Kayıt Ol

Yaratma Sancıları

Çevrimdışı

  • ***
  • 581
  • Rom: 47
  • Hayvan Yemeyelim!
    • Profili Görüntüle
    • http://bulentozgun.blogspot.com/
Yaratma Sancıları
« : 18 Eylül 2013, 18:08:43 »


1. Gün 1. Sayfa

O melun yaratıkların yedi iklim dört bucak yayılmaya başladığını fark ettiğimden beri herkesi uyarmaya çalışıyorum. Ama insanoğlu öyle kör, öyle aymaz ki… Yaklaşan tehlikeye gözlerini kapadılar, kulaklarını tıkadılar. Neyse ki ben her şeyin farkındayım ve herkese de bildiklerimi anlattım.
İlkin hangi uğursuzluğun içinden çıkıp geldiklerini hâlâ çözebilmiş değilim. Ben onlar hakkında bilinçlenip de tedbir almaya başladığımda, azametli yürüyüşlerine çoktan başlamışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyordu.
...


Burada kıt kalıyorum işte, ilerlemenin imkânı yok…
Başlarda müthiş bir fikirmiş gibi gelmesine rağmen, hikâyenin devamını getirememem asabımı ziyadesiyle bozuyor, yavaş yavaş başka bir fikir üzerine, mesela Tanrı Olmanın Sıkıntıları’na dair, yazmaya başlama hissi birikiyor zihnimde. Daha önce de böyle yazma sancılarına boğulmuştum; lakin biraz kendimi zorlayınca zihnim ataletten kurtulup yatağını buluyordu.

Şimdi vaziyet biraz daha farklı sanki: Genel çerçeveyi, öykünün seyrini az çok belirlememe rağmen, bir türlü istediğim ritmi yakalayamıyorum. Birinci tekil şahıs anlatıcı kullanmanın getirdiği sınırlar hoşuma gitmiyor değil; lakin diğer yandan bu sınırlar öykünün genişlemesine de engel teşkil ediyor. Olağan-dışı ve üstü bir kurgu oluştururken böylesi dil hudutları olması muhayyilemin randımanlı işlemesine mani oluyordur belki. Bu yüzden arzu ettiğim gibi yazamıyor olabilirim.

2. Gün 1. Sayfa

Başladı…
Ölümü bile kıskandıracak kadar büyük bir bela yerin yüzünü yalamaya, habis salyalarını çocukların yataklarına sıvamaya, doğduğu kötülüğü besleyecek kurbanlar aramaya başladı.

Bulsabr, ilkin, onların hangi uğursuzluğun içinden çıkıp geldiklerini uzun süre çözemedi. Fakat onlar hakkında bilinçlenip de tedbir almaya başladığında, azametli yürüyüşlerine çoktan başlamışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyorlardı. Her şey, önüne geçilmez bir kara düzenin işleyişine yardımcı oluyor, hayat olanca gürültüsüyle sessiz sessiz sürünen bu cehennemi örtbas ediyordu.

Bulsabr, o melun yaratıkların yedi iklim dört bucak yayılmaya başladığını fark ettiğinden beri herkesi uyarmaya çalışıyor. Ama insanoğlu öyle kör, öyle aymaz ki… Yaklaşan tehlikeye gözlerini kapadılar, kulaklarını tıkadılar. Ama o her şeyin farkında ve herkese bildiklerini anlattı.

Bilmek acı verir bazen, bilmek dilsizliktir; bilmek, gerçeği bilmek, yalnız kalmaktır.
İçimizde çığlıkların birikmesi çığlıklara neden olan şerden daha kötüdür.
İşte Bulsabr böyle bir yalnızlığın kölesiydi; lanetlenmiş bir kahraman gibi, güzel Kassandra gibi. Sözüne güvenecek ne bir dost ne de sığınacak bir kapı…


Neler oluyor bana, anlamıyorum. Yazmaya yeni yeni başlayan biri gibi yazıyorum: Birden fazla vakıayı çarçabuk anlatmaya çalışıyorum. Sorun sanırım anlatıcı seçimimde değil; sorun, hikâyeden yazıp-kurtulma gayretine girmemde. Hala, bunlara, yaratıklar, istila, salgın, dünyayı ele geçirme gibi konulara karşı geliştirdiğim edebi önyargıdan kurtulmuş değilim; ama ne yaparsınız, insanlar bu tür şeyleri seviyor ve eğer aç kalmak istemiyorsam, zira son kitabımdan aldığım para suyunu çekmek üzere, yazmak zorundayım.

Aslında bu tür kurguları gençken çok severdim: Elimden Poe’nun, Lovecraft’ın kitapları düşmezdi. Bu öykü kitabını yazmaya başlamadan önce belki ilham kaynağı olur diye eski kitaplarımı bir karıştırıverdim, hatta bir kaçını tekrar okumaya bile başladım ama eskisi kadar ilgi çekici bulmadığımı fark etmek birkaç sayfamı aldı.

3. Gün 1. Sayfa

Acaba daha muasır bir üslupla mı yazmalıyım hikâyeyi, hem böylece yazarlık yetimi de sınamış olurum.

Sağ kalan kulakları sağır eden, ağlamakla sevinç nidası arasında gelip giden o büyük çığlık, zaferin habercisiydi. Kandan bir muzaffer heykeli gibi, çığlığından kalan sessizliğin ortasında dikilen Bulsabr, kollarını yaşamayı başarmanın yorgunluğuyla yere düşürüp her şeyin sona erdiğine inanamayan bakışlarıyla yaralıları ve beraberlerinde taşıdıkları parçalarını izliyordu. İnsanlık, varoluşu uğruna verdiği en büyük savaşı kazanmıştı.
...

Evin içini saran o pis kokunun varlığına şükretmesi gerektiğini düşündü Meyla; aksi takdirde, insan ruhu kadar sessiz ilerleyen bu melun yaratıkların yaklaştığını fark etmek mümkün değildi. Olduğu yerde kalmalıydı, ne kadar korksa da, buradan var gücüyle koşup kaçmayı ne kadar çok istese de kalmalıydı. Bulsabr’ı beklemeliydi, o öyle demişti: “Bekle, geleceğim. Katliam başladığından beri besleyebildiğim tek bir ümit için gitmeliyim, o son şans için gitmeliyim. Başarabilirsem kurtulabiliriz belki… Bekle beni!” Ona güveniyordu. Onu ilk gördüğü an anlamıştı Bulsabr’ın farklı olduğunu. Beklemeliydi. Hem beklemese, kaçsa, Bulsabr’a güvenmese ne yapacaktı? Karanlıktan başka bir karanlığa kaçmak neye çareydi. Işığı beklemeliydi o halde. Sakinleşti ve her saniye, Bulsabr’ın sesini duymayı ümit ederek kapıya bakmaya başladı.
...

Başladı…
Ölümü bile kıskandıracak kadar büyük bir bela yerin yüzünü yalamaya, habis salyalarını çocukların yataklarına sıvamaya, doğduğu kötülüğü besleyecek kurbanlar aramaya başladı.

Bulsabr, ilkin, onların hangi uğursuzluğun içinden çıkıp geldiklerini uzun süre çözemedi. Fakat onlar hakkında bilinçlenip de tedbir almaya başladığında, azametli yürüyüşlerine çoktan başlamışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyorlardı. Her şey, önüne geçilmez bir kara düzenin işleyişine yardımcı oluyor; hayat olanca gürültüsüyle sessiz sessiz sürünen bu cehennemi örtbas ediyordu.
...

Küçük kız ön tekerleğin neye takıldığını anlamak için bisikletinden indi. Beton zeminin üzerinde rengi dışkıyı andıran uzun halat gibi bir şey uzanıyordu. Küçük kız gözleriyle halatın ucunun nerede bittiğine baktı: Yıkık, dökük, kapkara bir evin yepyeni kızıl kapısında…


Ah… Belli ki beceremeyeceğim; doğrusal olmayan, tersten işleyen, parçalı bir anlatım harcım değil belli ki. Hem okuyucuyu da yorabilir böyle bir anlatım; para kazanayım derken, bilindik üslubum sayesinde kazandığım okuyucularımı da kaybetmek istemem. Gerçi müstear bir isimle yayınlanabilir kitabım; ama bu da bana yakışmaz. Sonradan ortaya çıkıverirse (mesela)Tan Kargı’nın aslında ben olduğu, kitabına gelebilecek menfi tepkilere karşı, var olmayan bir ismin ardına gizlenmiş dedirtmem kendime.

Ne vardı sanki böylesine uçuk kaçık mevzularla ilgilenmese okuyucu. Hakiki yaşamın sanatsal anlatımını yeğleyen okuyucuyu mumla arar olduk şimdilerde; varsa yoksa fantastik kurgu, bilim kurgu, gerilim… Bilhassa gençler, bayılıyorlar mevcut dünyadan kaçmaya, hayali dünyalara sığınmaya… Eskiden olsa el üstünde, zihinlerin en güzel yerinde muhafaza edilirdi yazdıklarım; hayatın meşakkatlerinden, siyasi vaziyetten, eğitimden, sanattan, musikiden dem vurduğum, onlarla kurduğum romanlarım pek satardı.

4. Gün 7. Sayfa

… ve yeryüzünü, o iğrenç yaratıklarla birlikte, onlardan daha kötü bir şey sarmıştı; zindandan kara bir ümitsizlik örtüsü ulaşabildiği her insanın yüreğini kapkara kesiyordu. Savaş çoktan kaybedilmişti belki de. Ama Bulsabr, bütün bu kötülüğün üstesinden gelebileceğine inanıyordu. Nasıl ve ne yapacağını bilmiyordu. Ama inanıyordu.

İnanmak… İnsanoğlu her ne zaman bilgiye erişmede zorluk çekse, ya da bu konuda tembellik etse, düşünmekten ve üretmekten daha kolay olan, inanmayı yeğlemiş; yüzyıllar boyunca, bilememenin çaresizliği karşısında inanmak gibi bir yanılsamaya sarılmıştır. Umutsuzluğun zihnimizi kaplayıp bedenimizi hiçbir eylem yapamayacak kadar kangren ettiği o an, inanmak; kendi irademiz dışında ve üstünde yüce, her şeye muktedir bir güçten medet ummak; asırlardır sığındığımız bir siper haline geldi. Ama savaş devam ediyor.

Âdemoğlunun siperin ardında kendini kandırması savaşı bitirmiyor. Yaşama dair girilen her mücadelenin sorumluluğunu yüklenmedikçe, insanlığın kendisinden daha akıllı ve daha gelişmiş başka yaşam biçimlerinin kölesi olması kaçınılmaz. Yegâne akıllı varlığın insan olduğu bir evrende bile algı kapılarını kapatıp…


Offf… Ne yapıyorum ben! Böylesine yüklü bahislerden açarak okuyucumu kaçırmaya mı çalışıyorum… Ziyadesiyle hodbin olduğumu itiraf etmeliyim: Yazarken, içimin attığı, sürekli hakkında karalamak istediğim mevzulara kayıyor gönlüm. E canım bu tür mevzuları da düşünmeli muasır kariler; her daim yükte ağır (son romanlara bakıyorum da her biri dört yüz suhuftan aşağı değil) pahada hafif (muhteviyat ise yerlerde sürünüyor, püf desen uçuyor) kitaplarla mı değerli ömürlerini geçirecekler?

Sanat deyince ortaya fırlatılan, yıllarca tartışılagelen “Sanat halka mı hizmet etmeli yahut kendisine mi?” meselesi geldi şimdi aklıma: Sürekli halkın istediğini yerine getirmek, sanatın gelişmesine, en güzele ermesine mâni olabilir. Böyle bir düşünce halkı peşinen aptal ve estetik yoksunu saymak anlamına geliyor belki; ama “halk” dediğimizde sanat üretme kaygısı gütmeyen insanları kastediyorsak, ‘yeni’yi bilmeyen bu çoğunluğun ‘eski’nin yeniden üretilmesini talep etmesi pek tabii. İşte sanatkârın vazifesi de burada zuhur ediyor: Halk için, halka; daha güzelini, daha iyisini, her zaman yeninin peşinden koşarak sunmak. Halk da bilinçlenip daha iyisini istemeye istekli olursa, aşk olsun bizi durdurabilene. Fakat pek yazık ki on-on beş senedir böyle bir bilinçlenme girmedi nazarıma. Eh böyle kaygılar içindeyken çok satan bir konuda yazıyor olmam koca bir tenakuz ama ne yapalım hayat…

5. Gün 13. Sayfa

“Kapı” demişti babası.
“Her şeyin bitime erdiği, ölümün işini herkesten iyi yaptığı, yaşamın yalnızca kendini düşündüğü o gün, bir kapı açılacak.”

“Ne olacak o kapının ardında baba?”

“Bilmiyorum oğlum… Ama kötü olan her şeyi yok edecek”

“O halde her zaman güvende olacağız, değil mi baba?”

“Hayır oğlum, çünkü biz, insanlar,“o gün”ün gelip gelmediğine karar vermeye muktedir değiliz; ancak tüm çareler tükenirse açılır kapı, yapabileceğimiz her şeyi yaptığımız ama yok oluşumuzu engellemenin hiçbir çaresini bulamadığımız an.”

“Anladım baba. Umarım buna gerek kalmaz.”

“Umarım…”


Çok garip! Yine mi kapı? Daha farklı bir deus ex machina kullanmayı düşünüyordum ama birden bire, daha evvel küçük şimşekler halinde beliren o “kapı” imgesi zihnimi tamamıyla işgal etti. Böyle şeyler oluveriyor zaman zaman: Bir tuluat sanatçısı gibi, aklıma geliverenin peşinden koşuyorum. Lakin şimdi usuma bu illet “kapı”dan başka şey gelmiyor; yarın devam edeyim…

6. Gün 13. Sayfa

Bedeni kanlar içinde, Meyla dışında sevdiği herkesi kaybetmiş biçare bir insan olduğu halde, babasının söyledikleri içini ümitle dolduruyordu. Bu ümit sayesinde savaşıyor, bu ümitle acıya, açlığa, yalnızlığa, çaresizliğe göğüs geriyordu.

Derin bir nefes aldı ve koşmaya devam etti. Var gücüyle koşuyordu. Peşinden gelenleri düşündükçe daha da körüklüyordu göğsündeki ateşi. Daha hızlı koştu. Koştu. Kapı. Koştu. Koştu. Görmesi gereken bir şey gördü. Yavaşladı. Her yanı saran virane evlerden birine girdi; koskoca bir delikten mutfağa geçti. Bekledi. Kokuyu duydu. Kemerine sıkıştırmış olduğu kan revan bıçağı yavaşça yerinden çekti. Yirmi üç tane. Bu çelik mutfak bıçağıyla öldürdüğü yaratık sayısını düşündü. İyiydi. Bu dünyada iyi olan bir şey kaldıysa. Koku arttı.
Geliyorlardı. Üç tane. Bıçağı sıkıca kavradı. Heyecanını bastırmaya, sessiz nefes almaya çabaladı. Dikkatlice delikten dışarıya baktı. İkişer metre arayla ardı ardına dizilmişlerdi: Beraber ölmeyecek kadar uzak, birbirlerini kollayabilecek kadar yakın. İlkini öldürmeyi başarsa bile diğer ikisi anında Bulsabr’ın bütün organlarını parçalardı. Tek çare onları birbirinden uzaklaştırmak ve teker teker öldürmekti. Düşündü. Ordudayken yaptıklarını düşündü; kendi ırkından olanları, şu an yanı başında olsalar gözyaşları içinde sımsıkı sarılacağı türdeşlerini nasıl öldürdüğünü hatırlamaya çalıştı.


İşte bir yazarın yaşadığı en büyük engellerden biri: Yazdığı kurguyu besleyecek tatbik bilgisine sahip olmaması. Ne yapacağım şimdi? Öldürücü hamlelere dair en ufak bir malumatım yok. Bir bıçakla nasıl öldürülür bilmiyorum. Böyle bir bilgi edinmek zorunda mıyım, bu konuda da tenakuz içindeyim aslında. Batılı gözde yazarların yaptığı gibi aylar, yıllarca araştırma yapmak, anlatılacak yerleri dolaşmak, yazılacak eylemleri bizzat yaşamaya çalışmak taraftarı değilim. Bu tür bir anlayış, edebiyatı bir sanattan çok zanaata çeviriyor. Ortada belli bir emeğin olduğu su götürmez ama bence yazar olmanın gereklerinden biri ve belki en mühimi, hayal gücünü kullanarak edebiyat üretmektir.

Sanat var olanı taklit etmekle meydana gelmez. Bir göl resmi, gölün kendisinden daha gerçekçi ve güzel olamaz. Sanat eserinin iyileştirici ve güzelleştirici etkisi; sanat eserini tüketen bireye kendisinin daha evvel tecrübe etmediği hisleri yaşatmak, usuna değmeyen fikirleri fark ettirmek ve böylece onu daha farklı bir bilinç düzeyine taşımakla gerçekleşir. Alelade yaşamımızın zihnimize uyguladığı uyuşturucu etmenlerden uzak kalmakla, vermeye alıştırıldığımız tepkilerden azade olmakla insan olmanın gereklerini tamı tamına yerine getirebiliriz.

6. Gün 17. Sayfa

… baktığında anladı. Bulsabr Meyla’yı çok seviyordu. Bu sevgi üç gün içinde belirmiş, serpilmiş ve kalbinin her yanını sarmıştı. Dünyanın içinde bulunduğu bu hazin durum; onların yaşama dair, geçmişe ve geleceğe dair tüm beyhude kaygılarını yok edip aşkı gizleyen ve engelleyen tüm hisleri, tüm bedensel arzuları gereksiz kılmıştı. Geriye de bütün güzelliği ve saflığıyla katışıksız yekpare bir aşk kalmıştı. Meyla’nın tan kızıllığının ilham aldığı saçları, birbirinden başka eşi olmayan zümrüt yeşili gözleri, kelimeleri mutlu eden tatlı dudakları, şirin bir burnu ve kıpır kıpır bir çenesi vardı.

Bedeni, doğanın kendini sınayışının somut haliydi sanki. Bulsabr onu gördüğü, ona dokunduğu her an, olmayan bir dünyanın olmayan mutluluğuna sürükleniyordu. Keşke bu büyük aşkı güzel bir dünyada yaşayabilseydi, keşke ona duyduğu bu eşsiz sevdayı sevdiği insanlarla paylaşabilseydi. Şehrin her yanını saran o iğrenç ve kötücül varlıkların arasında, önünde sonunda gerçekleşecek korkunç bir ölümü beklerken…


Yazarken, sürekli, olmayanı var etmeye, yaratmaya, canlı kılmaya çalışmama rağmen; aynı çabayı aşk konusunda idame edemiyorum. Okuyucuyu kandırıyor olmanın yarattığı bir rahatsızlık değil bu elbet; aşkın o büyülü ve mahrem alanına girmekle ilgili.
Aşk kendi başına öyle güzel ki hakkında yazarak onu kirlenmiş zihnimin dar ve yontulmuş kalıplarına sokmak, metalaştırmak istemiyorum; bu bana utanç veriyor. Asrımız insanının algılarının cezbedildiği her alanda, özellikle bu cezbetme işinin şeytani boyutlara ulaştığı medya vasıtasıyla bize cebren kabul ettirilen o suni dünyada, sürekli aşkın ne olduğu ve ne olması gerektiğine dair kati hükümler getiriliyor; yüzlerce yıllık hislerimizden şüphe duymamız ve imtina etmemiz sağlanıyor. Ne için? Daha fazla tüketim, daha fazla para için…

7. Gün 21. Sayfa

Bugün içimde garip bir his var, daha fazla yazamayacağımı hissediyorum. Yaklaşık on sayfa sonra bitirmeyi düşünüyordum, hikâyenin seyri bunu istiyordu; ama artık yazmak istemiyorum. Birçok mevzunun ucu açık kaldı; açıklamadan bıraktığım çok şey var ama elimden bir şey gelmiyor, yazamıyorum. Bulsabr’ı ve Meyla’yı öldüreceğim.

… yerdeydi, alnından akan kanlar gözlerine doluyordu. Bacakları ve kolları kırılmış, sağ elinin üç parmağı kopmuştu. Nefes almaya çalıştığı her seferde, bağırsakları karnındaki büyük yarıktan dışarı çıkıyordu. Burnu kemik parçalarıyla doluydu; ağzının içi kanla sıvanmıştı. Yüzünde ve bedeninde ölümcül kesikler vardı. Bacak kasları seğiriyordu. Bedeni yeryüzündeki tüm acıların sığınağı haline gelmişti sanki: Her hareket ve hatta her düşünce dayanılmaz bir acıya eşlik ediyordu. Her ne kadar kendinden geçmek istese de bilinci acıya alışmasına izin vermiyor, bedenin ruhu bırakmasına engel oluyordu. Kalp atışlarının durmasını diledi, kanı her pompalandığında damarlarının yandığını duyuyordu.
Acıyordu.
Her şey acıyordu.
Var olan acılara yenilerini katmayı göze alarak başını sola çevirdi; Meyla’yı görmek istiyordu. Gördü. İlk duyduğu his rahatlamaydı çünkü Meyla ölmüştü, acı çekmiyordu.
Sol bacağı yerinde yoktu, saçları koparılmıştı ama acı çekmiyordu. Bulsabr o an onu çok seviyordu. O an onu sevmek, onun için üzülmekten daha az acı veriyordu. O an onu sevmek, yapmak istediği tek şeydi. Onu sevmek güzeldi, iyiydi. İyiydi. İyi.
Bulsabr mutluydu. Ölüme dalıyordu.

Birden tüm bunların beyhude oluşuna dair bir düşünce olanla acısıyla beynini kavurdu.
Bulsabr, mutlu değildi. Bu haksızlıktı. İçinde tüm yaşadıklarını anlamsız kılan, pürüzsüz bir hüzün belirdi. Ağladı. Gözyaşları; gözlerini, gözkapaklarını, kirpiklerini, yanaklarını yaktı.
Biriktirebildiği son nefesiyle nefretini, inkârını, hüznünü, acısını, kinini, yalnızlığını haykırdı:
“Tanrım! Tanrım! Beni neden terk ettin!”


İşte bitti. Nihayet. Daha önce hiç bu kadar sancılı bir yazma tecrübesi yaşamamıştım. Belki kitaptaki diğer hikâyelere nazaran daha başarısız bir hikâye oldu; ama içimde bunu çabucak bitirmezsem bir daha hiçbir şey yazamayacağıma, yaratamayacağıma, üretemeyeceğime dair bir endişe zuhur etmişti. Şimdi daha huzurluyum ve enikonu iyi bir son yazdığım için bahtiyarım.

7. Gün 21. Sayfa

Ama Kapı ne olacak? Yine aynı şey oluyor, bundan kurtulamayacak mıyım? Aklımdan bir türlü çıkmıyor. Kapı. Kapı. Kapı. Neler oluyor bana, aklımı mı kaçırıyorum? Yazmalıyım, evet, yazmalıyım. Bundan başka türlü kurtulamam, zihnimde Kapı’ya dair her ne varsa kâğıda kusmalıyım. Yazmalıyım.

Kapı’yı gördüğü an, her şeyi anladı. Bu kavrayış anı, hiçbir çağrışımın veya çıkarımın sonucu değildi; böyle olması gerekiyordu. Aslında gereklilik yoktu. Zorunluluk, coşku, endişe, korku, ümit yoktu. Burası, insana ait zaman ve mekânın ötesinde bir yerdi artık. Var olan her şey, tek bir şeye dönüşüyordu: Kapı’ya. Kapı hep vardı, her şey O’nun sonucuydu.. Bulsabr’ın bildiği tüm hisler; alıştığı, sığındığı tüm düşünceler; bilincinin yüzeyinde ve altında biriken tüm anılar Kapı’yla ilgiliydi. Annesinin saçları, en sevdiği yemek, aşk, ekşilik, ağaçların hışırtısı, göbek kordonunun kesildiği an, korku, duyduğu ilk şarkı, son şarkı, tüm şarkılar, burnunun görüntüsü, babasının ayakkabıları, Ay, kâğıt, kalbinin sesi, mavi, kuşlar, acı, hapşırmak, ışık, toprağın kokusu, toprak, kuruluk, oturmak, “merhaba”, tırnakları, sesi, sesler, rüyalar, su, ölüm, her şey O’nunla ilgiliydi. Her şey O’ydu. Kapı varoluşun ta kendisiydi.

Bulsabr, tanrısal bir bilinçlilik düzeyiyle ayağa kalktı, aynı anda milyarlarca şeye benzeyen ve milyarlarca şey hissettiren kapıya doğru yürüdü. Ve diğer tarafa
geçti.
Artık zaman ve yer vardı: Buradaydı, şimdiydi.
Anladı.
Bunun için yaratılmıştı.
Burada, şimdi, daha önce görmediği ama kendisinden daha iyi tanıdığını bildiği birini gördü.
Aklına akın eden yüzlerce soruya rağmen söylenebilecek en aptalca fakat en doğal sözü söyledi:
“Merhaba” dedi.

“Merhaba” dedim.