Kayıt Ol

Laion Felsefesi

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Laion Felsefesi
« : 14 Aralık 2010, 01:04:53 »
''İnsan, elf, cüce ya da herhangi bir ırktan olabilirsiniz. İyi, kötü, çıkarcı veya yardımsever olabilirsiniz. Küçük, büyük, ölü ya da ölümsüz de olabilirsiniz. Ne olursanız olun, bir Laion olmak için ihtiyacınız olan yalnızca tek bir nitelik var; saflık.''

Lai; doğal olanı koruma felsefesidir.


Düzenin koruyucuları, saf olanın muhafızları. Onlar hayatlarını doğal olan her şeyi korumaya adamıştır.

Onların kulak verdiği ses akıllarına değil ruhlarına aittir.

Onlar güçlüdür. Onlar sessizdir. Onlar yalnızca istediklerinde görülebilirler.

Onlar dişidir. Onlar erkektir. Onlar elftir. Onlar insandır.

Onlar her şeydir.

Onlar doğayı tehdit edene felakettir. Düzenin dışındakine ölümdür.

Onlar var olan en güçlü zihinler ve bedenlerdir.

Onlar büyük bir ailedir.

Her biri onlarca kişiye bedel bir aile.

Onlar ruhların yoldaşlarıdır.

Onlar Laiondur.

Eğer bu dünyaya ait değilseniz;

Onlar ölümdür.

Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
İlk Laionlar
« Yanıtla #1 : 15 Aralık 2010, 02:49:20 »
 Siane: Laionlar[*]Lây-on şeklinde okunur[/*] tarafından giyilen, altı parça kumaş ve beş tane kuşaktan oluşan giysidir. Kuşakların içinde cepler vardır ve kumaşlar birbirine bu kuşaklar aracılığıyla bağlıdır. Bir Laion giysisini çok nadir üzerinden çıkarır, bunun bir sebebi de sianenin giyilmesi oldukça zor bir kıyafet olmasıdır.

  
Laion Tarihi

Fabbèn Mottlir. İlk Laion. Dalgalı sarı saçları, eşine az rastlanır deniz mavisi gözleri, sert ve ciddi bir çehresi olduğu söylenir. İnsandır, fakat hangi millete ait olduğu kimse tarafından bilinmez. O, kendisini cehennem yaratıklarını Aesten üzerinden silmeye adamış bir savaşçıdır. Kimileri onun yalnız yaşayıp yalnız öleceğini düşünmüştür, ne var ki onun bir yaratık avcısı olarak çıktığı yolculuk çok uzun sürmemiştir.

Alledis Èden. İkinci Laion. Belinin altına kadar uzanan kahverengi saçları, düzgün yapılı bir vücudu, beyaza yakın gri gözleri ve şefkat dolu bakışları olduğu söylenir. Anne babası Murlkan tarafından uzun süre önce öldürülmüş bir Lanumare Elfidir. Cehennem yaratıklarının bir saldırısı sırasında kız kardeşini kaybetmiş ve hayatını onu bulmaya adamıştır. Bu arayış esnasında Fabbèn Mottlir ile tanışmış ve onun amacını benimseyerek peşinden gitmeye yemin etmiştir. Böylece Fabbèn'in yalnızlığına son veren kişi olmuş ve onun amacıyla kendininkini birleştirmiştir. Birlikte gezmeye başladıklarında artık yalnızca cehennem yaratıklarını değil, doğadaki düzeni bozan her türlü varlığı düşman kabul etmeye başlamışlardır.

Yinolevi'en. Ruh taşlarını kullanmayı öğrenen ilk canlı olduğu rivayet edilir. O zamanlar hiç kimsenin rast gelmediği bir ırka mensup olduğu, kendisini Zolàn şeklinde tanıttığı söylenir. Yaşlı bir ağaç kabuğu kadar koyu renk tenli, uçları yeşile çalan uzun kahverengi saçlı, biçimli vücudu, uzun boyu ve etkileyici altın sarısı gözleri ile güçlü bir fiziği olan bir kadındır. Ruh taşlarından yararlanmayı keşfetmiş ve yol arkadaşlarına öğretmiştir. Bu sayede Laionlar ilk kez amaçları doğrultusunda ruhların da yardımını alabilmişlerdir.

Elian Nùmen ve Nachizède. Hayatlarını meslekleri olan şifacılığa adamış bir çifttir. Elian sapsarı saçları, kahverengi gözleri, yapılı vücudu ve yardımsever bakışlarıyla bir Salèa Elfidir. Nachizède ise kızıl saçları, açık mavi gözleri, meraklı bakışları ve ince uzun vücut yapısıyla çekici bir Eldarin Elfidir. Bu çift birbirlerini yolculukları sırasında bulmuş ve aynı amaca hizmet ettiklerini keşfettiklerinde yollarına birlikte devam etmeye karar vermişlerdir. Fabbèn Mottlir ve arkadaşlarının amaçlarına ilk duyduklarından itibaren derin bir saygı duymuşlar ve yardım edebilecekleri takdirde onlarla birlikte yolculuklarına devam etmek istemişlerdir. Fabbèn'in bu ricayı kabul etmesinde Alledis'in de büyük payı olduğu rivayet edilir.

Xai. Grupla tanışması Nachizède'yi bir grup cehennem yaratığının ortasında çaresiz biçimdeyken kurtarmasıyla olmuştur. Bembeyaz teni, kara saçları ve gözleriyle oldukça gizemli bir insandır. Üzerinde onlarca farklı silah taşıdığı ve her birini ustaca kullanabildiği söylenir. Esasında hayatta belli bir amacı yoktur, fakat kendi içinden gelen şeyleri tereddüt etmeden yapar. Bu özelliğiyle Fabbèn'in takdirini kazandığı ve gruba katılması için özel olarak onun rica ettiği söylenir. Xai'nin de içinden bu teklifi geri çevirmek kesinlikle geçmemiştir.

''Altı büyük savaşçı, tek amaç etrafında toplandı. Her biri bir konuda üstün, hepsinin kaderi aynı.''

Altı kişilik bu grup diyar diyar gezerek cehennem yaratıklarını avladı uzun bir süre. Fabbèn Mottlir'in ismi duyulmaya başlandığında henüz Alledisle bile tanışmamıştı, bu grubun adı ise daha da hızlı yayılıyordu tüm evrende. Başlarda 'Düzenin Koruyucuları' olarak çağırılsalarda kısa süre sonra 'Lai' kökünden gelen ve 'doğal olanın muhafızları' anlamını taşıyan 'Laion'lar olarak adlandırıldılar.

Sonraki yıllarda yer yüzündeki tüm kötülükleri tek tek silerek ilerlediler. Fakat yaratıkların kaynaklarına yaklaştıkça daha da zorlandılar. Her savaşta daha çok yoruldular, her zaferin arkasından daha çok düşman göründü. Gene de pes etmediler, zorlansalar da şikayet etmediler. Hiçbir zaman şüpheye düşmeyen ruhlarını dinleyerek ilerlediler. Sonunda ümit ettikleri yardım ruh taşlarından geldi. Yinolevi'en, ruh taşlarını savaşlarda kullanmanın etkili bir yolunu bulmaya çalıştı. Uzun süre bununla iligli araştırma yaptı, yöntemler geliştirdi ve en sonunda ruhları yardıma çağırmanın bir yolunu buldu. Böylece laionların savaşlardaki en büyük gücü kendilerine yardım eden ruhlar haline geldi.

Altı büyük laionun beş büyük ruh gardiyanına sahip olduğu söylenir. Ruh gardiyanı bulunmayan tek kişi ise Fabbèn Mottlir'dir. En azından, hiç kimse onun herhangi bir savaşta ruh çağırdığını görmemiştir.

Beş Büyük Gardiyan

Shenîal; Büyük ateş ruhu. Yer altında yaşayan bir yaratığın ruhu olduğu ve ölümsüz olmasına rağmen kendi isteğiyle yer yüzüne yükseldiği söylenir. Devasa bir cüsseye sahip, üç büyük boynuzu ve kaslı bir yapısı olan, vücudu alevden tüylerle kaplanmış bir yaratıktır. Nachizède'nin gardiyanıdır. Onunla anlaşması cehennem yaratıklarının yer altına geri dönmesi üzerine kurulmuştur, bu amaca hizmet etmek için Laionlara yardım eder ve amacı gerçekleşene kadar yer altına geri dönmeyeceğine yemin etmiştir.

Emerin; Büyük hava ruhu. Gökyüzünde özgürce dolaşan ve ömrünü doldurduğu için huzurlu bir şekilde ölen devasa bir antik kuşun ruhudur. Gökyüzünde özgürce dolaşmayı öldükten sonra bile ruhunu bu evrende bırakacak kadar çok sevdiği söylenir. Fakat Murlkan'ın ortaya çıkışı ve getrdiği fırtınalarla kötücül bulutlar onun özgürlüğünü de engellemiş, hatta ruhunu dahi tehdit etmiştir. Bu yüzden bu evrende olduğu sürece, herşeyden önce olduğu kadar özgür olabilmek için çalışacağına dair ant içmiştir. Elian'ın gardiyanıdır.

Ionen; Işık ruhu. Yinolevi'en'e benzer bir yapıya sahiptir, vücudu tamamiyle beyazdır. İki büyük kılıcı bulunur ve en karanlık anlarda dahi tüm geceyi aydınlatabilir. Tek amacı adalete hizmet etmektir. Xai'nin gardiyanıdır, hakkında en az şey bilinen gardiyandır.

Olîn; Doğa ruhu. Belli bir cismi yoktur; kimi zaman devasa bir ayı iken kimi zaman vahşi bir kaplan halinde ortaya çıkar. Yüzyıllardır kayıp evren üzerinde dolaşarak ormanlardaki düzeni korumaya çalışan bir ruhtur. Amacı hiç değişmemiştir, doğayı korumak için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışır. Yinolevi'en'in gardiyanıdır.

Lìa; Su ruhu. Saçları vücudunu sararak bir elbise görevi görür. Çok eski zamanlardan kalma bir elfin ruhu olduğu söylenir. Vücudu baştan aşağıya parlak bir mavi tondadır, saçları ise açık sarıdır. Hayattayken hiç kimsenin karşı koyamayacağı bir güzelliğe sahip olduğu rivayetler arasındadır. Su üzerinde mutlak kontrol sahibidir, amacı ise yalnızca Alledis'in yanında olmaktır.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Laion Felsefesi - Başlangıç: Kralın Ölümü
« Yanıtla #2 : 24 Nisan 2011, 22:38:24 »

  Tak tak tak tak tak...

  Devasa sütunların arasından yürüyen kadının gösterişli zırhı, yere her basışında tıngırdıyordu. Geniş salonda yankılanıp büyüyen bu yürüyüş sesleri dışında ortama ölüm sessizliği hakimdi. Öyle ki, kadın sonunda yürümeyi bırakıp tek dizi üzerinde yere çöktüğünde, etrafta bekleyen hizmetçilerin, gardiyanların ve soyluların nefes alış verişleri bile duyulabilir hale gelmişti. Kadın kusursuz bir şekilde selam verdi hemen önündeki yüksek tahtında oturan krala. Kral basit bir el hareketi ile ayağa kalkmasını işaret etti kadının. Uzun bacaklar tekrar dikleşirken üzerindeki zırhın tıngırtısı bir kez daha odanın sessizliğini bozdu.

  Kadın deniz mavisi gözlerini krala dikerek sabırla bekledi. Uzun düz saçları sırtına doğru dökülmüş, sanki her bir teli simetrik bir şekilde yerleştirilmiş gibi düzenli duruyordu. Sert yüz kasları her daim gerginmiş gibi görünür, bir çift parlak göz o yüze bakanların kafasını hemen başka yöne çevirtirdi. Öyle ya, bakışları da kendisi kadar ünlüydü Muhafız Selia'nın. Bazıları hiç bir silahı kalmasa bile o gözleri kullanarak karşısındakini yere serebileceğini söylerdi. Kral da biliyordu bunu elbette, karşısında dikilen bu sert kadına sayısız görev vermişti; ne var ki hiç bir zaman gözlerine uzun müddet bakmamıştı o da. Şu anda da kendisine dikilmiş bakışlara karşılık vermek yerine dirseğini tahtının kenarına dayamış, yumruk haline getirdiği elini de çenesine destek etmiş bir şekilde boşluğa bakmaktaydı düşünceli bir şekilde.

  Kral Kranon, Selia'nın aksine yaşının da getirmiş olduğu etkilerle sarkık bir yüze sahipti. Sakalı ona gençliğinde olduğu gibi büyük bir ihtişam vermiyordu artık, yalnızca yaşını gözler önüne seriyordu. O da kestirmeyi bırakmıştı bu yüzden, boynunu geçmek üzere olan yeni taranmış uzun sakallara sahipti şimdilerde. Ölene kadar kesmemeye karar vermişti o sakalları, uzayan her tel onu ölüme bir adım daha yaklaştırıyor gibi hissediyordu. Yaşlanmıştı. Sarkık yüzü, eskiden umutla bakan fakat şimdilerde tüm heyecanı sönmüş olan bulut grisi gözleri, arasında yer yer beyazlar çıkmış kirli sarı sakalı ve çökük duruşu ile bir kralda olması gereken o azamete sahip değildi artık. Düşünceler her daim aklındaydı; ölüm düşüncesi, ölüm korkusu.

  Derin bir nefes koyarak elini çenesinden çekti Kral Kranon. Kafasını kaldırdı, tahtında dikleşti ve belki de ilk kez bu denli bir cesaret ile karşısında sabır ile kendisini bekleyen, en sadık askerinin gözlerinin içine baktı. Taht odasındaki tüm hizmetçiler, soylular, generaller ve kralın hemen yanındaki alçak tahtta oturan prenses dahi nefesini tuttu o bir dakika boyunca. Gri gözler daha önce kimsenin bakmaya cesaret edemediği o yırtıcı bakışlarla buluştuğunda sanki görünmez bir güç yayılmış ve herkesi sersemletmiş gibiydi. Kranon avuç içi yukarıya bakar vaziyetteki elini uzattı. Selia bir müddet kıpırdamadan durdu, o an görenler fark ettiler ki ilk kez insancıl bakıyordu o efsane muhafız. İlk kez kaşları çatık değildi; ilk kez emir bekleyen bir avcı gibi değil, şefkat gösteren bir insan gibi bakıyordu. Konuşurken dahi hiç bir kırışıklık görülmeyen gergin yüzünde hiç bir şey değişmemiş olsa da o an taht odasında bulunan herkes gördükleri şeyin tarihi olabileceğinin bilincindeydi.

  Muhafız ağır adımlarla tahta yaklaştı ve kralının kendisine uzattığı eli tuttu göz temasını kesmeden. Kranon'un bakışlarında artık hüzün görülüyordu. Acıma, hayal kırıklığı, üzüntü, çaresizlik... Bir zamanların ihtişamlı kralı Selia'nın elini sıkarak ayağa kalkarken güçsüz bir ihtiyardan farksızdı. Üzerindeki işlemeli ipek giysilerin, başındaki tarihi tacın ve ayağa kalkarken kullandığı altın bastonunun dahi ihtişamı silinmişti sanki o an. Büküktü kralın vücudu, boynu, omuzları. Selia'dan bakışlarını yavaşça çekip kendisini endişeli bir şekilde izleyen kalabalığa döndü ve görebileceği her yüze tek tek baktı bir süre.

  ''Sizi koruma görevimi yerine getiremedim sevgili halkım. Bana olan güvenlerinize karşılık veremedim. Sizi yaklaşmakta olan felaketten kurtarabileceğimi söyleyebilmek için elimdeki her şeyi verirdim, inanın bana. Sahip olduğum her şeyi. Ama bunu yapacak gücüm yok artık. Hiç kimseye bu topraklarda güvenli bir şekilde, huzurlu bir şekilde, barışçıl bir şekilde yaşama hakkı veremem. Yakında aranızdan ayrılacağımı hepiniz biliyorsunuz. Yaklaşmakta olan tehlikeyi de hepiniz biliyorsunuz. Yüz yıllardır yaşadığımız bu topraklara olan bağımız ne kadar kuvvetli olsa da, bazı şeylere karşı koyacak gücümüzün olmadığını da hepiniz biliyorsunuz. Ve her ne kadar yeryüzünde görülmüş en kudretli savaşçılara sahip olsak da, ölümün bir gün hepimizi alacağını da biliyorsunuz. Ne var ki ben size barışçıl bir yaşamın sonunda huzurlu bir ölüm hakkı veremedim. Sevdiklerinizin elini tutarak, onların gözlerine bakarak ve hayatın onlar için devam ettiğini, üzülmemeleri gerektiğini söyleyerek ölme özgürlüğünü veremedim.''

  Kral Kranon'un gözleri son cümlesinden sonra kapandı. Hala ayakta duruyor, beli bükük bir şekilde bir eliyle bastonuna diğer eliyle ise ifadesiz bir şekilde duran Selia'nın eline tutunuyordu. Salonda hıçkırık sesleri yankılandı bir kaç kez. Prenses de ayağa kalkmış, babasının hemen yanında duruyordu ve gözünden gelen yaşlara hakim olamamıştı.

  Kranon derin bir nefes çekti içine ve gözlerini açtı yere bakar vaziyette. Son cümleleri diğerlerinden de kısık ve çaresiz bir şekilde döküldü dudaklarından.

  ''Sizden yanınıza alabildiğiniz en gerekli eşyaları alıp güvenli yerlere kaçmanızı istiyorum. Halkımın güvenliği için yapabileceğim hiç bir şeyim olmasa da, size verebileceğim son emir, son 'istek' budur. Ordumuz sizin kaçışınızı güven altına almak için, sizin hayatlarınız için savaşacak. Onlar için yapabileceğiniz en doğru şeyi yapın. Uzaklaşın ve hayata devam edeceğiniz düşüncesinin kalplerini ısıtmasına izin verin. Belki, her şey geçtikten sonra bu kutsal yerlere geri dönebilir ve benim başaramadığım şeyi başarabilirsiniz.''

  Titreyen elleri daha da sıkılarak tuttu kızı ile Selia'nın kolunu. Zorlukla olduğu yerde geriye döndü. Tahtının bulunduğu platformdan aşağı inmeden önce bir müddet düşünceler içinde bekledi. Sonunda taht odasından son kez çıkmadan önce eski günlerini anımsatan güçlü bir ses ile halkının duyduğu son kelimeyi söyledi.

  ''Elveda.''



  Şehirde bir koşuşturma havası vardı. İnsanlar at arabalarını yüklüyor, yanlarına alacakları eşyaları seçmeye çalışıyor, son işlerini hallediyorlardı. Şehrin pürüzsüz taş yollarını şimdiden at arabalarının tekerlekleri arşınlamaya başlamıştı bile. Halk, güneydoğu surlarındaki hareketliliği son bir haftadır yakından takip ediyordu, bu da bazılarına olayların nereye varacağını tahmin etme şansı vermişti. Hazırlığını önceden yapmış olanlar sevdikleriyle ve yuvalarıyla vedalaşıp yollara düşerken, diğerleri de ellerinden geldiğince hızlı bir şekilde ayrılmak için uğraşıyorlardı. Şehrin akıbeti belliydi artık. Henüz savaş başlamadan her şey kafalarda bitmişti.

  Kral Kranon'un ölüm döşeğinde olduğu biliniyordu ve yalnızca yakınları ve baş hizmetkârları onun yanında duruyorlardı. Son konuşmasını bir kaç gün önce yapmış ve tahtına yeni bir varis atamamıştı. Prenses de Kral gibi etrafta görünmüyordu o günden beri. Saray da boşaltılıyordu, yalnızca sayılı kişi girip çıkıyordu artık o devasa beyaz duvarlarla çevrili bahçenin içine. Bu kişilerden biri olan Selia da saraydan geri dönmüş, dar bir sokağın sonundaki kahverengi taş bloklardan oluşmuş küçük evine gidiyordu. Evin hemen dışında yere bağdaş kurmuş oturan ve elindeki eski kılıcı kirli bir bezle silen bir adam gördü. Adamın başına gelip batmakta olan güneşi arkasına alarak gölgesini üzerine düşürdü. Adam kılıcını silmeye devam ederken tekdüze bir ses ile konuştu.

  ''Kranon'un yaptığı sence doğru mu?''

  ''Doğru ya da değil. Bizim işimiz belli. O kılıcı silmek yerine bilesen daha çok işine yarar, biliyorsun.''

  Adam güldü ve kafasını kaldırarak Selia'ya baktı. Bakışları buluştuğunda diğer herkes gibi çevirmedi yüzünü adam. O alışıktı bu bakışlara. Hatta dikkatli bakan biri aynı derinliği bu adamın gözlerinde de bulabilirdi. Aynı deniz mavisi gözler, aynı keskin hatlar. Fakat o garip korkutuculuk yoktu yüzünde. Saç renklerine kadar aynı fiziksel özellikleri taşımalarına rağmen davranış olarak oldukça farklı oldukları söylenebilirdi. Bunu gösteren bir hareket ile yerinden kalktı adam. Kılıcını yere dayadı ve bir anda yükseldi olduğu yerde. Ayağa kalktığında görülebiliyordu ki boyları dahi aynı uzunluktaydı.

  ''Ne kadar vaktimiz kaldı?''

  ''İki gün. Belki üç. İki türlü de, yeterli değil.'' diyerek evin kapısını iteleyip içeri girdi Selia. Adam kılıcını belindeki kınına yerleştirerek takip etti onu. Burası üç odadan oluşan küçük bir evdi. Bir yanda mutfak ve yemek masası olarak kullanılan tahta masa, diğer yanda oturulacak küçük minderler, yan odada ise zar zor sığan iki yatak vardı. Selia masanın üzerindeki dumanı tüten yemeğin başına oturdu. Adam da küçük masanın çevresinden dolanıp karşısına geçti. Yemeklerini sessizlik içinde yediler, Selia pek konuşmak istemiyor gibiydi. Adam kafasını kaldırıp sessizliği bozdu ciddi bir ses tonu ile.

  ''Ne yapacağına karar verdin mi?''

  Selia ağzına götürmekte olduğu ekmeği durdurdu. Ağzındaki lokmayı çiğnerken sakin bir şekilde cevapladı soruyu.

  ''Kararımı biliyorsun Fabben.''

  ''Ve sen de bunu doğru bulmadığımı biliyorsun Selia.'' dedi adam. Normalde hiç bir insanın göremeyeceği bir şekilde bu kez gözlerini kaçıran kişi Selia oldu. Ayağa kalkarken otoriter bir sesle cevap verdi ikiz kardeşine.

  ''Kararım kesin. Halk ne derse desin, burada korunması gereken yerler var. Destek gelecektir, yalnızca bir kaç gün kuşatmaya dayanmamız gerekiyor.''

  ''Hangi askerle dayanacaksın Selia?'' diye çıkıştı Fabben. ''Elimizde ne yeterli asker var, ne yeterli silah. Adamların yüreklerinde bir damla cesaret kalmamışken binlerce yaratığa karşı nasıl duracaksın? Seni bile aşan bir savunma bu. Desteği beklemek yerine geri çekilerek kuzeydeki elf şehri Farrón'da da savunma yapabiliriz. Daha yüksek surların arkasında, onları yenme şansımız çok daha yüksek olur, bunu sen de biliyorsun.''

  ''Ve oradaki elfler de ölür.'' dedi arkası dönük bir şekilde kardeşinin konuşmasını dinleyen Selia. Üzerindeki ağır zırhları çıkarıp diğer odaya geçerken tekrarladı.

  ''Kararım kesin.''

  ''Neden aksini düşündüm ki?'' diye mırıldanarak yerinden kalktı Fabben de. Söylenerek masanın üzerindeki bulaşıkları kenara kaldırdı ve küçük minderin üzerine çökerek piposunu doldurup yaktı. Selia yeniden odaya girdiğinde Fabben yanındaki minderi işaret etti ona.

  ''Burada kalmanın asıl sebebi nedir?''

  Selia hala sular damlayan saçlarını elindeki bezle kurularken bir of çekti. Fabben'in yanındaki mindere oturdu halinden memnun olmayan bir şekilde, gene de cevapladı kardeşinin sorusunu.

  ''Şehre gelecek saldırının başında Zeina'nın olduğunu biliyorsun. Ordusu her gün büyüyor. Ayrıca cehennem yaratıklarını yer altından çağırabildiği ve kontrol edebildiği de bir gerçek. Buraya saldırmasının batıya geçmekten farklı sebepleri de olduğundan korkuyorum.''

  ''Büyük bir şey planladığından mı korkuyorsun?'' diye sordu Fabben meraklı bir şekilde. Selia kolayca endişelenen bir insan değildi. Aslında onun gözlerinde endişe görmek imkansız sayılırdı, fakat Fabben eğer dili varsaydı şu haliyle kardeşinin bir şeylerden korktuğunu söylerdi. Gözleri boşluğa dalmış bir vaziyette cevapladı sorusunu.

  ''Korkmaktan daha fazlası, biliyorum. Şehir meydanındaki elf şifacının kaidesi. Hedefi orası. Elindeki gücü arttırmak için bir çeşit büyü yapacak ve bunun için o heykelin önüne gelmesi gerekiyor.''

  ''Nereden biliyorsun bunları?''

  Selia'nın gözü dalmış olduğu boşluktan kurtulup kendisini meraklı bir şekilde dinleyen Fabben'e döndü.

  ''Kranon ölmeden hemen önce söyledi.''

  Ayağa kalktı ve saçlarını kurutmaya devam ederek yan odaya geçti. Fabben şimdi anlamıştı kardeşinin neden şehri savunmakta ısrar ettiğini. Kral ölmüştü. Bunu kimsenin bilmesini istemiyorlardı çünkü şehirde korunması gereken önemli bir 'şey' vardı ve askerlerin cesareti kırılmamalıydı. Ne var ki bu iş hiç hoşuna gitmemişti. Herkes şehirden ayrılmaya hazırlanırken ve askerlerin bile akıllarında vakit bulabildiklerinde kaçmak varken nasıl bir savunma yapabilirlerdi ki? Hem de uzun zamandır tek dövüştükleri şey vahşi hayvanlardı. Ordudaki bir çok kişi hayatlarında hiç savaş görmemiş yeni yetmelerdi. Gözü kabzasından sarkan kılıcına çarptığında düşüncelerinden sıyrıldı. Canı sıkkın bir şekilde ayağa kalktı, pelerinini alıp sırtına geçirdi ve evden dışarıya çıktı.

  Güneş ufku henüz geçmişti ve şehir yarı karanlık bir haldeydi. Bir müddet yürüdükten sonra duraksayarak yanındaki hana baktı. Bu saatlerde daima kalabalık olan Altın Kupa Hanı bugün sinek avlıyor gibiydi. Normalde böyle güzel bir havada, özellikle herkesin işinin bitmiş olduğu bu saatlerde Altın Kupa Hanı ağzına kadar dolar, insanlar günün yorgunluğunu burada atardı. Masaları içeri taşımakla uğraşan hanın cüce sahibine eliyle selam verdi Fabben, cüce de elleri dolu olduğundan kafa sallayarak karşılık verdi. Bu şehirde tüm muhafızlar tanınır ve insanlar onlara saygı duyardı.

  Kısa bir yürüyüşün ardından Fabben büyükçe bir dükkanın önünde durdu. Sokağa bakan kısmı açıktı bu dükkanın, içeriden çekiçle örsün buluşma sesleri geliyordu. Şehrin en büyük demircisinin önündeydi. Dükkanın sahibi, hanı işleten cücenin kardeşi ve demircilik konusunda inanılmaz maharetleri olan bir cüceydi. Fabben içeri girdiğinde hummalı bir çalışmanın yürütüldüğünü gördü. Oradan oraya insanlar koşuyor, çekiçler kılıçlara vuruluyor, ocaklar kaynıyordu. İçeride yaklaşık on beş kişi çalışıyor ve dükkanın sahibi olan cüce Takhi ard arda talimatlar yağdırıyordu etrafa. Bir köşede yığılmış onlarca kılıç ve zırh bulunduğunu gördü Fabben. Savaş yaklaşınca hanın yoğunluğu demirciye taşınmıştı adeta. Cüce Takhi, Fabben'i görünce terlemiş alnını elinin tersi ile sildi ve gür sesiyle karşıladı onu;

  ''Fabben Mottlir! Bu ne şeref! Gel, gel. Ortalık biraz dağınık kusura bakma, malum savaş öncesi.'' İçerde koşuşturan kalfalarına aceleyle bir kaç talimat daha verdi ve eliyle dükkanın arka tarafında bulunan odaya davet etti Fabben'i. Küçük bir odaydı burası, dinlenme yeri olarak kullanılıyordu. Fabben buraya sayısız kere gelmiş, Takhi ile sayısız sohbetler etmişti.

  ''İşlerinin yoğun olduğu görüyorum Takhi. Seni fazla meşgul etmek istemem.'' dedi Fabben güler yüzlü bir şekilde. Cüce bir elini kaldırıp sinek kovalar gibi iki yana salladı.

  ''Bildiğin asker yaygarası işte. Elimde yeterince hammadde olduğu sürece beni kimse yavaşlatamaz.'' Bir masanın üzerinden genişçe bir şişe aldı ve iki büyük kupaya içindeki koyu renkli içkiden doldurmaya başladı.

  ''Eğer vaktin varsa senin için bir işim olacak.'' diyerek belindeki kılıcı çıkardı Fabben. Bir eliyle kabzasından, diğer eliyle de ucundan tutarak yüzünü dönmüş olan cüceye gösterdi. ''Hala parlak olması seni yanıltmasın, ot bile kesemeyecek halde.'' Takhi kılıcı bir süre gözleriyle süzdü, ardından doldurduğu kupalardan birini gülerek Fabben'e uzattı.

  ''Senin için uygun bir şeyler bulabilirim sanırım.'' diyerek kupasından büyükçe bir yudum alıp tekrar kenara bıraktı cüce Takhi. Büyük adımlarla odanın öteki köşesinde bulunan bir tahta kapının yanına gitti ve cebinden bir anahtar destesi çıkararak bir süre uygun olanı bulmaya çalıştı. Sonunda başarılı olduğunda kapıyı iterek depo olarak kullandığı küçük odaya girdi ve beş dakika sonra büyükçe bir kutu taşıyarak yeniden odaya döndü.

  ''Bunu aslında başka bir şey için yapmıştım ama görünen o ki senin daha çok işine yarayacak.'' diyerek kutuyu masanın üzerine dikkatlice yerleştirdi. Fabben de meraklı bir şekilde yanına gelince gözleri parlayarak kutuyu açtı cüce.

  İnce uzun kutunun içindeki bir kılıçtı. Fakat Fabben bu gördüğünün yanında kendi kılıcına ancak sopa diyebilirdi. Kutudaki kılıcın metali odadaki loş ışıkta bile pırıl pırıl parlıyordu. Kabzasında tırnak ucunu geçmeyecek incelikte işlemeler vardı. Kılıç çift taraflıydı ve tam ortasından ucuna kadar ilerleyen sarmal yapıda bir işleme bulunuyordu. Ayrıca bu işlemenin bittiği yerde fındık tanesi büyüklüğünde pürüzsüz bir kristal vardı. Silah tam anlamıyla bir şaheserdi. Takhi kılıcı dikkatlice eline aldı ve Fabben'e uzattı.

  ''Bunu Kral Kranon için yapmıştım. 6 aydır bununla uğraşıyorum aslına bakarsan. Şu gördüğün kristali oraya yerleştirmek tam 25 gün sürdü ve ben hala yeterince sağlam oturmadığını düşünüyorum! Ama sonunda ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadığımı kimse söyleyemez. Kranon ölmek üzere olduğuna göre, eh. Bu kılıcı senden başka emanet edecek kimseyi tanımıyorum. Onu daha faydalı kullanabileceğin kesin.''

  Fabben kılıcı eline aldı ve her yeni silahta yaptığı gibi dengesini ölçmek adına iki eliyle de bir kaç kez çevirdi. Kılıç beklediğinden daha hafifti fakat savrulmuyordu, inanılmaz bir dengesi vardı. Takhi güldü.

  ''Adı Vlon. Onunla iyi anlaşacağına eminim.''

  Bakışlarını kılıçtan ayırabildiğinde Cüce Takhi'nin gözlerinin nasıl parladığını gördü. Cücenin kıllı yüzü ışıl ışıl parlıyordu bu kılıca bakarken, bütün yorgunluğu gitmiş gibi görünüyordu adeta. Onun için sıradan bir silahtan çok daha fazlası olduğu aşikârdı.

  ''Minnettarım Takhi, ama ben bunu...''

  Sözü içeri dalan yüzü kirli bir genç tarafından kesildi. İçeride çalışan genç bir oğlandı bu. Yüzünde bariz bir korku ifadesi ile Takhi'ye baktı.

  ''G-geldiler! Şehre saldırıyorlar! Güney surlarında kocaman bir ordu var!''
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Laion Felsefesi - Bölüm 1: Kuşatma
« Yanıtla #3 : 21 Temmuz 2011, 23:41:01 »

[*]Biraz uzun oldu, ilk defa sadece kafamdakiler somutlaşsın diye bir şey yazdım sanırım.[/*]
  Essâlen şehri, Aesten'in güneyindeki Ethildi dağlarının sonunda yükselen tepeler üzerine kurulmuştur. Şehir batıdan doğuya doğru sürekli yükselir ve doğu surlarının bittiği yerde Ethildi dağlarının ilk sırası başlar. Şehri çevreleyen surlar beşgen biçimindedir. Güney surları bunların içinde en savunmasız olanı sayılır; çünkü diğer yönlerden daima barbar insanların, orkların ve vahşi hayvanların saldırılarına maruz kalmalarına rağmen, yıllar boyu güneydeki ormanlar ve ardındaki engin denizden hiçbir tehlike gelmemiştir. Ta ki o güne dek.

  Fabben, elinde kral için yapılmış olan ihtişamlı kılıç Vlon ile güney surlarına doğru koştururken, şehrin dar sokakları onun tam aksi yönde akıyordu. İnsanlar evlerinden panik içinde çıkıyor, taşıyabilecekleri kadar eşyayı sırtlarına yüklemiş şekilde olanca güçleriyle kaçmaya çalışıyorlardı. Kadınlar çocukların ellerinden tutmuş koşuşurken bazıları bu tempoya dayanamayıp yere düşüyor, taşa çarpan vücutları henüz acı hissedemeden yeniden kaldırılıp koşturulmaya devam ediyorlardı. Fabben ilerlemeye çalışırken sürekli birilerine çarpıyor, at arabalarından sıyrılmak için yön değiştiriyor ve yol üzerinde gördüğü tüm askerlere peşinden gelmeleri için bağırıyordu. Sonunda şehrin güneydeki merkezi olan ve ticaretin en çok yapıldığı yer olduğu için Altın Meydan adı verilen açıklığa geldiklerinde güney surlarındaki manzara açıkça göründü. Altın Meydan'ın üzerinde bulunduğu, şehrin en yüksek tepesinden bakıldığında, güneyden yükselen büyük duman kütlesi ve surların ardındaki devasa karaltı rahatlıkla seçilebiliyordu. Fabben durumu görmek için durduğu birkaç saniyenin sonunda arkasındaki küçük asker grubuna kendisini takip etmelerini bağırarak meydandan aşağıya doğru fırladı. Ne var ki bu karmaşada hızla yanından geçtiği büyük elf kaidesinin doğal olmayan bir biçimde titrediğini, diğer kimse gibi o da fark edememişti.

  Altın Meydan'dan aşağıya doğru indikçe manzara daha da çirkinleşti. Büyükçe bir sokağın sonundan kılıç ve bağırma sesleri yankılanıyordu. Grup köşeyi döndüğünde, güney surlarının altında şekilsiz yüzlere sahip yaratıkların olduğunu gördüler. Birkaç nöbetçi yarı kaçar yarı savaşır bir halde onların yolunda durmaya çalışıyordu fakat bu vahşi yaratıklar hiç vakit harcamıyor, yalnızca paslı kılıçlarını askerlerin vücutlarından geçirip yollarına devam ediyorlardı. Orklar ve diğerleri başta Fabben'i ve yeni grubu fark etmedi; çığlıklar atıp, kaba bir dilde homurdanarak ellerindeki meşaleleri evlerin üzerine fırlatıyor, gördükleri herkese ve her şeye saldırıyorlardı; ta ki Fabben'in eski, paslı kılıcı en öndekinin kafasını bedeninden ayırana dek. Ölen ilk orkun kirli kanı üzerinden damlamaya bile fırsat bulamadan kılıcını gökyüzüne doğrulttu ve kulakları yırtan bir savaş narası attı Fabben. Bu çığlıkla birlikte rüzgâr yön değiştirdi; surların içindeki ork ve yaratıklardan oluşan grup neye uğradığını anlayamadan, üzerlerine çullanan askerlerin kılıçları altında bir bir can vermeye başladı. Fabben içerideki tüm yaratıklar ölene dek tek tek her yere koştu ve sonunda surların içinde herhangi bir tehlike kalmadığına emin olduğunda sonuna kadar açık duran büyük taş kapılara yöneldi. Kapının ardına baktığında uzaklardan yavaş yavaş yaklaşan karaltıyı gördü yeniden, en önde de kıpkırmızı pullarla kaplı, cehennem kokan iki büyük yaratığın çektiği savaş arabası ve metrelerce uzaklıktaki bu mesafeden bile seçebildiği o lanetli büyücü vardı. Simsiyah kumaşlara bürünmüş, gece kadar kara saçlara ve gözlere sahip olan o lanetli kadın; Zeina.

  Fabben o uzaklıktan dahi gözlerine baktığında içini büyük bir karanlık ve umutsuzluğun kapladığını hissetti, fakat kısa sürede kendisini toparlayıp kapıları bu manzaranın görülmesini engelleyecek biçimde sıkıca kapattırdı.

  Kısa bir süre sonra Selia, arkasında düzen içinde yürüyen büyük bir grupla birlikte güney surlarına vardı. Çevredeki askerleri hizalamaya çalışan Fabben’in yanına geldiğinde yüzündeki ifade normal bir insan için anlaşılır değildi, öyle ki baktığınızda cesareti ve tedirginliği, sabrı ve gözü karalığı, umudu ve korkuyu aynı anda görebilirdiniz. Selia gözleriyle üzeri kanla kaplanmış olan ikiz kardeşini şöyle bir süzüp sakin bir sesle ''İyi misin?'' diye sorduğunda, Fabben sadece gülmekle yetindi. Ayağa kalkıp etrafa dağılan ve pozisyon alan askerlerin yanında surların üzerine çıktı ve bir süre kendilerine yaklaşan büyük karaltıya baktı düşünceli bir biçimde. Hava giderek kararırken rüzgâr da kuzeye doğru dönmüştü. Orkların ve devasa karaltıda yürüyen diğer yüzlerce garip yaratığın yaydığı pis koku esinti ile üzerlerine geliyor, burunlarına doluyordu. Bu koku, surların üzerinde yay ve oklarını hazırlamakta olan birçok asker için somut bir şekilde korkunun kokusuydu.

  ''Bugün bir kuşatma beklemiyorduk. Bu orduyu değil birkaç gün, birkaç saat bile tutamayabiliriz, bunu biliyorsun değil mi?''

  Selia'nın ifadesi bu kez anlaşılır bir hal almıştı ve o yüzde korkudan eser yoktu. Yalnızca düşünceli gibiydi yaklaşan karaltıya bakarken. Gözleri Zeina'nın savaş arabasına dikilmiş, bir heykel gibi duruyordu surların tam ortasında. Bir süre gözlerini dahi kırpmadı düşmana bakarken, neden sonra bulundukları durumla tezat oluşturacak kadar sakin bir ses ile konuştu.

  ''Biliyorum. Ama Zeina’yı birinin durdurması gerekecek. Aksi takdirde bizden sonra gelen tüm topraklar bundan çok daha büyük bir tehlikeyle yüzleşmek zorunda kalır.''

  ''Bana hala o heykelin ne özelliği olduğunu söylemedin.'' diye sordu Fabben kabullenmiş bir ses tonu ile.

  Selia güldü.

  ''Ben de bilmiyorum Fabben. Ben de bilmiyorum.''



  ''Kapıyı tutun! Daha fazla destek lazım! Haydi!''

  Yüzü terden sırılsıklam olmuş askerin kapının önünde gırtlağını yırtarcasına sürekli bağırması zar zor duyulabiliyordu savaşın sesleri arasında. Kuşatma saatler önce ilk kaya parçasının surlara çarpışıyla başlamıştı ve şimdilik düşmanı şehrin dışında tutmayı başarmışlardı. Şehrin içerisine yağan oklardan kurtulmak yüksek surların ardında mevzilenmiş olan askerler için zor değildi, fakat büyük mancınıkların yolladığı alevli toplardan her biri düştüğü yerdeki bir binayı yerle bir ediyor, ayrıca çevresinin de alev alev yanmasına sebep oluyordu. Karanlık hava, surların dışındaki binlerce meşale ve şehrin her yanından yükselen alevler ile uğursuz bir şekilde aydınlanmıştı. Surların üzerinde bulunan askerler yay germekten dolayı yorulmuştu artık, ne var ki dışarıdaki ordu sanki hiç azalmıyor gibiydi. İki büyük taş devi güney kapısını sürekli dövüyor, ağır taşları kırarak suru delmeye çalışıyordu; fakat şu ana dek kapının arkasına yığılmış devasa ağaç kütüklerine ve omuzlarını kapıya dayamış olan onlarca askere karşı herhangi bir üstünlük sağlayamamışlardı.

  Selia savaşın olduğu yerden biraz uzakta, surların üzerinde oturmuş aşağıdaki mücadeleyi izliyordu. Düşman içeri girene kadar okçuların çabası haricinde yapabilecekleri bir şey yoktu ki bunun yakın olduğunu tahmin etmek zor değildi onun için. Fabben sürekli askerlere talimatlar ve cesaret verici sözler bağırırken bir süre onu izledi. Şehirdeki büyük karmaşayı ve içeri girmek için sabırsızlanan orduyu görmezden gelebilirseniz Selia'nın şu hali, arka bahçesinde oturmuş günün yorgunluğunu atmak için dinlenen bir insandan farklı görünmezdi. Ne var ki dışarıdan hiçbir şey görünmeyen o sert çehrenin ardında binlerce düşünce vardı. Kafasını çevirip dışarıdaki ordunun tam ortasında duran büyük savaş arabasına dikti gözlerini. İki yanından sivri tahtalar yükselmiş olan arabanın üzerinde küçük bir taht bulunuyordu. Arabanın boyu devasaydı, onu çeken hayvanların boyu da aynı şekilde. Ve üzerinde oturan kara büyücünün bakışları Selia'nın üzerindeydi. O bunu hissedebilirdi, sürekli üzerine gelen korku ve umutsuzluğa karşı savaşıyordu burada otururken. Zeina belki savaştan uzaktaydı, fakat gücü herkesi etkiliyordu.

  Büyük bir sütun kırılarak kapıyı itmeye çalışan orklardan birinin üzerine devrildiğinde Selia ayağa kalktı. Üzerinden vızır vızır geçen oklara hiç aldırış etmeden yavaş adımlarla yürüdü surun üzerinden, arkası dönük olan Fabben'in omzuna elini koydu.

  ''Kapı kırılmak üzere.'' diye bağırdı sesini duyurmak için. ''İçeriye çekilmeliyiz.''

  Fabben anladığını belli eder biçimde kafasını salladı ve hızlıca aşağı indi. Askerlerini topladı, kapıdaki savunmanın olabileceği kadar iyi halde olduğundan emin olana kadar etrafa emir yağdırdı ve sonunda herkese iyi şanslar dileyerek kendi grubuyla birlikte şehrin içine doğru çıkmaya başladı. Selia'nın komutasındaki askerler kapıyı savunmak üzere burada kalırken, o da son bir kez dönüp baktıktan sonra uzun yokuş yukarıya koşarak çıktı.

  Altın Meydan’a çıktıklarında iki binanın arasındaki eğimli yolun başına büyükçe bir barikat kurulmasını emretti Fabben. Okçuları meydan’ı saran dükkanların ve evlerin çatılarına mevzilendirdi tek tek talimat vererek. Askerler emirleri aksatmadan veya sorgulamadan yerine getiriyordu, fakat gözlerindeki umutsuzluk ve korku çok belirgindi. Fabben bunun uzun zamandır farkında olsa da onlara söyleyebileceği cesaret verici bir söz bulamamıştı. Sonuçta bugün kesinlikle öleceklerdi ve bunun sebebini kimseye açıklayamazdı, çünkü kendisi dahi bilmiyordu. Tek bildiği Selia'ya güvendiğiydi ve onu yüz üstü bırakamazdı.

  Askerler Altın Meydan'a olabilecek en iyi savunma pozisyonunda dizildikten sonra ortama sessizlik hâkim oldu. Doğan güneş ile yavaş yavaş aydınlanmaya başlamış olan havadaki hafif esintinin etkileri dışında hiçbir şey hareket etmiyor, güney surlarından gelen bağırışlar ve suru zorlayan ordunun homurtuları dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Düşmanın suru aşması artık an meselesiydi. Eğer ölümlerini bekleyen bu askerlerin bir tesellisi var ise o da şehrin neredeyse tamamen boşaltılmış olduğuydu. Yalnızca savaşabilecek kişiler geride kaldığından akılları ailelerinde olmayacaktı. Onları korumak için savaşacaklardı ve bu onları oldukları yerde beklemeye iten en büyük etkendi.

  Gergin bekleyiş çok uzun sürmedi ve büyük bir gürültü ile güney kapılarının devrildiğini duydular. Altın Meydan güney surlarını tam olarak göremiyordu fakat dışarıdaki ordunun şehre doğru giderek hızlandığını seçebiliyordu çatılardaki okçular. Askerler titreyen ellerine hâkim olmaya çalışıyorlardı fakat birçoğu bu konuda oldukça başarısızdı. Sonunda hepsinin silahlarını doğrulttuğu yönden büyük bir homurtu ve bağırış duyuldu; birkaç saniye sonra da üzeri baştan aşağı kan ile kaplanmış olan birkaç asker göründü. Bazıları topallıyor, bazıları son sürat koşuyordu; fakat hepsinin ortak yanı gözlerindeki korkuydu. En arkadan topallayarak gelen askerin olduğu yere yığıldığını gördü okçular, sırtına saplı iki tane ok çapraz biçimde yukarı bakıyordu. Askerin cesedi yere düştüğünde, arkasından bir orkun yüzü göründü. Elindeki kanla kaplı kılıcı meydana doğrulttu ork ve nefret dolu bir biçimde bağırdı. Selia yayını gerip de orkun tam yüzüne bir ok gönderene kadar Altın Meydana çıkan yokuş düşman ordusunun askerleri ile dolmuştu bile.

  ‘’Atış serbest!’’

  Fabben’in bu nidası üzerine yüzlerce ok gerilmiş yaylardan kurtularak orkların üzerine son sürat ilerledi. Yokuşu çıkmakta olan ordunun önündeki birçok yaratık vücutlarının çeşitli yerlerine giren oklar yüzünden sendeledi ya da yere yığıldı, ama arkalarındaki askerler bunu hiç umursamadan üzerlerine basarak ilerlemeye devam ettiler. Yaylar bir kez daha gerildi, oklar bir kez daha salındı. Ne var ki düşman çok kalabalıktı, askerler üçüncü kez ok atmaya fırsat bulamadan kılıçlar çekilmiş ve en öndeki ağır zırhlı birlik çarpışmaya girmişti bile. Altın Meydanın güneşte sapsarı parlayan taş yolları çok kısa bir süre içinde baştan aşağıya kırmızıya boyandı.

  Orklar uzun bir süre meydana girebilmek için uğraştılar, fakat yolun başını kapatan birlikler iyi hazırlanmıştı ve üzerlerindeki kalın zırhlar orkların körelmiş, paslı kılıçlarından gelen darbelere karşı oldukça dayanıklıydı. Çarpışma bir bölgede yoğunlaştığından ve bu yere tek bir yönden gelebildiklerinden sayı üstünlüklerini de kullanamıyorlardı. Fakat tam askerlerin yüreklerinde küçük bir umut ışığı doğmaya başlamışken orkları eze eze gelen iki büyük taş devi olaylara bambaşka bir yön verdi. Devasa kollarını yeri süpürür gibi savurarak meydanın girişini koruyan askerleri, önlerinde çarpıştıkları orklarla birlikte meydana doğru savurdu devler. Yol bir anda açıldı ve kapağı açılmış bir testiden suyun boşalması gibi orklar da hızla meydana doluşmaya başladı. Arkada hazır bekleyen askerler müdahale etti hemen, fakat şimdi işler pek de iyi görünmüyordu Essâlen askerleri için.

  Fabben ve Selia taş devlerinin meydana girdiğini gördüklerinde birbirlerine hiç bakmadan fakat aynı şeyi düşündüklerini bilerek koşmaya başladılar çatıların üzerlerinden. Biri sağdakine, öteki soldakine doğru çektiler kılıçlarını. Selia hızlı bir şekilde eğik çatılardan birine basarak buradan destek aldı ve neredeyse 10 adımlık bir mesafede bulunan taş devinin üzerine doğru hızla sıçradı. Arkası dönük olan devin onu görmesi mümkün değildi, Selia bunu fırsat bilerek elindeki kılıcı yaratığın sırtına çarpmak üzereyken ileri doğru savurdu. Kılıç, üzeri taş gibi sert olan deriyi zorlukla yardı ve omzundan içeriye girdi. Dev, acı ile bağırarak olduğu yerde tepinmeye başladı; fakat Selia çoktan onun omzuna çıkmıştı bile. Kollarını kendi başına kadar kaldıramayan yaratık omzundaki kadından kurtulmak için vücudunu kontrolsüzce savurmaya başlamıştı, bunu yaparken arkasından gelmekte olan onlarca orku ezdi farkında olmadan. Selia uzun bir süre dengesini sağlamak için uğraştı, en sonunda devin bir an durmasını fırsat bilerek yaratığın omzundaki kılıcı çıkardı ve dengesini koruyabildiği o iki saniyelik aralıkta yaratığın savunmasız olan ensesine tüm gücüyle saplamayı başardı. Taş devi kollarını iki yana açarak büyük bir çığlık attı, birkaç saniye sonra altında kalan birkaç orkla birlikte işgalin bir parçası olmaktan çıkmıştı.

  Fabben ise saldırdığı deve ulaşmanın bir yolunu bulamamıştı henüz. Üzerine doğru hareketlenmek üzereyken karşısına çıkan birkaç ork onu oyalamıştı, sonrasında ise dev onu fark etmiş ve yanına yaklaşamaması için kollarını savurmaya başlamıştı. Bir süre dans eder gibi birbirlerinin hareketlerinden kaçındılar. Fabben’in harcadığı her saniye önemliydi, öyle ki düşman üstünlüğü ele geçirmek üzereydi ve askerler bir kez yenilgiyi düşünmeye başlarlarsa işler çok daha kötü bir hale gelirdi. Bu devlerin yeterince zeki olmadığını bilen Fabben beklenmedik bir biçimde sağa sıçrayarak köşedeki demirci dükkânlarından birine doğru koşmaya başladı. Taş devi onun arkasından koca adımlar atarak demirci binasına doğru koştu, fakat hedefini tam ezmek üzereyken Fabben yön değiştirerek devin ayaklarının arasına atladı. Boynunun çevresindeki taş kısımlar yüzünden kafasını zorlukla oynatabilen dev, ayaklarının arasından geçmiş olan Fabben’i görmek için vücudunu olduğu gibi geriye döndürdü. Fakat arkasında olması gereken adamı göremiyordu hala. Kafası karışmış ve sinirlenmiş bir halde etrafına bakınırken arkasındaki demircinin camından ateşten kıpkırmızı hale gelmiş bir demir fırlayarak dizindeki eklem yerine saplandı. Vücudunun taşla kaplı olmayan birkaç kısmından biriydi bu nokta, dev acı içinde dizleri üzerine çöktü. Bir saniye sonra ise Fabben koca yaratığın tepesinde bitmişti bile. Paslı kılıcı devin ensesinden yalnızca sapı dışarıda kalacak biçimde girdiğinde meydandaki ikinci büyük yaratık da cansız biçimde yere yığıldı.

  Meydandaki çatışma iki tarafın da üstünlük sağlayamadığı bir mücadeleye dönmüştü şimdi. Orkların arasında çeşitli yaratıklar da vardı; boynuzlarını çevreye savurup bir boğa misali koşturan altı ayaklı yaratıklar, bir diz boyu uzunluğundaki kırmızı derili küçük şeytanlar, bir insanı olduğu gibi yutabilecek büyüklükteki yılanlar ve bunlara benzer onlarca lanetli canlı tüm güçleriyle saldırıyordu askerlere. Meydan kırmızı ve siyah kan ile kaplanmış bedenlerle dolmaya başlamıştı artık; öyle ki savaşmak değil adım atmak bile zor bir hale gelmişti. Fakat tam vaziyet bu şekildeyken yeni doğmuş olan güneşin ışıkları birden kesildi. Çevre yarı karanlık bir hale geldiğinde yüreklere normal olmayan bir korku yayılmaya başlıyordu. O, buradaydı.

  Zeina’nın savaş arabası meydana girdiğinde çarpışma en şiddetli halindeydi. Kılıçları birbirine çarpmaktan kırılmış, sadaklarındaki oklar tükenmiş, hançerleri öldürdükleri bir düşmanın vücuduna saplı şekilde kalmış olan askerler son çare olarak kanla kaplı çıplak ellerini kullanıyorlar, karşılarındakini boğarak öldürmeye çalışıyorlardı. Zeina tahtından yavaşça inip heykelin yanına geldiğinde onu gören herkes ellerindeki son silahlarını üzerine doğru fırlatmıştı, fakat hiçbirinin rüzgârı dahi kadının kıyafetlerini hareket ettirecek kadar dahi yaklaşmamıştı büyücüye. O ise bütün bunlara hiç aldırış etmiyor gibiydi, uzun giysisi yerleri sürüyerek heykelin başına geldi. Ellerini iki yana doğru uzattı ve gözlerini kapadı büyücü. Selia ve Fabben bu manzarayı gördüklerinde çarpıştıkları yaratıklardan hızlıca sıyrıldılar. İkisi de son sürat Zeina’ya doğru koşuyordu ki, büyücünün kapalı olan gözleri bunu fark etmiş gibi bir anda açıldı. Aniden çevresinden büyük bir dalga yayıldı siyahlara bürünmüş kadının; meydandaki herkes ve her şey metrelerce uzağa sürüklendi. Askerler, orklar, yaratıklar… Hepsi ne olduğunu anlayamadan savrulmuş ve şiddetle yere çarpmışlardı. Savaşın en şiddetli yerinde ölüm sessizliği hâkim oldu bir an için meydana.

  Zeina’nın savaş arabasından zayıf bir ayağın yerdeki kana bastığını gördü Fabben yattığı yerden. Vücudu dalgadan dolayı geriye savrulduğunda arkasında bulunan bir cesede takılmış ve düşmeden önce birkaç takla atmıştı, ardından da yere çok sert bir biçimde çarpmıştı. Acıyla olduğu yerde doğrulmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Bu arada yere basan ayağın yanına diğer eşinin de katıldığını gördü göz ucu ile. Ardından soluk yüzlü, zayıf, gözlerinde hiç yaşam pırıltısı kalmamış olan siyah saçlı ve sivri kulaklı bir kadının vücuduna bağlı iplerle sürüklenirmiş gibi savruk bir biçimde hareket ederek savaş aracından indiğini gördü. Üzerinde birkaç parça yırtık kumaştan başka hiçbir şey bulunmayan kadının hareketleri bir zombininkinden farksız görünüyordu. Kolları iki yana düşmüş, boynu eğik, bacakları vücudundan tamamen bağımsız bir şekilde hareket eder gibi ilerledi Zeina’ya doğru. Gözleri açıktı, fakat bilincinin yerinde olmadığı apaçık belliydi. Zeina’nın yanına geldiğinde bacakları hareket etmeyi kesti ve vücudu öne arkaya sallanarak heykelin önünde sabitlendi. Zeina kollarını yeniden iki yana doğru açtı ve gözlerini kapayarak dudaklarını hareket ettirmeye başladı. Kısa bir süre sonra yerin hissedilir bir biçimde titrediğini ve büyücünün çevresinden kara dumanlar çıktığını gördü Fabben. Bir şeyler yapmazlarsa çok geç olacaktı.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.