Kayıt Ol

Koleksiyoncu

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Koleksiyoncu
« : 19 Nisan 2012, 20:03:53 »
KOLEKSİYONCU

-1-

 Soğuk bir yaz günüydü. Daha doğrusu, teknolojik gelişmelerin doğru kullanılmaması sonucu oluştuğunu düşündüğüm iklim değişikliklerinin yaşandığı garip günlerden birisiydi. Etrafta benden başka kimse yoktu. Arada sırada uzaklardan çığlıklarını duyduğum martıların bozduğu sessizlikte; şehri iki parçaya ayıran su kanalının yanındaki parkta oturmuş, saatlerdir karşı kıyıdaki binayı izliyordum. Saçlarımı ve yüzümün büyük bir kısmını kapatan kar maskemden görünebilecek tek şey olan gözlerimi binadan ayırarak köprüdeki saate çevirdim. Dörde çeyrek vardı. Oldukça uzun bir süredir beklediğim anın gelip çatmış olmasının heyecanıyla yerimden kalktım, yavaş ve dikkat çekmeyecek adımlarla köprüye doğru yürümeye başladım.

 Zihnimi alt üst eden sorularımın cevaplarını bulmak üzere attığım adımlar, dizlerime kadar yükselen karın içine girip çıkarken garip sesler çıkarıyor; arkamda, kendimden başkasına ait olanlarını hiç görmediğim izler bırakıyordu. Köprüye ilk kez bu kadar çok yaklaşmıştım.  Yaklaştıkça adımlarım yavaşladı, ayaklarımın bıraktığı izler sıklaştı. Belki de geçmişimin karanlık köşelerini aydınlatacak olan yolun sonuna gelmiştim fakat karşı kıyıya geçmeyi deliler gibi istememe rağmen içimden bir ses “Yapma!” dedi. Belki de o sese kulak vermeliydim ama bilinmeyenin bütün o karanlık yanlarına rağmen kendimizi engelleyemediğimiz zamanlar vardır. Benim gibi birisi için o tarz zamanlar çok sık yaşanmazdı fakat şu an, içinde bulundu-ğum durumda, ne tür bir karar vereceğim gayet açıktı.

 Her şey bir süre önce başladı. Oğlumun vefatıyla beraber daha da zorlaşan yaşam koşullarının etkisinde daha çok sorgulamaya başlamıştım. Hayatımın son kısmı hariç (onda da büyük boşluklar vardı) hiçbir dönemini hatırlamıyor olmam tam bir muammaydı. Bu karanlık bilmece, savaş döneminde camlara takılan battaniyelerin odaları kararttığı gibi zihnimi karartıyordu. Avlanmaya gittiğim, kitap okuduğum ya da uyuduğum zamanların dışında yanıtlamaya çalıştığım soru hep aynıydı: “Neden yalnızım ve neden hatırlamıyorum?”

 Her gece uyumak için yatağa uzanıyor, bu doğurgan soruyu düşünüyor, cevapsız kalan daha çok soruyla sabahı ediyordum. Düşündükçe daha da batıyor, delirdiğim ya da garip güçler tarafından ele geçirildiğim fikrine kapılıyordum. Bu durum, birbirine benzeyen onlarca gecenin sonunda, incelediğim belgelerden çıkarttığım sonuçların ve üst üste ortaya attığım sayısız önermenin ardından, iki şeyden emin oluncaya dek devam etti. En sonunda evden ayrıldım.

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Koleksiyoncu
« Yanıtla #1 : 20 Nisan 2012, 18:27:19 »
KOLEKSİYONCU

-2-


 Merak duygusunun esiri olmuş bedenimin yalnızlığımda boğulmasına dayanamaz olmuştum. Sorular adeta bedensiz bir varlığa dönüşüp boğazıma sarılıyordu. Karşıya geçebileceğim bir nokta bularak kendimi rahatlatmalıydım. Yıkılmış veya yıkılmaya yüz tutmuş evlerin olduğu, her köşesine terk edilmişliğin ağır kokusunun sindiği ıssız sokaklarda yürüdüm günlerce. Gitmeliydim buradan, mümkün olduğunca hızlı bir şekilde burayı terk etmeliydim. Sahile yöneldim.
 
 Sahilde dalgalar sürekli kıyıyı dövüyor, kıyıya vuran su ise rahatlatıcı bir ses çıkarıyordu. Yalnızlığıma son verebilmek adına okuduğum birçok kitapta anlatılanın aksine ıssızdı ama yine de güzeldi. Bulutsuz günlerde; gündüzleri güneşin gönderdiği, geceleri ise ayın yansıttığı ışığın su üzerindeki dansını izlemek beni düşüncelerimden sıyırmayı başarmıştı.  Ta ki o yapıları görene dek.
 
 Eski zamanlarda insanlarla dolup taştığından emin olduğum kıyı şeridi boyunca sürekli olarak yürümeye devam ettiğim üç haftanın sonunda, yan yana duran iki köprü buldum. Buldum ama bulduğum andan itibaren; bir daha yaşamamak için direndiğim tereddütü bana defalarca yaşatan, karşıya geçmemi engelleyen, uygun zaman olmadığına dair telkinler veren bir ses de işte o anda kulaklarıma yerleşti. Tanımadığım birisine ait olan bu ses -daha sonra da yapacağı gibi- sürekli zihnimde geziniyor, aklımı çelmeye çalışıyordu. İyiden iyiye uykusuz kaldığım o günlerde, “Belki de aklımın bana oynadığı oyunlardan birisidir bu, uyursam geçer,” diye düşünmüştüm ama olmadı. Köprüye her yaklaşmamda ses daha da şiddetlendi. Nihayetinde, beni karşıya geçmekten vazgeçirerek evime döndürdü.

 Oğlumun yokluğunun buram buram hissedildiği eve son dönüşümde, onun yerine ondan kalanlarla karşılaşmak beni daha da hırslandırdı ama yapabileceğim bir şey yoktu. Çaresizlik içinde sağa sola bakındım. Ondan kalanlara dokunup saatlerce ağladıktan sonra, yorgun düştüğüm bir ara, oğlumun olduğunu düşündüğüm kitapların kenarında sessizce uykuya dalmışım.

 Rüyamda evimdeydim, küçük yaşta kaybettiğim oğlum da yanımdaydı. Çocuk, evin içinde durmadan koşturuyor, üst kata çıkmam için ısrar ediyordu. Onu reddedemeyeceğimi iyi bildiğinden elimden tutup çekiştirmeye başladı. Rüyamda bile bu huyumdan vazgeçemeyerek onu takip ettim. Üst kata çıktık. Uzun zamandır kapısını bile açmadığım, içerde ne olduğunu bilmediğim bir odaya getirdi beni. Çekinerek de olsa kapıyı açtım. Benden hızlı davranarak içeri girdi. Odada bir yatak, yanında bir adet komodin ve onların önünde duran bir dolaptan başka eşya yoktu. Hepsi kullanılmamaktan toza bulanmıştı. Çocuğun arkasından ben de içeri girdim. Attığım bir iki adımla beraber etraf karardı. Oğlum komodinin çekmecesini göstererek açmamı istiyor, ağlıyordu. Ona uzanmak istiyordum ama beceremiyordum. Belki de bir iki saniye süren bu yorucu rüyanın sonunda, kan ter içinde uyandığımda güneş doğmak üzereydi.

Çevrimdışı kimsecik

  • *
  • 26
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Koleksiyoncu
« Yanıtla #2 : 22 Nisan 2012, 01:10:36 »
   Öncelikle eline sağlık, değişik hikayelerinden birini daha okuyoruz. Bu hikayende konu itibariyle güzel olsada fazla betimleme biraz soğutuyor açıkcası. Ama bu yazma gayretinle ilerde bunları aşacağını düşünüyorum.
Bir Ben Var Benden İçeri

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Koleksiyoncu
« Yanıtla #3 : 22 Nisan 2012, 16:52:36 »
   Öncelikle eline sağlık, değişik hikayelerinden birini daha okuyoruz. Bu hikayende konu itibariyle güzel olsada fazla betimleme biraz soğutuyor açıkcası. Ama bu yazma gayretinle ilerde bunları aşacağını düşünüyorum.
Okuyup yorumladığın için teşekkür ederim. Betimlemelerimin ya az ya da çok fazla olduğuyla ilgili daha önce de eleştiriler almıştım. Yakın zamanda rayına oturacak diye düşünüyorum. :) 

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Koleksiyoncu
« Yanıtla #4 : 22 Nisan 2012, 21:20:26 »
KOLEKSİYONCU
-3-


 Hızla üst kata çıktım. Rüyamdaki kapı bütün sırlarıyla beraber karşımdaydı. Usulca yanaştım ve koluna bastırdım. Gıcırdayarak açıldı. Rüyamda gördüklerim hemen hemen aynı yerde ve aynı halde karşımdaydılar. Komodine yaklaştım ve çekmecesini açtım. Bu çekmecede; yan yana dizilmiş, ne zaman yerleştirdiğimi bile hatırlamadığım çok sayıda evrak vardı. Bu evdeki birçok dosyayı incelemiş olmama rağmen bunları ilk kez görüyordum. Kim bilir belki de görmüş ama unutmuştum. Birçoğunun üzerinde, hiçbirisini tanımadığım -belki de hatırlamadığım diye tarif etmemin daha doğru olduğu- insanların isimleri yazılıydı. Kendi kendime küfürler ederek evrakları çekmeceden çıkarırken gözüme bir kâğıt ilişti. Üzerine belli belirsiz bir not düşülmüştü.

 “Dolaptaki tulumu giyeceğim.”

 Bu benim yazımdı ama her şey gibi onu da ne zaman yazdığımı hatırlamıyordum. Dolabı açtım, hepsinin bana ait olup olmadıklarını bile bilmediğim sayısız kıyafetin içinde adeta sırıtan beyaz tulumu aldım. Garip bir duyguydu. Rüyamda aldığım bir işaretten yola çıkmış, kendime bıraktığım bir mesaj bulmuştum. Yapmakla ne kaybedebilirdim ki? Yazın ortasında tulum giyeceğime dair saçma bir mesajda hayatımı çözümlememe yardım edecek bir ipucu bulacağıma o an beni kimse inandıramazdı ama bulacaktım işte.

 Tulumu da alarak aşağı salona indim. Kanepenin üzerine gelişi güzel fırlattığım tulumun karşısına oturarak saatlerce düşündüm. Odanın içerisi de gitgide kararıyordu ama bu saatin ilerlemesinden değil gökyüzünü kaplayan kara bulutlar yüzündendi. Dışarıda bardaktan boşanırcasına bir yağmurun başlaması ve kısa bir süre sonra da kara çevirmesi çok sürmedi. Göz-lerime inanamıyordum. Kendi kendime “Bu mevsimde bu hava,” diyebildim sadece. Dışarıya çıkmak ve çıkmamak arasında kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra tulumu üzerime geçirdim. Sıradaki bilmeceyi bulmam da böylece gerçekleşmiş oldu. Tulumun ceplerini kontrol ederken elime bir fotoğraf geçti. Fotoğrafta, benle beraber iki adam daha vardı ve fotoğrafın arkasında el yazısıyla yazılmış garip bir not daha bulunuyordu: “Bunu bulduktan sonraki yıl dönümünde ana binaya gel.”

 Her saniye bir yenisiyle karşılaştığım sorularla dolmaya başlayan kafam sanki çalışmıyor gibiydi.  Bu fotoğraf birçok bilinmezliği de beraberinde getirmişti. Fotoğrafın arkasındaki yazının anlamı neydi? Ana bina neresiydi? Beş yıl önce çekilen bu fotoğrafı neden şimdi bulmuştum? Resimdeki adamlar da kimdi? Oraya neden çağrılıyordum? Sorular tarafından, mermer zemine düşen su damlalarının çıkardığı dayanılmaz sesi dinlemeye mecbur kalan bir yarasaya çevrilmek üzereydim. Avazım çıktığı kadar bağırdıktan sonra neden yaptığımı bil-meden pencereye koşup derin bir nefes aldım. Sorulara cevap aramaya en iyi bildiğim yerden başlamam gerektiğinin farkına varmam çok sürmedi.

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Koleksiyoncu
« Yanıtla #5 : 25 Nisan 2012, 15:23:27 »
KOLEKSİYONCU
-4-


 Fotoğrafın köşesinde tarih vardı. Bu yılki buluşma tarihinin geçmediğinden emindim. Diğer emin olduğum nokta ise bina konusuydu. Kanalın bu tarafında kalan binaların hepsini biliyor-dum. Bazılarına birden fazla girmişliğim bile vardı. Ana bina diye tasvir edilebilecek bir binayla karşılaşmadığımdan da emindim. Geriye bir tek ihtimal kalıyordu: Bina kanalın karşısındaydı.

 Fotoğrafı bulduğum günü takip eden bir hafta boyunca işime yarayacak bir şeyler bulmak için didindim durdum. Neredeyse umutsuzluk bataklığının derinliklerinde boğulmaya başlayacaktım ki elime, hayatımın bilinmeyen karanlık yüzünü ortaya çıkarma fırsatını sunacak bir bilgi daha geçti. Bana gönderilmiş olduğundan emin olduğum ( çünkü bu bir maaş dökümüydü) bir mektup zarfının üzerinde alıcının ismi ve göndericinin adresi yazıyordu. Gerçeklerin çoğu zaman can yaktığının bilincindeydim ama bu isim bana ait olmalıydı, adres ise çalıştığım binaya. Sonrasında ne mi oldu? İşte kendimi burada buldum.

 Eskiden dev ağaçların olduğu, şimdiyse bomboş olan meydanı geride bırakalı yaklaşık beş dakika olmuştu. Kendimi arıyordum, kimliğimi arıyordum, varlık sebebimi ya da diğer varlıkların yok olma sebebini arıyordum. Geçen seferki ses bu kez beni karşılamadı. Köprüye adım atmayı başardım ve buz gibi havanın ciğerlerime dolduğu bu soğuk günde, yandığımı hissettim. Zihnimde parlamalar başlamıştı. Attığım her adımda, bedenim kontrol edemediğim garip duygularla dolup taşıyor, şehrin eski günleri gözlerimin önüne geliyordu: görkemli binalar, arabalar, sahilde yürüyüş yapan insanlar, kanalın üzerindeki diğer köprüyü boydan boya geçmekte olan trenler, gezi için tasarlanmış kayıklar... Şimdi ise yıkılmış binalardan, araba hurdalarından, her adımda karşılaştığım küfle kaplı demirlerden başka bir şey göremiyordum. Burada ne olmuştu böyle? Nasıl bir insan bunun gerçekleşmesine sebep olurdu ya da bunu gerçekleştirenlere dur demezdi? Gözlerim acıyla kısıldı. Nefsinin esaretinde kararlar alanların, kendi elleriyle yok ettiği geçmişi hatırlamak içimi yakmıştı. Hatırlayıp hatırlamamak konusundaki tereddütlerim artsa da adımlarımı sıklaştırarak yürümeye devam ettim.

 Etrafı kontrol ederek ve köprünün parmaklıklarına tutunarak birkaç dakika ilerledikten sonra durdum. Sanki tanıdık bir manzaraya yeniden bakıyordum. “Burasıymış,” dedim kendi kendime. Tulumumun fermuarını açarak elimi içine soktum, gömleğimin göğüs cebindeki fotoğrafı çıkardım: Sararmış, kenarları yırtılmış; üzerindeki gibi gülümseyen insanları görmeyeli yılların geçtiği, özlediğim günleri yansıtan bir fotoğraftı bu. Yanımda duran adamları hala hatırlamıyor ama onlara karşı borçlu olduğumu hissediyordum. İçime dolan hüzün duygusuna karşı gelmeye çalışarak bir iki adım attım. Gözümden süzülen bir damla yaşı sildikten sonra başımı ellerimin arasına alarak acıyla yere çöktüm. Sanki attığım her adımda anılar tazelenmiş, eski günlerden birisi daha hatırlanmıştı. Şimdi daha iyi hatırlıyordum. Fotoğraftaki adamlarla burada duruyorduk. İkisi de sevdiğim insanlardı. Birisi beni tebrik ediyor, diğeri ise yumruğuyla zafer işareti yapıyordu. Neyi başardığımdan bahsetmiyorlar ama gayet mutlu görünüyorlardı.

 Kendimi toparlamaya çalışarak ayağa kalktım, güçlükle yürümeye devam ederek köprünün çıkışına geldim. Kafama adeta iğnelerin batırıldığını hissediyordum. Zor da olsa gözlerimi aralayarak etrafa baktım. Fotoğrafta bahsettiğim, ana bina olduğunu düşündüğüm o garip bina önümde yükseliyordu. Yüzü tamamen camlarla kaplanmış, altı katlı büyük bir yapıydı. Duvarlarını oluşturan camlar yer yer çatlamış, bazı kısımlar tamamen kırılarak dökülmüştü. İçeride ne olduğuna veya bir zamanlar neler olduğuna dair en ufak bir fikrim bile yoktu. İçeriye girmeden de öğrenemeyeceğimden emindim. Derin bir nefes alarak yürümeye devam ettim. Binanın kapısını bulmalıydım.

 Yüz metre kadar yürüdükten sonra sağa döndüm. Köprünün karşı tarafının aksine buraya çok az kar yağmıştı ama burada hava daha soğuktu. Kontrolünü kaybetmek üzere olduğum çeneme söz geçirmeye çalışarak yürüdüm. Kapı olabileceğini düşündüğüm yere doğru ilerlerken -önce gözlerimin bana oynadığı bir oyun olduğunu düşündüğüm- izleri gördüm. Yıllardır (vefat eden yavrum haricinde) bir tane bile insan görmemiş olan ben, heyecandan ve korkudan ne yapacağımı şaşırmadan önce devam etmeliydim. Kapının önüne kadar gelerek zemini dikkatlice inceledim. Yağmakta olan karın henüz kapatmayı başaramadığı bir çift ayak izi vardı. Sahibi her kimse binaya girmişti. Kapının önünde, başım önde birkaç dakika bu ayak izlerini izledim. Gördüklerim bana umut ve mutluluk aşılıyordu. Belki de geçmişimi öğrenebilecektim.

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Koleksiyoncu
« Yanıtla #6 : 29 Nisan 2012, 20:00:17 »
KOLEKSİYONCU
-5-


 Kapı aralık bırakılmıştı. İçerisinde ne olduğunu bilmediğim, ne gibi anılar sakladığını kestiremediğim kapıyı yavaşça ittirerek binaya girdiğimde gözlerime inanamadım. Etrafta, raflara dizilmiş sayısız kitap vardı. Duvarlar insanın içini ısıtacak şekilde canlı renklere boyanmıştı. Her yere kitap okuyabilmek için düzenlenmiş masalar ve kapalı odalar yerleştirilmişti. “Eğer buraya başka bir amaç için gelmemiş olsaydım, oturur saatlerce kitap okurdum” diye hayıflandım. Sonra da ayrılırken birkaç kitap almaya karar vererek ilerlemeye devam ettim fakat attığım her adımda, az önceki güzel duyguların yok olup geriye sadece mutlak korkunun kaldığını hissedebiliyordum. Ne ile karşılaşacağımı bilmeden ilerlemek beni korkutmaya başlamıştı ama geri dönemezdim. En kısa sürede yukarı kata çıkmalıydım. Asansörü kullanabilirdim, ışıklarına bakılırsa hala çalışıyorlardı ama onlara binmek gibi bir niyetim yoktu. Kapalı ve dar alanlar benim için her zaman ürkütücü olmuştur. Merdivenlere doğru yöneldim.
 
 Yukarıya tırmanırken attığım her adımda yukarıda karşılaşacağım insanı düşündüm. Benden başka yaşayan en az birisinin olduğunu bilmek güzel bir duyguydu ama hastalıklı olduğunu düşündüğüm beynimin karşı bir tez oluşturması çok uzun sürmedi: Ya diğer insanların hepsi başka bir yere gittiyse ve sadece burada ben kalmışsam ya da ben aranan bir kişiysem? Eğer böyle bir şey varsa veya ben diğer insanlarla gitmemişsem, yıllarca yalnız yaşadığımı da dikkate alırsam, pek de sevilen birisi olmayabilirdim. Kafamdaki saçma olduğunu düşündüğüm bu fikirden de kurtulmaya çalışarak üst kata ulaştım. Burada da hepsi aynı hizada sıralanmış dolaplara binlerce kitap yerleştirilmişti. Dolapların aralarında da masalar vardı. Eskiden bir kütüphane olduğundan artık emin olduğum bu binadaki görünen herşey, kanala doğru bakan masaların üzerinde duran bir gazete hariç, normaldi. O, sanki bulunması için özenle oraya bırakılmıştı. “Belki de okuyan kişi kaçarken öylece bırakıp gitmiştir,” diye düşünebilirsiniz ama öyle görünmüyordu. Öyle ya da böyle bana geçmişten bir kesit sunacağı kesindi. Yaklaştım.

 Gazete, cebimdeki fotoğraftan bir gün sonrasına aitti. Ana sayfada gördüğüm yazı ise beni dışarıdaki soğuk havadan daha çok titretti:

‘Yüzyılın bilim adamı olarak tanınan B. Emre Erbay, geçen yıl ortaya çıkan virüse karşı başka bir virüs geliştirdiklerini ve bunun olası bir salgına karşı kullanılabileceğini açıkladı.’
 
 Duygularım birbirine girmişti. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Her şeyi hatırlıyordum. Zihnimde parçaladığım, daha sonra birleşmesine izin vermemek için defalarca çalıştığım, unutulası anılarımın hepsi gözlerimin önünden geçiyordu. İnsanların acılar içinde can vermeleri, ailelerin parçalanışı, her bir acı hatıra mızrak gibi kafama saplanıyordu. Sendeleyerek düşmek üzereydim ki sağlam bir kolun beni kavradığını hissettim. Bir başka canlı tarafından böyle tutulmayalı bir yıl geçmişti. Hiç hatırlamasam belki de bunun büyük bir lütuf olduğunu düşünebilirdim. Kolun sahibi beni yavaşça yan taraftaki sandalyeye oturturken kendime lanetler yağdırıyordum.

“Yine gelmişsin.”

 Evet, yine gelmiştim. Her defasında gelip tekrar unuttuğum yere yeniden gelmiştim. Karşımda yıllarca beraber çalıştığım, küçüklüğümden beri arkadaş olduğum; onca acıya inat dayanmış, güçlü bir tanıdığım oturuyordu. Kelimelerimin ağzımdan çıkmasına izin vererek -ki istediğim hemen çekip gitmekti- konuşmaya başladım.

“İnsan, gerçeklerden kaçmayı başarabilir mi sence?”

 Mustafa da benim gibi bir bilim adamıydı. Benim aksime inançları daha sağlam olan bir tipti. Şüphenin belli belirsiz yansıdığı yüzüne hızla bir gülümseme yerleştirip bana cevap verdi.

“Hayır, fakat gerçekleri duygularıyla yorumlayarak hataya düşebilir. Tıpkı senin beş yıldır yaptığın gibi.”

“Ali nerede?”

“Öldü.”

 Bu işin sonunda yine unutacağımın tesellisiyle yutkunarak sözlerime devam ettim.

“Belki de unutmak bu yüzden en güzeli kardeşim, acılardan sıyrılmanı sağlıyor.”

“Farkında değil misin Emre? İnsan sadece ve sadece gerçekten unutmak istediklerini unutabilir. Dünyanın en mükemmel unutma ilaçlarını kullansan da geriye buraya geliyorsun. Bu senin için yeterli bir sebep değil mi?”

“Henüz değil.”  

“Artık senin suçun olmayan olayları sahiplenmekten vazgeçmelisin. Dünya için iyi bir şey yaptığını zannediyor ama yanılıyorsun. Bizler sadece insanız. Dünyanın sahipleri değiliz, buranın sadece misafirleriyiz.”

“Evet, burada misafiriz fakat bu nasıl yaman bir çelişkidir ki misafir bunları yapar? Emaneti iyi kullanabildik mi, misafir olduğumuz yeri temiz tutabildik mi, bize verilen yeteneklerle burayı güzelleştirebildik mi, yoksa yeteneklerimizi çirkinleştirmek için mi kullandık?”

 Mustafa’nın sessizliği karşısında, uzun zamandır konuşmaya susamış olmamın da etkisiyle, konuşmaya devam ettim.

“Bizler kaynaklarımızı israf ettik, doğayı kirlettik, var olan virüsleri geliştirerek insanlarımızı hasta ettik. Senin eşin, benim eşim, oğlum... Hepsinin ölümüne biz sebep olmadık mı?”

“Emre, kendini ne kadar suçlu hissettiğini biliyorum fakat bu sadece senin suçun değildi. Şu an insanların birçoğu bağışıklık kazanmış durumda. Ayrıca virüs geliştirme programları da yasaklandı. “

“ Bunu duyduğuma sevindim.”

“Benimle gel Emre. Diğer insanların götürüldüğü güvenli bölgeye gidebiliriz.”

“Hazır olduğumu zannetmiyorum.”

 Mustafa ile birlikte saatlerce sohbet ettik ama beni kendisiyle birlikte gitmeye ikna edemedi. En sonunda kendisi vazgeçerek yanımdan ayrılırken çantasından çıkardığı bir paketi bana verdi. Ayrıca unutmak için icat ettiğimiz haplardan da getirmişti. Sımsıkı sarılarak vedalaştık. Paketi evde açmamı isteyerek yanımdan ayrılırken geri döndü,

“Bu arada, sana koleksiyoncu diyorlar,”

 Sustum. O da başka bir şey söylemeden gitti. O ayrıldıktan kısa bir süre sonra ben de binadan çıktım. İlaç etkisini gösterene kadar bir ay sürem vardı. Üç haftalık bir yürüyüşün ardından eve ulaşacaktım. Geride anılarımı ve nefret ettiğim hayatımı bırakarak yola çıktım.  

-Bir ay sonra-
Odalar dolduracak kadar çok kitabın ve büyükçe bir masanın kenarındayım. Masanın üzerinde yarı açılmış bir paket var. İçinden “Yol” isimli bir kitap ve üzerine iliştirilmiş bir not çıktı. ‘Canım kardeşim, inşallah yolunu bulursun,’ yazıyor ama ben adımı bile bilmiyorum ki?

-SON-