluyordu.

---0---

Birileri, vahşi yozanların saldırdığı ilk anı görmüş olsa, şaşkınlıkla kalakalan dört ‘kurban’ın hayatta kalabileceğine ihtimal vermezdi kuşkusuz. O birileri bu kanıya vulanların korkunç kükremelerine ve yozanların vahşi görüntülerine bakarak varırlardı büyük ihtimalle. Ama aynı birileri, Uspan’ın savaş çığlıkları atarak öne atılıp üzerine gelen vulanları adeta göğüslemesi ile böylesi bir karara çok erken vardıklarını da anlayabilirlerdi. Hele Uspan’ın aldığı darbeler nedeniyle başının dönmesi ve midesinin bulanmasına aldırmadan uzun kılıcı ile yanına yaklaşan iki vulanı, yere düşen uzuvları ile kaç tane olduklarını anlaşılmayacak şekilde parçalara ayırmasını görünce fazlasıyla haksızlık yaptıklarını iyice anlarlardı. Uspan bununla kalmayıp iki vulanın hemen arkasından adeta sürüklenerek gelen çirkin yozanın kafasını tek bir kılıç hareketi ile bedeninden ayırmış bu görüntüyü görünce afallayan diğer yozanı da adeta bakışlarıyla durdurmuştu.

Gözleri ile algıladıkları ile görünüşteki vahşiliğini yitirip kararsızlaşıp şaşkınlaşan yozanın aksine Uspan, döktüğü kanların da kışkırtmasıyla geçmişine dönüyor, savaş alanlarında gördüğü ölümleri ve kıyımları hatırlayarak öfkeleniyor, kızıyor, intikam hırsına kapılıyordu. İçi bu duygularla öylesine dolmaya başlıyordu ki, öldürdükleri için yüreğinde yazıklanacak küçücük bir boşluk bile kalmıyordu.

Eli çok çabuktu izcinin. Şaşkınlığı af etmiyor, kıyımı sürdürüyor, havada kavisli kandamlacıkları saçan yozan uzuvlarını uçurmaya devam ediyordu. Ama böylesi zamanlarda yapılmaması gerekeni yapıyor, çok önemli bir noktayı gözden kaçırıyordu Uspan. Her şeye rağmen bilmesi gereken şey izcinin bir izci, savaşçının da bir savaşçı olduğuydu. Olağandışı bu saldırıdan ya da yanlarına bir savaşçı alma uyarılarının dikkate alınmamasına duyulan zamansız öfkeden olsa gerek Uspan, adım adım geri çekilmek yerine önünde artan yabani savaşçılara aldırmadan yerde kıvranan bedenleri de ayakları altında ezerek hiç sendelemeden ilerliyordu.

Vahşi bakışlar, Uspan’ın gözü karalığı ile şaşkınlığa düşmüşlerdi belki ama bu şaşkınlığın beraberinde getirdiği korku ister istemez yaşama pahasına saldırmaya da yöneltiyordu onları. Yaşam derdine düşenlerin ise yapamayacağı yoktu. Uspan’ın uzun kılıcı ile biçilmeyi her şeye rağmen red eden bir yozan sonunda bekleneni yaptı. Önce Uspan’ın keskin kamasını yedi omzuna. Sendeledi ama aldırmadı. Gürzlü elinin dirseğinden kesilmesiyle kısa bir şaşkınlık geçirdiyse de durmadı.  O çirkin suratıyla öne doğru atıldı ve keskin dişleri ile Uspan’un boynuna bir ölüm ısırığı sapladı. Buna karşın Uspan’ın çığlığını bekleyenler ise bir kez daha yanılacaklardı.

---0---

Yozanların bir insan boyu, çarpık çurpuk biçimsiz bedenlerini gördüğünde, vulanların uluyarak ve salya saçarak koşuşturmaları alayelini hiç korkutmamışa benziyordu. Böylesi saldırılarda Akyapera işe iyi bir savaş tasarısı çıkarmakla başlardı. İçinde ardı sıra çalışacak olan bir dizi hareket bulunan bir tür düzenek sayılabilirdi bu.

Alayelin, Kalkan büyüsü ile saldırganlarla aralarına bir engel koydu önce. Böylece gözün görmeyeceği alaca karanlıkta hızla ilerleyen yozan okları, görünmez kalkana çarparak parçalanıp orman zeminine düştüler. Orman içlerinden gelen ve kendilerini hedef alan okları ne Umu ne Saykul ne de daha sonra ayağı ile onları ezecek olan Uspan fark etmişti. Akyapera kalkanı kaldırıp dikkatini yine okçulara vermişti. Bu sefer onların ayaklarının altındaki kayalara yoğunlaştı, Umu ve Saykul duysalardı bile asla ne olduğunu tahmin edemeyecekleri büyü mırıltısı ile kayalar yerlerinden oynadı ve iki okçu yarım ağaç boyu yükseklikten kayalarla çarpışa çarpışa yuvarlanarak sonunda kafalarının üstü düştüler.

Bir büyücü gücünü kullanırken en verimli şekilde kullanmayı amaç edinmelidir. Hele söz konusu olan bir gösteri değil de ölüm kalım meselesi ise bunu çok daha önemsemelidir. Akyapera bu yüzden üzerine gelmekte olan iki yozanı etkisiz hale getirirken güçlü bir büyü yerine şaşırtma oyunlarına başvurdu. İki elinin işaret parmağı ile yozanları bakışları ile algıladıklarını birbirine karıştırdı. Güzel büyücünün üzerine koşarken bir kendi gördükleri bir de diğerinin gördükleri arasında gidip gelen yozanlar, bulundukları yerle gitmekte oldukları yerleri karıştırıp Akyapera’ya ulaşamadan birbirleriyle çarpıştılar ve kendilerini yerde yuvarlanır halde buldular. Alayeline ise onları ufak bir el hareketi arkada beklemekte olan Umu’nun önüne atmak kalmıştı.

Akyapera’yı güçlü yapan özelliklerin en önemlilerinden biri; işlerini hangi önem sırasına göre yapacağını çok iyi bilmesiydi. İki yozanı önünden çeken büyücü biraz önce kafa üstü düşen okçu yozanlardan birinin boynunun kırılıp etkisiz hale geldiğini görmüştü fakat diğeri ufak bir sersemlik yaşadıktan sonra saldırısına devam etmek amacındaydı. Akyapera onun doğrulmasına fırsat vermeden öldürmek gerektiğini biliyordu. Bunun için büyü gücünü kullanmak yerine pelerinin altından çıkardığı ince kılıcına başvurdu. Akyapera koşmaktan çok sakince yürüyor gibi görünse de bir yelin olduğunu hatırlatırcasına hızla ulaştı okçu yozanın yanına. İnce ve keskin kılıcı o denli hızlı bir şekilde işini bitirmişti ki, orada son nefeslerini veren yozanlar arasında ne olduğunu anlayamadan karanlığa gömülen belki de tek yozan olmuştu Akyapera’nın kurbanı.

Geriye döndüğünde Saykul ile bir yozanın gırtlak gırtlağa boğuştuğunu gördü Akyapera. Yanlarına vardığında Saykul büsbütün nefessiz kalmış buna rağmen bir elinin parmaklarını yozanın boynuna, diğer elinin parmaklarını yaratığın çirkin suratındaki iğrenç göz ve burun deliklerine sokmuş adeta hasmını elleriyle parçalamaya uğraşıyordu.

Alayelin, keskin kılıcını yaratığın gövdesinin yanından sokup diğer yanından çıkarmasıyla gelen ölümün bu defa çok huzurlu bir şekilde gelmediğini, yozanın attığı ve her nasılsa Saykul’un yaratığın boynunu tutmaktan iyice güçsüz düşen parmakları arasında sıyrılıp çıkan acı çığlığından anlamıştı. Saykul boynunda gevşeyen iğrenç parmakları hissettiğinde başarmak üzere olduğunu anlamıştı. Yaşıyordu yine… Bu kez de ölmemişti… Dua etmeyi düşündü… Vazgeçti… Kesik kesik öksürükleri arasında lanetlerini sıralamayı tercih etti.

Saykul’un öksürüklerini dinlerken, ceset parçaları ile kaplanmaya başlayan ormanlık alanı gözden geçirdi Akyapera. Umu’nun bir yozanı boynundan ölümcül şekilde yaraladığını fark etti. Öne doğru uzattığı iki kamayı gören diğer yozan ise henüz şaşkınlığını tam olarak üzerinden atamamış olsa da kolayca ölmeye niyetli değildi ve Umu’nu etrafından dolaşıp arkasından saldırmayı tasarlıyordu. Çok kısa bir süre bu sahneyi izledikten sonra yapacağı hareketi belirlemişti büyücü. Yüzü ve gözleri simsiyah kan ile kaplı Umu’nun sırtını kendine doğru döndüğünü gören yozan elindeki keskin bıçağı şişman adama sokmak için hızla öne doğru atıldığında Akyapera Umu’yu ters yöne döndürecek büyüyü yapmıştı bile. Büyü ile bir insanın asla dönemeyeceği kadar hızlı dönen insan bedeni, iki ellinde taşıdığı uzun kamalar ile yozan’ın acı sonunu da hazırlamıştı. Neye uğradığını anlamayan yozan, ondan çok ta farklı düşünmeyen Umu’ya şaşkınca bakar halde yere yığıldı. Elleri boşalan Umu, gözündeki kanları silmeye çalışırken olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu.

Saykul kesik kesik öksürmeye ve çevresini bulanık bir şekilde görmeye devam ederken, Umu gözlerini kısmen yakan kara kandan hala kurtulamamıştı. Bu yüzden o zaman diliminde meydana gelmiş korkunç görüntüyü sadece Akyapera görebilmişti.

Uspan’ın boynuna dişlerini geçirmiş tek kolu kopuk yozan yere düşmüş izcinin üzerinde tepindikçe tepiniyor, parçalanan boyundan akan kanı yalamaya, kopan et parçalarını da yutmaya çalışıyordu. Akyapera’nın onların yanında bittiğini görecek olan herkes, Uspan için çok geç kalındığını, bunu hiddetiyle büyücünün kalan son yozanı gazapların en büyüğüyle cezalandıracağını düşünebilirdi. Birileri görebilseydi eğer, büyücünün yozana ölümlerin en zorunu ve en acısını tattırırken öte yandan boynundan akan oluk oluk kanla yaşam savaşını bitirmek üzere olan Uspan ile nasıl vedalaşacağı üzerine; yine her konuyu en ince ayrıntısına kadar tasarlayan büyücünün bunlardan hangisine öncelik vereceği üzerine tahminler de yürütebilirdi.

Ama bu noktadan sonra tüm olacakları; can çekişen Uspan, kalan son yozan ve büyücü alayelin Akyapera’dan başkası görmeyecek, bilmeyecekti.

---0---

Akyapera’nın tek sözü ile Uspan’ı dişlemeyi bırakan yozan, telkin büyüsüne hiçbir direnç göstermeden izcinin üzerinden kalkıp, sırt üstü sert bir şekilde yanına düştü. Düşerken kalın kafasını sertçe yere çarpmıştı. Yozan o haldeyken büyücüyle göz göze geldi. Kadın ona baktıktan sonra güzel gözlerini hemen yanında yatmakta olan insana çevirdi.

Adam hırıltılar çıkarıyordu. Ölüyordu. Kadın ise ölmekte olan adamın yanına, yozan ile arasına çömeldi. Ve insan son kez hırıldadı.

“Uspan” diye seslendi güzel kadın. Tekrarladı… “Sen… Uspan!”

Sonra yozana döndü bir daha. Kadının bakışlarında öfke yoktu. Nefret yoktu. Yozanı parçalama, lanetleme isteği hiç yoktu. Aksine fazlasıyla huzur ve sevgi doluydu bakışlar. Yozan kendisine bu şekilde bakan hiç kimseyi hazırlamıyordu. Sadece artık nerdeyse unutmaya başladığı bir kişi dışında.

“Sen..?” diye soran gözlere baktı yozana. “Sen..?”

‘Ben’ diye düşünde hala kıpırdayamayan yozan. Yozanların ismi olurdu ama pek kullanılmazdı. Kullanılmasına gerek duyulmazdı. Yattığı yerde bunu düşündü Yozan. Alayelinin sıcak elini göğsü üzerine hissetmeye başladığında o ana dek tümüyle unuttuğu anlara döndü.

Çok kimsenin bilmediği, yalnızca köle tüccarlarının ve Yozanavcılarının rağbet gösterdiği, lanetlenmiş, bu lanetiyle baş başa bırakılmış vahşi yerler olarak bilinirdi Yadrek Toprakları. Yeryüzünün ışıklı kutsal alanlarından çok uzakta, Gendeniz sularının ortasında bir yerde adeta yalnız başına bulunurdu Körmös’un kanıyla yıkanmış bu lanetli topraklar. Üzerinde çok az kişin, onlardan belki biraz daha fazla güren, beçin ya da keleren görebilirdiniz orada. Yelinlerin ayak basmadığı bu uğursuz yerler ise tam anlamıyla yozan kaynardı..

---0---

İşte böylesi yabanıl bir ortamda doğmuştu Graxar. Hamileliğinin son aylarında kendi topluluklarından uzaklaşan diğer dişi yozanlar gibi Graxar’ın annesi de tek başına Çamura Bataklıkları’nda saklanmıştı. Birçok şansız hamile yozanın aksine taze ete düşkün ve bu uğurda yamyamlıktan kaçınmayan türdeşlerinden kaçmayı başarmıştı da üstelik. Aç kaldığı için güç kaybeden, dişi yozanların bebeklerine göz diken cılız erkek ve dişileri hiç acımadan öldürmüştü anne yozan. Ve onların etiyle beslemişti karnındaki yavrusunu.

Yaşamları boyunca şiddetle iç içe olan yozanlar yaşama da böylesi bir şiddetle giriş yaparlardı. Yozan bebekleri çok şansız değillerse ayakta doğum yapan anneleri kendilerini yumuşak bir zemin üzerinde doğururlardı. Sert bir zemine düşüp iyileşmez yaralar almayan ya da çok sulak bir alanda doğar doğmaz yitip gitmeyen yozanların yaşama girişleri şanslı birer merhaba olarak kabul edilebilirdi. Graxar en azından bu derece şanslı olanlardandı.

Annesi onu doğurmuş, kendini savunmayı öğrenene ya da en azından tehlike anında annesine seslenebileceği yaşa gelene kadar da yanında tutmayı başarmıştı. Güçlü anne çocuğunun aklının erdiği ilk dönemlerde ise ona Graxar diye seslenmişti. Pek çok dişi yozan, ya içinde bulunduğu sert ortamın yarattığı dengesizlikler nedeniyle yavrusunu kendi yer ya da yeterince güçlü olmadığı için bir başka aç yozana kaptırırdı. Yozanların bulunmadığı ya da çok az bulunduğu alanlar da ise zaten doğal yozan düşmanları olduğu için ne annenin ne de yavrunun yaşama şansı olurdu.

Graxar tüm bu olumsuzlukları, güçlü bir anneye sahip olduğundan aşmayı başarmış, çocukluk dönemini annesinin içine sokmayı başardığı kabile arasında geçirmişti. Bu kabilede annesi sayesinde daima iyi bir durumda kalmayı bilen Graxar, yokluk zamanı yetişkin yozanların çıktığı beçin avları sonrası onun getirdiği harika beçin etiyle beslenip yaşıtlarına göre daha erken gelişmişti.

Bu özel durum annesinin diğer yetişkinlerle çıktığı son ava kadar da sürmüştü. Kıtlığın fazlasıyla arttığı ve yamyamlığın kendi kabilelerinin günlük hayatına dahi sıçradığı o zor günlerde iyice güçten düşen annesi diğer yetişkin yozanlarla birlikte bilindik avlarından birine çıkmıştı. Ama annesi çıkılan bu son avdan geri dönmemişti.

Olağan avlanma süresini oldukça aşan bu son avda ters giden bir şeyler olduğunu sezinlemişti Graxar. Sonra av sürüsü giden kalabalığın sadece yarısı kadar sayıda yozanla dönünce sebebini anlamıştı. İçinde annesini göremediği bu kalabalığın getirdiği etlerin içinde parçalanmış beçin etleri kadar yozan uzuvlarını da gören Graxar hemen onların üzerine atlamıştı. Diğer yozanların itelemelerine, ısırmalarına, tırmalamalarına aldırmadan aramıştı onu. Kendisini doğuranı, besleyeni, büyüteni, koruyanı…

Tüm bu umutsuzluğun sonunda et yığını içinde tanıdık bir kol buluvermişti. Diğer yozan kollarından pek farklı görünmese de Graxar, ‘bu onunki’ diye düşünmüş, hatırı sayılır büyüklükte bir beçin bacağıyla birlikte ‘onun’ konulunu da alarak, gelen taze etin bayramını yapan çıldırmış yozan kalabalığı arasından sıyrılıp uzaklaşmıştı.

Ağlamayı bilmezdi yozanlar. Graxar da ağlamamış, ilk iş olarak uzun süredir doğru dürüst bir şey girmeyen midesini taze beçin etiyle doyurmuştu. Sonra yozan koluna bakınmış, uzun süre soğuk el parçasıyla el ele tutuşmuştu. Günlerce kabilesinden uzak kalmayı da bilmişti. Sonra onu merak eden yaşıtlarının kışkırtmaları ile ister istemez aralarına dönmek zorunda kalmıştı. Kokuşmaya başlayan kolu kapan irice yeniyetme yozanı kovalamış, yakalamış ve boğuşmaya da başlamıştı. Birbirine giren genç yozanları ayırmaya gelen yetişkinler fark ettikleri kolun peşine düşmüşler fakat onu tekrar ele geçiren Graxar’ın ellerinden almayı başaramamışlardı. Gençliğin vermiş olduğu kıvraklıkla en yakın ağaca tırmanmayı başaran Graxar, çürümüş et kokusuna daha fazla dayanamamış, boğuşmanın verdiği yorgunluk ve açlıkla yozan kolunu orada tek başına yemişti.

---0---

Gördüğü şiddet olayları Graxar’ın kabile içinde yetişkinliğe adım attığı günlerde de devam etmişti. Pek çok kez yozanavcılarının saldırısına uğramış, aralarından pek çoğu çığlıklar öldüresiye dövülerek kafeslere doldurulmuş, avcılardan birinin zarar gördüğü günlerde pek çok kez keskin kişin aletleriyle doğranıp parçalanmışlardı. Graxar her defasında kurtulmuş, uzaklaşan yozanavcılarını ardından arkada kalan uzuvlar ve et parçaları için türdeşleriyle kapışmıştı.

Günün birinde beklenildiği gibi o avcıların ağına düşmüş, çığlıklar içinde dövülerek, kırbaçlanarak, derileri parçalanarak ta olsa kafeslenip Yadrek’in doğusundaki Yudulan limanında alıkonulmak üzere götürülmüştü.

Kafesler içinde toplu halde oradan oraya yapılan yolculuklar açlık ve susuzlukla mücadele içinde geçiyordu. Zayıflayan ve yara alan ilk yozanın düşmesi ile kısmen açlıklarını giderecek yiyeceklerini de bulmuş oluyorlardı. Birkaç gün önce koklaşıp cesaret buldukları türdeşleri, birkaç gün sonra o yolda onlara güç verecek besinleri olurken kalan son değer yargılarını da yitiriyordu yozanlar.

Graxar’ın, Bataklık çevresinden kabile topraklarına, oradan Yudulan limanına ve sonrasında köle pazarlarına uzanan yaşamı boyunca şiddet ve kan hiç eksik olmadı. Sergilendiği pazarlarda, çalıştırıldığı alanlarda, dövüştürüldüğü eğlence meydanlarında bildiği ve gördüğü şiddeti tekrarladı Graxar. Canının yandığı, yaralandığı günlerde yalanıp yalnız başına iyileşmeye çalıştı. İyi olduğu zamanlarda, acımadı öldürdü ve beslendi yozan. İlk daimi sahibi olan ihtiyar adam ona dua etmeyi öğretti. Öğrenemeyince kırbaçladı, sonra tekrar öğretmeye çalıştı. Tekrarında başardığında ise et ile ödüllendirildi. İşe yaradığını anlayınca dua etmeyi bir daha hiç bırakmadı yozan.

İhtiyarın ömrü uzun olmayacak ve yozan onun elinde uzun süre kalmayacaktı. Peşi sıra gelen sahipler ise ona iğrenir şekilde bakacaklar şiddet uygulamaktan geri kalmayacaklardı. Yad Ellerden gelen sahip Mank’a kadar da bu böyle devam edecekti.

---0---

Graxar’ın çok kırbaç yediği bir gün ettiği uzun dualara yanıt olarak gelmiş olmalıydı Mank. Gece boyu süren yağmurların en şiddetli olduğu anda çiftliğe gelmiş, son sahiple farklı bir ticaret yapmıştı. Gizemli adam önce güzel güzel tartışmış sonra Graxar’ın yaşamında ilk kez duyduğu dua sözleriyle çiftliği birbirine katmıştı. Mank, sahibin elinden yozanları alırken de farklı bir yol izleyecekti. Sahibi, ailesini ve çiftlikte çalışan diğer kişinleri teker teker öldürüp yozanlara ve beraberinde getirdiği vahşi köpeklerine yedirecekti. Çok kişi gördükleri bu manzarayı bir vahşet olarak niteleyecek olsa da Graxar ve diğer yozanlar için bu uzun süreden sonra gelen ve belki de görecekleri tek bayram günü gibiydi.

Mank’ın farklı olduğunu hissetmişti Graxar. Onunla birlikte yola düşmüşler ve yol üstünde küçük bayram günleri düzenlemeye devam etmişlerdi. Her bayram sonrası dualar etmeye devam ediyordu Graxar. Vulan adlı köpeklerden kaçırabildiği etler ile gününü gün ediyor sonrasında duasını mutlaka yapıyordu genç yozan. Her dua sonrası bir başka bayram yaşanıyor ve yozanlar yeni efendileri Mank ile kuzeye doğru yol almaya devam ediyorlardı. Yol uzadıkça bayram yapacak yerler de azalmaya başlamıştı. Fakat hiçbir yozan efendi Mank’a karşı gelemiyor, onun sözünden dışarı çıkamıyordu. Graxar bunu Mank’ın da dua etmesine ve kısmen içlerine yerleştirilen vulan korkusuna bağlıyordu. Bu dualar edildikten sonra yozanlar, yapmak istemedikleri şeyleri yapmak ister hale geliyorlardı. Kim bilir belki de bunu yaptıran vulanların aç gözlerle ve salyalı çenelerle kendilerini izlemeleriydi.

Uzun yolculuklarının sonunda çok sulak ve ağaçlık olan bölgelere gelmişlerdi. Mank’ın baştan beri buraya gelmeyi istediğini hissediyorlardı. Oysa buralar yeterince kan kokmuyordu. Aldıkları tek tük taze et kokusu için çok fazla mücadele etmek zorunda kalmaları da cabasıydı. Elde edilen et ise geniş yozan kalabalığına yetmiyordu. Üstelik önemli bir payı da vulanlar aldıktan sonra geriye yenecek doğru dürüst bir şey kaldığı da söylenemezdi.

Mank onları yeni yiyecek bölgelerine değil, asla karınlarını doyurmayacak alanlara sürüyordu. Yozanlar buna itiraz edecek olduklarında Mank dualarına başlıyor, yozanlar hep birlikte üzüntüye kapılıyorlardı. Karınlarını doyuramıyorlar ve bu dualar sonunda aç karınlarını hissedemeyecek denli acıya boğuluyorlardı. İçlerini sıkıntı basıyor, sonrasında Mank’ın istediği şeyleri aramak için yanıp tutuşuyorlar, sonunda öyle da yapıyorlardı.

Kuzey topraklarına geldiklerinden beri güneş sayısız kez batmış ve doğmuştu. Soğuk toprakları kerhen ısıtan kuzey güneşini hiç sevmemişti Graxar. Yaklaştıkları su kenarlarında ‘Kulak Okşayanlar’ı işitmiş, pek çok yozanı onlara kurban verdikten sonra oraya da yanaşamamaya başlamışlardı. Artan açlıklarını bastırmak için köylere indiklerinde köylülerce kovalanmışlardı. Burada kendilerinden çok aradığı ‘şey’e odaklanan Mank’tan da yardım göremez olmuşlardı.

---0---

Son çare olarak ormana girmişler burada açlıklarını giderecek yalnız bir kişin, bir hayvan bulacaklarını ummuşlar ama yalnızca küçük kuşlar ve sürüngenlerle idare etmek zorunda kalmışlardı. Kararan gecelerde en azından aralarından birilerinin ya da en iyisi vahşi vulanların hastalanmasını ummuşlardı. Çıkardıkları kavgalarda, itişip kakışmalarda yaralanacak birini gözlemişlerdi. Ama olmamıştı. Açlık artık onları olabilinecek en çirkin duruma düşürmek üzereydi.

İki elin parmağı sayıda yozan ve dört vulan ile ormanda yol alamaya devam ederlerken burunlarına dayanılmaz kan kokusu gelmeye başladığında yine hava tümüyle kararmış, göz gözü görmez olmuştu. Böylesi anlarda vulanların burunlarına ve Mank’ın gece de iyi gören gözlerine güveniyorlardı. Ama bu dayanılmaz konu, günlerdir doğru dürüst bir et parçası girmemiş olan mideleri ayaklandırmış ve yozanları gözleri kararmış şekilde kendine çekmeye başlamıştı. Vahşi kalabalık başlarında Mank olmasına rağmen kontrolden çıkmış, deli gibi kokunun geldiği noktaya koşturmaya başlamıştı.

Çok geçmeden kendini karanlık gecede daha bir karanlık görünen mağara önünde dikilir bulan Graxar tüm açlığına rağmen efendisinin sesiyle durabilen yozanlardan oldu. Mağaraya giren birkaç yozan kanlı ete ulaşmanın sevinci ile çığlıklar atmaya başladıklarında Mank son dualarını yapıp içeri giren yozanların ardına takılmıştı. Graxar diğer yozanlar ve Yavmar’ın köpekleriyle dışarıda kalanlar arasında kıpırdayamaz halde duruyordu. Efendi mank’ın dönüp tekrar dua okumasıyla hareketlenebileceğini bildiği için şimdilik hiçbir şekilde kendisini zorlamıyor, karanlık mağaradaki gölgeleri görmeye çalışıyordu.

Öylesi zorunlu bir bekleyişle mağara önünde dikilirken acı acı çığlıklar duymaya başladıklarında ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu Graxar. Ses önce bilmediği bir türde yaratığın ölüm çığlığı gibi gelmişti. Sonra bunu türdeşlerinin heyecanlanma ve dehşet çığlıkları izlemişti. O noktada kulağına tanıdık sesler gelmeye başladı. Bu Mank’ın artık kanıksadıkları dua sesleriydi. Gittikçe artan ve hızlanan sesler sonunda Mank’tan hiç alışmadıkları çığlıkları duymalarıyla son bulduğunda yozanların ve vulanların içlerine hiç olmadığı kadar büyük korkular düştü.

Mank’ın dualarıyla görünmez şekilde bağlanan ayaklar ve eller çözüldüğünde bu dehşet duygusu en uç noktasına ulaştı ve yozanlar çığlıklar atarak orman içlerine doğru kaçışmaya başladılar.

Bu dehşet duygusunu üzerlerinden atamadan orman içlerinde dolaşmaya başlayan başıboş topluluk artık dayanılmaz hale gele açlıkla mücadele etmek için ormanın dışına çıkmaya karar verdiğinde sabah olmuştu bile. Graxar, bir vulan ve birkaç türdeşini ve en önemlisi dualarına inandığı Mank’ı kaybettiği son olaydan sonra açlığına kesin bir çözüm bulamayacağını anlamıştı.

O halde ilerlerken fark ettikleri dört yolcu ve beraberlerindeki dört atlı bu anlamda büyük bir umut olmuştu yozanlara. Kendileri gibi güçten düşmeye başlayan vulanların vakitsiz saldırmalarını zorlukla önleyebildiler yine de. Sonra sessiz bir başladı. Bunu, böylesi büyük açlıklarına rağmen çok iyi yaptıklarını da düşünüyorlardı. Saldırı için karanlığı beklemeliydiler. Yolcuların yalnız olduğundan, arkalarından başkalarının gelmediğinden emin olmalıydılar. Günün sonunda bu konularda hiçbir şüpheleri de kalmamıştı zaten.

---0---

Aç midelerine söz geçirecek iradeleri tümüyle bittiğinde, artık dayanacak güçleri hiçbir şekilde kalmadığında, birlikte karar vermeyi bile beklemeden tümüyle içgüdüsel olarak saldırdı yabanıl topluluk. Graxar da onların arasındaydı. Bu noktaya gelene kadar yaşadığı tüm vahşet yüzüne yansır şekilde ileri doğru atılmış fakat bu adımlamaları bile güç bela yapabilmişti. Annesini ve birlikte yaşadığı yozan kabilesinin beçinleri avladıkları gibi avlanacaklarını ve günlerdir süren açlıklarına son vereceklerini düşünüyordu.

Önden giden türdeşlerinin sıkı kayaya çarptıklarını anladığında durakladı Graxar. Önce işin kolay yolunu bulan, ok atmayı öğrenmiş yozanların alaşağı edildiğini, sonra iyice zayıf düşmüş vulanların paramparça edildiklerini gördü. Ardından yozanlar birer birer kesilmeye, biçilmeye, kılıç ve uzun kamalarla doğranmaya başladılar.

Graxar kaçıp gitmeyi düşünemedi. Tek istediği beslenmek ve bir şekilde huzuru bulmaktı. Dua etmeye çalıştı. Duaları, önünde duran kişinin bir yozanın kafasını uçurmasıyla kesildi. Tekrar başlamayı düşündüğünde peşi sıra iki yozan daha son nefesini verdi. Dua etmek yerine beline sokuşturulan gürze sarılıp bu işe son noktayı koymak istedi Graxar. Bu kararı verdiğinde becerikli kişinin acımasız bir yozan avcısı gibi kalan son türdeşlerini de kestiğini gördü.

Sonunda Graxar öne doğru atılmış fakat atılmasıyla birlikte avcının keskin bıçağının omzuna gömüldüğünü hissetmişti. Dövüş meydanlarında öğrendiği gibi, böylesi bir yara yüzünden geri çekilmenin ölümden başka bir şey olmadığını bildiğinden ileri doğru atılmaya, gürzünü sallamaya devam etmişti. Havaya kalkan uzun kılıç aşağı indiğinde kolunun bedeninden ayrılıp avcının ayakları dibine düştüğünü görmüştü Graxar. O noktada çok kısa bir süreliğine donakalmıştı ve hemen ardında koluna doğru ilerleme ihtiyacı hissetmişti.

O kolu alıp, yerde bulacağı ve yiyebileceği başka bir et parçasıyla birlikte kaçıp saklanmayı istemişti Graxar. Saklanıp huzurla ‘o’nun dönmesini bekleyebilirdi belki de. Öne doğru atıldı. Öldürmekten başka bir şey düşünmeyen iğrenç avcının üstüne atılıp canını kaybetme pahasına kurtarmalıydı o kolu. Dua ederken bir yandan ilerlemeye devam etti. Başarmıştı. Dişlerini ölüm kusan avcının boynuna geçirmiş, koca bir et parçası koparıp, damarlardan fışkıran kanı içme fırsatı yakalamıştı. Avcı ile birlikte yere yuvarlandığında annesinin onu hala kolladığını düşünüyordu. Beslenmesi bittiğinde annesini göreceğinden, orman içinden çıkıp, ona sesleneceğinden emindi artık.

Yumuşak sesler ona seslenip onu avcının üzerinden alırken ve yere bırakırken bunları düşünüyordu Graxar. Annesinin yüzünü görüyordu.

Annesinin, ona baktıktan sonra güzel gözlerini hemen yanında yatmakta olan insana çevirdiğini gördü.

Adam hırıltılar çıkarıyordu. Ölüyordu. Annesi ölmekte olan adamın yanına, yozan ile arasına çömeldi. İnsan son kez hırıldadı.

“Uspan” diye seslendi annesi. Tekrarladı… “Sen… Uspan!”

Sonra Graxar’a, ‘yavrusu’na doğru döndü bir kez daha. Annesinin bakışları huzur ve sevgi doluydu. Yozan kendisine bu şekilde bakan gözleri özlediğini, en büyük açlığının da bu olduğunu anlıyordu artık. Sonunda buluşmuşlardı yine.

“Sen..?” diye soran gözlerle baktı annesi. “Sen..?”

‘Ben’ diye düşünde hala kıpırdayamayan yozan. Annesinin sıcak elini göğsü üzerine hissetmeye başladıktan kısa bir süre sonra cevap verdi.

“Ben… Ben Graxar anne.”

Kötülüğün ve çirkinliğin, değişmez bir durum değil; olaylar, kararlar ve yaşanmışlıklar sonunda gelinen olası noktalardan biri olduğunu bilemeyecek olanlar ne Graxar’ın kendisini, ne annesini, ne de bitmeyen açlığını anlayabileceklerdi. Birçok olayın, o olayı gören gözlerin bulunduğu yerlerden çok ama çok daha başka şekillerde görünebileceğini ise asla bilemeyeceklerdi.

Akyapera bir elini yozanın üzerindeyken mırıldanmaya başladı. “Graxar!”… Sonra tekrar izciye döndü elini oluk oluk kanın aktığı boynunun üzerine koydu. “Uspan!” O ana kadar sakladığı tüm gücünü böylesi bir an için hazırda bulundurmayı tasarlamıştı büyücü. Tereddüt etmeden tüm gücünü kullanmaya başladı.

“Bir yaşamdan diğerine; daha diriden ölüp dünya değiştirene; sen Graxar’ın yaşam erki, sen Uspan erine; köprünüz Akyapera… Ve ışıktan aldığı izinle”

Graxar, göğsündeki elin gitgide ısındığını, sonra da tüm acılarını aldığını mutluluk içinde hissetti. O anda ona öğretilen en güzel duayı okudu. Duasını bitirene kadar kolundaki acı, midesinde açlık, kafasındaki karışıklık ve en sonunda yüreğindeki yorgunluk sona erdi. Yaşamının son anında, yıllardır geçiremediği açlığını, sonsuzluğun gölgesi ya da ışığı altında o’na ulaşarak geçirdiğini düşündü ve öyle bildi yozan.

---0---

Uyandığında Akyapera’nın gözlerini üzerinde dikilmiş halde bulan Uspan ne o bakışlardaki sıcaklığa ne de bedeninin tümüyle kan içinde olmasına anlam verebildi. Boynundan ısırıldığını anımsıyordu. Oysa şimdi ne bir acı hissediyordu, ne de kanayan bir yarası vardı görünürde.

Ayağa kalktığında Umu ve Saykul’un da yavaş yavaş yanlarına geldiğini gördü. Dörtlü kısa bir süre birbirlerine baktılar. Çok kısa bir zaman diliminde koca bir yozan topluluğunu yok ederken bir kayıp vermediklerine sevinmiş, öte yandan bu olayı kolayca, yara almadan atladıklarına inanamamışlardı. Üstlerini başlarını kabaca temizlediler sonra.

Ciddi ciddi ağız yoklamalarının ve güvenlik denetiminin ardından Umu yerdeki leş yığınına bakmış yüzünü buruşturarak arkadaşlarına dönmüştü.

“Artık burada geceleyebileceğimizi sanmıyorum. Bence biraz daha yol almalıyız”

“Sen ha!” diye araya girdi Uspan. “Yerler gökler adına! Bitik Kovaz ‘daha yol yapalım’ diyor. Böyle bir durumda izciye durmak yaraşmaz. Bence de ilerleyelim. Ama atlar kaçıştılar. Hele bir el ver de getirelim şu binekleri.”

“Hadi koşup yakalayalım o zaman. Bak iki yana dağılmışlar, şurada ve şuradalar…”

“Sen koş de, ben uçarım beyim. Hangi taraftakileri yakalayacaksın sen?”

Umu kısa bir süre düşündü. “Yiyecekler hangi binekteydi?” Gülüştüler.

“Be taş yiyesice. Bu kadar leş arasında hala yemek düşünebiliyorsun ya. Şuna bakın, ya arı baray!” dedi sonra koşturmaya başladılar.

Çok geçmeden atları yakalayacaklar, vakit kaybetmeden ikinci bir dinlence bölgesi aramaya başlayacaklardı. Sonra o geceyi nöbetleşerek rahat bir şekilde başka da hiç kötü bir olay olmadan geçireceklerdi.

Tüm bu rahatlamanın ardından, Saykul gecenin bir yarısında nöbeti Akyapera’dan devralırken ister istemez alayelinin yüzündeki kuşkuyu fark edecekti. Alayelin nöbet ateşinden biraz uzaklaşıp döşeğine doğru giderken bunu sebebini sormadan duramayacaktı Saykul.

“Bütün yozanları öldürdük hanımım. Hem iğrenç yaratıkları hem de vahşi köpeklerini. Ama seni rahatlamış görmüyorum. Hala içinde bir kuşku mu var?”

Akyapera döşeğine uzanmış yorgun bir şekilde Saykul’a bakıyordu.

“Bütün yozanları öldürdük belki. Ama burada ne işleri olduğunu anlayamadık Saykul.” Sonra hafifçe doğrulup yanı başındaki deri mataradan biraz su içti. Tekrar uzanırken sözlerine devam etti.

“Yozanlar bu topraklara yalnız başlarına gelemezler. Hele buraya kadar gelip bir arada avlanamazlar. Bunların bir başı olmalıydı… Bu birlikteliği sağlayan kara büyü izlerini gördüm her yerde. Ama kaynağından tek bir eser yoktu ortalıkta. Bu yozanlar sıradan Yadrek kaçkını bir sürü olamazlar. Belli ki bu işte Yad Ellerin parmağı var.” Saykul’un gece boyunca huzurunu kaçıracak açıklamaları devam etti alayelinin.

“Eğer bu sürü sandığım gibi Yad Ellerce güdülmüş ise, ortalıkta bir çobanın da olması lazım. Çok zamandır bir Mank ya da Zallak ile karşılaşmadımben.”

‘Mank ya da zallak mı?’ diye düşündü Saykul. Eğitimde öğrendiği ama asla karşılaşmadığı kara güçlerin bu derece yakınında olabileceğini aklının ucundan dahi geçirmemişti.

“Bu gece iyi dinlenelim Saykul. Çok yakında kara büyünün savaşçılarıyla tanışacağız sanırım. Bu gerçekleştiğinde hazırlıklı, dinlenmiş ve gücümüzü yeterince toplamış olmalıyız.” Akyapera’nın sesi her şeye rağmen oldukça sakindi. Böylesi beter açıklamalara sadece “Öyle” diyerek cevap verebildi Saykul. Sonrasında, sabahın ilk ışıklarına kadar bu derece kötü bir buluşmanın çeşit çeşit biçimlerini düşledi durdu aklınca. Nöbet sırasını Umu’ya devredip uyumak için yattığında Akyapera’nın söylediklerini düşünmeye devam etti. Çok sonra uyumayı başarsa da rahatsız düşler gördü genç adam.
= = = =
Sözlükçe
Yozan: Yerez’de dökülen ilk kan olan Körmös’ün kanıyla Gendeniz’in ortasında çağlayıp oluşan Yadrek Topraklarında biten kötücül varlıklar.

Körmös: Karman anlamlanırken ortada olan ilk kutsallardan biri. Erlik ve Abası’nın değişmeden önceki adları.

Yozanavcısı: Özellikle Yadrek Topraklarında yozan, güren, beçin ya da keleren avlayarak geçimini sağlayan kişinler.

Beçin: Maymunsu primatlar. Kişinler ve Kobatlar gibi toprak kökenlidirler. Yerez’in başka yerlerinde irili ufaklı uygarlıklar kurmuşlardır.

Keleren: Evrenler ve Yanarkanlar gibi ateş soyundan gelen ve Barayların yeryüzündeki ilk soylu ırklardan biri olarak yarattıkları varlıklar.

Yadrek Toprakları: Üzerinde gelişmiş uygarlık izine rastlanmayan, vahşetin kol gezdiği topraklar.

Gendeniz: Yerez’in önemli bölümünü kaplayan çok büyük sular.

Kulak Okşayanlar: Denizsoyuna dahil olan deniz canlıların bir diğer adı.

* Graxar: Bu özel isimdeki “x” harfi “ks” olarak değil, gırtlaksıl “h” harfi olarak okunuyor.

Zallak: Kötülüğün hizmetinde çalışan kara güçler.

Mank: Zallak gibi kötülük için çalışan, bunun için eğitilmiş konutanlar.
kişioğlu uçamaz kuşlar gibi, ağır sanırlar...
oysa hangi kuş kanadı düşlerimle yarışır.