Kayıt Ol

Gökdiyar Günceleri

Çevrimdışı EntelBarzo

  • *
  • 13
  • Rom: 0
  • JOOD POIOK!
    • Profili Görüntüle
    • Gezgin Portakal
Gökdiyar Günceleri
« : 22 Kasım 2015, 17:03:08 »
Merhabalar efendim! 7 yıldır geliştirmeye çalıştığım hikayemden selamlar getirdim sizlere. Bölümleri fırsat buldukça bu konudan okuyabilirsiniz ancak mümkünse Wattpad üzerinden okunur ve bana destek verilirse çok daha mutlu olacağımdır. Hikaye fazlası ile Animevari olduğundan herkesin hoşuna gitmeyebilir. Daha devamı da yakında gelecek. Kötü bulduğunuz her türlü özelliği suratıma suratıma fırlatırsanız ayrıca bir mutlu olacağım.

Bölüm #1 - Günaydın:
Spoiler: Göster
Ay, sonsuz sayıda adanın arasından gülümserken hınzır bir çocuk gibi etrafa saçtığı ışıklardan biri bir odanın penceresinden içeri doğru süzülüp bir gencin yüzüne çarptı. Genç irkildi. Çok az yapılı genç yatağından doğruldu ve yatağına oturdu. Kırmızı saçları omuzlarına kadar iniyor, sarı atleti ile uyumlu bir şekilde ışık dansı yapıyorlardı sanki.

Çocuk, hafifte olsa esmerdi. Yeşil gözleri sinir ile Ay Dede’ye baktı. Küfrederek perdelerini kapattı ve yatağa uzanıp mor renkli yorganını üzerine çekip kendini bir kez daha rüyalar trenine bindirmeye çalıştı.

Ama Ay’ın umurunda değildi genç çocuktan yediği küfürler. O yine gülümsüyor, altındaki boşluğa ve karşısında dans eden kimsenin saymayı denemediği adalar ile muhabbet ediyordu. O sırada gencin perde ile kapattığı camın önüne mavi bir kuş kondu ve uyudu. Sabah olduğunda ise kuş neredeydi kimse bilmiyordu.

Ay, mesaisini çoktan Güneş’e bırakmış, kimsenin bilmediği bir yere gitmişti bile. Evet, Demonai, Zha Savaşından beri havada asılı kalan sonsuz sayıda adanın birbiri ile dans etmesi ile bir araya gelmesine rağmen bu dünya hakkında bilinmeyen o kadar çok şey vardı ki…

Adaların nasıl havada durduğunu kimse açıklayamıyordu. Bilim ve Teknoloji’nin ülkesi, Zha Savaşından sonraki oluşan dünyadaki en büyük icat olan Skybot’un doğduğu yer ve Pyrarezn Horilius gibi Demonai’nin en büyük dehasının evi olan Baalrax’ta bile kimse bunun neden olduğunu bulamadı.

Ancak bilinen şuydu ki, Demonai kesinlikle masallar dünyasıydı. Savaştan önce Tanrıların ego savaşlarının ardında kalan bu rüya gezegen en sonunda kendi kendini tüketmiş, Zha Savaşının sonunda oluşan patlama ile coğrafi ve biyolojik olarak tamamen değişime gitmişti.

Demonai’nin en büyük efsanelerinden birisi ise Zha Kristalidir. Zha Savaşından sonra nedeni bilinmeyen bir şekilde bütün tanrıların içine hapsedildiği bir kristal olarak nitelendirilir. Zha Savaşından yaklaşık 4000 yıl sonra maceracı denilen insanlar Demonai’yi keşfe çıkar ve Zha Kristali’nin peşinden giderdi. Zha Kristali’nin bu kadar aranmasının sebebi ise kristali ele geçirecek kişinin savaşa sebep olan on tanrının güçlerini ele geçirerek yeni dünyanın tanrısı olacağına dair dedikoduların yavaş yavaş efsaneye dönüşmesidir.

Demonai’de başka bir olay daha vardı. Ve bu olay her an dünyanın değişmesine neden olabilirdi, 15 Yaş Seremonisi. Tanrılar Zha Kristaline hapsolsalar dahi her 15 yaşına gelen gençlerden kendi müritlerini seçer ve onlara kendi büyüleri ile kutsanmış nefesler armağan ederlerdi. Nefesler her şey olabilrdi. Güçlü bir kol, dönüşüm imkanı, nefes gibi sonsuz bir ihtimal, seremoni anında oradaki kişiyi beklerdi.

Neyse çok fazla konuştuk. En iyisi gece gördüğümüz eve geri dönelim!
——————————————————————————————————-
Güneş ışıkları tüm gücü ile altındaki kara parçalarını ısıtırken başlıyor hikâyemiz. Harlia ülkesinin, Blizzhax adasında, minik bir kıyı kasabası. Yanında ise adaya ismini veren Blizzhax gölü bulunuyor.

Sabahın daha yedisi olmasına rağmen hayat çoktan uyanmıştı. Alev yeleli Yurrikanlar Blizzhax’ın ovalarında koşturuyor, kuşlar, bitmek bilmeyen şarkıları ile sabahı kutsuyorlardı adeta. Kasaba insanları yine işlerinin, kendi ekmeklerinin peşinde koşturuyordu.

Böyle bir Demonai sabahında, kasabanın doğu kesiminde bir evin camlarından beyaz dumanlar yükselmeye başlamıştı. Ev, iki katlı, dışı olsan ağacının keretseleri ile döşendiğinden dolayı simsiyahtı. Evin kahverengi kapısı ana caddeye bakıyordu. Kapının hemen önüne koşarak bir kız gitti. Kız, orta boylarda, küt sarı saçlı, kemerli bir buruna ve ince bir dudağa sahipti. Kıyafetleri ise onun şirinliğini anlatırcasına rengârenkti, beyaz bir şal altına su yeşili bir elbise giymiş onu da mosmor çoraplar ve sarı babetler ile desteklemişti. Kız, pekâlâ ki güneş ışığı altında resmen ışık saçıyordu.

Kapıya doğrulup usulca kapıyı çaldı. Nedense heyecanlı değildi kız. Kahverengi kapı usulca açıldı. “Kapının ardından orta yaşlı bir kadın çıkageldi. Kahverengi saçları omzundan toparlanıp aşağı iniyor, kehribar rengi gözleri ise önündeki kıza şefkat ile bakıyordu. “Oh Mio! Kaç zamandır uğramamıştın. Neredeydin?” diye sordu orta yaşlı kadın kıza doğru. Mio ise hiç aldırmadan “Takeru nerede Yaila teyze? Onu görmem gerekiyor!” diye sordu.

Yaila, Mio’yu severdi, çok çok severdi ancak onun bu odunluklarında içinden etmediği küfür kalmazdı. İçinden derin bir nefes çekip, “üst katta. Ama hala uyuy-“. Yaila sözlerini tamamlayamadan Mio ayakkabılarını çıkartıp üst kata doğru yola koyulmaya başlamıştı.
Evin içi, dışına nazaran daha renkliydi. Alt katta kapının tam karşısında uzun bir yemek masası, soldaki oda da bir salon, sağda ise sıradan bir ev mutfağı vardı. Duvarlar açık kahverengi bir kereste ile döşenmişti. Merdivenleri hızla çıkan Mio, üst kata merdivenleri gıcırdatarak çıktı. Merdivenin bitişinin hemen dibindeki kapının kolunu sol eli ile tutup sağ elini yüzüne vuracak ışığa karşı siper etti. Hızlı bir şekilde kapıyı açtı ve gözleri ışığa alışana kadar öyle kaldı.

Odanın içi dağınıktı. Sanki bir önceki gece içinden fırtına geçmiş kadar hem de. Kapının hemen önünde genişçe bir pencere vardı. Pencerenin hemen önünden ise Demonai’ı tüm genişliği ile görülebiliyordu adeta.

Mio, zümrüt rengi iri gözleri ile adeta Klizpahariza’yı tararcasına baktı. Belki de hayatı boyunca yapmayı en çok sevdiği şeylerden biri her sabah Klizpahariza’ya bakmaktı.
Demonai’deki adalar havada süzülüyor olabilirler ancak ilerlemezler. Sanki bir şey onları havada tutuyor veya yukarıdan itiyormuş gibi. Jeologlar, gökbilimciler, fizikçiler Yeni Demonai var olduğundan beri adaların havada nasıl süzülebildiklerini düşünüp durmaya devam ettiler ancak din adamları, güç sahibi insanlar, “Bu adalar benim sayemde varlar!” tarzı veya başka tanrılara taparak onlara hürmetlerini sergilediler.

Kimsenin aklına 15 Yaş Seremonisinde “Bu nerenin kubarı?” diye sormak gelmemişti. Doğaldır, hayatınızı değiştirecek anlar o anlardır. Asıl güç denilen kaynaklardan biri sizin ayağınıza gelmiştir ve hemen gider. Çoğu zaman anlatanların dediğine göre tanrılar insanlara görünmezlerdi bile.

Uzun uzun Klizpahariza’yı taşıyan adayı ve Demonai’ın manzarasını taradıktan sonra Mio, arkasını yavaşça dönüp odanın içine ve yatağın üstünde uyuyan gence baktı. Yemyeşil gözleri hiddet ile doldu taştı ve yatakta yatan kızıl saçlı çocuğu dürtmeye başladı. Sanki hiddetin melodisini çalarmışçasına sinirli ancak bir o kadar ahenkli bir ses ile, “Takeru! Haydi kalk artık bugün önemli bir gün biliyorsun.” dedi.

Takeru, arkasını dönüp derin bir homurtu ile “beeejjjhdahakadajahzzz” diye tabiri caizse anırdıktan sonra Mio iyice kendini kaybetti ve “Bugün seremoni günü ve sen hala yatacağım mı diyorsun? Hadi tembel teneke bir an önce kalk!” diyerek bağırdı. Ani bir hışımla kapıya yöneldi ve kahverengi tahta kapıyı ani bir sinir ile hızla kapatarak dışarı çıktı. Kapının çıkarttığı ses o kadar gürültülüydü ki, odanın camları titreşti. Takeru, ani bir irkilme ile yatağından doğruldu. “Mio neden biraz daha sakin olmayı denemiyor ki?” diyerek derin bir iç çekti. Daha sonra ise üzerini değiştirmek için dolabına doğruldu.
Mio aşağı kata inip yemek masasına baktığında hiç farketmediği bir şeyi görmüştü. Takeru’nun annesi Yaila hanım bu özel gün için yemek masasını donatmıştı adeta. Takeru’yu iyi bildiğinden bu sofrada kendini kaybedeceğine adı gibi emindi. O yüzden içinden sakin olmasını söyleyerek sofraya oturdu.

Mio tam çatalı eline alıp “Afiyet olsun!” dedikten sonra merdivenden adeta Mynai’li rahiplerin davul törenlerindeki çıkardıkları sesi andıran bir gümbürtü çıktı. Arkasını döndüğünde ise Takeru’nun aşağı indiğini görmüştü. Takeru, yine her zaman giyindiği gibi giyinmişti. Mavi renkli, ortasında sarı bir yıldız bulunan tişört, üstüne siyah, kenarlarında kırmızı çizgiler olan bir ceket giymişti. Pantolonu koyu yeşildi ve sağ bacağının tam üstünde kemere benzer bir şey vardı. Kıpkırmızı saçlarını ise arkaya atıp metal bir gözlüğü bandana niyetine kullanmıştı . Gözlüğün üstünde “Zlel her kurasla” yazıyordu.
“Bugün farklı giysiler giymeyi deneyemez miydin?” diye sordu Mio. Takeru ise gülerek “Heheh. Bizde böyle Mio hanım” dedi. Mio ise içinden “Sevimsiz herif.” diye bağırmakla yetinebildi sadece.

Tam o anda Takeru, gözlerini sofraya dikti ve hemen ardından büyük bir hayranlık ile annesine döndü. “Anne! Ne yaptın sen?! Mükemmel bir sofra bu!” diyerek koşa koşa annesine sarıldı. Yaila hanım ise gülümseyerek “Çocuklarım her zaman 15 yaşına basmıyor” dedi.

Aslında Mio, Yaila’nın çocuğu değildi. Mio’nun geçmişi hakkında tek bildikleri -Mio’nun da bildiğini sandıkları- Takeru 9 yaşında dışarıda oyun oynarken hiç tanımadığı bir kızın inleyerek Takeru’ya doğru yürüdüğü ve onun yanına geldiğinde ise yere yığıldığıydı. Takeru annesini çağırmıştı ve Yaila hanım acele ile Mio’yu kucağına almıştı. “Bu kız yanıyor!” diye bağırıyor ve kehribar rengi gözleri dehşet ile açılmış bir halde aceleyle evlerine koşuyorlardı. İşte o günden beri, yaklaşık 6 yıldır Mio ile Takeru, Yaila Hanım ile beraber kalıyorlardı.

Takeru, o anda sofranın muhteşemliğine kaptırıp resmen 4 ay boyunca insan eti yememiş vahşi Lazoklar gibi koca lokmalar ile ağzına atmaya, daha doğrusu sokuşturmaya çalışırken Mio kendini tutamadı ve “Şu soktuğumun yemeğini biraz yavaş ye!” diye diye Takeru’ya çıkıştı. Tam o anda ne yaptığının farkına varan Mio, Takeru ve Yaila’nın anlamlı ve gülmeye hazır olan tebessümlü yüzlerini farkeder farketmez yanakları adeta bir elma kadar kızardı ve ani bir hışım be “Hıh!” diye bir ses çıkartarak yemeğine geri döndü.
Yaila hanım, Takeru ve Mio kahvaltılarına devam ederken, Yaila hanım çocuklara döndü ve “Eee? Heyecan var mı bakalım?” diye sordu. Bu soruyu sorarken başı o kadar esnek hareket etti ki Mio, Yaila hanımın boynunun aslinda bir yılan olduğunu zannetti. Ama biliyordu ki bu Yaila hanımın ikisi bir araya geldiği zaman muhabbet etmeye başladıklarındaki manalı bakış ve hareketleriydi. Bir şey anlatmak istiyordu sanki. Ne zaman Takeru ile ikisi bir araya gelseler, Mio, Yaila Hanım’ın bu mânâlı bakışlarından kurtulamazdı.

Takeru, Yaila Hanım’ın sorusunu duymazdan gelerek, on öğün boyunca yemek yememiş Mõnizæklar gibi önündekini iştahla yemeye devam ederken Mio, “Açıkçası ben heyecanlıyım” dedi. Sesi naif ama bir o kadar da bastırılamaz bir heyecan ile doluydu. “Hayatımın bir şekilde değişeceğini hissediyorum. Sinir bozucu ancak bir o kadar da muazzam bir his” dedi gözünü cama dikerek. Takeru ise o anda hiç istifini bozmadan elindeki kaşığı tutarak, “Zha’nın peşine düşecekmiş anne” dedi ve iştah ile yemeye devam etti.

Yaila Hanım’ın birden suratı asıldı. Mio’nun ne kadar macera sever olduğunu biliyordu ancak Zha’nın peşinden gitmeyi istemesi, Yaila’nın beklemediği kadar büyük bir karardı. Asılmış suratı ile elinden düşmeye hazır çatalı, masanın üstüne hiç ses çıkartmadan koydu ve Mio’ya döndü. Sağ elini omzuna dostça bir tavır ile yerleştirdi ve gözlerindeki solmuş ışık ile Mio’nun o sonsuz çayırlar kadar engin zümrüt yeşili gözlerine baktı. Daha sonra isse dayanamadı ve sımsıkı sarılarak ağladı.

“Mio, bana söz ver. Büyüyene kadar hiç bir yere gitmeyeceksin tamam mı? Demonai senin için, hatta Aki için bile tehlikeli bir yer.” dedi. O sırada Takeru’nun yüzü düştü, elindeki yemeği tabağına geri koyarak “Yemek için teşekkürler anne.” dedi ve usulca, merdiven tahtalarını gıcırdatmadan odasına çıktı. Mio’nun tek duyabildiği Yaila hanım’ın hıçkırıkları ve Takeru’nun hayal kırıklığı taşıyan kapı çarpmasıydı. Mio’nun kalbi, bir alevin sönmesi gibi söndü.

O sırada Takeru, odasının tavanına bakmak ile meşgûldü. 15 sene he?, diye söylendi kendi kendine. “Zaman hızlı geçiyor” diyen bir ses duydu o anda. Telaş ile yatağından doğrulup kapıya baktı. Gelen Mio’ydu. Her zaman ki gibi güzel yüzü yine şirin bir şekilde gülüyordu.
“Babanı anlatsana biraz Takeru?” dedi Mio, yatakta Takeru’nun yanına oturarak. Takeru o anda cama baktı, adaların her zaman birbirleri ile olan sohbetini izlemeye koyuldu. Maalesef hiç bir şey söyleyemem, diyebildi kurumuş dudaklarının arasından. Daha sonra kafasında bağladığı gözlüğü çıkarttı. Gözlük, metal, köşeli, ince bir levha üzerine konulmuş koskoca iki camlı bir şeydi. Kenarlarından birer adet kalın kıvrımlı bir çizgi başlıyor ve tam gözlüğün tepesindeki “Zlel her kurasla” yazısının oraya kadar devam ediyordu. Gözlüğün üstündeki yazı, camdan gelen ışık yüzünden parlıyordu.

“Babamdan bana kalan tek şey bu” diyebildi Takeru gözlerin belli olan özlem hissini gizlemeye çalışmadan. Peki üzerindeki yazı ne anlama geliyor, diye sordu Mio merakla.
“Bilmiyorum. Sanırım savaş öncesindeki kullanılan bir dilden kalma. En azından amcam öyle söylemişti.” dedi.

Babanı özlüyor musun, diye sordu Mio. “Bilmiyorum. Benim için bir baba veya kan bağı taşıyan bir insan değil o. Sadece Aki Akanai. Varlığımı onun genlerine borçluyum. Onunla ilgili hiç bir duygusal borcum yok” dedi ve iş bitirici bir bakış ile Mio’ya baktı.
Daha sonra ise Takeru, ayağa kalkıp cama bakmaya başladı.
-Hey, Mio, dedi.
-Efendim?
-Zha’yı neden ele geçirmek istiyorsun?
-Belli bir sebebi yok. Sadece Demonai’yi keşfetmek istiyorum o kadar.
-Peki bekleyecek misin?
-Neyi, dedi ve merakla Takeru’ya baktı.
-Büyümeyi. Sonuçta bu yaşta hiç bilmediğimiz bir dünyaya açılmak, tehlikeli olabilir. Ölmek istemiyorum.
-Neden bu konuya kendini dahil ettin ki?

Takeru hızla arkasını dönüp Mio’ya büyük bir kararlılık ile baktı ve “Çünkü ben de seninle geleceğim. Ormanda bile tek başına bir gün geçiremezsin sen” dedi. Bu sözleri söylerken yüzündeki kararlılık hafif hafif alaycılığa dönmüştü. “Aaa öyle mi Takeru bey?” dedi Mio, “peki ‘Maceracı olacağım!’ diye iki gün ormanda kaldığını zannedip köyü Yünzak Ayılarının basmasına ne diyeceksin peki? Ayıların bıraktığı kokunun kasabadan gitmesi 6 ayımızı almıştı.” dedi ve sinirli bir şekilde Takeru’ya baktı. Takeru, “Ama ben senden daha fazla kalmışım ormanda demek ki” dedi ve boğazında takılan ekmeği çıkarırcasına gülmeye başladı.

Gülmeler ve konuşmaların birbirine karıştığı o birkaç saat içinde Güneş, batmaya hazırlanıyor ve bulut yorganını üzerine sermeye çalışıyordu. Seremoni vakti ise neredeyse yaklaşmıştı. Mio ve Takeru, evden çıkıp yavaş yavaş kasabanın toplanma alanına doğru yürüyorlardı. O sırada, ana caddedeki dükkan sahibi esnafların tezahüratlarını duydu. Gayet doğal bir şeydi bu çünkü kasaba yaklaşık 9 senedir hiç seremoni görmemişti.
Kasaba’nın belli bir ismi yoktu. Daha doğrusu Kasaba’da yaşayanlar Kasaba’ya bir isim verme ihtiyacı duymamışlardı. Sadece “Evim” demeleri yeterli idi çünkü buradaki halk genellikle hayatları boyunca burada kalırdı. Herkes birbirini tanırdı bu yüzden sevinçleri, üzüntüleri ortaktı. Bazen kavgalar olurdu ama onları da köyün şefi Yaşlı Herzeg ve onun konseyi tatlıya bağlardı. Kısacası Kasaba, her yönden sıcacık bir aile ortamını bulmuştu. Belki de bu yüzden Takeru hiçbir zaman bir babasının yokluğunu hissetmemişti. Bunu bilmiyordu ancak tek istediği şey babası ile bir defa olsun konuşmaktı.

Takeru ile Mio, toplanma alanına varmıştı. Toplanma alanın tam ortasında bir ateş yanıyordu ve ateşin hemen karşısında tahtadan, 6 basamaklı bir tribün yer alıyordu. Mio, uzun zamandır kendini gökyüzüne adamış bir ateşi görmediğinden ateşe hayranlık ile bakarken çatlak, yaşlı bir ses onları çağırdı.

“Takeru! Mio! Aman tanrım ne kadar hızlı büyümüşsünüz. Daha Takeru’nun ilk doğduğu an gözümün önündeydi. Bana bak Takeru! Eğer ki o Aki denilen hayırsız gibi olur ve anneni arkada bırakırsan, seni asla affetmem bilmiş ol.” Bunu diyen yaşlı Herzeg’di. İhtiyar bir eli ile belini tutuyor, diğer eli ile de bastonunu Takeru’ya doğrultuyordu. Kırçıllaşmış uzun sakalı yerleri süpürüyordu. Herzeg, uzun bir burna sahipti. Kapkara, kuzgun siyahı gözler ile Mio’ya bakıyordu. Üzerinde beyaz bir tunik, bezden yapılma bir pantolon vardı. Boyuna göre çok büyük ayaklarına ise siyah ipli sandaletler geçirmişti. “Hadi düşün bakalım peşime. Seremoni zamanı çoktan geldi.” dedi ve ikisini arkasına alarak ateşe doğru yürümeye başladı.

Ateşin karşısına geçtiklerinde ise Herzeg önde Mio ve Takeru ise arkasında tribüne döndüler. Herzeg ellerini kaldırdı “Sevgili Kasaba halkı! 9 senedir sevgili yurdumuzda yaşanmayan bir olaya tanıklık edeceğiz. Hayırsız Aki’nin oğlu Takeru ile pek sevgili, dünyalar güzeli kızımız Mio’nun seremoni zamanı çoktan geldi. Tanrılar umarım sizin yanınızda olur çocuklar!” dedi ve arkasını dönerek ateşin önünü terketti.

Takeru terlemeye başlamıştı. Terin ateşten mi yoksa heyecandan mı olduğunu söylemek çok güçtü ancak toplanma alanına geldiklerinden beri Mio’dan daha fazla heyecanlı olduğunu anlamıştı. Kafasındaki binbir sorunun cevabını hazırlamaya çalışırken -çünkü çocukken cevaplayacağınız sorulara göre nefes alacaksınız denirdi- Herzeg birden seslendi, “Haydi kasaba halkı! Çocuklarımıza kaderlerini gösterelim!”
Takeru yutkundu ve Mio’ya baktı. Mio gerginlikten hiçbir hareket yapamaz hale gelmişti. O anda kasaba halkı seremoniyi başlatacak sözleri söylüyorlardı:

“Uuru mãn yalæk yök gàrlic zon haz! Kessi ña haziruk…”

Kasaba halkı sözleri söylemeye devam ederken Takeru’nun başı dönmeye ve midesi bulanmaya başladı. O sırada sanki etrafında hızla döndüğünü hissetti ve gözüne beyaz bir perde indi. Beyaz perde gözünden kalktığında ise bir odadaydı.

Oda, seremoni sırasında hissettiği sıcaklıktan daha sıcaktı. Duvarlardan lavlar dökülüyor, odanın zeminindeki çatlaklardan siyah renkli dumanlar süzülüyordu. Takeru odayı incelerken karşıdan gelen bir karaltı gördü. Karaltı Takeru’ya yaklaştıkça gelenin kim olduğu daha da fazla belli oluyordu. Gelen adamın göğsünde garip bir alev motifi vardı. Sert yüzünün üstünde kırmızı bir bandana ve saçların olması gereken yerde buram buram yanan bir alev yer alıyordu. Kolları kıpkırmızı ve pulluydu. Altında ise bol bir şalvar vardı. Gelen adam Takeru’ya iyice yaklaştı ve “demek sensin” dedi. Takeru, gelen adama sadece bakmakla yetindi. Heyecandan bacakları titriyordu ve terlediğini unutmuştu bile.

Alev saçlı adam, “Pekâlâ velet. Ellerime iyi bak” dedi ve Takeru’ya öldürecekmiş baktı. Takeru ne olduğunu anlamadan ellerini sanki magmaya sokmuşçasına bir sıcaklık hissetti. Bu sıcaklık tüm vücuduna yayıldı. Muazzam bir sıcaklıktı. Patlayacak gibiydi. Kendini kaybederek kendi kafasına vurmaya başladı ve en sonunda yere yığıldı. Isı ve ağrı geçmiş gibiydi. Sadece adamın sesini duydu “Bu kadar dayanıksız bir çocuğa mı verdim ellerimi ben şimdi. Ah böyle olması gerekiyordu madem. Hadi çocuk kendine iyi bak o eller sana emanet.” dedi ve Takeru odaya girmeden önce hissettiği şeyleri yeniden hissetmeye başladı.

Gözlerini açtığında ter içindeydi ve yerde yatıyordu. Harzeg kocaman açtığı gözleri ile Takeru’ya bakıyordu. Takeru ise sadece yanı başında çıtırdayan alevi duyabiliyordu. Herzeg en sonunda “Evlat iyi misin?” diye sordu. Takeru neler olduğunu sordu yarım ağız ile. Herzeg ise elinden tutarak onu toprağa oturttu ve olanları anlattı. Seremoni sırasında Takeru’nun elleri alev almıştı ve kafasına vurmaya başlamıştı. En sonunda alev sönünce de Takeru kendine gelmişti. Ellerine baktı, ikisinin de üstünün tam ortasında kalın, kırmızı birer çarpı işareti vardı.
Takeru, Herzeg’e döndü ve “Gelen tanrı, sanırım ateş tanrısıydı. Bana ellerini verdiğinden bahsetmişti. Ne demek oluyor ki bu?” Herzeg şok olmuş gibiydi. Dizlerinin üstüne çöktü ve “Tanrı, kendi ellerini sana vermiş” dedi. Takeru adamın ne dediğini anlamamıştı. “Mio nerede?” diye sordu. Herzeg, hayvanı ile eğleniyor, diyebildi sadece.

Zorlukla ayağa kalktı ve Mio’yu aramaya koyuldu. Etrafa bakınırken bu zamana kadar hiç duymadığı bir sesi farketti, “Hayır efendim ben asil bir varlığım!” diye yırtınıyordu adeta ses. Takeru sesin olduğu yere gitti, orada Mio bacaklarının üstüne oturmuş önündeki yaratığı inceliyordu. Önündeki yaratık uzaktan bir yumurtaya benziyordu ancak yumurtadan en büyük farkı upuzun ayaklarının ve kulaklarının olmasıydı. Kolları kulağının yarısı kadar anca vardı ve bembeyaz, tüylü suratına bir tavşan suratı konmuştu. Tavşan, Takeru’yu farketti. Ohoo bizim mazoşist genç gelmiş bakıyorum, dedi alaycı bir sesle. Takeru ise tuhaf bir surat ifadesi ile “Onu bilinçli yapmadım” diyebildi ve Mio’ya tavşanın ne olduğunu sordu. Mio daha soruyu cevaplayamadan ise tavşan cevapladı, “Benim adım Kumanrohali, batının rüzgâr bekçisiyim!” dedi büyük bir bilmişlik ile. Mio Takeru’ya dönüp “ama ben yine de ona Kuro diyeceğim” dedi. Kuro ise sinirlenerek “Sana yapma demiştim bunu!” dedi.

Mio, Kuro ile eğlenmeye devam ederken Takeru’da annesini aramaya koyuldu. Annesi çoktan Takeru’yu bulmuş ve elinden tutarak onu evlerine götürmeye zorladı. “Anne zaten geleceğim bekler misin?” diye ısrar etti Takeru ancak Yaila hanım “Baban seremoniden sonra sana bir şey vermemi istemişti. Mio gelmeden sana vermek istiyorum.” dedi.
Yaila hanım evin kapısını açtı, Takeru ise peşinden girdi ve kapının yanındaki camın önünde bulunan gaz lambasını yaktı. Yaila o esnada mutfağın yemen yanında duran kilitli ahşap sandığı açtı, içinden kahverengi bir kutu çıkarttı ve Takeru’ya uzattı. Takeru ise biraz tereddütlü bir şekilde kutuyu aldı. Üzerinde, saman kağıdına mavi mürekkep ile düzgün bir yazı ile yazılmış “Oğlum’a” şeklinde bir yazı vardı. Takeru’nun suratı ekşidi ve kutuyu açtı.

Kutunun içinde açık mavi, kahverengi ve kırmızı üç adet mücevher vardı. Hemen yanında ise bir kağıt parçası. Takeru mücevherler ile birlikte kutuyu mutfak masasının üstüne bıraktı ve katlı olan kağıdı açtı. Kağıdın üstünde ise şunlar yazıyordu:

“Pek sevgili oğlum Takeru’ya,

Nasılsın evlat? Bu mektubu okuduğuna göre nefesini sorunsuz bir şekilde almışsındır. Biliyorum, beni büyük ihtimal baban olarak görmüyorsun, ancak senden bir ricam olacak.
Zha Kristali’ni ara. Bulamazsan bile ara. Bu sana yeni deneyimler kazandıracak. Ancak yine de bulmanı isterim kristali. Bu senin keyfine kalmış.

Uzun konuşmaları hiç beceremam. Merak etme, günün birinde ya mezarımın başında ya da yüz yüze elbet ki görüşeceğiz. Beni bulmak için o kadar uğraşma. O zamana kadar da kendine iyi bak.
Baban,
Aki Akanai
[/i]”

Takeru’nun aklı bulanmıştı. O zamana kadar hiç hissetmediği bir his vardı içinde. Özlem değildi, olumlu bir his değildi bu. Kağıt parçasına nefret ile baktı. Nefreti hissettiği anda kağıt birden alev almaya başladı ve Takeru kağıdı bırakıp yere attığında ise kağıt çoktan kül olmuştu. Kutunun içindeki mücevherleri alıp cebine soktu ve “Ben yatmaya gidiyorum. İyi geceler.” diyebildi. Merdivenleri usulca açıp odasına girdi ve kapıyı kapattı. Ay, adaların arasından Takeru’ya gülüyor gibiydi. Dorenrius’un Takeru’ya verdiği nefes, babasının mektubu, Mio ile konuşmaları… Tüm bunlar Takeru’ya çok fazla geliyor gibiydi. En sonunda yatağına yattı ve düşünceleri arasında yüzerken uyuyakaldı…

…Ve yeni bir gün doğmuştu bile. Kuşlar her sabah olduğu gibi yine müziklerini Demonai’ın atmosferine işliyorlardı.

Seremoninin üzerinden 3 yıl geçmişti. Mio, yine Akanai ailesinin kapısını usulca çaldı. Kapıyı Yaila hanım açtı. “Ah hoşgeldin Mio. Sanırım hazırsın?” dedi yüzünde hafif bir burukluk ifadesi ile. “Evet hazırım Yaila teyze! Takeru hala uyuyor değil mi?” dedi Mio içinden küfürler saydırarak.

“Hayır! Bütün gece hazırlandım!”

Bu sesi arkasından duymuştu. Üç sene öncesine göre daha gür bir sesti. Arkasını döndüğünde ise Takeru sırt çantasını çoktan sırtlanmış Mio’yu bekliyordu. “Hadi gitmiyor muyuz? Sen gidiyorsun diye gidiyorum ben de” dedi alaycı bir bakış ile.

“Tamam be gidelim hadi,” dedi Mio ise. İçinde değişik bir heyecan vardı. Yaila’ya sımsıkı sarılıp hızlıca arkasını döndü ve Takeru’nun yanına gitti. Takeru, “Kendine iyi bak anne. Mümkün olduğunca yazarım sana!” dedi ve Mio ile Takeru, ormana doğru yürümeye başladılar. O sırada Yaşlı Harzeg’in anlaşılamayan homurtularını duydu ikisi ve birbirlerine bakıp gülebildiler sadece. Takeru’nun gözlerinden iki damla yaş süzüldü ve onları gizlemek için koşmaya ve içindeki bütün heyecan ile bağırmaya başladı. Hemen peşinden ise Mio onunla beraber bağırmaya ve koşmaya başladı.

Güneş heyecanlıydı, topraklar heyecanlıydı. Çünkü sayısız destana ve efsaneye sahip olan bu topraklar, yeni bir efsaneye daha şahit olacaktı.


Bölüm #2 - Zia!:
Spoiler: Göster
Güneş, her zamanki gibi kendi sıcak gülümsemesini yayıyordu yine gökdiyara. Rüzgâr, usulca çayırlardaki çimenleri okşuyor, kuşlar ilahileri ile bu kutsal sabaha can katıyorlardı adeta. Blizzhax’in dillere destan çayırlarının arasında birkaç ağaç, üzerlerinde dolaşan bir sarı, bir kırmızı kafaya yarenlik ediyor, onlara dostça el sallıyordu.

Takeru salına salına yürümeye devam etti. Mio’ya bakındı ve “Ee Mio? Nereye gideceğimiz hakkında bir fikrin var mı?” diye sordu. Mio uzunca bir süre konuşmadı. Sadece etrafına bakındı. Adaların süzülüşüne bakmaya başladı. “Takeru,” dedi Mio, “şu adalara bakınca insan ne kadar önemsiz olduğunu anlıyor biliyor musun. Biz aslında bir hiçiz. Daha genişliğini bile bilmediğimiz bu topraklarda önemsiz birer noktayız,”.

Takeru, Mio’nun ne demek istediğini anlamıştı “Nereye gideceğimiz konusunda hiçbir fikrin yok değil mi?” diye sordu bezgince. Mio gözlerini kaçırdı, “Iıı şey… Kuro, sen daha iyi bilirsin, kristal nerededir?” Tam o anda Mio’nun çantasında minik bir kıpırdanma oldu ve bir bağırma duyuldu. “Ben nereden bileyim?!” diye bağırdı sırt çantasındaki yumurta vücutlu tavşan.

– Ama sen şeyin bekçisiydin… Şey… Hatırlamıyorum ama bi’ yerin bekçisiydin, diye hararetle sordu Mio.
– Saçmalama. Ben de her nefes gibi yaratıldığımdan beri olgunlaşma evresindeydim. Siz ne biliyorsanız ben de onu biliyorum. Belki de daha azını. Bilmiyorum.
– Ah… Peki.

O anda Takeru’nun zihninin içinde bir şimşek çaktı, “Biz nasıl seyahat edeceğiz?! Bize bir skybot lazım. Carno Usta’nın yanına mı gitsek acaba?” diye ortaya bir soru sordu. “Sence o olaydan sonra Carno Usta sana bırak skybotu, onun panelindeki bir düğmeyi bile verir mi sence?” diye karşı soru ile yanıt verdi Mio.

Skybot denilen araçlar, tahminen bizim bildiğimiz gemilerden biraz daha küçük, pervane veya gaizen denilen siyah, kırmızı damarları olan bir tür madenin enerjisi ile havada giderek başka adalara ulaşmayı sağlayan araçlardır. Carno Usta bir skybot tamircisiydi ve Takeru, eskiden Carno Usta’nın yanında çırak olarak çalışıyordu ancak bir gün merakından bir skybotu çalıştırıp yanlışlıkla(?!) dört skybotu birden adanın kenarından aşağıya, altkubbeye düşürünce Carno Usta Takeru’yu kapı dışarı etmişti. Çalışırken edindiği deneyimler sayesinde az çok skybot kullanmayı biliyordu ancak hiç gerçek anlamda bir deneyimi olmamıştı. “Bilmem. Konuşursak belki de vermeye ikna olur,” dedi Takeru. Ama aslında bu dediğine kendisi de hiç inanmamıştı. Kendi içinde umutsuz umutsuz ne yapacağını düşünürken bir ormana daldılar.

Ağaçların tam ortasından geçen patika, ucu bucağı olmayan bir şekilde önlerinde uzanıyordu. Kırmızı yapraklı, siyah gövdeli olsan ağacı, insanları şaşırtacak derece de mavi bir gövdesi ve pembe yaprakları olan Myresk ağaçları bu ormanın genel nüfusunu oluşturmaktaydı. Orman, Takeru’ya çok tanıdıktı. Çünkü yaklaşık 13 yaşında “Maceracı olacağım” diyerek bu ormanın derinliklerine giderek bir hafta ortaya çıkmamıştı. Bütün kasaba Takeru’yu aramaya koyulduğunda ise şu anda üzerinde yürüdükleri patikadan kasabaya doğru yaklaşık beş tane Maarigorek ayısını peşine katarak koşmuştu. Ayılar kasabayı basmışlardı ve sırtlarından çıkardıkları tuhaf kokulu sümüğümsü salgıyı kasabanın her yerine fırlatmışlardı. O zamandan beri bırakın Takeru’nun ormana ayak basmasını konusunu, Takeru’nun ormana bakması bile kasaba halkının Takeru’nun suratına okkalı bir tokat geçirmesi için yeterli bir sebepti.

“Sıkıldım” dedi Mio. Aşağı yukarı beş saattir yolda yürüyorlardı. Uzaktan belli belirsiz bir su akıntısının yukarıdan aşağıya doğru acımasızda taş zemini dövdüğü duyuluyordu. Güneşten şu anda üzerlerinde bir ada sayesinde korunabiliyor olsalar dahi yine de onun sıcağına dayanmak bu kadar uzun bir yürüyüşten sonra çok zordu. Takeru, “Sabret, az kaldı. Yakında orada olacağız. Yani sanırım,” diye Mioyu telkin etmeye çalışsa da bunun pek işe yaramadığını o da pekala ki iyi biliyordu.

İkisi (Kuro’yu da sayarsak üçü) ucu bucağı belli olmayan bu ormanda yürürken Takeru birden irkildi. Mio’ya durmasını söyledi ve etrafı dinledi. Bir şeyler ters gidiyordu. Sanki birisi ya da birşeyler onları izliyor gibiydi. Etrafına pür dikkat bakan Takeru en sonunda dayanamadı ve pimi çekilmiş bir el bombası gibi patladı, “KAÇ!”.

Aslına bakarsanız Takeru ve Mio o anda nasıl koştuklarını bilmiyordu. Tek bildikleri ağaçların birbirlerine girmiş silüetleri ve her adımlarında onları takip eden garip bir hışırtı sesi olduğuydu. Ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar yine de Takeru her arkasına baktığında en arkasındaki ağacın yapraklarının düzenli olarak titrediğini farkediyordu.

Biri onları takip ediyordu.

En sonunda nefesleri tükenmeye başladığında yürüdükleri patikadan daha geniş bir boşluktaydılar. Dört bir yanlarını ağaçlar sarmıştı. Takeru arkalarında onu takip eden her ne ise onu atlattıklarını düşünürken tam kafasının yanından bir vızıltı geçti. Buz gibi, tüyleri diken diken eden bir vızıltıydı bu. Arkasına baktığında ise gördüğü şey korkudan bacaklarının titremesine yetmişti. Hemen arkalarındaki ağaca kalın, iğne gibi, gök mavisi bir şey yarısına kadar ağaca saplanmış, birleştiği -daha doğrusu çakıldığı- noktanın dibinden su damlıyordu. Neydi bu peki?

Gözlerini kapatıp titreyerek ağaca saplanan o şeye dokundu. Aslında dokunmaya çalıştı çünkü parmakları sanki “bizi geri çek!” dermişçesine titriyordu. Dokunduğu işaret parmağının üzerinde onu iyi hissettiren bir soğukluk hissi vardı. Bunu algılayıp rahatladığında ise arkalarından daha önce hiç duymadıkları bir sesi işittiler: “Ben olsam gördüğüm her şeyi parmaklamazdım.”

Takeru ve Mio inanılmaz bir endişe ile arkalarını döndüler. Arkalarında elindeki iki “boru”yu onlara doğru doğrultmuş bir kız vardı. Elindeki “boru” aslında geniş ağızlı iki pistolden başka hiçbir şey değildi. İki silahında ağzının kenarlarında aşağı ucu ağızlarına gelecek şekilde beyaz üçgen deseni vardı. Borunun geri kalan rengi de gök mavisiydi.

Arkadan gelen güneş ışığı kızın gül pembesi tonundaki saçlarını parlatıyor, saçının sağ üst kenarına taktığı mavi renkli nilüfer yaprağına benzeyen tokayı okşuyordu. Üzerine sarı dantelli bir şal üstüne kırmızı deri ceket ve üzerinde zigzaglı beyaz çizgiler olan mavi bir tişört giymişti. Hemen altında ise beline çapraz takılmış gümüşi bir kemer, kahverengi eteğinin kenarından sarkıyordu. Altına giydiği kahverengi çizmeler ile görünümünü tamamlayan bu kız, kahverengi gözlerini gayet ciddi ve soğuk kanlı bir eda ile karşısındaki iki kişiye yöneltmişti. “Şimdi usul usul üstünüzde ne varsa verin yoksa sizi kebap yapmaktan çekinmem” diye tehditde bulundu.

Takeru o anda hızlı bir hamle yaparak kızın tam altına eğildi. Elinde kırmızı bir alev peydah olmuş bir halde tam kızın çenesinin altına yumruk atacakken kız, Takeru’dan hızlı davranıp onun alnının ortasına silahın ucunu dayadı. Silahın ucu buz gibiydi. Takeru derin bir nefes aldı ve yutkundu. Kız, Takeru’nun suratına cüretkar bir şekilde baktı. “Zamanında çok insan öldürdüm. Şimdi ise iki kişiyi öldürmekten hiç çekinmem. Ancak, bugün kan aksın istemiyorum. Lütfen. Dediğimi ikiletmeden yapın” dedi pembe saçlı kız.

Takeru, Mio ve Zia birbirlerine bu kadar anlamsız ve boş gözler ile bakarken bulundukların yerin az ötesinde bir gümbürtü koptu. Ağaçların hemen arkasından -anlaşılan yakınlardan bir yerden- bir toz bulutu yükselmeye başlamıştı. Takeru ve Mio şaşkınlıkla toz bulutuna bakıyordu. Sanki bir tuhaflık vardı. Toz bulutu havaya dağılacağına bir yığın misali havada toplanıyor ve gittikçe büyüyordu.

Pembe saçlı kız, “Çabuk bir yere sığının!” diye bağırır bağırmaz bir ağacın arkasına sığındı. O sırada büyük bir toz yığını Takeru ve Mio’nun üstüne geliyordu. Mio bir ağacın arkasına son anda saklanmayı başardı ancak Takeru o kadar şanslı değildi. Gri bir toz bulutu Takeru’yu yakalamış ve rüzgarın etkisi ile hızla onu geri iterken tozlar da onun ağzına burnuna giriyordu. En sonunda ellerinden cayır cayır çıkarttığı iki alev ile toz bulutunu dağıtıp iki alev topunu hızlıca ağaçların arasına salladı. Çıkan gümbürtü ve yanan ağaçların arasından ise belli belirsiz üç karaltı görünüyordu.

Üzerine gelen toz kitlesinden zar zor kurtulan Takeru, ağzına ve burnuna girmiş tozlardan ötürü öksürük krizine girmişken karaltıların konuşmaları duyuldu. Pembe saçlı kız korkmuşa benziyordu, Mio onun bakışlarından çok çabucak anlamıştı.

Birisinin toz bulutunun ardından “Söyle bakalım! Nerede şu leydi Miarulyn?” dediğini duydu. Otoriter ve despot bir sesti bu. Bu sesin ardından daha korkmuş, pısırık bir ses konuştu: “E-Efendim. Sizin attığınız toz bulutunun hemen yanında bir ağacın yanına saklanmışlar.”

– “lar?” diye sordu aynı otoriter ses.
– Ulu Jazin. Sanırım hedefimizin yanında iki kişi daha var. Bir tanesi de tam karşımızda.
– Palar, eğer ki bu tarz görevlerde işime yarayan bir adam olmasaydın seni çoktan Ceharen Vadisi’ne atmıştım!
– E-Efendim. Ulu Jazin. Toz Tavşanları’nın hükümdarı. Bu bilgim olan bir şey değildi. Zia’nın zihnindeki hafıza izlerinde bu ikisine dair hiç bir şey bulamamıştım. Tahminimce ormanın içinde karşılaşmış olmalılar.
– Eğer bu görevde Zia’yı ele geçiremezsek Üstad Yakedon çok sinirlenecek. Uim, nefesini hazırla. Gidiyoruz. Palar, sende etrafımıza göz kulak ol.
– Tamam efendim. Siz nasıl isterseniz.

O sırada etrafta derin bir nefes alma sesi duyuldu. Hemen ardından ise bir patlama. Sıkıştırılmış bir hava dalgası tam da Takeru’nun üstüne geliyordu. Daha yola koyulmadan burada ölmek. Gerçekten çok acı verici bir ölüm tarzı olmalıydı bu.

Ama Takeru öylece durmadı. İki elini acele ile yere koyup minik bir patlama yarattı ve onun kuvveti ile yukarı sıçradı. O esnada da iki avcundan çıkarttığı kıpkırmızı iki ateş topunu tanımadıkları halde onlara saldıran üç kişinin paravan olarak kullandığı toz duvarına fırlattı. Alevler Toz duvarı üzerinde dağıldı ve hafifçe aralandığında ise Takeru’nun karşısında bir adam vardı. O, patronvari sesin sahibi olmalıydı. Upuzun, beyaz saçı arkasına uzanıyordu. Saçı ile aynı renkte ince bir bıyığı ve Kuzey Kış Bloğundaki buzları aratmayacak derecede gri gözleri vardı. Hemen ardından toz duvarı yeniden kapandı. Takeru yere konduğu anda Zia ve Mio’ya doğru koşmaya başladı. Ne yapacağını bilmiyordu ancak çabucak kurtulmalıydı buradan.

Pembe saçlı kız, yani Zia korku içinde tozdan duvara baktı, Mio’ya cılız bir şekilde “Kaçın” diyebildi. Ancak Mio ayağa kalktı. “Zia. Sanırım ismin bu. Üzgünüm ancak şu anda kaçmayacağım. Sonunda Kuro ile dövüşebileceğim bir fırsat buldum!” diye söylendi. Kuro’nun ise heyecandan mı yoksa korkudan mıdır bilinmez, kulakları titriyordu. İpince, mıymıy sesi ile “Yapalım şunu!” diyebildi yalnızca. Mio hızlıca iki ağacın arasına, daha açıklık bir yere ve toz duvarının tam karşısına doğru koştu. Kuro’yu bir top gibi tuttu ve toz duvarına doğru fırlattı. O esnada Zia dehşet içinde Mio’ya baktı ancak Mio ne yaptığını biliyor gibiydi.

Kuro yavaşlayacağına daha da hızlandı ve parlamaya başladı. Büyüyor muydu? Evet, kesinlikle büyüyordu. Genişlemeye ve uzamaya başladı. Genişlemesi durmuştu ancak bembeyaz ışıklar arasında daha da uzuyordu. Kuro aslında neydi peki?

Kuro bir ejderhaydı! Bembeyaz bir ejderha! Rüzgâr’ı -yani Lalari’yi- korumak için görevlendirilmiş dört ejderhadan biri idi ve bir nefes olarak Mio’ya gönderilmişti. Bıraktığı ışık huzmesinin peşinden üstündeki sapsarı yelesi ve bembeyaz derisi ile, püsküllü kuyruğu ile etrafında biriktirdiği rüzgâr ile toz duvarına kafa attı. Gri toz duvarı ağır ağır dağılırken Takeru yemyeşil otların üstüne bırakmıştı kendini.

Bu onların ilk savaşıydı…

Gri saçlı adamın yanında iki kişi daha vardı. Bunlar bembeyaz, tayt benzeri üniformalar giyiyordu. Bu üniformalarda kol ve dizlerin hemen ortalarında kalın bir gri çizgi üzerlerine işlenmişti. Sağdaki kısa boylu cılız adamın küt saçları ve bir gözlüğü, solundaki hafif tıknaz adamın ise başında, kafasını çepeçevre saran beyaz bir kapşon ve gözlerinin hemen önünde gri bir demir plaka vardı.

Uim, Palar, Jazin, Zia, Takeru ve Mio anlamsız bir biçimde birbirine bakıyordu. O esnada bir kükreme duyuldu.

Kuro inanılmaz bir hız ile Palar’a kafa attı ve ağaca çarptı. Palar bayılmıştı. Jazin sadece küçümser bir eda ile önündeki üçlüye baktı ve bağırdı: “Uim! Şimdi!”

Uim’in ağzı açıldı, ciğerlerine hava çekiyordu. Karnı şişti ve ciğerlerindeki havayı tükürürcesine Zia’nın üstüne fırlattı. O anda Zia’dan beklenmeyecek bir şekilde havaya zıpladı. Pembe saçları, tokası güneşle beraber havada süzülüyordu. O anda Jazin’e iki el ateş etti.

İki ayrı toz bloğu alelacele havada süzüldü ve birleşerek sanki taştanmış gibi bir hal aldı. Zia’nın attığı mermiler bu bloklara saplandı. Jazin bu blokları bozduğunda ise mermiler yere düşerek kırıldı. “Beni yenemezsiniz çocuklar. Şimdi Zia’yı alıp buradan gidiyorum.” diyerek Zia’ya doğru yürüdü. O anda Kuro havada attığı bir salvo ile Jazin’e kafa atacaktı.

Fakat o da ne?! Jazin iki eli ile Kuro’nun kafasını tuttu, “Bu tarz küçük numaralar ulu Jazin’e işlemez seni beyaz kertenkele” diyerek Kuro’nun kafasına olağanca kuvvetle vurdu. Sersemleyerek yere sereserpe uzanan Kuro ise daralan beyaz bir ışıltı ile eski haline geri döndü.

Takeru Jazin’e doğru kendini kaybetmiş bir şekilde koşuyordu. Jazin toz bulutlarından yaptığı gri mızrakları adeta bir yağmur gibi ona fırlatmasına rağmen Takeru aralarından ustaca sıyrılıp havaya sıçradı ve Jazin’e okkalı bir yumruk geçirdi.

Ancak Jazin hâlâ aynıydı. Hiç bir şekilde saçında dahi bir değişiklik olmamıştı. Ancak… sakalı yanmıştı! Top sakalının yarısı siyah yarısı griydi. “Demek tek numaran bu he, ateşli velet” dedi Jazin, “Senin için fazla uğraşmama gerek yok anlaşılan.”

O sırada Uim Zia ile uğraşıyordu. Ciğerini şişirerek Zia’ya attığı hava balonlarından ustalıkla sıyrılan Zia, emin adımlar ile Uim’e yaklaşıyordu. Peki neden bekliyordu. Pekâlâ ki hızlıca Uim’e yaklaşarak onu kolayca öldürebilirdi. Ancak bunu yapmıyordu.

Aslında silahlarını yavaş yavaş dondurmaya başlamıştı. Silahların ucu sivrilince hava bombalarından daha hızlı kaçarak Uim’e yaklaştı. Uim’in koca ağzı büyük bir hayal kırıklığı ile somurttu…

… Sonsuza kadar.

Uim’in gözündeki demir plakadan içeri giren iki buzdan hançer, aralarından aşağı akan kan ve çığlık. Bütün bunlar Jazin’in çileden çıkmasına yetmişti. Ancak kararlıydı Jazin, aklını kaybetmeyecekti. Geçmişte yaşananlar bir daha olsun istemiyordu.
Takeru bir kez daha Jazin’e karşı atağa geçmişti. İki kızıl alev topu spiraller çizerek Jazin’e ulaşıyordu ki Jazin kendisini tozdan bir kabin ile korudu. Gri kabine hiç bir şekilde saldırı işlemiyordu. Ne Takeru’nun ateşi ne de Zia’nın buzdan mermileri.

… O esnada büyük bir bağırma duyuldu. Gri kabini oluşturan tozlar havaya kalktı ve büyük bir sütun oluşturdu. Devasaydı bu sütun. Büyümeye devam ediyordu. Ve Takeru’nun üstüne doğru hızla ilerledi…

Takeru kaçamadı ve aldığı büyük bir darbe ile ağaçların arasında bilinçsiz bir kuklaymış gibi süzülmeye devam etti. O sırada Kuro kendine gelmişti. Mio,Kuro’yu Takeru’ya fırlattı. Kuro ışıklar içerisinde yine ejderha formuna girerek Takeru’yu sırtına aldı ve hemen Mio için geri dönerek Mio’yu da sırtına alarak kaçtı.

Jazin sadece onlara bakıyordu. Uim’in gözündeki metal plakayı açtı. Dikilmiş iki göz… Sadece o gözlere baktı ve Uim’in alnına saplanmış buzdan hançeri çıkarttı. O esnada Uim’in gözüne iki yaş damla düştü…

…Jazin ağlıyordu…

Mio Kuro’nun sırtında, kucağında bilinçsiz bir şekilde yatan Takeru’ya baktı. Hemen ardından da etrafına. 13 Kasaba bölgesi arkalarında kalmıştı, ağaçlar denizi ise hemen altlarında dalgalanıyordu. Masmavi ve hafif bulutlu gökyüzünün içinde sohbet eden irili ufaklı adalar selam çakıyordu güneşe ve güneş de Mio’ya selam veriyordu sıcaklığı ile.

O esnada gürleyen şelalenin sesini bir daha duydu. “Kuro, Liluri Şelalesi’ne gider misin?” diye rica etti. Kuro ise onaylarmışçasına derin bir homurtu çıkartarak aşağı doğru süzüldü.

Liluri Şelalesi 60 metre yüksekliğinde bir şelale idi ancak suyun kaynağının neresi olduğu bilinmiyordu. Ormanın derin noktalarından birinde yer alıyordu. Önündeki küçücük göle bıraktığı sular gölün derin bir noktasındaki delikten altkubbeye düşüyordu.

Kuro yere iner inmez eski halini aldı ve Mio’nun çantasına girdi. Mio ise sırtına Takeru’yu alıp şelalenin hemen dibindeki mağaraya girdi. Mağara, duvarlarından dışarıya selam veren gök renkli Nigrid kristallerinin loş ışığı ile aydınlanmıştı. İçerisi nemli ve sıcaktı ancak Takeru’yu en iyi burada koruyabilirdi.

Mağaraya varmalarının üstünden üç saat geçmişti…

Güneş artık kendini Ay’a bırakmaya hazırlanıyor, kızıl – pembe renkleri ile bilinmeyen bir yere gidiyordu. Mio mağaranın ağzında oturuyor ve dışarıyı izliyordu. Serin bir rüzgâr esti.

Takeru ve Kuro uyuyordu. Çok darbe almışlar ve çok yorulmuşlardı.

İlk savaş…

Aslında savaş da sayılmazdı, daha çok tek kişilik bir muharebe gibiydi. Jazin’i düşündü Mio. O uzun gümüş saçının arkasındaki gözlerde ne kadar kendine emin bir bakış vardı aslında. Ölü bir bakış olmasından iyiydi…

Tam gözleri kapanmaya başlamışken bir hapşırma sesi duyduğunu zannetti. Bu bir şaka olmalıydı. Şelalenin sesiydi. Peki ya Zia denen kız onları öldürmeye geldiyse?

“Selam.” diye bir ses duydu Mio. Feryat figan mağaranın içine kaçtı. Gelen Zia’ydı. Güneş yine yüzüne vuruyordu. “Bizim oralarda akşam güneşi yüzüne vuran kişilerden kötülük gelmez derler” dedi.

“Bizim oralarda da durup dururken ortaya çıkan kişilerin arkası sağlam olmazmış diye bir söz vardır bilir misin” diye neredeyse hırlayarak konuştu Mio.

– Sizin orası? Ben senin Blizzhaxli olduğunu zannediyordum.
– Zurié bölgesindenim.
– Ah, gölün yakınında olmalısın o zaman.

Bunu derken Zia mağaranın kapısında bağdaş kurarak oturmuştu. Konuşmaya devam etti: “Ben Klizpahariza’nın arkasındaki adadan geliyorum. Adım Zia Miarulyn. Memnun oldum.” Bunu dedikten sonra ağzını sonuna kadar açarak gülümsedi.

Mio ise şüphe ile Zia’ya baktı, “Peki o adamlar neden senin peşindeydi?”.

– Çünkü Zha’nın anahtarı bende.

Mio donup kaldı. Ne demek istemişti? Takeru bunu duysaydı ne derdi. Kafası çok karışmış bir şekilde ne yapacağını bilmeden Zia’ya baktı. Tek bildiği bir şey vardı o da Zia’nın bundan sonra Takeru ve Mio’nun peşini o kadar kolay bırakmayacağıydı…


Bölüm #3 - Bulutların Üstünde:
[spoiler]“Zha’nın anahtarı demek ile neyi kastetti acaba?”

Kafası bu soru ile dolmuştu Mio’nun. Mağara’ya yoğun bir sessizlik hakimdi ve tek ışık kaynağı mağaranın ağzından gelen güneş ışığı idi. Ve o ışık Zia’nın arkasında duruyordu. Sarkıtlardan damlayan bir damla su Mio’nun sessizliğine karıştı. Güneş’i Zia’nın pembe saçlı kafası engellediği için ona rahatça bakabiliyordu.

Hayır! Kesinlikle o kıza inanmamalıydı. Sonuçta Takeru’nun bu hale gelmesine neden olan o kızdı. Mio büyük bir nefret ile gözlerini kıstı ve “Sana inanmıyorum. Ne isen nesin ve bu gram umrumda değil. Buradan uzaklaşmazsan seni bizzat pataklayacağım.” dedi.
“Biraz heyecanlıyız sanırım. Sakin olun. Benim orada Viuri Amma’dan kaçmama yardımcı oldunuz. Size zarar vermek gibi bir niyetim yok.”

“Tekrar söylüyorum! Ne olduğu umrumda bile değil! Burayı terket! Kuro!” diye bağırdı Mio. Planında Kuro’yu göstererek Zia’yı korkutmak vardı ancak Kuro, Takeru’nun yanında sereserpe uzanmış, içi geçmiş bir şekilde uyuyordu.
Zia mağara ağzının kenarına sırtını yasladı. “Maalesef ki şu anda bunu yapamam. Eğer Jazin duyduğum gibi biri ise muhtemelen hâlâ dışarıda beni arıyordur.”

Mio çileden çıkmıştı “İyi o zaman! Üçümüz birlikte buradan gidiyoruz! Sen burada ne yaparsan yap!”
“Ah, sanırım bana yardımcı olduğun için seni de arayacaklar. Ve senin gibi sıska bir kız bu denli büyük ve beyaz bir ejderha ile bir erkeği zorda olsa taşımayı becerse bile bu durum muhtemelen senin için fırtınalı havada ıslak demir zırh giymeye benzeyecektir. Ama seni zorlamıyorum, istediğin gibi gitmekte özgürsün.”

Mio köşeye sıkışmıştı. Mağaradan ayrılma işini blöf olarak ortaya sürmüştü, ikisini tek başına ormanın içinde hem de o yorgunlukla taşımanın imkansız olduğunu biliyordu ancak bu kızı görmek bile sinirlerinin alt üst olmasına yetiyordu.

İçinde yenilginin buruk acısı ile Kuro ve Takeru’nun yattığı yerin yanına oturdu. Yanlarındaki şelalenin kayaları kırbaçlarken çıkardığı ses mağaranın içindeki gergin sessizliğin içine dağılıyordu.

Ve en sonunda gece olmuş, Gökkubbe siyah örtüsünü üstüne örtmüştü. Üç ay; Mavi Ay Eagnum, Beyaz Ay Maloire ve Kızıl Ay Dalkai, adaların arasından Mio’ya selam veriyordu.

Mağaranın ağzına tüneyen Zia çoktan kendini rüyaların kollarına bırakmıştı. Mio’nun uykusu kaçmış, nedensiz bir şekilde gözlerini loş ışık ile aydınlanmış mağarada gezdirirken bundan sonra ne yapmaları gerektiğini, peşlerine takılmış bu kızdan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Takeru ile Kuro hâlâ yerde uzanmış, bilinçleri kapalı bir şekilde uzanıyordu.

Mio usulca ayağa kalktı, mağaranın ağzına doğru yürüdü ve kendini dışarıdaki rüzgâra bıraktı. Önündeki ağaç yığınının üstünden, havadaki iki adanın arasından gelen Kızıl Ay Dalkai’ın parlak ışığı yüzüne vuruyordu. Maceraları başlamadan bitmiş miydi gerçekten?
Yardım mı çağırsaydı acaba? Ama bu saatte ormanın derinliklerine girmek alenen intihar demekti. Peki sonsuza kadar bu mağaraya sıkışmış bir halde mi hayatına devam edecekti? Demonai’ın geri kalanını görmeden, sadece Blizzhax’in ovalarını gördükten sonra mı ölecekti? Bunu kabul edemezdi. Peki ya yanlarındaki kız? Onun da peşlerini bırakmaya niyeti yoktu anlaşılan. Peki amacı neydi? Ne istiyordu? Neden orada kendilerine saldırmıştı?

Kafasında pembe renkli soru işaretleri dolanırken mağaraya geri girdi. Usulca esen serin rüzgârın ardından mağaranın nemli, ağır havası Mio’nun suratına adeta çarptı. Usulca yürüyüp Kuro’nun yanına uzandı. “Sert” diye düşündü Mio. Kafasının içindeki soru keşmekeşinin ardından net bir şekilde kurabildiği tek cümle buydu. “Neden? Niçin? Nasıl?” diye kendi kendine sorarken kendini derin ve huzurlu karanlığın içinde buldu.

Mio, kafasının içindeki uğultu ile aniden ayağa kalktı. Uyandığında çoktan Güneş Üç Ay’ı kışkışlamış ve Gökkubbe’nin en tepesine tırmanmaya başlamıştı. Güneş’ın verdiği ısı mağaranın her yerine yayılmış, içerideki nem ile dayanılmaz bir sıcaklık vermişti. O esnada aklına Zia geldi. Hızla ayağa kalktı ve etrafına göz attı. Gitmişti. En azından buradan öyle gözüküyordu. Mağaranın ağzında veya içinde herhangi bir yerde değildi. Daha sonra yerde uzanan Takeru ve Kuro’ya baktı. Hâlâ uyumaya devam ediyorlardı. Ya da en azından öyle olduğunu umuyordu. Jazin’in nefesinin bilmediği başka bir etkisi de olabilirdi.

Mio, Takeru ve Kuro’ya endişe ile bakarken arkasından tanıdık bir ses duydu: “Ah bakıyorum da uyanmışsın.” Konuşan Zia idi. Elinde dört tane büyük topa benzer şey tutuyordu. “Yakala” diyerek bir tanesini usulca Mio’ya fırlattı. Mio zorla da olsa Zia’nın fırlattığı topu yakaladı. Elinde tuttuğu şey uzun, kalın ve yuvarlak bir şeydi. Turuncuya çalan bir kırmızılığı vardı ve sıktığında topun yumuşak olduğunu fark etti. “Bu nedir?” diye sordu Zia’ya.

“Şafakyemişi denir ona. Bir meyve. Bugünkü kahvaltımız o. Yalnız çabuk ye. Tadını sadece sabahları verir. Yoksa tad olarak samandan farksız.” der demez elindeki şafakgetireni afiyetle ısırdı.

Bu kıza güvenmeli miydi? Önceden yaptıklarına bakılırsa kesinlikle güvenmemeliydi ancak karnının gurultusu ona gereken cevabı vermişti. Daha hiç düşünmeden bir hamlede ısırdı elindeki meyveyi. Ağzında hafif dağılmıştı tadı. Tatlı ama bir o kadar da mayhoştu. Tadını çok beğendiğini belirten bir ses çıkardı.

Zia şaşkınlıkla arkasını döndü, “Ne yani Blizzhax’de yaşıyorsun ve hayatın boyunca ilk defa mı bir şafakgetiren yiyorsun? Hiç mi ormana girmedin bu zamana kadar?”

Mio bakışlarını kaçırmıştı, “Bizim gölümüz vardı ve yiyeceklerimizi hep oradan temin ederdik. Ayrıca Takeru ve benim ormana girmem yasaktı. Hem sen nasıl anladın bizim burada yaşadığımızı? Turist olmadığımız ne malum?”

“Lütfen. Bakışlarınız, beni görünce verdiğiniz tepki bile doğma büyüme buralı olduğunuzu belli ediyor. Hem böyle kuş uçmaz, kervan geçmez, kimsenin umursamadığı bir adaya kim gelmek ister ki? Bir tane limanınız var ki o bile küçücük, anca üç gemi alabiliyor ki limanda da sadece iki gemi terkedilmiş bir şekilde duruyor.”
“Nasıl bilinmiyoruz? Harlia’ya bağlı bir ada burası.” diye hayretle sordu Mio.
“Başkentin Blizzhax’i umursadığını mı zannediyorsun? Onüç muhtar toplantıları bile sadece formalite icabında yapılıyor ve kral sırf burası ile uğraşmamak için toplantıları beş yılda bir düzenleniyor. Gerçi neden hâlâ bağımsızlığınızı ilan etmediniz anlamış değilim. Kendi kendine yetebilen bir yer burası. Sadece verdiğiniz vergiler yüzünden bu ülkenin sınırları dahilinde olduğunuzu anlamıyorsunuz. Halbuki buraya gelecek en ufak saldırıda sizi yüzüstü bırakacaklar. Gerçekten Blizzhax yöresinin insanları genel olarak çok tuhaf…”
“Bilmem”, diyebildi Mio, “sen çok fazla şey biliyorsun sanırım.”
“Eh, bir leydi olarak yetişirsen illa ki bir şeyler öğreniyorsun. Dört yıldır Viuri Amma’dan kaçmamın ve Demonai’ın her yerinde saklanmaya çalışmamın da epey yararı oldu.”

“Neden kaçıyorsun ki onlardan? Neden seni öldürmek istiyorlar? Ne yaptın onlara?”

Zia derin bir iç çekip efkarlı gözler ile Mio’ya baktı,”Onlara hiç bir şey yapmadım. Ve inan bana, şu anda bu konuları konuşmayı cidden hiç mi hiç istemiyorum.”

Mio, Zia’nın bakışlarındaki duygusallığı anlayabiliyordu. Çok sert bir şey yaşamıştı. Yaşamaması gereken bir şey. Kötü bir şey. Bu yüzden bu konuyu fazla uzatmamaya karar verdi.

“Peki bu adaya nasıl geldin?”, diye sordu Mio.
“Çaldığım bir skybot ile.”
“Ah çok güzel! O zaman yanına yol arkadaşları ister misin?”
“İsterim. Bir arada kalmamız kendimizi savunmamız adına daha hayırlı olacaktır.”
Mio heyecanlanmıştı, “O zaman hemen skybotuna binebiliriz değil mi!”
“Hayır.”
“Neden?!”
“Çünkü artık bir skybotum yok. Viuri Amma piçleri benim buraya geldiğimi anlamasınlar diye gemimi adanın kenarından aşağıya attım. Sırf bu yüzden beş aydır bu kokuşmuş ve sıkıcı adada mahsur kaldım. Yine de nasıl olduysa buldular beni.“
Mio’nun hevesi çoktan kaçmıştı. “Tamam o zaman. Anlaşılan bir gemi almamız gerekecek.”
Zia uyarırcasına söylendi, “Yalnız haberin olsun beş parasızım. Dört yıldır nasıl hayatta kaldığımı sorma. Ben de anlamadım. En az iki yıldır elime bir jokka bile geçmemiştir.”
Mio’nun morali iyice bozulmuştu, “Merak etme, bizde de çok az para var. Bir şekilde para kazanırız ama değil mi?”
“Çantamda bir kaç antika eşya filan var. Onlardan biraz para elde edebileceğimizi düşüyorum da merak ettiğim bir konu var. Neden biz? Gece beni öldürecek gibi bakarken şimdi ne değişti?”

Zia ortaya güzel bir soru atmıştı. Bu kız onlara saldırmıştı. Mio’nun ona güvenmeyi bırakın, kızı oracıkta gırtlaklaması gerekiyordu ancak bir şey ona engel oluyordu. Belki de Viuri Ammadan neden kaçtığını sorduğunda cevap olarak aldığı bakış ya da doğduğundan beri ilk defa Takeru’dan başka kendi akranı olan biri ile hem de bir kız ile konuşması Mio’nun Zia’ya karşı bu kadar yumuşamasına neden oldu. Emin değildi.

Mio kocaman bir ağız ile gülümsedi, “Bu soruyu bana yöneltmen bile benim sana güvenmem için yeterince büyük bir sebep!” dedi. O esnada bir inilti duydu. Takeru uyanıyordu.

Mio hemen koşarak Takeru’nun yanına gitti. Gözleri açılıyordu. “Neredeyim ben?” diye sordu Takeru. Ama sorusu cevapsız kalmıştı. Mio’nun gözleri doluydu ve Zia hâlâ dışarıda idi. “Neredeyim ben?” diye tekrarladı soruyu yine. “Liluri Şelalesinin yanındaki mağaradayız. Merak etme güvendeyiz.” dedi dışarıdan Zia. Şelalenin sesinden Zia’nın Takeru’yu nasıl duyabildiği o an için Mio’nun aklına dahi gelmemişti.

Yarı baygın bir ses ile “Güvende olmamız iyi olmuş. O beyaz saçlı herif ile biraz daha dövüşebilecek gücümün olduğunu zannetmiyorum.” dedi Takeru. Zia Takeru’nun yanına gitti ve ona bir şafakgetiren uzattı: “Al, bir an önce ye. Yarım saat sonra samandan farkı kalmaz.” Takeru baygın bir ses teşekkür ettikten sonra meyveyi yiyerek ayağa kalktı ve dışarı çıktı. Mio’ya ne kadardır baygın olduğunu sordu. O da kendisinin yaklaşık bir gündür baygın bir şekilde yattığını söyledi. “Bir daha üzerime gelen gri herhangi bir şey görmek istemiyorum. O alçak bu sefer iyi kaçtı.” diye sinir ile söylendi Takeru, “O yumurta da mı uyuyor” dedi ejder halindeki Kuro’yu işaret ederek.

Mio, “Evet. Bizi getirdikten sonra bayağı yoruldu. O da baygın sanırım.” dedi ve Zia’ya döndü, “Jazin’in eğitmen tipi nefesler üzerinde etkili herhangi bir etkisi var mı? Kuro’yu etkiler mi?” diye sordu.

Zia ise gayet rahat bir şekilde arkasına yaslandı, “Endişelenmeye gerek yok. Ağzına yediği o darbe yüzünden çok sarsılmış olmalı. Jazin sadece tozları kontrol edebiliyor. Başka bir olayı yok. Gerçi bu bile yeterli bir olay ama konumuz bu değil.” O esnada Kuro’da inlemeye başladı. Kükremeye yakın bir inlemeydi bu. Daha sonra da ışıklar saçarak eski haline geri döndü.

Takeru ise Zia’ya hayret ile baktı, “Senin ne işin var burada?” diye bağırdı. Zia’ya -haklı olarak- sinirliydi. Mio araya karıştı, “Takeru, Zia bizim o adamlardan kaçmamıza yardımcı oldu. Ayrıca onunla beraber olduğumuz için Zia’nın peşindeki adamlar muhtemelen bizi de arayacaklar. Bir arada kalmamız hepimiz için daha iyi olacak. Güven bana.” dedi. Zia hiç bir şey demeden Takeru’ya baktı. Takeru ise yerden uyuyan Kuro’yu tuttu, “Peki madem öyle. Peşimizdeki adamlara ne oldu?” diye bir soru attı.

Zia, “Jazin ile Palar muhtemelen hala ormanın içinde bizi arıyordur. Palar’ın bizim zihin izlerimizi bulması an meselesi. O sana hava ‘tüküren’ eleman olan Uim’i ise alnından bıçaklayarak öldürdüm.”

Öldürmek… Takeru ürperdi, tüyleri diken diken oldu. “Uzun bir yolculuk olacak değil mi. Her şeye hazırlıklı olmalıyız. Ölmeye bile…” dedi. “Evet… Ama Zha’yı bulmadan geri dönmeyi düşünmüyorum. Ve bulsam bile, köye sensiz dönmeyi hiç düşünmüyorum.” dedi usulca Mio. Ve birbirlerine sarıldılar. Sımsıcak, aşırı dostane bir kucaklaşmaydı bu. “Sonuna kadar mı?” diye sordu Mio. “Evet, sonuna kadar.” diye cevapladı Takeru.
“Ah, ne kadar dokunaklı. Yalnız farkında mısınız. Zamanımız azalıyor. Buradan nasıl ayrılmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu Zia.

“Carno Usta’nın limanına gideceğiz. Onda mutlaka bir skybot vardır.”
“O köhne yerde mi? Dostum, inan bana oranın bir liman olduğunu anlamam için bile bir saat detaylı olarak incelemem gerekti.”
“Senin bir Skybot’un mu var?”
“Lütfen bu hikayeyi bir daha anlattırma. Hava kararmadan yola çıkalım.”

Mio yerde sereserpe uzanan küçük Kuro’yu çantasının arkasına koydu. Takeru, Mio ve Zia tekrardan ağaçlar denizinin içine daldı. Zamanla yarışıyorlardı çünkü Jazingiller onları her an bulabilirdi. Üç saat boyunca tek kelime etmeden ormanın sonuna doğru hızlı bir şekilde yürüdüler. “Aramızı bayağı bir açmışızdır, bundan sonra Palar’ın bizi bulması çok zor olur” dedi Zia. O esnada çoktan Carno Usta’nın Skybot liman & tamir atölyesi’ne gelmişlerdi.

Atölye küçük, tek katlı, tahtadan yapılma, köhne bir binaydı. En az otuz yıllık vardı ve duvarlarını yer yer örümcek ağları kaplamıştı. Yan tarafında ise teller ile çevrilmiş liman vardı. Üstünde ise beyaz bir boya ile genişçe bir tahtanın üzerine adeta karalanmış bir yazı öbeği vardı: Carno’nun skybot iskele ve tamirhanesi.

Takeru uzun zamandır adanın kenarına gelmediği için manzarayı izlemeye koyuldu.

Manzara inanılmazdı. Alabildiğine bir mavilik ve ayaklarının hemen altına uzanmış, sonsuz uzunlukta beyaz bulut denizi üst üste yatmış, Takeru’nun onları izlemesine izin veriyordu. Yakınlarda görebildikleri tek ada olan Klizpahariza adası üzerindeki yapıları bir kadının mücevherlerini taşıdığı gibi gururla taşıyor, adeta göz kırparak yanına gelmesini işaret ediyordu. Uzaklardaki çıplak göz ile seçilebilen bir kaç ada ise sanki başkent’i doğrularcasına susmayı seçmişlerdi.

Demek maceranın tadı böyle bir şeydi…

Hemen gitmeli, hemen görmeliydi oraları…

“Sence buraya en son geleli kaç sene olmuştur?” diye merak etti Mio. Takeru ile buraya en son gelmelerinin ardından uzun bir zaman geçmişti.

“Yaklaşık sekiz yıl. O an’ı hâlâ unutamıyorum…” diye dert yandı Takeru, “Bakalım bizim ihtiyar beni görünce nasıl tepki verecek.”

Zia olanları anlamadan sadece Takeru ve Mio’nun ardından gidiyordu. Kuro ise hâlâ Mio’nun çantasında uyuyordu.
Uzun tahta kapının üzerine beceriksizce sürülen beyaz boyanın altından tahtanın siyah rengi gözüküyordu. Takeru’nun o an anımsadığı şey ensesinden akan soğuk terler ve yutkunması ile beraber çıraklığının son gününde yediği efsanevi dayaktı. Zaman geçtikçe Carno Usta’ya hak veriyordu ancak onun kendisini bu denli sert dövmesi yüzünden bir türlü affedemiyordu onu. Arkadan Mio seslendi, “Hadi! Neyi bekliyorsun?”

Ya Carno Usta, Takeru’nun geldiğini çoktan anladıysa? Ya elinde sopa ile onun kapıyı çalmasını bekliyorsa? Peki ya o çoktan öldüyse? Sonuçta sekiz yıl uzun bir süreydi. Çok ama çok uzun bir süre. En sonunda Takeru elini kapıya uzattı. Beyaz boyalı ahşap kapıya üç kere tok bir ses çıkartarak vurdu. Daha sonra ise geri çekildi. Evet, Takeru Carno Usta’dan hâlâ korkuyordu ancak bu korkunun yersiz olmadığını bilmesi onda herşeyi bırakıp kaçma isteği uyandırıyordu. Ancak Klizpahariza’ya gitmek istiyorsa Carno Usta onun tek umuduydu.

Bir süre beklediler. Bekledikleri süre bir dakika mıydı? Yoksa beş dakika mı? Acaba Carno Usta sopası ile Takeru’nun kapıyı açmasını mı bekliyordu. Yoksa fazla mı abartıyordu. Geçen sürenin ne kadar olduğunu anlayamıyordu. En sonunda dayanamadı, “İçeri giriyorum!” dedi ve kapıyı kendine doğru hafifçe çekmeye başladı.

Kapının gıcırtısı Takeru’ya adeta ölümün melodisi gibi geliyordu. Sanki dokunabileceği son şey tahta kapının koluydu. Kapıyı sonuna kadar açtı ve düşünmeden içeri girdi. Kapıyı karşılayan koridor sereserpe ayaklarının altında yatarken sağ ve sol tarafında normalden uzun ikişer kapı gördü. Sekiz yıldan beri kokusu bile değişmemişti buranın. Soldaki ilk kapı iskeleye çıkıyordu. Hemen yanındaki oda ise Carno Usta’nın atölyesi idi. Sağdaki kapılardan ilki usta’nın yatak odasına, diğeri ise ofisine çıkıyordu. Kapıyı tıklatarak ofisine girdi.

İçeride kimse yoktu. Hafif uğuldayan rüzgâr odanın içine sinmiş, pencerenin kenarındaki iki perdeyi ittiriyordu. Kapının hemen karşısında kahverengi bir masa ile arkasında duran koyu yeşil, süngeri çıkmış sandalye duruyordu. Bunlar bile hiç değişmemişti. Zia ve Mio, Takeru’nun arkasından geldi.
“Sanırım artık kendisi bu dünyada değil. Zaten ben çocukken de çok yaşlıydı ama yaşına göre de çok dinçti. Sanırım çoktan bulutların arasına karışmış, huzura ermiştir.”
Sesinde bir hayal kırıklığı vardı. Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini ve güneşin elinin hepimizi bir gün çekeceğini hatırlamıştı tekrardan. Mio anlamıştı bunu. Gözlerinin dolduğunu, ne kadar kararsız ve boş bir şekilde baktığını kaptı. Gözler gerçekten insanın aynasıydı.

Zia hâlâ Takeru’nun duygusallığını anlamamış olacaktı ki fütursuzca sordu, “Şimdi ne yapacağız?” Ama Takeru bunu duymamıştı. Kendi kendine söylendi, “Zaman çok hızlı geçiyor. Zevkini çıkartmak gerek. Bu yüzden hayatımı Blizzhax’de sonlandırmayacağım.” O esnada bir takım ayak sesleri duyuldu. Ve kapının ardından hemen bir ses geldi, korku dolu ve bir o kadar sert ve yaşlı bir erkek sesiydi bu. “Kapım açık!? Kapım neden açık?!” Daha sonra da ayak sesleri hızlandı. En sonunda elinde sopa ile bir adam kapının kenarında belirdi.

Rüzgâr çoktan esmeyi bırakmıştı.

Kapının ardındaki yaşlı adamın üstünde kırmızı kareli bir oduncu gömleği vardı. Saçlarının çoğu gitmiş, alnı ve kafasının tepesi iyice açılmıştı. Geri kalan beyaz saçları ise zamanın enerjilerini almasına direnmiş ancak bütün renklerini bir şekilde dağınık bir halde kafasına tutunuyorlardı. “T-Takeru?” diye kekeledi. Takeru ise bütün kasları sanki boş vitese geçmiş gibi anlamsız bir şekilde yaşlı adama bakıyordu, “U-Usta!?”

Takeru’nun karşısındaki kişi Carno Usta’dan başka kimse değildi. Simsiyah gözleri büyük bir anlamsızlık ve şok olmuşlukla Takeru’yu taradı. Sekiz sene idi. Sekiz senedir görüşmemişlerdi. Uzun bir zamandı. Çok ama çok uzun bir zaman. Carno’nun Takeru’ya olan nefreti çoktan geçmişti. Üzerindeki şaşkınlık bulutunu hemencecik üstünden atıp Takeru’nun yanına doğru yürüdü.

Takeru belki uzun boylu sayılabilirdi ancak Carno Usta ondan da uzundu. Kapıların bu kadar büyük olmasının asıl sebebi Carno Usta’nın Blizzhax yöresindeki insanlara nazaran daha uzun olmasıydı. Usta bir elini Takeru’nun omzuna koydu. Tam o esnada Takeru’nun vücudunu bir sıcaklık kapladı. Korku değildi bu. Özlemdi. Takeru, o anda Carno Usta’yı ne kadar çok özlediğini farketmişti. Carno Usta çehresi için sevimli sayılabilecek bir bakış fırlattı: “Yorulmuşsunuzdur. Ben çay koyayım en iyisi.” Ve hemen ardından çay için ateş yakmaya dışarı çıktı.

Takeru içindeki bütün korkunun uçup gitmesi ile bedeni uyuşmuş bir şekilde arkasındaki koltuğa yığıldı. “Carno Usta bizi düşündüğümden de iyi karşıladı.” dedi hayretle. Mio ise kıkırdayarak “Yine sağlam bir dayak yersin diye korkmuştum ne diyeyim” diye endişelerini belirtti. O esnada Zia odayı inceliyordu. Masa’nın üstünde bir kağıt parçası gördü. Bir gazeteydi bu, “Harlia Postası” idi adı. Gazete’nin tarihine göz attı.

“12 Dgak 1673”

Bir hafta öncesinin gazetesiydi bu. Böyle bir adada bir hafta öncesinin gazetesini bile bulmak mucize sayılabilirdi aslında. Uzun zamandır Harlia’dan haber alamamış, bu herşeyden izole edilmiş adada mahsur kalmıştı. Manşete göz attı:

“MEERE’NİN KRİSTALİ NEREDE?
Yaklaşık iki ay önce yaşanan skandal hırsızlık olayının ardındaki sis perdesi hâlâ aralanamadı. Kristalin muhafaza edildiği mekanda bırakılan ipuçları bu hırsızlık girişiminin Szlakza ajanları tarafından olabileceğini işaret etse de Iltensuura Orgenerali ile Harlia Orgenerali’nin ortaklaşa yaptığı basın toplantısında kimsenin endişeye mahal vermemesi gerektiğini, olayın Szlakza kökenli olup olmadığının henüz kesinleşmediğini ifade etti. Kral Zveltar Hönsai ise hâlâ sessizliğini koruyor.”

O esnada birkaç şangırtı duyuldu. Zia gazeteyi masanın üstüne bıraktı ve kapıya yöneldi. Ofis odasının yanındaki odadan geliyordu. Zia sessizce oraya yürüdü. Görünüşe göre ustanın neşesi yerindeydi. Kapının karşısındaki duvara asılmış iki raflı kahverengi dolaptan dört adet porselen çay takımı çıkarttı. Arkasını döndüğünde ise Zia’yı gördü, neşe ile gülümseyip dışarı çıktı. Takeru’nun bu kadar korktuğu bir adamın bu kadar neşeli olması tuhaftı. Acaba bir işler mi karıştırıyordu. Sessizce ustayı dışarıdaki ateşin başında iken onu izlemeye koyuldu.
Usta ateşin üstüne hafifçe eğilmiş, çaydanlığın içine ateşin yanındaki yeşil renkli kavanozdan kurutulmuş otlar atıyordu. O sırada kapının yanında usulca gizlenmiş olan Zia’yı gördü. Merak etme onlara kötü bir şey yapmayacağım, dedi neşeyle.

Zia şaşırmıştı. Usta’nın yanına giderken “Peki neden bu kadar neşelisin?” diye sordu. Usta uzun yılların onda bıraktığı ve ondan aldığı her şey ile cevapladı; “Eskiyi görmek bazen insanı güvende hissettirir”

Zia

İyi gösteri! Çok iyi gösteri!
Ben yarın da burada olacağım dostlarım...Ve size dünden selam getireceğim... Sevgiyle...
[/b]

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gökdiyar Günceleri
« Yanıtla #1 : 23 Kasım 2015, 21:34:53 »
Öncelikle hayırlı olsun şimdiden, umarım muvaffak olursunuz.

"Ay, sonsuz sayıda adanın arasından gülümserken hınzır bir çocuk gibi etrafa saçtığı ışıklardan biri bir odanın penceresinden içeri doğru süzülüp bir gencin yüzüne çarptı." Böyle bir cümleyi, ...etrafa ışık saçıyordu.. Işık, bir odanın... şeklinde ikiye bölersek okunması daha kolay bir hale çevirmiş oluruz. Hepimiz zaman zaman bu günaha giriyoruz. Mümkün olduğu vakit daha kısa cümleler halinde yazmak okurun işini kolaylaştırır ve hikayenin güzergahından sapmamasını sağlar.

"Çok az yapılı..." Galiba çok az derken biraz demek istediniz? Şayet zıttı ise "Zayıf, çelimsiz vb." gibi kelimeler kullanılabilir. Bence anlam karmaşası var burada.

"Çok az yapılı genç yatağından doğruldu ve yatağına oturdu." Yataktan doğrulmak gibi öncül bir eylem var. Yatakta doğrulduktan sonra insanlar oturur pozisyona geldiği için ikinci eylem ifadesi fazlalık olmuş oluyor. Lakin orada, "bir süre yatakta oturdu." şeklinde bir ifade ekleyecekseniz bu olabilir.

"Çocuk, hafifte olsa esmerdi." -de ayrı. :)

"Yeşil gözleri sinir ile Ay Dede’ye baktı." yerine "gözleri ile sinirli bir şekilde" ifadesi daha şık olabilir.

"Küfrederek perdelerini kapattı ve yatağa uzanıp mor renkli yorganını üzerine çekip" Belki teknik bir hata sayılmaz ama daha rahat okunması ve okuru huzursuz etmemesi adına; anlatım sırasında -ıp,-ip gibi bağlaç tekrarı yapmaktansa sırayı "uzanıp... çekerek" şeklinde devam ettirmek daha iyi olacaktır.

"Bilim ve Teknoloji’nin ülkesi" Özel bir ad? olmadığı için Teknoloji şeklinde yazılması gerekmez.

"Tanrılar Zha Kristaline hapsolsalar dahi her 15 yaşına gelen gençlerden kendi müritlerini seçer." Anlam düşüklüğü var?

"Kız, pekâlâ ki güneş ışığı altında.. " sadece pekâlâ olması gerek. İlave ki yok.

"Kapıya doğrulup usulca kapıyı çaldı." Fiiller nesneye yönelim sırasında karışıklık yaratmayacak ise nesneyi birden fazla kere anmanın gereği yok. "Doğrulup usulca kapıyı çaldı." şeklinde yazabilirsiniz.

"Kahverengi kapı usulca açıldı." Az önceki cümleyle arasında sadece bir cümle var ve bu durum ifade tekrarını çağrıştırdığı için zihindeki dişlilerin takılmasına neden olur. Yakın anlamlı veya anlamdaş sözcükleri kullanmanız yerinde olur. "Yavaşça" gibi...

"Kahverengi saçları omzundan toparlanıp aşağı iniyor, kehribar rengi gözleri ise önündeki kıza şefkat ile bakıyordu. " Benzer şekilde bu cümleyi de birkaç parçaya bölmek iyi bir fikir. İniyordu... Bir de "Bakmak" eylemi daha çok canlının şahsına ait. Dolayısıyla gözleri bakıyordu yerine gözleriyle baktı demeniz daha uygun. "Önündeki kıza şefkat ile bakan kehribar rengi gözleri vardı." gibi...

"onun bu odunluklarında içinden"Direkt olarak hata değil ama kulağa hoş gelmesi açısından "kabalık" olarak değiştirilmesi daha uygun.

"Merdivenleri hızla çıkan Mio, üst kata merdivenleri gıcırdatarak çıktı." Eylem tekrarı ve dolayısıyla anlatım bozukluğu var. :) "Hızla hareket eden Mio, üst kata çıkarken merdivenlerin gıcırdamasına neden oldu." demek daha hoş durabilir.

"Bu adalar benim sayemde varlar!" Fiildeki çoğul eki düşürülse daha iyi olur. "Var!"

Bundan sonraki kısımlarda da benzer hataları tekrar tekrar söylemeye ihtiyaç duymadım. Buralardan yola çıkarak bütün metinler hakkında yeniden değerlendirme yapabilirsiniz.

Gelelim genel eleştirilere. İlk bölüm, okuyucuyla bir nevi düello yaptığınız bölümdür. Burada yaptığınız zekice şeylerle okuyucuyu ya oyunda tutarsınız ve yazdıklarınıza ilgi duymasını sağlarsınız ya da nakavt edersiniz. Yanlış saymadıysam en az 10-15 kadar yabancı isim var ve biz hikayeyle yeni tanışmış olan kişiler olarak bunların ne ifade ettiğini bilmiyoruz. Neticede okumaya çalıştığımız şey arkaik bir metin değil, kullanılan isimlerin kim olduğunu veyahut neresi olduğunu, hikaye için ne ifade ettiğini bilmek isteriz. Eğer bu kadar çok ismi, önümüze oyuncak kutusunu döker gibi dökerseniz elimiz ayağımız karışır. Hangi parçanın, bütün için neyi ifade ettiğini anlamakta zorlanırız. Siz hikayeyi uzun süredir tasarladığınız için avantajlı durumdasınız ancak biz hikayenin cahilleri olarak aynı ayrıcalığa sahip değiliz. :) Bu yüzden biraz daha bizi düşünerek hareket etmeniz gerekecek.

Bunun dışında virgül kullanımına biraz daha dikkat etmeniz okumayı ve anlamayı kolaylaştırmak adına iyi olabilir. Umarım ayrıntılara takılarak sizi sıkmamışımdır. İyi çalışmalar.
Onur Şahin