Kayıt Ol

Hortlak Prenses

Çevrimdışı Madam Vio

  • **
  • 376
  • Rom: 16
  • "Each thing I show you is a piece of my death."
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hortlak Prenses
« Yanıtla #15 : 09 Eylül 2011, 16:05:36 »

Bölüm 6: Dökülen Organlar

   Koridorun aydınlatmalardan noksan kalmış bir köşesinden fırlayıveren Witante aramıza yeniden katıldıktan sonra heykelin tepesine bir kuş misali tünemiş olan odama kadar bana eşlik etti. Ancak odama adımımızı atmamızla bir yarı ölü daha arkamızda bitivermişti.

   "Babanız Kral Namalte gelmişler! Burada olduğunuzu söylüyor ve süvarileri yeryüzüne çıkan kapıyı çevrelemiş." diyerek bahsettiği yer ile tamamen alakasız kalan meydanı işaret etti. Gidişatın iyi yönde olmadığını yalnızca suratına bakarak anlayabildiğime göre babamın bana kızgın olduğu aşikârdı ve hiddetinden kurtulmak için tek yapabileceğim ona yarı ölülerin beni düğünümden kaçırdığı yalanını söylemek olacaktı. Kapıdan dışarı çıkmaya yeltendiysem de Jax beni durdurdu.

   "Sen burada kal prenses ve dışarı çıkma. Ben onlarla ilgileneceğim. Şayet baban seni görmekte ısrar ederse, bunu yapması için ona izin vereceğimi de bil."

   Böylece yalnız bırakıldığımda can sıkıntımla beraber katlanarak büyüyen korkumu bertaraf etmesi için zihnimi yeni odamı inceleme meşguliyetine yönelerek doldurmaya koyuldum.

   Pencereden baktığımda meydanı ve bayat et yığınlarından türeyen kalabalığı olduğu gibi görebiliyordum. Balkondan aşağıya doğru eğilmeye yeltenmek dahi pek akıllıca sayılmazdı, baş dönmesi hat safhada etki ediyordu. Odanın içi ise sabit bir karanlıkla örtülüydü. Sarayımdaki süslü avizelerin yerini hantal hantal yanan mumluklar ve can çekişmeleri sona ermek üzere olan bahtsız gaz lambaları almıştı. Kenarda, pencerenin altında, büyük bir sandık vardı ve üzerinde de kilidi duruyordu. Kenarda işlenmiş gümüş bir taht. Diğer köşede yine işlenmiş fakat sade başlıklı bir yatak. Yatağın üzerinde gülkurusu renginde kadife bir örtü… Raflar arasına örülen metalik setleri incelemeye henüz başlamıştım ki Jax bir kez daha ortaya çıkıverdi.

   "Ne bitti Jax? Babam nerede?" Arkasından babam çıkacakmış gibi tedirgin gözlerle bakınıyordum.

   "Kraliyete geri döndüler prenses. Tükenmekte olan sabrına ve takatına rağmen onu burada olmadığınıza inandırdım. Kabullenmişe benzemese de pek bir seçeneği yoktu..." Parmak kemiklerini kırılma tehlikesine rağmen çıtırdattı ve oyalandığını hissetmiş gibi diğerlerini de alıp süratle sarayın farklı köşelerine dağılmak üzere koridora atıldı.

   Az evvel gözüme takılan sandıkta benim bedenime uyması muhtemel birkaç parça güzel kıyafet vardı. Odada son bir kez daha yalnız kaldıktan sonra aralarından siyah parlak kumaştan dokuma, dar etekli, gösterişsiz bir elbise seçtim ve kıytırık sandalyemin kenarına iliştirdim.

   Ilık süt banyomun tadını çıkarmaya, gümüş kaplamalı küvete girdiğimde tenimi okşayan ılık süt gerginliğimi iyice almış olacak ki gittikçe içeriye doğru kaydığımı sezdim ve en nihayetinde direnmeyi bırakıp sahte bir uykuya teslim oldum.

***

   Orhlene çiçeklerinin bin bir farklı rengiyle bezenmiş çimenlik alanı seyre dalmıştım. Hoyrat esintilere rağmen dağın kıvrımlı eteklerini sarmalamayı başaran sis perdesinin üzerine konuşlanmış yıldızlar ahenkle ışıldarken, hayali yansımaları, rüzgarın sütliman gölün pürüzsüz yüzeyini dalgalandırmasıyla giderek silikleşmekteydi. Sonra cılız ağaçların dallarına tutunan kızıl yaprakları uzaklara doğru sürükleyen rüzgar bir anda o kadar çok kuvvetlendi, o kadar çok ölü yaprak döker oldu ki bütün ağaçlar çıplak gövde ve dallarıyla kalakaldılar. Yapraklar arasına gizlenmiş tavuklar da birer birer döküldü ve yere düşer düşmez çirkin böcekler halini aldılar. Hayır, onları yemeyi reddediyordum; ama onlar ağzıma girmekte ısrarlıydılar.

   Kaçtım ve kısa bir vakit bana yetişemediler... Biraz daha uzaklaşabileceğimi düşündüysem de dehşet verici bir halde yerde çırpındığımı, yine de uzaklaşamadığımı fark ettim. Çünkü bacaklarım kırılıp kopmuştu ve ben çırpındıkça, ellerim de koptu... Ağaçların yapraklarını döktüğü gibi ben de organlarımı döküyordum.

   Kâbusum daha da ürpertici bir şekil almaya başlamışken ansızın uyandım ve bu ani hareketimle beraber bütün sütleri yanık mermerin dört bir yanına saçtım.

   Biraz aklımı yokladım. Rüyalar geçmişin aydınlatıcısı, geleceğin habercisi değil miydi?

   Artık rüyalar da mı aksak işleyen yeni icat bir saat gibi kâbuslarımı süsleyen en dehşetengiz sahneleri zihnimin önüne seriyor ve bana yaklaşan zamanda organlarımın büyük bir kısmını eğer hala yerinde ise elimde taşımam gerekeceğini haykırıyordu?

   Eğer bu gerçek ışığında akseden sonsuz bir hayata sahipsem bedenime hükmedemediğim gibi ruhuma da hükmetmek istemezdim elbette. Oysa bunu değiştirebileceğimi hiç sanmıyordum. Düşünceler artık eskisinden de bunaltıcıydı, ancak iç savaşımın sebep olduğu sıkıntıyla kıvranmaya başlamadan önce Witante’nin izin almaksızın odaya dalması beni kendime getirmeye yetmişti.

   "Neden beni öldürdünüz ki? Gerçek manada yaşıyorken ve sağlamken de size yardım edebilirdim! Kötülük edemediğinizi öne sürüyorsunuz ama hepimiz şahit olduk ki bir prensesin katili olma konusundaki kurnazlıkların tümüne vâkıfsınız."

   "Sakin olunuz prenses... Bu, yanlışlıkla oldu..."

   "Yanlışlıkla mı? Ah, ne kadar da akıl dolu bir mukabele bu böyle. Madem bayağı bir hataya kurban gittim neden size kızgınlık duyayım ki? Witante. Sen adeta düşündüğümden de budalasın. Bir prensesi öldürüp sonra da ona nasıl 'Yanlışlıkla oldu.' diyebilirsin?"

   "O prenses hala duyma yetisine hakim İse diyebilirsin tabi. Her ne ise, lütfen şimdi sakin olun. Bu denli sinirli davranırsanız kısmi felç geçirirsiniz."

   "'Meraklaşma' Witante, artık bir sinir sistemim yok!"

   "Lütfen prenses, bu taraftan… Toplantı başlamak üzere olduğundan çabuk devinmeliyiz... Ayrıca, 'Meraklanmayın' olacaktı.”

Çevrimdışı Madam Vio

  • **
  • 376
  • Rom: 16
  • "Each thing I show you is a piece of my death."
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hortlak Prenses
« Yanıtla #16 : 09 Eylül 2011, 16:16:17 »

Bölüm 7: Suyunu Çeken Üç Beş Beyin

   Çimenlerin kara üzerine yamalanmış gibi duran görüntüsünü fark ettiğimde kraliyetimize ait halk topraklarına girdiğimizi anlamıştım. Bir kez daha tanıdık bir manzarayı hissetmenin verdiği hoş heves ve yeryüzünde olmanın getirdiği coşku ile gece bile artık yeterince karanlık gelmiyordu gözüme.

   Jax, ayakları birbirine dolanan yarı-ölüler kolonisine döndü ve hitabetini sergilemek için mutlak güç sahipliği yaratılışından gelen bir komutan edasıyla güruhun önüne geçti.

   "Bu akşam zamanından başlayarak, evvelden bizi bertaraf edenlere ve fenalık getirenlere korku salıyoruz dostlarım. Artık prenses tarafımızda. Onu dinleyip, sorgusuz itaatimizi sunalım..."

   "İlkin, daha önce neden başarısız olduğunuzu öğrenmeliyim. Burada ne gibi kötülük tecrübelerinden bahsediyoruz?"

   Alaca renkteki bir yarı-ölü, ayağını sığ dalgaların içine sokarmış gibi hayali daireler çizerken ve toprağı eşelerken uzattığı bir sürecin sonrasında kötü deneyimlerinden tekini anımsayabilmiş görünüyordu.

   "Bir defasında birini hastanelik etme arzusuyla ona ve hatta tüm ailesine çirkin sözler ettiğimizi anımsıyorum. Kalbinin kırıldığı malumdu ancak canı yanmış gibi de gözükmüyordu…”
   
   "Yine bir zaman masum bir kimseyi hapishaneye attırmayı denemiştik. Doğrusu adamı hapishaneye attırmıştık attırmasına amma, adam azılı bir suçlu çıkınca bunu 'kötülük' olarak yorumlamaktan vazgeçtik."

   "Ben de anlatayım! Bir seferinde bir köylünün arazisini tahrip ettik, pek çok ekili bitkisini yerinden söktük. Akşamüstü övünmeye henüz başlamıştık ki aynı köylünün bahçenin ortasında durup sevinç çığlıkları attığını işittik. Bahçeyi tahrip etmek için didinirken bütün yabani otları temizlemiş olduğumuzu ancak o zaman anlayabildik."

   "Merhaba, e-he, ben Stie! Şey, arada bizim suçumuz olmadan gelişen şeyler de olduğunu belirtmek istiyorum... Misal, günün birinde harikulade bir plan tasarlamıştık; bundan dolayı da gizlice baraj duvarını delmek için saatlerce çalışma yaptık. İçeride biriken su, barajın duvarında açtığımız küçük delikten yavaş yavaş akıyor ve hemen yanına oturtulmuş derme çatma evlere rağmen hiç ilgi çekmiyordu. Lakin tek gecede ani bir yağmur bastırdı. Hem de öyle şiddetli bir yağıştı ki bu, her yer sular altında kaldı. Bizim günbegün yarıya indirdiğimiz baraj suyu da taşmaktan kurtuldu ve biz yine olası bir faciayı engellemiş bulunduk."

   "Ve bir keresinde de yangın çıkarmak için bir evsizin evinde(?) ateş yaktık. Döndüğümüzde evsizler tenekenin etrafında toplanmış ısınıyorlardı. Bu arada ben de Frohn, emrinize hazırım prensesim."

    Saygı gösterilerini görmezden gelerek "Onlara ‘zarar verebilirdiniz’." dedim “Gerçek anlamda zarar vermekten söz ediyorum.”
   
   Bunun üzerine el parmakları ayak parmaklarıyla yer değiştirmiş olan bir diğeri atılarak "Hayır! Birini öldürmek ziyadesiyle kaba." deyiverdi.

   "Bence de. Neden şu saksılardan birer papatya kopartmıyoruz? Papatyalarından birinin eksik olduğunu gördüklerinde çok daha fazla üzüleceklerdir. Ben olsam üzülürdüm…"

   Somurttum. “Ben de öldüm ama benim beynim suyunu çekmedi. Bakın, sizin şu yangın çıkarma denemeniz başlangıç için aklıma iyi bir fikir getirdi. Gidip köyün uyarı çanını çalacağız ve birkaçımız da bu sırada 'Yangın var!' diye bağıracak. Böylece tüm köy gerektiği gibi dağın aşağısındaki geçici yerleşme alanına tahliye olacak ve geceyi yok yere çimenlerde yatarak geçirmiş olacaklar."

   "Bu pek mantıklı değil prenses. Önce yangın çıkarıp sonra çanı çalarsak onlara bir iyilik yapmış oluruz, kötülük değil."

   "Yangın çıkarmayacağız ki!"

   "O zaman çanı beste yapmak için mi kullanacağız?"

   "Ne? beste mi?"

   Stie tekrar konuşmaya yeltendi. "Hayır, ben anladım. Yangın çıkarmadığımız halde çanı çalacağız çünkü çanın sesi yüzünden rahatsız olacaklar ve dağın aşağısına kaçacaklar!"

   "Pes ediyorum Jax. Köylülerin çanı çalanı yakalamak yerine evlerini terk edeceğini düşünen bir topluluğun lideri olamam ve üstelik de bu onlardan şimdiye kadar çıkan en akıllıca fikir."

   Jax, buruşmuş dudaklarını daha da büzdü ve benden bir şans daha dileyen gözlerle ellerini kavuşturdu. "Hemen vazgeçme. Sadece bize görevlerimizi dağıt olur mu? Planı anlamamız gerekmez."

   Bunun üzerine Jax ve Stie’yi –bu eylem için gereken uzuvlarının diğer yarı-ölülere göre daha kullanılabilir vaziyette olduğunu göz önünde bulundurarak- tepenin üzerindeki yüksek kuleye, çanı son güçleriyle çalmaya gönderdim. Frohn adındaki diğer ucube ise kalan üç arkadaşıyla beraber köyün farklı yerlerine dağılıp kimliklerini açığa çıkartmadan ortalığı telaşa verme görevini üstlenmişti. Sonra ben, ve kolu yanmakta olan ateşli genç, işimizi sağlama almak için köyün ortasındaki küçük mahalleye gittik. Böylece Grevan samanlığın arkasına saklandığında benim de rolümü oynama zamanım gelmiş oldu.

   Kapıyı, kırmaya yetecek kadar sert bir şekilde yumrukladıktan sonra evden çıkan çocuğa hezeyan içinde bağırdım.

   "Kaçın! Arka mahallede büyük bir yangın çıktı ve alevler buraya doğru hızla yayılmakta!"

   11 yaşlarındaki çocuk ilk tepki olarak havayı derinlemesine soludu ve Grevan’dan gelen yanık et kokusu burnuna dolar dolmaz yerinden sıçradı. "Olamaz! Evdekilere haber vermeliyim!"

   Kız içeri girip çığlıklar eşliğinde ailesine söylediklerimi aynen aktardıktan sonra benzer birkaç yere daha gittim ve yaptıklarımı Grevan'la beraber tekrarladım.

   Büyük, kerpiçten yapılma, yüz-yüz elli evsizin kaldığı bir barınağa henüz varmıştık. Fakat burası planımızın dönüm noktası oldu ve burada işler, hepimizin umduğundan farklı bir şekilde işlemeye başladı...

***

   Hedefini şaşıran bir atış daha.

   Etraf alev alevdi. Nemden dolayı ağırlaşan hava üzerime baskı yaptıkça ayakta kalma kabiliyetimi adeta yitiriyordum. Hiddetle parlayan ateşe doğru bir adım daha atsam, keskin bir acı beraberinde kavrulacak, mum gibi eriyecektim sanki. Şakaklarımdan ter damlacıkları süzülmeye başlamıştı bile…

   Tıpkı barınağın arkasında, can havliyle yangını söndürmeye çalışan köylülerde olduğu gibi.

   Onların da suratından boncuk boncuk su taneleri damlıyordu. Çoğu nefes nefeseydi ve yanan boğazlarının hararetini giderecek bir damla su için tutuşur haldeydiler. Kuru havayı solumak yeterince güçtü zaten, hele de onlar gibi hararetle yanan ateşin kucağına kadar su yüklü kovalarla seferler yaptığımı hayal dahi edemiyordum.

   Bu yüzden barınağın arkasından ayrıldım, ve hepsini kendi kaderinin ellerine bıraktım.

   Hâlbuki benim gayem bu değildi. Evsiz insanların barınağını yakmayı maksat edinmemiştim. Kaldı ki, bu benim planımı da boşa çıkartmıştı. Oysa ilk denememiz hataya fazlasıyla elverişli olduğu halde, gerçek bir yangın çıkıncaya kadar olması gerektiği gibi ilerlemişti.

   “Lanetler üzerine olsun!” dedim yılanın tıslamasına benzer bir sesle. “Meleklerin kindar ilenmeleri mi üzerimde?”

   Ağır aksak adımlarla yeraltı geçidinin önüne geldiğimde, çanın sesini hala duyabiliyordum.

   Ve gerisinde cehennem gecelerinden yadigâr parlak bir alev topu bırakarak oluk oluk dağın aşağısına akan insanların biçare feryatlarını…

Çevrimdışı Madam Vio

  • **
  • 376
  • Rom: 16
  • "Each thing I show you is a piece of my death."
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hortlak Prenses
« Yanıtla #17 : 11 Eylül 2011, 13:39:01 »

Bölüm 8: ‘Çalınmayan yumurtanın hırsızı olmaz.’

   “Bu gece pek çok insanın hayatını kendilerine bağışladınız. Siz olmasaydınız hiçbirinin kurtuluşu yoktu.”

   Yakınlardan gelen melodik sesle arkama döndüm ve benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim alımlı bir kızla göz göze geldim.

   Ölüydü, ancak yine de güzel olduğunu anlayabilirdim…

   “İsabetsiz bir atış yahut kader. Zahmetimizin dışında bir ziyanı yok.”

   “Metanetli duruşunu bozabilirsin Soleir. Bu vakitten sonra onların da kalbini karartmaktan vazgeçmen icap ederken neden pes etmiyorsun? Bırak kötülük yapmayı beceremesinler… Bu bir yeti değil, bunu sen de idrak et.”

   O an adımı kullanan nadir kişilerden biri olduğu gerçeği üzerinde durmadan öfkeyle çıkıştım, “Sen ne diye müdahale etme gereği hissediyorsun ki hilkat garibesi? Ben onlara dile getirdiklerinden farklı bir şey sunmuyorum, aksine; onları ve onların namlarını himaye ediyorum. Ne yazık sana ki bir iyilik ucubesi olarak kalmayı yeğlemişsin!”

   “Kötülük yapmak her zaman bu denli lezzet vermez prenses. Ötede bir vakit senin de canın yanacak…”

   Aşağılık laflarına karşın zehirli sözler akıtmak istemeyince boşlukta kalan bu süre zarfını gözlerinin içine bakmakla geçirmiş bulundum. Esasında böyle birinin saf olmasını beklersiniz, fakat bu kız değildi. Zira, ciddiyet ve olgunluk izlerini taşıyordu hareketlerinde.

   Diğerlerinin geldiğini görünce -hiçbir şey olmamış gibi- omuz silktim. “Pekala, senin için de fevkinde geçen geceler dilerim.”

   Ölü kız nevrimin döndüğünü gördüğünden sözümün üzerine başka bir söz ekmedi. Hala siyah kalan buklelerini savurarak geçitten aşağı, yeraltı dünyasının derinliklerine indi.

   Biz de aynı yolu takip etmeliydik, ancak ben kızın peşi sıra harekete geçmek ve aynı yola girmek için acele etmeyi istemiyordum.

   “Yangının çıkması hakikaten büyük talihsizlik. Üstelik de bula bula bugünü buldu. Umarım hemen vazgeçmeyi aklınıza koymadınız Prenses…” Frohn son cümlesini hayal kırıklığı içerinde eklemişti.
Ben ise zihnimin tasalarla dövüldüğü bu esnada derinlemesine düşünmüş ve çözümü, planların detaylarında boğulup durumu olduğundan daha da karışık bir sorun haline getirmeden halletmeye çalışmakta bulmuştum. “Bir dahakine daha az uğraşla daha büyük bir başarı elde etmiş olacağız.”

   Hepsi keyifleri yerine gelmiş gibi kıkırdadılar.

   “Artık hepimizin bünyesine yorgunluk hâkim. Bilhassa Grevan kendini uyumaktan alıkoyamıyor. Ötede beride bıraktığınız fazlalıklarınızı toplayın da bir an evvel saraya dönelim.”

   Odama sapasağlam geri gelmiştim ancak aynaya baktığımda rastlaştığım donuk surat cenaze töreni ertelenmiş bir naaş gibi durmamı sağladığından sağlıklı olmanın getirdiği bir huzurdan söz edemeyeceğim.

   Jax odama girdiğinde bir müddet için gözlerimi aynadan alamadım. Anlık süreler içinde değişen yüz ifademe bir anlam yükleme girişimi sonuçsuz kalınca “Tek kelimeyle öldükten sonraki ömrümde gördüğüm en takıntılı insansın!” dedi ve güldü. “Cidden.”

   Tabi. Jax ve öteki yarı ölülere kıyasla çok daha menfi bir kişilik göstergesine sahip olduğumun bilincindeydim. Fakat ‘takıntılı’ gibi bir söz şafaktan şafağa daha da soğuk bir kadavraya dönen birinin endişesini nitelendirmek adına fazla acımasız bir yargı olurdu. Sonuçta çürüyordum, ve bu her gün, ben henüz yaşıyorken oluyordu.

   “Beni alaya mı alıyorsun?” Söyleyeceklerime daha dokunaklı bir hava katmak için iki tutam beyaz saçımı alıp hususi olarak küstah bir edayla ona doğru fırlattım. “Evvela sen bana şunu de; bir yarı-ölü olmaktan nasıl haz alırım? Dirlik içindeydim, şimdi ise soğuğu, sıcağı, acıyı bile hissedemez hale geldim! Ben, kafası koparıldığında damarlarından kanlar fışkırtmak benzeri bir vasfa bile sahip değilim!”

   “Biliyorum…Biliyorum... Ve elimde bunu değiştirebilecek ya da sizi rahata kavuşturacak hiçbir şey yok. Belki bir puro…”

   Derintilerin içinden çıkarılmış gibi duran nefti rengindeki yeleğiyle uyumlu yırtık, kısa pantolonunun cebinden bir puro çıkarttı ve ucunu tutuşturduktan sonra birkaç nefes içine çekiverdi. Böylece gri dumanlar deri ile çevrelenmiş olması gereken dişlerinin arasından ve göğüs kafesindeki boşluktan sızmaya başladı. Puroyu bana uzattığında onu geri çevirdim.

   “O vakit gel de biraz meydanda gezinelim. Bunun gerginliğini gidereceği kanaatindeyim.”

   “Bu refikiniz de sizlere iştirak edebilir mi acaba prensesim? Witante hürmetinize hazırdır.” Yapmacıklı sözüne dudaklarındaki dehşet verici dikiş emarelerine rağmen sevimli bir gülümseme katmayı başardı ve önümde eğildi.

   İzlere bakarak sordum “Bunlar… Sen öldükten sonra mı atıldılar? Eğer öncesinde ise, ölüm kararını melekler konseyi almamış demektir ve eğer öyleyse, seni kimin öldürdüğünü öğrenmek isterim Witante. Elbette bir sakıncası yoksa…”

   “Ah, şüphesiz!” diye karşılık verdi yine sözlerine sinmiş bir saygı ifadesiyle. Böylelikle peşi sıra kraliyet sarayının girişine doğru inmeye başladık. “Ve isabetli bir tahminde bulundunuz; melekler konseyi benim adıma ölüm kararı vermemişti. Tam elli yıl önce, faytonların yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı dönem… Hayır. O şekil gülmeyin prenses, faytondan düşmedim! Kötülük krallığının surları dışında yaşayan, sade; halktan biriydim. Babam ve annem halâ sağlar, fakat şimdileri surların içinde yaşıyorlar... Aynı yüksek tabakadan bir kimse gibi. O zaman, surların içinde bir yerde ev bulmak için yeterli kepemiz yoktu, fakirdik. Her zaman bir atım olsun istemiştim ve şaşaalı faytonlar gördükçe de bu isteğim arttı.”

   “Surlar içine taşınırken büyük bir fayton kiralamıştık. İçine birkaç parça eşyamızı atıp, krallığa giden yolu kat etmeye koyulduk. Fakat yolda eşkıyaların saldırısına uğradık. Taşıyabilecekleri iki üç parça mal için bütün diğer eşyaları ve faytonumuzu kullanılamaz hale getirdiler. Annem ve babam da bu esnada ağır yaralandı. Bense atın üzerinde olduğumdan, düşünce, işte olan bu…”

   “Faytondan düşmedim demiştin değil mi Witante?” Jax güldü.

   “Evet, faytondan düşmedim. Attan düştüm!”

   “Pekala. Pekala. Witante, ailenin hala sağ olduğunu söylüyorsun... Onları daha sık ziyaret etmelisin.”

   Yüzüme bakarak bu kez o güldü. “Ziyaret mi? Yarı ölüler hakkında hiçbir şey bilmiyorlar!”

   “Ne? Onlara neden hala onları görebileceğini söylemedin?”

   “Evet Witante. Sen ahmak mısın?”

   “Ah! Onlara söyleyemezdim ki… Beni böyle kabul ederler mi kestiremiyorum. Ayrıca eskisi gibi bir aile olabilmemiz için ölümü göze alabileceklerinden de emin değilim.”

   “Görüyor musunuz prenses? Bir de size takıntılı diyordum.”

   “Doğrusun ama prensesinizin bu konuda güvenilir bir fikri var. Kötülük krallığına-”

   “Şu krallıkların gerçek bir adı yok mu? Kendimi ünlü bir çocuk hikâyesinin klişeleşmiş başkahramanlarından teki gibi hissediyorum.”

   “Âlâ Jax. Krallıklara ülke isimleriyle hitap edebiliriz… Herneyse. Ben babamla konuşmak için Cycel-on’a gitmeyi planlıyorum. Yani eninde sonunda öldüğümü öğrenecek ve bunu kabullenmesi gerekecek. Aynı şeyi sen de kendi adına düşünebilirsin Witante.”

   Witante saray kapısını kavradı ve olağan gücüyle büyük kapıyı iteledi. Merdivenlerden aşağıya indiğimizde sonunda meydana çıkmıştık.

   “Belki de haklısındır prenses. Onlarla konuşarak en doğrusunu yapmış olurum. Ben de sizinle gelip ailemi göreceğim!”

   “Bize katılmayı düşünür müsün Jax?”

   “Jax ‘Çalınmayan yumurtanın hırsızı olmaz.’ gibi beyin zorlayıcı bir atasözü üretmeye çalışıyor olmalıydı ki Witante bu soruyu sorduğunda tasarılarından sıyrılırken ani bir titreme geçirdi. “Bir şey mi dedin Witante?”

   “Bizimle Cycel-on’a geleceksin değil mi?”

   “Ne vakit yola çıkmayı arzu ediyorsunuz prenses?”

   Cevap vermek, daha doğrusu doğru zamanı tahmin edebilmek için biraz durdum, ve sonra doğru zamanın olmadığını fark etttim.

   “Bugün ya da yarın; krallığa ne zaman gittiğimiz hiç fark etmez. Siz ne zaman müsaitsiniz yoldaşlarım?”

   Witante bir kahkaha attı. “Biliyorsun prenses… Sadece alışkanlık olduğu için yemek yiyen ve uyuyan ucubelere uygun oldukları zaman sorulmaz. Biz her yolculuğa hazırız.”

   Ben de keyifle gülümsedim. “Pek iyi o halde, bu akşam Yeraltı 102’den ayrılıyoruz... Yolculuk için hazır olun!”

Çevrimdışı ixna

  • *
  • 25
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hortlak Prenses
« Yanıtla #18 : 12 Eylül 2011, 23:13:34 »
Bana biraz "Ölü Gelin" filmini anımsattı.Ama  yine de gayet güzel bir hikaye .:D
\"Belki çok güzel bir zekaya sahip olmak hoş bir şeydir ama daha büyük bir hediye, güzel bir kalbi keşfetmektir.\" Akıl Oyunları "A Beatiful mind"