Kayıt Ol

Yürek Yükü

Çevrimdışı

  • ***
  • 581
  • Rom: 47
  • Hayvan Yemeyelim!
    • Profili Görüntüle
    • http://bulentozgun.blogspot.com/
Yürek Yükü
« : 08 Ekim 2014, 02:39:09 »
                                                             
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, zaman ki bilinmezin içinde, iyiliğin kötülükten daha çok görüldüğü, çocukların seslerini neşenin bürüdüğü zamanların birinde, bir köyün patika yolundayız şimdi. Siyah saçları geceden daha siyah, ak tenli, peri gözlü bir kız yürüyor patikada. Yanında babası, birlikte gecenin içinden evlerine gidiyorlar.

Kızın güzel yüzüne yorgunluğun örtüsü düşmüş, gülümseyişi zar zor görülüyor. Mutsuz değil ama. Yorgun sadece. Hayata güzel bakan ruhu olmasa yürüyecek takati yok. Ara sıra babasına gülümsüyor, ona geçmişteki güzel günlerden gelecek güzel günlere uzanan öyküler anlatıyor. Her gece yapar bunu. Çalıştıkları tarladan eve kadar uzanan o uzun yol, konuşmadan çekilmez yoksa. Babası da dinliyor kızının billur sesini. Kızına her bakışında gurur taşıyor gözlerinden.

Yavaş yavaş yaklaşıyorlar küçük ama sıcak evlerine. Kapının önünde, anne yine. Baba ile kızın o karanlık yollardan sağ salim eve döndüklerini görmezse içi rahat etmez çünkü. Her zamanki gibi öpüyor kızını, kız da sevgiyle sarılıyor anacığına. Yemek hazır, mis gibi kokular geliyor içerden. Kızın kardeşleri çoktan oturmuşlar sofraya; ellerinde kaşıklar, bekliyorlar, babalarını, ablalarını:

“Hoş geldiniz baba, abla!”

Yemekler soğumadan başlamalı. Anne, peygamber adaletiyle koyuyor yemekleri. Masanın ortasında da kocaman bir testi, bir bakır bardak. Çünkü anne biliyor kızının ve kocasının sıcaktan kavrulduklarını. Gece serinliği düşse de nefeslerine, suya doyamazlar ikisi, biliyor. Yine az yiyor ipek saçlı kız. Sanki tüm gün o çalışmamış, onca tarlayı o ekmemiş.

Yemeğinden birkaç kaşık alıp kalkmaya yeltenince babası kızgın kızgın bakıyor kızının gözlerine. Kızgın dediysek o şefkat yüklü yürek ne kadar kızgın olabilirse o kadar. Babasından korktuğu için değil, onu çok sevdiği için birkaç kaşık daha alıyor kız, en sevdiği yemekten. Annenin ruhu kıza bitişik olduğu için, neredeyse her gün kızın içinden geçen yemekler konuluyor sofraya. Anne merhamet dolu bakıyor kızına:

“Güzel kızım, yavrum, neden yemiyorsun, nasıl çalışacaksın yarın? Hadi kuzum ye biraz daha.”

Sofradaki herkes biliyor neden acele ettiğini annenin. Sizin de bilmeye hakkınız var. Bu mutlu yuvanın hiç derdi olmasın isterdiniz biliyorum ama dertsiz dünya mı olur?

Gece kendini göstermeye başlayınca ailenin tek derdi başlayacak çünkü. Hepi topu üç beş dakika kaldı kızlarının ölmesine. Babanın bir bahane bulup kızı, düşüp zarar görmeyeceği bir yere oturtması gerek. “Keşke biraz daha yeseydi” diye geçiriyor içinden anne. Derde alışılır mı? Yirmi üç yıl oldu. Yirmi üç yıldır peri gözlü kızları gece yaklaşıp baykuşlar ötünce ölümüne uyuyor. Sabah güneş doğar doğmaz diriliyor ama ölüm görmek her gece, kolay mı?

Daha kundaktayken almış götürmüşler kızı, başlarını çalmışlar her taşa. Güçleri yettiğince götürdükleri hekimler, hocalar derdi bulmuşlar ama çaresini bulamamışlar, akıl erdirememişler. “Kızın uyuması öyle böyle bir uyuma değil” demişler, “ölüme denk bir kendinden geçme”.

Her gece, uykuya dalar dalmaz nefesi duruyor kızın; vücudu kaskatı oluyor, buz kesiyor teni, ölüm solgunluğu çöküyor rengine. Her gün ölüm sessizliğiyle uyuyor aile. Hepsinin rüyasına “Ya sabah uyanmazsa” korkusu siniyor. Sabah olup kızlarını, ablalarını neşe dolu gözlerle kahvaltıyı hazırlar bulunca bayram seslerine boğuyorlar evi.

Dert böyle sürüp giderken bir gece kapı çalınıyor. Yaşlıca bir adam, bembeyaz sakalıyla kapıda durup, “Hekimlere koştuğunuzu fakat derman bulamadığınızı duydum, bir de ben bakayım kızınıza, para pul da istemem, duanız yeter.” Bin minnet içeri alıyorlar hekimi. Hekim bakıyor kıza uzun uzun, buza kesmiş ellerini tutuyor, yüreğini dinliyor ve anlıyor hemen ama anladığı yüzünü güldürmüyor.

“Kızınızın derdi büyük. Çaresi yok. Geceleri kalbi duruyor. Bu besbelli. Her hekim söyler bunu. Lakin onların bilmediği bir şey var ki içinize kor düşürecek. Bu böyle sürüp gitmeyecek çünkü. Kızınız bir kaç yıla kalmaz ölecek. Bir sabah ölüm uykusundan uyanmayacak. Hazırlayın kendinizi.”

Ailenin bir gün geçer elbet diye tutundukları son umut da o gün düşüveriyor ateşe. Ölüm artık daha yakın, soluğu evin içini dolduruyor her gün.

Üzülmeyin, hemen düşmesin yüzünüz, anlatacağımız çok güzel şeyler var çünkü. Başta demedik mi sonu güzel bu masalın diye. Bakın sabah oldu bile, kız uyanıyor. Ne de güzel yüzü. Her gece ölüp her sabah dirildiğini bilmiyor. Kimse söylemedi ona. Söyleseler ne değişecek. Yakında öleceğinden ve zaten her gün öldüğünden habersiz. Hiç rüya görmemesine anlam veremiyor sadece. Titriyor bakın. Ne kadar sıcak olursa olsun hep titreyerek uyanıyor. Üzerindeki kalın yorgandan sıyrılıp kalkıyor. Her sabah olduğu gibi bahçeye koşuyor kız, ağaçların her biriyle teker teker ilgilenip meyvelerinden yiyor. İçerden babası seslenince güvercin edasıyla yürüyor eve. Yine az yiyor kız. Hemencecik yola koyuluyorlar. Geç kalırlarsa zalim tarla sahibi yevmiyelerinden keser.

Kız sabahları konuşmuyor pek, güneşin aydınlattığı patika yolun kenarlarındaki çeşit çeşit ağaçlara hayranlıkla bakıyor; kuşların, böceklerin seslerini coşkuyla dinliyor. Yaşayan her şeye bitmez bir özlemi var kızın. Geldiler tarlaya. Bakın o mendebur tarla sahibi yine kulesinden işçileri izliyor. Biri vaktinde gelmesin, biri mola vakti dışında bir dakika dursun, biri ufacık bir hata yapsın, pis ihtiyar kulesinden bağırır, tehdit eder. Kız başlarda rahatsız oluyordu sürekli izlenmekten ama alıştı zamanla. Yaşama duyduğu saygı, sevilmeyecek olanı bile sevmesini sağlıyor çünkü. Kızla yaşıt onlarca işçi çalışıyor tarlada. Hepsi de iyi yürekli çalışkan insanlar. Melek yüzlü kız, onları görünce güneş gibi gülümsüyor. Her gün olduğu gibi bir yandan çalışıp beri yandan güzel güzel sohbetler ediyorlar, gülüp eğleniyorlar. İşin yükünü dostluklarıyla sırtlıyorlar. Kimse tarla sahibini sevmiyor ama ne yapsınlar. Başka tarlalar var ama en yakını yarım gün uzaklıkta. Hem onların sahipleriyle de ilgili güzel rivayetler duyulmuyor. Zalim her yerde, zulüm dünyanın yaşına denk. Ya çekip gideceksiniz ya da güzel olan ne varsa ona tutunup yaşayacaksınız.
   
Güzel olana tutunup yaşayanları anlattık epeyce. Biraz da çekip gidenlere bakalım. Genç bir adamdan bahsedelim. Bir yerde bir aydan fazla durduğu görülmemiş gezgin bir işçi.  Kendinden başka kimsesi yok. Zulmü gördü mü açlık pahasına terk ediyor o yöreyi. Gezip duruyor. Ahırlarda yatıp karın tokluğuna çalışıyor. İçi sevgi dolu. Dert değil hiçbir şey. Yeter ki dürüstçe çalışacağı bir kapı bulsun, ekmeğini taştan çıkarır. İyilikten de geri durmaz, kolu nereye yetiyorsa oraya uzatır yardım elini. Ama içinde bir boşluk var. Gezip durduğu bu yüzden. Zulme göğüs gerecek yerde çekip gidişi bu yüzden belki. İçindeki boşluğu dolduracağı bir yer arıyor. Onun da bir derdi var desek çok mu üzeriz sizi. Var elbet, göğsünün altında bir yerine iki kalp var. Bunun neresi kötü diyorsunuz besbelli. Dinleyin o zaman: İki kalpli genç adam neden yalnız biliyor musunuz? O iki kalp onun ömrünü, sevdiği herkesin ölümünü görecek kadar uzattı çünkü. Belki 117 yaşında ama yüzü ve bedeni yirmilerinde. Bir de hiç uyumuyor, sürekli çarpan kalpleri ona uykuyu haram ediyor çünkü. Bir gece bir gündüz iki hayat yaşıyor her gün. 117 yıllık ömrünün iki katı dert görmüş, iki katı acı çekmiş bu yüzden. İki kalbi de dolduramıyor acıların yıktığı yürek evini, içinin boşluğu gözlerinden okunuyor.

İşte bu delikanlının yolu o zalim tarla sahibinin tarlasına düşüyor bir sabah, masal bu ya. Burada biraz para kazanabilirse, karnını doyuracak. Belki yatacak bir yer de bulur, kim bilir. Tarla sahibiyle konuşuyor delikanlı, adamın yukardan bakan tavrı içine dokunsa da umursamıyor. Ne de olsa buradan da gider bir gün. Onu tutacak ne var? Günlük iki pula anlaşıyorlar. İki pula ne eder ki? Belki bir bakraç süt, iki de ekmek. Olsun diyor delikanlı, buna da şükür. Lakin kalacak yer yok. Onu da sen buluver diye çıkışıyor tarla sahibi, meymenetsiz herif. Hava gül güneş, ormanda yatarım diye geçiriyor delikanlı içinden. Hemen işe koyuluyor, iş zor değil ama akşamı bulacak besbelli. Sıcak da bir yandan.

Az sonra diğer işçiler geliyor. Hepsi güleç yüzlü, neşeli insanlar. Hemen tanışıyorlar delikanlıyla, içlerine alıyorlar. “Bırakın laklakı, hadi iş başına!” diye gürlüyor yukardan bir ses. Kuledeki akbaba. Paranın esiri olmuş her kişi gibi o da yalnız ve zalim.

Ha gayret girişiyorlar işe ama delikanlının gözü peri gözlü kızda. Bir yolunu bulup yakınına geliyor kızın. Neşeli sesini, şen kahkahalarını dinlemeye doyamıyor. Gizli, açık etrafında dönüyor. Öğlen oluyor vakit, ne varsa heybelerde, çıkarılıyor, büyük bir ağaç gölgesi bulunup beraber oturuluyor sofraya. Sofranın neşesi yine o ipek saçlı kız. Sesinde doğanın tınısı var, kuş gibi şakıyor. Delikanlının içindeki boşluğa tatlı bir duygu sızıyor o vakit. Akşama kadar yan yana çalışıyorlar, sohbet edip birbirlerinin gözlerine bakıyorlar. Delikanlının uzun hayatı boyunca edindiği tecrübe, bilgi ve olgunluk kızı hayran bırakıyor. Kızın bitmek bilmeyen yaşama sevinci delikanlıyı kendinden geçiriyor. Gün akşam oluyor, herkes yorulmuş, gitme vakti geliyor. Yevmiyesini cebine koyup azık bohçasını sırtına vuruyor her biri, düşüyor yuvasının yoluna.

Kızın babası görmüş geçirmiş adam, anlıyor delikanlının evi yurdu olmadığını. “Gel bizde kal bugün, yarın hal çaresine bakarız” diyor babacan bir sesle. Delikanlı pek seviniyor, hemen kabul ediyor bu cömert teklifi. Nasıl etmesin? O güzel kızla biraz daha yan yana kalmaya fırsatı var artık. Geceyi aydınlatan bir neşeyle konuşa konuşa varıyorlar eve. Anne yine kızının ruhunu okumuş sanki, sevdiği yemeklerden yapmış. Bir tabak daha koyuyor masaya bir meleğin lütufkâr elleriyle. O sıra baba yaklaşıyor delikanlıya, bir köşeye geçip, derin bir nefes çekip anlatıyor kızının derdini. Delikanlının kızına vurulduğunu anlıyor besbelli. Seviyorsa delikanlı, bilmeye hakkı var gerçeği. Lakin gerçek çoğu kez ağır gelir ruha. Gözlerini yaşlar bürüyor delikanlının. Ömrünün laneti hiç boş bırakmıyor başını. Âşık olmuştu kıza öğlen olmadan ve şimdi öleceğini öğreniyor. Nasıl bir kader bu? Sevmek haram mı bu gönlü bol adama? Geride bıraktığı onca insana duyduğundan daha derin bir matem çöküyor içine.

Yemek yeniyor. Herkes içindeki acıyı örtmüş, neşeli bir rol içinde; ama delikanlının yüzünden hüznün tüm izleri okunuyor. Kız anlam veremiyor bu hüzne. Delikanlı kızın billur gözlerine bakıyor, gülümsüyor. Yemek biter bitmez anne, bir bahane bulup götürüyor kızını yatağına. Az sonra ağır bir sessizlik bürüyor evi. Kimse de konuşacak hal yok. Delikanlı büyük bir cüretle babadan izin alıyor, kızın yanına gitmek istediğini söylüyor. Sabaha kadar bakacak kızın gözlerine. Belki kız, bir an olsun açıp gözlerini bakar kendisine. Yılların çaresizliğinden yorgun düşen baba bir umut görüyor delikanlıda. “Olur ya” diye geçiriyor içinden, “belki yaradan, bir sevda devası yollamıştır kızıma”. İki göz evin bir gözünde herkes yer döşeklerinde yatıyorlar yan yana. Kız diğer odada ölüyor, orada diriliyor. Çünkü anası dayanamıyor onun bu haline. Şimdi delikanlı kızın yanı başında. Saçlarını okşuyor, ellerini tutuyor. Dualar ediyor Allah’a, uyanıversin gün doğmadan diye. İyice yakınına gelseniz, delikanlının kalplerinin garip ritminin düzeldiğini, ikisinin bir attığını duyabilirsiniz. Delikanlı bu uyumu fark etmese de sebepsiz bir huzur buluyor. Sonra birden bir anı kurtulup koşuveriyor geçmişten. Delikanlı çok küçükken, belki beş belki altısındayken, ak sakallı ak kaşlı bir yaşlı hekim bakmıştı ona. Bu uyumama derdinin sebebini de o bulmuştu hemencecik. “Oğlanın iki kalbi var” demişti anneyle babaya, “Bu iki kalp uyutmuyor evladınızı. Allah ona bir emanet vermiş, bu yükü taşıyacak kim bilir ne zamana kadar. On beşine değdi mi yaşı, gidecek bu diyardan, göğsündeki emanetin sahibini aramak için. Sakın ha ağlayıp sızlamayın. Eğer ki yanınızda tutarsanız bu iki kalp ona ağır gelir, bir yıla kalmaz ölür. Ama eğer giderse ömrü uzayacak, emanetini bırakana kadar ölüm ondan ırak duracak.”

Delikanlı yüz yıl öncesinden gelen bu anının bir işaret olduğunu anlıyor. Ellerini göğe kaldırıp “Rabbim, sana şükürler olsun, bana iki yürek, uzun bir ömür verdin. Acısı da lütfu da bol, uzun bir ömür. Hiç şikâyet etmedim şimdiye kadar. Lakin artık çok yoruldum. Sevmek, sevilmek istiyorum artık. Ömrümü paylaşmak istiyorum âşık olduğum kızla. Al benden yüreğimin birini, ona ver Allah’ım.” diye dua ediyor ve hıçkırıklar içinde kızın ellerine kapanıyor. O an bir sessizlik bürüyor köyü, kasabayı, şehri, ülkeyi, dünyayı, evreni. Huzur dolu bir sessizlik. Sonsuzluk kadar uzun, bir an kadar kısa sürüyor bu sessizlik. Toz kımıldamıyor evrende. İlahi bir nefes doluyor evin içine.

Gece demini alıyor, akıyor simsiyah. İki insan silüeti görüyoruz karanlıkta. Hareketsiz. Yakından bakınca anlaşılıyor ama. Delikanlı açıyor gözlerini yavaş yavaş. Bir sis bürüyor gözlerini önce. O uzun ömrü boyunca hiç bu kadar uzun kapatmamış onları besbelli. Sonra sis dağılıyor ve yerini peri gözlü, ipek saçlı, ak tenli kızın büyülü güzelliğine bırakıyor. Kız gülümsüyor delikanlıya. Delikanlı şaşkın şaşkın bakıyor kıza. “Uyudum mu ben?” diye soruyor. Sanki ilk sorulması gereken buymuş gibi. Kızın cevabıysa yüreğinden geliyor.

“Evet, uyudun. Ben de uyandım. Sana baktım gece boyu. Seni bekledim. Hep beklemişim gibi.”


Bülent Özgün
4 Ağustos 2012 – 8 Ekim 2014
Kayseri


Çevrimdışı Sayhh

  • **
  • 189
  • Rom: 15
  • Her şey başladığı yere döner.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yürek Yükü
« Yanıtla #1 : 08 Ekim 2014, 05:00:00 »
Yetiştirilmesi gereken işler güçler derken bir türlü uyumaya gidemedim bu gece, her şeyi bitirince de foruma bir göz atayım dedim ve bu masalı gördüm. Bu saatte, tam da uyumadan önce bunları okumuş olmak bana nasıl iyi geldi anlatamam. Rahatlıkla son zamanlarda okuduğum en güzel ve en naif metin olduğunu söyleyebilirim.

Kullandığınız tüm olumlu kelimeler/ifadeler, iç rahatlatan anlatımınız hikayenin kurgusuna çok yakışmış. Sürekli karanlık, bunalımlı ve acılı şeyleri okumaktan öylesine yılmıştım ki, sıkıntılardan bahsederken bile -gerisi iyi gelecek ama- teskininde bulunduğunuz için oldukça memnunum.

Giriş için hazırladığınız görsel ve metin de çok iyi olmuş, masalın ruhunu tam olarak yansıtıyorlar. :) Son paragrafı da özellikle çok sevdiğimi belirtmeliyim.

Eleştirmek adına herhangi olumsuz bir şey arayıp bulmaktan saat itibariyle çok uzağım, öyle olmasaydı da pek haddim değilmiş gibi hissederdim sanırım.

Masalı burada bizlerle paylaştığınız için bolca teşekkürler, kalemizine sağlık.  :)


Çevrimdışı maviadige

  • **
  • 161
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yürek Yükü
« Yanıtla #2 : 23 Ekim 2014, 10:45:39 »
Çok beğendim, etkileyici bir hikaye. Okurken insanı alıp farklı yerlere götürüyor sanki.
Yakından bakarsan güzelleşecek.
Uzun süre bakarsan sevimli olacak.
Sen de aynısın...

-School 2013-

Çevrimdışı Fırtınakıran

  • *
  • 8351
  • Rom: 1
  • Unique Ravenclaw
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yürek Yükü
« Yanıtla #3 : 30 Ekim 2014, 11:29:29 »
Merhaba Bülent Bey,

Sonunda okuyabildim bu öykünüzü.

Giriş cümlenizi ve genel olarak anlatım biçiminizi gayet beğendim. Anlattığı masala uygun bir dildi ve okurken bana çok keyif verdi. Ayrıca sizin de anlatıcı olarak arda bir, yazı içinde kendinizi belli etmeniz öyküyü eğlenceli bir hale sokmuş. Ama ben eleştirmeden durur muyum? Minicik bir önerim olacak.

Alıntı
Bir varmış bir yokmuş (nokta) Evvel zaman içinde, zaman ki bilinmezin içinde, iyiliğin kötülükten daha çok görüldüğü, çocukların seslerini neşenin bürüdüğü zamanların birinde, bir köyün patika yolundayız şimdi.

Böyle olunca ikinci cümledeki akışkanlık bozulmamış oluyor. Kendim okurken iki haliyle de denedim, kendi adıma tercihim bu yönde. Tabii yazarı olarak siz bilirsiniz :).

Küçükken okuduğum masal kitaplarına yakışacak bir yazıydı. Bir yanda mutlu sonu, diğer yanda görülmemiş dertlere sahip mutlu insanlar... Yine dile değinecek olursam, betimlemeleriniz de okura keyif veriyor.

Okurken birkaç şey geçirdim içimden, onları da paylaşmak isterim.

Öncelikle, kızımızın her gece ölüp dirilmesi ve üşümesiyle çelişen bir durum var gibi. Eve gelince babasıyla birlikte bakır bardaktan su içiyor. Vücudu gün içinde (güneşin altında kalarak) ısınıyor mu? Şahsen kızın bu durumundan dolayı güne de yorgun başlamasını hayal ettim. Malum, sonradan öğreniyoruz ki yüreği de yok. Üzerine dinmeyen bir yorgunluk da yakışabilir. Yine kendi yorumum, bir eksik değil bu.

Sonrasında şu dikkatimi çekti, başlangıçta güzel bir dünya yaratıyorsunuz bizlere. Devamındaysa "ama öyle çok da dertsiz değillerdi" iması geliyor. Yani başta karakterler iyi ve mutlularken biraz ani biçimde, "aslında o kadar da değillerdi" gibi bir şey oluşuyor. En azından bana öyle oldu.

En son eleştirimse yazılarınızda genel olarak gördüğüm bir şeye olacak. Yapmayın, etmeyin, diyalogları paragraflara bitişik olarak değil de, bir satır boşluk bırakarak yazın :). Mesela,

Alıntı
Yemek hazır, mis gibi kokular geliyor içerden. Kızın kardeşleri çoktan oturmuşlar sofraya; ellerinde kaşıklar, bekliyorlar, babalarını, ablalarını:
“Hoş geldiniz baba, abla!”

Yerine,

Alıntı
Yemek hazır, mis gibi kokular geliyor içerden. Kızın kardeşleri çoktan oturmuşlar sofraya; ellerinde kaşıklar, bekliyorlar, babalarını, ablalarını:

“Hoş geldiniz baba, abla!”

Okuma ortamı birden nasıl ferahlaşıyor, inanın.

Öykünün ismi gayet yerinde ve çift yüreğe sahip bir adamın içinde taşıdığı bu yükten kurtulma yolu pek bir tatlı. İnsanın yüzünü güldürüyor. Ayrıca, her gün ölüp dirilmek de bu hikaye içinde çok sembolik biçimde parıldıyor. Onu ayrı bir sevdim :).

Ellerinize sağlık.