Kayıt Ol

Mars Kıyamet Perdesi

Çevrimdışı seabiscuitxx

  • **
  • 60
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Mars Kıyamet Perdesi
« : 25 Nisan 2017, 13:22:51 »
Arkadaşlar eleştirilerinizi bekliyorum. Devam edecektir.

1.BÖLÜM


İki kaşık kahve, aynı oranda şeker ve iki fincanı dolduracak kadar su. Malzemeleri hazırdı. Suyu karışımın üzerine dökerken yaşlanmış, buruşuk ellerine takıldı gözleri. Uzun ve inceydi. Vücudu geçen zamana direnmişti. Ne tremor sıkıntısı, ne diyabet, ne de kalbinde tekleme vardı. Bedeni kırk yaş daha genç ve hareketliydi. Güçlü hissediyordu. Arkadaşları onun bu sırrını çözmüş değildiler. Uzun yaşamın formülünü merak edenlere bir cevabı yoktu; çünkü bilmiyordu. Kimisi evinin yakınındaki yürüyüş alanında saatlerce yaptığı gezintilere kimisi de kitaplarla geçirdiği doyumsuz vakitlere bağlıyordu bunu. İlahi bir lütuf derdi soranlara geçiştirmek için çünkü öyle inanıyordu. Ama bunun acı veren taraflarını hiç kimseye anlatmamıştı. Akranı olan arkadaşları, akrabaları birçoğu fani hayata veda etmişti. Doksan beş yaşındaydı. "Uzun bir ömür" Yaşlılık ona zor gelmiyordu. Yalnızlık çoğu zaman yüreğini sıkıştırsa da alışmıştı artık. Ömrü boyunca ayrılmadığı Yeşil Bursa'da ömrünün kalanını tamamlamak niyetindeydi. Uludağ'ın eteklerinde ormanla içi içe olan evinde huzurluydu.

Kahveyi seramik camlı elektronik ocağın üzerine koydu.

Seneler anlaşılmaz bir hızla akıp gitmişti. Yaşıyla ilgili sorulara hep şöyle derdi.

"Zaman o kadar hızlı ki ihtiyarlık bile ona yetişmekte zorlanıyor."

İnsanlar yirmi birinci yüzyılın son çeyreğinde daha uzun yaşıyorlardı ama bu onlara mutluluk getirmemişti. Fatih için bunların önemi yoktu. Gemiyi terk ettiğinde sevdiklerine kavuşacağı gün gelmiş olacaktı.

Ağır hareketlerle kahveyi karıştırmaya devam etti.

Hayatta kan bağını taşıyan tek varlığı torunu kalmıştı. Onunla son görüştüğü zamanı hatırlamayacak kadar vakit geçmişti aradan. İşlerinin yoğunluğu bir araya gelmelerine mani oluyordu. Öğle vakti onu aramıştı. Biraz olsun konuşabilmek istiyordu. Görüntülü arama ekranında torunuyla yüz yüze geldiğinde içine garip bir hüzün çökmüştü. Huzursuzluğunu belli etmemesi gerekiyordu ama sözlerinin içinde ufak kırıntılar bıraktığını hissediyordu.

Koyu kahverengi toz zerrecikleri köpürmeye başlamıştı. Karıştırmaya devam etti.

—Zaman geçiyor. Yaşlanıyoruz. Durdurmak için hücreleri yenilenebilir kılmaya çalışan bir teknoloji peşindeyiz. Ama bazen bu çabalar yetersiz kalıyor. Her uzvuyla mükemmel çalışan bütünüyle yaşam dolu bir beden sonunda kaçınılmaz olarak ölüyor. Bilinmeyen, daha önce yaşanmayan ve hiç tecrübe edilmeyen bir yere gidiyor. "Her canlı ölümü tadacaktır" ayeti bana kadim bir gerçeği hatırlatarak çepeçevre etrafımı sarıveriyor. Geriye dönüp baktığımda değişimin kontrolsüz hızını görüyorum ve bu beni korkutuyor. Giderek her şey yabancılaşıyor. Alıştığım, tanıdım birçok şey geçen zamanla birlikte soluyor, tükeniyor ve yok oluyor.

Kenan aynı olgunlukta ona gerçeği söylemeye gayret etmişti.

—Dünya değişiyor.

—Evet. Bende öyle. Bunu ruhumda hissediyorum. Soluduğum havada, içtiğim suda. Allah bana uzun bir ömür bahşetti. Yaşayabileceğim her şeyi yaşadım, gördüm. Babanın ölümünü, annenin çaresiz hastalığını ve hayat yoldaşımın bıraktığı anıları hatırlıyorum sadece.

Durdu. Derin bir iç çekti. Yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu.

—Asıl hasret daha bitmedi. Sözlerimi yanlış anlama. Yaşadıklarıma bir isyan değil bu. Tam tersi kavuşacağım mutluluğun ufak bir bedeli. Vakit yaklaştı. Hissediyorum.

Kabaran açık tondaki kahve köpüklerini fincanlara aldı hızlıca. Kaynama noktasına ulaşmadan bunu yapması gerekiyordu. Derken ufak bir hareketlilik ve ardından acele etmeyen bir fokurdama hamlesi. Kahve pişmişti. Keyifle gülümsedi.

—Böylece eşsiz kokulu sıcak bir ikram hazırlanmış oldu.

Hava iyice kararmış yıldızlar görünür olmuştu. Evin yamaçtaki çam ağaçlarına bakan balkonunda uzun zamandır beklediği misafir sessizce oturuyordu. Dedesinin ısrarları katılması gerektiği çok önemli bir toplantıya geç kalmasına sebep olacaktı. Ama hatırında kalan bir cümlesi onu yolundan çevirmeye yetmişti.

"Seninle mutlaka görüşmeliyim. Ezba'ya vermen gereken bir şey var elimde."

Meraklanmıştı içten içe.

Karşılıklı oturdular. Torunun mavi gözlerinin yapay ışıkların altında nasılda laciverte yakın bir değişim geçirdiğini görebiliyordu. Genetik mirasını kimden aldığını az çok tahmin etmişti.

—Hiç böyle konuştuğunu hatırlamıyorum dede. Bir problem mi var?

—Yaşlı bir adamın çenesi düşerse böyle olur işte. Sen bana aldırma evlat.

—Seni yalnız bıraktığımı biliyorum. Böyle olmasını bende istemem ama çok fazla meşgulüm.

Alnındaki çizgiler ve şakaklarına uzanan hatlar bir anlığına titreşti.

—Biliyorum. Sen bu işe girdiğinde ben bunu göze almıştım.

Gözlerinde beliren pırıltı onun karamsarlığa düşmediğine delil olarak gösterilebilirdi. Torununun suçluluk duymasını istemiyordu. Onu ne zaman özlediğini söylese karşısında mahcup bir yüz görüyordu.

— Çok önemli bir konumdasın. Ezba ile dünyanın iletişim kurmasını sağladın. Onun zekâsını kullanarak birçok alanda devrimsel sıçramalar meydana getirdin. Hayat kolaylaştı. İnsanlar farklı bir dünya ile tanıştılar. Akıllı evlerimiz, hibrit hava teknolojili otomatik pilotla giden arabalarımız, ekolojik sistemle uyumlu biyoşehirlerimiz var. Atmosferimiz daha temiz, organik yaşıyoruz. Uzun ve sağlıklı yaşamak bizi daha mutlu kılıyor. Geleceğe umutla bakıyoruz ve insanlar seni seviyorlar. Birlik sınırları içerisinde güvende olduklarını düşünüyorlar. Bütün bu gelişmeler seni yüksek konumlara taşıdı. Asya birliğinde söz sahibi oldun. Sende bir yönetici durumundasın. Bunlar gurur verici şeyler.

—Senin desteklerin sayesinde oldu. Bana cesaret verdin. Sen olmasaydın...

—Beni övme bölümüne geçmeden kahveni yudumla bence. Soğuyacak.

Kenan bir yudum aldıktan sonra fincanı masaya bıraktı. Dedesine sorması gereken bir şey vardı.

—Bugün çok önemli bir anlaşma yapılacak.

—Evet, hala haberleri takip ediyorum. İnsanlar çıldırmış gibi sokaklara dökülmüş. Büyük bir şölen havası hâkim.

—Çin'in Asya Birliği'ne katılmasını kutluyorlar. Böylece daha medeni bir dünyada yaşayacağımıza inanıyorlar.

—İnsanlar kendileri için iyi olan şeyleri çoğu zaman göremezler. Tarih böyle ibretlik hadiselerle dolu. Onları korumak politikacıların görevi ama onlarda ne yaptıklarını bilmiyorlar. Medeni olmaktan bahsediyorsun. Çin bunu başaracak yetenekte mi doğrusu şüpheliyim. İnsanlarını bilinçli olarak kalitesiz bir yaşama mahkûm etmiş durumda. Amerika'nın yaptığı hataya düşmedi. İnsanlarını kaliteli bir hayata alıştırmadı. Hatta demokrasi ve özgürlük yalanının arkasına sığınmaya tenezzül bile etmedi. Onlara göre halkın refah seviyesi büyümede olumsuz bir etkendi. Hala sağlıksız besleniyorlar. Medikal hizmetleri yetersiz. İnsan zayiatı kanıksanmış. Eğitim sistemleri gerilemiş durumda. Firavun, hayranlık duyulan Mısır piramitlerini inşa ederken işçilerini karın tokluğuna yıllarca çalıştırdı. Piramitler kan ve gözyaşı içinde yükseldi. Bugün büyük Çin'in tarihide böyle şekillendi. Halkının ezilen omuzları üzerinde. Bence onların mazlum halkı bu anlaşmaya daha çok sevinecektir.

—Galiba sen bu anlaşmayı doğru bulmuyorsun?

Ellerini iki yana açıp her zamanki gibi sert çizgilere sahip yüzüne geçici bir iyimserlik nişanı kondurdu.

—Beni geri kafalı olarak görebilirsin ama bana kalırsa yanlış adım atmak üzeresiniz. Geriye dönülmez sonuçları olabilir.

—Seni korkutan nedir?

Fatih yaşına rağmen her şeyi hatırlıyordu. Asya Birliği ilk kurulduğunda dünya üzerinde fazla etki yaratmamıştı. Her varoluş küresel yapılanmanın çarklarına uyum sağlamalıydı. Aksi yönde hareket etmek hayal bile edilemiyordu. Ekonomiler belirgin bir düşüş gösterdiğinde birlik olma düşüncesi daha çok yaygınlaştı. Küçük devletler güçlü ekonomilere boyun eğmektense birleşmeyi tercih ettiler. Bu durum bazılarının işine gelmedi.

İpleri çekildiğinde ortaya çıkan karanlığın kadim sakinleri gizli bir savaş yürütmek için harekete geçtiler. Zor zamanlar yaşandı. Kurucu ülkeler sağlam durdular ve krizleri atlatmayı başardılar. Bugün Türkiye, Rusya başta olmak üzere ve Asya'nın birçok devleti ortak çatı altında birleşerek hatırı sayılır bir konuma yükseldiler. Hindistan ve Afrika kıtasının tamamı birliğe katıldığında artık daha güçlü bir yapı vardı. Avrupa-Amerika ortaklığının doğuda sessizce büyüyen baskın güç Çin ile rekabeti Asya Birliği'nin yükselmesini sağlamıştı.

Alanında uzman iktisatçılar 2030 yılında küresel ekonominin tamamen Çin'in kontrolüne geçeceğini tahmin ediyorlardı. Bu öngörüden yola çıkıldığında ABD ve Çin arasındaki mücadelenin ekonomik savaş ve tehdit söylemlerini alevlendirdiği, iki ülkenin karşılıklı ekonomik bağımlılığının politik düşüncelere rağmen göz ardı edilemediği aşikârdı. Çünkü birbirlerinin pazarlarına bağımlıydılar. Aynı teknede ilerlemek zorundaydılar. İki devlet kapitalist anlayışla ekonomik rasyonaliteye uyum içinde kol kola büyümeye devam edeceklerdi. Böylelikle dünyanın geri kalanını istedikleri gibi yöneteceklerdi. Kimse bu konuya iyimser yaklaşamıyordu. Hatta korkutucu sonuçlar doğurabilirdi. Hümanist ilkelere aykırı tamamen faydacı kapitalist bir düzenin insanlığın sonunu getirmesi kaçınılmazdı.

Asya Birliği ise bu dengeyi bozuyordu.

Tehlikeyi sezen para sahipleri birbirine rakip olan bu ikiliyi geliştirdikleri projelerle gizli bir ittifak anlaşmasında buluşturdular. Kimse üçüncü bir güç istemiyordu. Birliğin sonunu getirmeye kararlıydılar. İpler iyice gerilmişti. Geçmişte yaşandığı gibi soğuk savaş dönemine benzer bir tutumun olması insanları rahatsız etti. Ortak ülkeler güçlü koalisyon karşısında dağılmak üzereydiler. Bir rüya son bulacaktı.

Ta ki Birlik uzay seferlerine başlayıp Mars'a ulaşana dek...

Bütün dünya ekran başında şok geçirmişti. Ezba ve halkı gelenleri karşıladığında kimse bunun sonuçlarını hesap edememişti. Mars'ta yaşam vardı. İnsandan ya da insanın yaşam alanından farklı bir tür olması kolaylıkla aşılacak bir durum değildi ama olan olmuştu. Sanıldığı gibi varlıklar tehlike oluşturacak bir davranış sergilememişti. Kendileriyle iletişim kurana dek hareketsiz vaziyette beklemişlerdi. Dünya dışı varlıkların önderi olan Ezba insanlara zarar vermedi. Aksine zekâsını kanıtlayarak ne kadar faydalı olacağını göstermeye çalıştı. Dünya'ya getirildiğinde herkes korkmuştu.

Kendi yaşam alanına uygun özel bir kapsülün içinde yola çıktığında insanlar onun getirilmesinin doğru olup olmadığını tartışıyordu. Ezba'nın insan zekâsından farklı üstün anlama kabiliyeti keşfedildiğinde çok meraklanmıştık. Normal bir insana göre öğrenme süresi çok hızlıydı. Onu eğitime tabi tuttular. Kısa zamanda alınan sonuçlar inanılmazdı. Ezba çok hızlı öğreniyor, tahlil ediyor, yenilikler üretiyordu. Başka bir canlının dünyamıza gelip bize böylesine bir fayda sağlayacağı kimin aklına gelirdi ki. Bu bir mucizeydi.

Düşmanlarımız ise korku içindeydi. Çok geçmeden neden korkmaları gerektiği belli olmuştu. Ezba, Birliği koruyan teknolojik bir aygıt projesi tasarlamıştı. Yörüngede dolaşan bir koruma kalkanıydı bu. Güneş enerjisini elektrik enerjisine çeviriyor ve bunu gerektiğinde bir silah olarak kullanıyordu.

Başka çaresi kalmayan Çin harekete geçmiş savaşı göze almıştı. Amacı sert bir uyarı vermekti. Birlik ülkelerinden olan Türkmenistan'a yaptığı saldırıda karşılaştığı bu silah Japonların atom bombasını yemesinden bin kat daha büyük bir etki yaratmıştı. Bütün askeri araçları güçlü elektrik sağanağı altında parçalara ayrılmıştı. Gökten öldürücü şimşekler yağıyordu. Yıldırım Bombası efsanesi gerçekleşmişti. Kullanılan güç bir enerji santralinin ürettiğinden on kat fazla enerjiyi ortama boşaltıyor oluşan akım düştüğü yerde yayılarak yüksek güçlü mikrodalga etkisi yaratıyordu. Milyarlarca watt gücünde elektrik akımını serbest bırakan bu sistem hedefi dışında hiçbir şeye zarar vermeden amacına ulaşıyordu.

Bu silah dünyada büyük tartışmalara sebep olmuştu. Çin arkasındaki global medya katarını kullanarak Birleşmiş Milletler kurallarının Asya Birliği için uygulanması kampanyasını başlattılar. BM'nin bu konudaki tavrı belliydi.

BM Çevresel Değişim Tehdidine Karşı Yaptığı Anlaşmanın 1.Maddesinde "Bu konvansiyonu imzalayan ülkeler bir başka ülkeye karşı, askeri ya da saldırgan amaçlarla çevresel değişim teknikleri kullanarak yaygın, uzun süreli bir yıkım, hasar ya da zarar vermeyeceklerini taahhüt eder."ibaresi vardı.

Anlaşma Birlik tarafından kabul edilmişti ama içeriğe uygun olmayan bir şey vardı. Koruma kalkanı güneş enerjisini elektrik enerjisine çevirip daha çevreci bir görünüm sergiliyordu. Olası tehditlerde savaş ihtimali doğacak olsa bile kullanmak için en son tercih edilen silahtı. Ayrıca BM'nin yaptığı tanıma göre çevresel değişimden kasıt; doğal sürecin kasıtlı yönlendirilmesiyle litosfer, hidrosfer, atmosfer ve dış alanı da içeren dünyanın dinamiğini, yapısal kompozisyonunu değiştirmek, hava ya da iklim modellerini, okyanus akıntılarını, ozon tabakası yada iyonosferinde değişiklikler yapmak, genel anlamda ekolojik balansı bozmaktı. Kalkan ise bunlardan hiçbirine sebep olacak bir etki yaratmamıştı. Doğal kaynakların kontrolsüzce kullanılarak enerji açığını kapatmak için kurulan sistemlerden daha temiz, daha çevreci ve gelecek vaat ediyordu. Hem demokrasinin yaşlı düldülü Birleşmiş Milletler nezdinde hem de insanların vicdanında Koruma Kalkanı zararsız olarak kabul edildi.

Çin ve arkasındaki güç ne yaparlarsa yapsınlar kalkandan kurtulamayacaklardı. Askeri yöntemler dahil hiçbir şekilde bu silahla baş etmek mümkün değildi. Ayrıca nükleer bir saldırıya kalkışmaya kimsenin niyeti yoktu ve bu hiç akıllıca değildi. Birlik tekrar gücünü kazanmış talihi dönmüştü. Anlaşma yoluna gitmeye karar verdiler. Uzun müzakereler, sayısız toplantılar ve halkında desteğiyle Birlik üyeleri Çin'le anlaşmaya varmıştı. Süper güç olma hayali kuran bu devlet yola gelmişti. Ardından Çin strateji değiştirdi. Gücünü paylaşmak istiyordu. Birlik halkları medenileşen dünyada kendilerine diş bileyen bir düşman istemiyorlardı ve politikacılarda risk alarak birleşme isteğinin gerçekleşmesinin doğru olabileceğini düşündüler.

Uzaktan bakıldığında her şey mantıklı görünüyordu. Gizli düşmanlar, acımasız ve korkutucu savaş tehditleri, ölümcül virüs salgınları kimsenin hoşuna gitmezdi. Bu sebeple birlik üyeleri ve Çin yönetimi ülkenin iftihar sembolü olan Çin Seddi'nde yapılacak tarihi anlaşma için toplanmaya karar verdiler. Kenan da, Asya Birliği Uzay Kontrol Merkezi (UKOM)'un yöneticisi olarak birleşime çağrılmıştı.

—Hala söylemedin.

Kendini toparladı Fatih. İhtimalleri hesaplamak oldukça güçtü.

—Çin hala kapalı bir kutu. Zincirleri üzerindeyken tehlike yaratmayan bir kurt köpeği gibi. Kapıları açtığımızda iki durum ortaya çıkacak. Bir: Uysal davranabilir. İkincisi ise benim korktuğum şey: Sinsice yaklaşıp ölümcül bir yara açabilir. Bence ihtiyatlı olmakta fayda var. Toplantıya katılmama şansın varsa bunu kullan. Ezba'nın yanında ol.

Kenan beklemediği yanıt karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Hafta boyunca panellere, oturumlara katılmıştı. Burada konuşulanlar hep birliğin geleceğinin daha olumlu olacağı yönündeydi.

—Koruma kalkanı üzerimizde olduğu müddetçe korkulacak bir şey olduğunu düşünmüyorum.

—Bilmiyorum Kenan. Sahnede ne olduğunu görmek için perdenin aralanmasını beklemeliyiz. Yaşlı bir adamım ve endişelerim yaşlı zihnimin mirası olan tecrübelerimden geliyor.

Dedesinin ellerini sevgiyle tuttu. Sırtını sıvazlarken samimi olmaya çalıştı.

—Senin tavsiyelerin her daim karanlıkta yolumu bulmamı sağladı. Endişelerini göz ardı edemem. Dikkatli olmaya çalışacağım.

Hava soğumaya başlamıştı. Balkondaki ısıölçer devreye girdi. Yalıtımlı cam levhalar birer birer kapanmaya başladı. İkisi de sessizliğe bürünmüştü. Sadece camların mekanik sesleri duyuluyordu.

Fatih yerinden kalkıp içeriye giderken arkasından merakla bakan torununa seslendi.

—Az kalsın unutuyordum.

Seri adımlarla geri gelen yaşlı adamın elinde siyah örtüyle kaplanmış bir nesne vardı.

Kenan'a uzattı.

—Bunu Ezba'ya götür.

—Ne olduğunu söyleyecek misin?

—Eski bir kılıç. Hemen ardından ekledi. Mutlaka ona ulaşmalı.

Kenan dedesinin dünya dışı bir varlığı nereden tanıdığını tam olarak öğrenememişti. Olayların çevresinde cereyan etmesi kafasını karıştırıyordu. Mars'a gittiğini söylediğinde ona eşi ve küçük torunu dışında kimse inanmamıştı. Ve bunu ortada hiçbir bulgu yokken iddia etmişti. Aldığı tepkilerden sonra bir daha bu konuda ağzını açmadı. Zaman geçip de Ezba bulunduğunda ona hak vermeye başlamıştı. Bunlar tesadüf olamazdı. Dedesinin bilinmeyen tarafları vardı ve bu konularda konuşmamasıyla ünlüydü.

—Gizemlerle dolusun dedeciğim.

Yaşlı adam ciddileşti birden. Ayakta dururken azametli bir görüntü sunuyordu.

—Bu konu hakkında konuşmamak için kendime söz vermiştim ama bu gece bir istisna yapacağım.

—Seni dinliyorum.

—Mars'a yolculuk yaptığımda hiçbir şey anlamamıştım. Açıkçası bende bu olayın gerçek mi rüya mı olduğu konusunda şüpheye düşüyordum. Bunun bilimsel bir açıklaması olmalıydı. Dünyadaki bir bedeni başka bir gezegene taşımak iki binli yıllarda bilimkurgu sayılıyordu. Araştırmalarım bunun gerçek olabileceğini gösterdi.

—Dur bir dakika. Yaşadığın bu transfer olayının bilimsel açıklamasının olduğunu mu söylüyorsun?

—Bence her şey mümkün. Aslında sende bu konuyu biliyorsun.

—Nasıl?

—İnsan bedeni karmaşık bir yapıya sahip. Onu bütünüyle değerlendirebilmek fazlasıyla zor. Özellikle bu olayı yaşadığım yıllarda. O zamanlar bilim insanları parçacıklar arasında hatırı sayılır mesafeler düzeyinde kuantum ışınlanma deneyleri yapıyorlardı. Düşünsene sadece bir elektronu başka bir yere gönderiyorlar ve kuantum veri aktarımının temellerini atıyorlardı. Bu güne gelirsek kompleks ışınlanma konusunda birkaç çağ birden atladık. Böyle bir veri ağına sahip insan bedenini transformasyona tabi tutup beyin haritasını, beyin dalgalarını, kişiliğini, DNA kodlarını ve vücudundaki atomların konumlarını başka bir gezegendeki eşdeğer atomlara kopyalayabilme deneyleri yapıyoruz. Muazzam bir olay.

Durup derin bir nefes aldı. Kenan dedesinin bu konulardaki bilgisini takdir etti. Şaşkın gözlerle ona bakıyordu.

—Anlattıkların doğru ama atladığın bir şey var. Bu henüz fiilen gerçekleştirilemedi. Ezba bunun mümkün olmadığını düşünmeye başladı.

—Aklımı okudun evlat. Şimdiki mevcut teknolojiyle henüz bunu başaramadık.

Can alıcı soruyu sormak için öne doğru eğildi Fatih.

—Anlattıklarım şimdiki zamanı kapsıyor. Ben yirmi dört yaşında iken Mars'a gidip geldim. 2015 yılıydı. Şimdi 2084'teyiz. Enformasyon taşınması emekleme aşamasında iken nasıl oldu da bu gerçekleşti? Sana Mars'ı anlatırdım küçükken. Orayı görmeden bunları nasıl bilebilirdim?

Kenan'ın iyice kafası karıştı.

—Açıklaman bana mantıklı geliyor ama anlattığın şu gizemli adam. Seni zamandan azade edip bu yolculuğa çıkaran. Kimdi o? Bence yanıtlar onda gizli.

Adamın gülümsemesi oldukça sevimliydi.

—Bence bu kadar yeterli. Yine çenem düştü.

"Anlatacağını düşünmüştüm ama gizemli adamdan yine bahsetmedi. Galiba büyük bir sır olarak kalacak."

Dedesini izlerken aklından geçenleri düşününce gülümsedi. Fatih anlam veremediği bu harekete aldırmadı. Kılıcı masanın üzerine bıraktı. Torununun karşısına otururken heyecanlanmış gibi görünüyordu.

—Onu görüyor musun yani Ezba'yı?

—Özel kapsülünden dışarı çıkmıyor. Bilgisayar bağlantısıyla iletişim kuruyoruz. Bana kalırsa onun için en güvenlisi bu.

Kenan ellerini siyah derimsi kumaşın üzerinde gezdiriyordu.

—İnsanların karşısına çıktığında tozdan bir bedene bürünmüştü. Kızıl gözlerindeki şiddet bir astronotu şoka sokmuştu. İletişim kurabilmek için altı ay çalıştılar. Sonrasını biliyorsun.

Kolundaki dijital iletişim bandı uyarı veriyordu. Toplantı saati yaklaşmıştı. Huzursuzca yerinde kıpırdandı.

—Son zamanlarda onda farklı bir şey sezdin mi?

Durdu. Dedesine baktı. İçinde bir yerlerde bu sorunun cevabı uzun zamandır alevlenmeyi bekliyordu.

—Aslında var.

—Anlat bana.

—Son aylarda inzivaya çekilmiş gibi. Bizimle iletişime geçmiyor. Son görüşmemizde Mars'a geri dönmek istediğini, önemli bir proje üzerinde çalışacağını söyledi. Onun nasıl düşündüğünü bilmiyoruz. Bizde gitmesine onay verdik. O yüzden bütün hazırlıklar tamamlandı.

—Ne hazırlığı?

—Bu gece yola çıkıyor. UKOM'da onun için uzay mekiği hazırlandı.

Düşüncelere daldı Fatih. Bir yandan mırıldanıyordu.

—Böyle bir gecede neden gider?

Kenan şüphelenmeye başlamıştı.

—Dede kafana takılan bir şey mi var?

Kafasını kaldırdı yavaşça. Bakışlarındaki karmaşayı gizlemeye çalıştı.

—Yok evlat.

—O zaman gitsem iyi olacak. Yeterince geç kaldım. Kahve için teşekkür ederim.

Kenan yerinden kalktı. Dedesi ona sıkıca sarılmıştı. Sonra emaneti eline verdi. Gözyaşlarına engel olmaya çalışıyordu. Gördüğü rüya aklına geliyor onu bir daha göremeyeceğini düşünüyordu. Ne diyebilirdi ki. Sustu. Kader zamanı geldiğinde durdurulamayan bir çığdan farksızdı.

—Yolun açık olsun.

Ayrıldılar. Kenan, dedesine veda etikten sonra yardımcısı Ramis'i aradı. Jetin hazırlanması talimatını verdi. İlk durağı UKOM'du. Emaneti teslim edecek, toplantıya katılıp katılmamaya sonra karar verecekti. Zira aklında sorular vardı. Bir o kadar da yeise düşüren şüpheler. Ezba geldi aklına sonra dedesinin söyledikleri.

—Zihnimi temizlemeliyim.

Dışarıda temiz bir hava vardı. Pencere camından kendisini seyreden dedesine son bir selam verdi. Kararlı adımlarla aracına binip ağaçlık yolda gözden kayboldu.






Ölüm sadece başlangıçtır.

Çevrimdışı okanakinci

  • **
  • 202
  • Rom: 5
    • Profili Görüntüle
Ynt: Mars Kıyamet Perdesi
« Yanıtla #1 : 25 Nisan 2017, 17:10:40 »
Öyküyü ilgiyle okudum. Aslında güzel bir konu yakalamışsınız. Bu konudan bir şeyler çıkabilir. Fakat birkaç eleştirim olacak.

1) Dünyadaki gelişmelere geniş yer ayırırken Mars'taki durum ve Ezba hakkında daha az bilgi vermişsiniz. Bence bu durum, öykünün, yörüngesinden biraz sapmasına neden olmuş.

2) Önce iki kişi üzerinden öyküyü anlatmaya başlayıp, sonra Dünya üzerinde yaşanmış ve yaşanmakta olan duruma geçmişsiniz. Ardından tekrar normal öyküye dönmüşsünüz. Bilgi vermek amacıyla yapılan bu kesinti, akışın bozulmasına neden olmuş. Oysa ki o bilgileri en başta topluca verip sonra öyküye giriş yapabilirdiniz.

3) Bir tanesi hariç yazım kurallarına bağlı kalmışsınız. O bir tanesine gelince; dahi anlamındaki "de" ve "da" eklerinin tamamını bitişik yazmışsınız.

Çevrimdışı seabiscuitxx

  • **
  • 60
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Mars Kıyamet Perdesi
« Yanıtla #2 : 26 Nisan 2017, 08:37:29 »
okanakinci eleştiri için teşekkürler.
Şimdi dünyadaki durumu sanki karakter o an zihninden geçirmiş gibi okuyucuya yansıtmak istedim. Fazla detaya girmedim çünkü bu işi ilerleyen bölümlerde kısa açıklamalarla tamamlamayı düşünüyorum. Yani olaylar cereyan ederken ufak bilgi notlarıyla Ezba nasıl bir varlıktır? Mars'ta neler oluyor? Dünya'da başlamak üzere olan tehlikeli savaşın özündeki düşünce nedir? gibi sorulara cevap vermeye çalışacağım. Eserin isminden anlaşılacağı gibi bir Kıyamet senaryosu tasarlıyorum. Bize fantastik gelen Kıyamet Alametlerini teknoloji ile harmanlayacağım. Oldukça zor.
-Yazım hataları için özür dilerim genelde yazı bittikten sonra tek tek kontrol ederim her şeyi. Gözümden kaçmış.
Ölüm sadece başlangıçtır.

Çevrimdışı seabiscuitxx

  • **
  • 60
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Mars Kıyamet Perdesi
« Yanıtla #3 : 26 Nisan 2017, 08:42:26 »
Arkadaşlar 2.Bölümde gelecekteki muhtemel Çin'le ve hikayenin ileriki aşamalarında kullanacağım bir karakterle tanışacaksınız.

Guizhou Bölgesi, Çin

Lou, toprak zeminde durmuş yan tarafında uzanan beyaz boyalı devasa boyutlardaki ahşap iskele konstrüksiyonuna bakıyordu. Sayısını tam olarak bilmediği kat yığınları acımasızca birbiri üstüne binerek göğe doğru yükselmişti. Ek yapılarla birlikte zamanla daha çok büyüyeceğe benziyordu. Ekolojik mimarinin eşsiz ürünlerindendi. Yapı, masif ahşap, hafif alaşımlı izolasyon, dolgu malzemeleri ve yenilenebilir parçalarla oluşturulmuştu. Her kat döner bir sistemle yükselirken güneşin hareketlerine uygun olarak hareket ediyor ve içerideki bağıl nem oranını bilgisayar kontrolüyle uygun seviyeye getiriyordu. Kare şeklindeki binlerce havalandırma kanallarında yeşil oluşumlar göze çarpıyordu. Yüksek teknolojili seralardaki ürünlerin sahte görüntüsüydü bu. Mekânın dışındaki renk değiştiren cam yüzeylerin ortama göre aldığı biçimdi. Gündüz açık yeşil ve mavimsi bir karaktere bürünürken gece olduğunda koyu yeşil ve kırmızı tonlar fazlasıyla göze hoş geliyordu. Binanın en altında oldukça geniş bir platform, platformun iç kısmında ana bina, ana binanın ön tarafında da iki adet kubbe şeklinde saklama ve dağıtım depoları bulunuyordu.

Lou’nun tam önünde bütün binadaki blokların ihtiyacı olan suyun devir daimini sağlayan şeffaf ve yeşil renkli su boruları ve pompalama işlemini yapan güç ünitesi yer alıyordu. Su, 21.yüzyılın son çeyreğinde çok değerliydi ve israf etmek affedilemezdi. Tesisin etrafında ve katların dış bölümlerinde mavi renkli silindir şeklinde yağmur yakalayıcılar vardı. Burada biriken kaynaklar üretimde kullanılırken şehir suyundan tasarruf ediliyordu.

Tesisin güney kısmında ise geniş bir bahçe, çoğu zaman boş olan bir otopark, işçiler için kafeterya ve dinlenme saatlerinin geçirilebileceği salonlar mevcuttu. İçeride yapı biyolojisine uygun olarak ferah ve sağlıklı bir çalışma ortamı, beş duyu organını saran farklı duyguların harmonisi hedeflenmişti. Tesiste iki bin kişiden fazla işçi istihdam ediliyordu. Guizhou bölgesinin yıl boyunca ihtiyacı olan sebze üretimi buradan sağlanıyordu. İki kilometre uzaklıkta aynı sistemle çalışan başka bir üretim yerleşkesinde de meyve tarımı yapılıyordu. Bölgedeki tüm şehir ve küçük yerleşim birimlerinin ihtiyacını karşılayan dikey tarım istasyonları tüm ülke boyunca faaliyet gösteriyordu.

İki milyara yaklaşan nüfusu doyurmak için daha fazlası gerekiyordu. Yaşam şartları Çin’de oldukça zorlaşmıştı. Topraksız yapılan tarım çok katlı spiral binalarda ciddi hacimlerde stok yapabiliyor ve olası yiyecek krizinin başlamasına mahal vermiyordu. Bu sistemle birlikte işsiz birçok insan özellikle köylerinden çıkıp şehre yerleşenler hayatta kalabilmek için renkli ve ışıltılı camların arkasında acımasız ve katı kurallarla çalışıyorlardı. Uzun saatler, düşük ücretler ve karşılanmayan sağlık giderleri. Asya Birliği’nin istediği normlara göre göz boyayan hükümet birikmiş tozları halının altına süpürmeyi ustalıkla beceriyordu. Denetleme amirleri yaptıkları teftişlerde üretim merkezine olumlu puanlar vermişler ve örnek olması açısından ayrıntılı çekimler yapmışlardı. Gerçekte ise işçiler ne dinleniyor ne de kafede oturup kahvelerini yudumluyorlardı.

Binanın iki yüz metre uzağında işçilerin kaldığı konteynır ağırlıklı bir yerleşim birimi oluşturulmuştu. Eskiden Shitou köyü olarak bilinen bu alan tamamen yıkılmış ve değişmişti. Yeni yapılar gelmeden önce kırmızı kiremitli, sivri uçlu çatıları olan Çin mimarisine uygun taş evler çoğunluktaydı. Dağların güney kısmındaki eğimli araziye inşa edilmişti. Yağmur yağdığında çamur deryasına dönen yolları, evlerin arasından geçen minik dereleri ve her sene yenilenen şirin tahta köprülerinin olduğunu duymuştu Lou. Ailesinin hatıralarında kalan bu resimleri hayal edemiyordu. Eski düzen ve doğal yaşam geride kalmıştı. Ağaçlar planlara göre büyüyor hayvanlar etrafta başıboş dolaşmıyordu. Aslında bazı türlerin yok olduğuna şüphe yoktu. Çünkü tesislerde türlere göre doğal alanlar oluşturulmuştu. Bu alanlarda tükenme eğilimi gösteren türler koruma altına alınıyordu.

Başını yukarı kaldırdı. Yine gökyüzünü kalın bir sis tabakası kaplamıştı ve her zamanki gibi koyu ve bulanıktı. Temizleme çalışmaları yetersizdi. Bazen bu görüntüden ürküyordu ama alışmıştı. Eskiden kalan üretim çılgınlığının genç kuşaklara armağanı kirlenmiş bir atmosferdi. Birliğe üye olma sürecinde bu durum oldukça can yakıcı olmuştu. Özellikle gelişmekte olan ülkelere uygulanan karbon salınım vergisi sırtlarına yüklenmiş ağır bir yüktü. Üyelik safhasının başında düşük maliyetler çıkarılırken her iki senede değiştirilen salım üst sınırları uyum sağlayamayan şirketlerin ruhsat almalarının yoluna set çekiyordu. Enerji üreticileri, maden imalatçıları, tarım, özel ulaşım hatta evlere kadar izleme ve denetlemeye tabi tutulmakta salım vergileri uygulanmaktaydı. Bunun sonucunda Çin hükümetinin özellikle enerji şirketlerini daha fazla yenilenebilir enerji kullanmaya zorlaması, verimlilik standartları uygulaması ve tek bir ürünün dahi ne kadar sera gazından sorumlu olduğuna dair güvenli bilgiler sağlaması kaçınılmaz oluyordu. Gelecek için atılan ama henüz meyvesini vermemiş öncül yatırımlardı bunlar. Daha temiz bir dünya için insanları diken üstünde tutmak gerekiyordu.

Lou binanın yanındaki kaldırımdan ilerlerken etrafına bakınmayı ihmal etmedi. İnsanlar görünmeye başlamıştı beyaz önlükleriyle. Uzaktan onları seyrediyordu. Yüzleri hep asıktı. Hep böyle mi yaşamışlardı diye düşünürdü. İnsan mutlu olmaz mıydı hiç? Babası buradakiler gibi değildi. Her zaman iyimser olmaya çalışırdı. Birlikte vakit geçirmeyi seviyordu. Annesi yoksulluktan yakınırdı çoğu zaman. Onu da anlayabiliyordu. Yinede mutluydular.

Bahçede yükleme yapan robot kolların yanında birkaç kişi vardı. Onları görünce durdu. Öylesine bakmak istiyordu.

Karşısında donuk, soğuk ve aldırmayan tipler vardı. Dışarıdan gelenler olmalıydı. Tanımadığı yüzlere alışmıştı artık. Yabancı insanlar buraya gelir çalışmaya başlarlardı. Birçoğu da tutunamaz gözden kaybolurdu. Ya da daha kazançlı bir iş bulduklarında düşünmeden yaşadıkları mekânları terk ederlerdi. Nereli oldukları bilinmezdi ve nereye gittikleri de.
Bir zamanlar köy olan bu bölge giderek büyümüştü. Tesis ve çevresi kamusal alan olarak belirlenmişti. Yakınlarda sosyal ihtiyaçların karşılandığı süpermarket, giyim mağazaları ve diğer levazımat çeşitlerinin bulunduğu depolar halka hizmet veriyordu. Bölgede yetersiz bir hastane ve bakımsız bir okul hala işlevini sürdürmeye çalışıyordu. Tesiste çalışanlar şanslıydı. Eğitim yardımı alıyorlar ve hasta olmalarını engellemek için her yıl aşı uygulamasından geçiyorlardı. Bu mucize gibi bir ilaçtı. Çin, Asya Birliği’ne girmek için başvurduğunda birçok alanda olduğu gibi sağlık alanında da yeni teknolojilere sahip olmuştu. Moleküler genetik alanında yaşanan devrimsel buluşlar, ilaç sanayisini de paralel olarak geliştirmiş ve bu sayede korkulan mikroplar için kesin çözüm içeren önlemler alınabilmişti. Amansız sanayi üretimi ülkedeki insanların ortalama ömürlerine etki ediyordu. Bedenlerin iç içe olduğu kanserojen maddeler, sağlıksız üretim yapan fabrikasyon yemekler geleceği yok ediyordu. Çin hükümeti ilaç envanterini daha yenilikçi kıldığında mütemadiyen yaşanan virüs salgınlarıyla daha kolay baş etmeye başlamıştı. Özellikle istihdam ettiği insanlar için kullanması, sokakta yaşayan kaçak işçileri göz ardı etmesi tepki çekse de bu durumu kolaylıkla kendi lehine çevirebiliyordu. Dışarıdan her şey çok güzeldi ama içeride kokuşmuşluk ve ahlaki çöküntü giderek büyüyordu.

Şehirlerden gelen işsizler burada çalışma imkânı buldukları için mutluydular. Ayrıca kalmaları için sıcak evlere de sahiptiler. Parası olmayan kişiler için şehirde hayat zordu. Varlıklı insanlar etrafı geniş duvarlarla çevrili dönümlük arazilerinin içinde kimsenin görmediği bir hayat yaşıyorlardı. Bir tarafa şampanya aromalı Beluga havyarı servis edilirken diğer yanda insanlar mutfakları kanalizasyonlarda kurulmuş büfelerde simsiyah yağda kızarmış tofuları yiyordu. Ülkedeki siyasi istikrar gizli bir tehditle karşı karşıyaydı. Sonradan zengin olanlar uzun süren sosyalizm anlayışından sonra kıtlıktan çıkmışçasına bir tüketim çılgınlığına kapılmış övünülen nüfusun bir milyardan fazlası kırsal alanlarda kıt kanaat geçinmek zorunda kalmıştı. Bu sebeple alttan alta isyan eden seslerin yükseldiği gözlense de merkezi yönetimin sert ve nefes aldırmaz tavrı kaçınılmaz sonu durmadan erteliyordu.

Lou ülkesinin genel durumuna dair babasından birkaç kelime duyuyordu ara sıra. İlgisini çekmeyen şeylerdi bunlar. Aklı başka yerlerdeydi. Bir haftadır okula gitmiyordu. Okulun bir geleceği kalmamıştı artık gözünde. Özellikle fakir çocuklar için. Avukat olmak hayaldi. Öğretmenlik çok zordu ve maaşı oldukça düşüktü. Polis ya da asker olmak için bazı yetenekler aranıyordu ve Lou bunlara sahip değildi. Önünde insafsız görünen bir kader yolu vardı. Annesi ve babası gibi günlük karnını doyuracak kadar kazanmaya alışması gerekiyordu. Bu kaçınılmaz bir sondu.

Uzak diyarları anlatan bir hikâye duymuştu okuldaki arkadaşı Soli’den. Ne kadarda güzeldi. Rüya gibiydi. İnsanlar istediklerini yapabiliyor, makul şekilde çalışıyor ve tatil yaptıkları günler oluyordu. Öyle zamanlarda denizde yüzüyor, aileleriyle mutlu saatler geçiriyorlardı. Çocuklar için devasa oyun parkları kurulmuştu. Uçan arabalara bile bindikleri söyleniyordu. Küçük yaşta omuzlarına taşıyamayacakları ağır yükler yüklenmiyordu.

—Nerede Soli. Anlattıkların gerçek mi? diye ağzı açık bir halde hayranlıkla arkadaşına bakmıştı.
—Batıda dedi kısaca Soli. Batıda bir yerlerde cennet var.
—Neresiydi orası? Yine dalıp gitmişti beyaz duvarların önünde. Sislerin arasından sızıp yüzüne vuran güneş ışıkları gözlerini kamaştırdı.

Bir şansı vardı Lou’nun. Ülke çapında bir yetenek yarışması duyurulmuştu. Yaklaşık bir ay önce elemeler başlamıştı. Sanal ortamda savaş taktiklerini uygulayabilme becerisi sunan vahşi bir bilgisayar oyunuydu bu. Kimse ne amaçla yarışmanın yapıldığını bilmiyordu. Hükümetin iyi görünme çabalarının rezil bir versiyonu olabilirdi ancak. Ama verilen ödül herkesin ağzını sulandırmaya yetmişti. Kazanan çocuk ailesiyle birlikte zengin ailelerin yanında çalışacaklardı. Bu muhteşemdi. Çünkü orada yaşamak demek iyi beslenmek, her daim sağlık kontrolünden geçmek ve korkusuz bir yaşam sürmek demekti. Ayrıca binlerce t-con verilecekti. T-con, Çin’de orta sınıf insanların kullandığı sanal paralardı. Bunlarla ihtiyaçlarının dışında istediklerini de rahatça alabilirlerdi. Her şeyden öte kazanan çocuğun büyüdüğünde devlet memuru olması kaçınılmazdı. İyi bir gelecek sunulmuştu. En azından hayal edebilecekleri kadar. Lou bunu fırsat olarak görüyordu. Çıkış kapısı önüne konuluvermişti birden. Zihninde Çin bir kafesten farksızdı. Bedeni ve ruhu buradan kurtulmasını söylüyordu ona.

Oyun sistemlerinin kurulu olduğu kocaman tırlar tarım merkezi yerleşkesine geldiğinde herkes heyecan içindeydi. Simülasyon odaları kurulmuş online olarak bölgeler arası yarışmalar başlamıştı. Aileler çocuklarına kazanmaları için baskıda bulunuyordu. Başarısız olanlar ise çoğu zaman dayak yemekten ve aç bırakılma cezasından kurtulamıyorlardı. Hızlı geçen stresli ve çalkantılı eleme dönemi sona ermişti. Turnuva beş gün sürmüş ve bölgeden yarışmaya katılan 240 çocuktan sadece iki tanesi başarılı olmuştu.

Karar günü geldiğinde toprak meydanda toplandıklarını kare kare hatırlıyordu. Tüm aileler çocuklarıyla birlikte alanı doldurmuşlardı. Herkes merak içindeydi. Lou babasının sırtına çıkmıştı. Platformda duran takım elbiseli adam ne kadarda garip görünüyordu. Dikkatini çekti Lou’nun. Pürüzsüz bir cilt, temiz bir yüz ve bakımlı saçlar. Devletin memurlarından biriydi. Onun yerinde olmak isteyen birçok kişi vardı. Adam ise elindeki kâğıtla oynuyordu. Kalabalığın merakına aldırmamacasına rahat tavırlıydı. İnsanlara baktı.

—Fazla uzatmayacağım dedi ilgisizce. Sonuçları açıklıyorum.

Nefesini tuttu Lou. Verilen bütün görevleri başarmıştı. Kazanmış olmalıydı. Annesi ve babası için yapmıştı bunu ve zihninde saklanan hayalleri için. Huzurun olduğu uzak diyarlar geldi gözünün önüne. Anne ve babasını da kurtarabilirdi. Belki şartların alıp götürdüğü ablasını da… Kız çocuklarını daha farklı şeyler beklerdi Çin’de. Çirkinler fakirliğe terk edilirdi. Güzel olanlar şehirlerde fahişelikle ayakta kalırlardı. Nadiren keşfedilenler yeniçağ cariyeleri olarak zenginlerin ultra lüks saraylarına alınırlardı. Bunu herkes bilirdi. Lou da öğrenmişti annesinden. Her gece yatağında ablasını düşünürdü. Güzel elbiseler içerisinde salınışını ve kibar adımlarını. Aslında onu birkaç resmi dışında hiç görmemişti. Siyah saçları ve derin kahverengi bakışları vardı. Koca bir sarayda yaşamayı hak edecek kadar güzeldi. Onun iyi olduğunu düşünmek huzur veriyordu nedense. Bu köhne bataktan çıkıp daha iyi bir batağa yelken açmıştı.


Kader bazen iki dudak arasında gider gelirdi. O zamanda öyle olmuştu.
—Kazananlar:
Zeng ailesinden “ateşçemberi” kullanıcı ismiyle Lou Zeng.
Dong ailesinden “kızılyılan” ismiyle Ren Dong.

Babasına deli gibi sarıldığını hatırlıyordu. Onun ince, uzun ve çileli hayatın oluşturduğu derin çizgilerle dolu yüzünün ilk defa güldüğüne şahit olmuştu. Annesi ağlıyordu. Lou çılgınca bağırıyor hızla çarpan kalbinin ritmine ayak uydururcasına dans ediyordu. Komşuları ailesini tebrik ederken meydan yavaş yavaş boşalıyordu. Kaybeden herkes üzüntü içindeydi.

Umut, gelmemek üzere giden tırlarla birlikte uzaklaşmıştı konteynır kentten.

—Keşke herkesi bu sefaletten kurtarabilseydim baba.
Sıkıca sarıldı adam Lou’nun sıska bedenine.
—Yüreğin çok büyük evladım. Seninle gurur duyuyorum.
 
Lou o anları hatırladıkça kendi kendine gülümsedi. On iki yaşındaydı ama şimdiden büyüdüğünü hissediyordu. Ailesinin sorumluluğunu yüklenmiş ve görevini yerine getirmişti.

—Son bir adım kaldı dedi elleri cebinde ufka bakıyordu.

Seçmeler bitmişti ve ülke genelinde seçilen iki bin çocuk son görev için evlerinden yola çıkıyordu. Bu akşam her şey son bulacaktı. Tamamen adapte olmuştu. Zaman geçtikçe sabırsızlığı artıyordu. Üretim merkez binasının yanından ayrıldı. Etrafını turladıktan sonra evine doğru yöneldi. Vakit yaklaşmıştı. Çin Seddi’nde yapılacak final görevi için arkadaşı Ren ile bu akşam yola çıkacaktı. Heyecanını bastırmak için çıktığı kısa tur iyi gelmişti.

Annesi ve babası onu uğurlamak için geliyorlardı. Bugün izin almış olmalıydılar. Diğer taraftan Ren ve ailesi de görünmüştü. İçinde heyecan ve anlamsız bir korku vardı. Karanlığın içine doğru yol alan kör bir adamdan farksızdı.

Çok geçmeden koyu siyah bir jeep asfalt yoldan uçarcasına gelmişti. Dev silueti göründüğünde herkes bakakalmıştı. Uzun zamandır araç görmüyorlardı. Tesise bağlı yeraltı raylı sistem çevre şehirlerle bağlantıyı sağlıyordu. İşçilerin bir kısmı bu şekilde taşınıyordu. Tesis yöneticileri bile metroyu kullanmak zorundaydı. Şehir içi araç kullanımı yasaklanmıştı. Olağanüstü durumlarda yasak kalkıyordu. Bunun nedeni 2000’lerde çok fazla sayıda otomobil üretilmişti. Ulus-ötesi şirketler neredeyse sanayinin tümünü tekellerine aldıklarında, orta sınıf için milyonlarca ucuz, fakat kalitesi daha düşük olan modeller ürettiler. Zamanla büyük şehirlerdeki trafik keşmekeş durumuna geldi çünkü alt yapı otomobil kullanıcılarının sayısındaki çılgın artışı takip edemeyecek kadar yavaş gelişiyordu. Trafik kazaları, yoğun karbon salınımları, birbiri üstüne yüklenmiş kalabalıklar giderek artmıştı. Çin pazarının elektrik ve hava dönüşüm teknolojilerini pahalı bulması ve eski tip fosil yakıtlı araçların yeni yüzyıl dünya normlarını karşılamaması bu yasaklamayı doğurmuştu. Lou arabaların resimlerini görmüştü internetten ama canlısını ilk defa görüyordu.

Jeep, tesis ürünlerini taşıyan yol trenlerinin kullandığı asfalt bölümü bir çırpıda bitirmişti. Uzun gövdesi ve kocaman delikli lastikleri ile boyutları büyütülmüş yetişkin bir bizonu andırıyordu. Üzerinde güneşin son ışıkları oynaşırken herkes merakla araca bakıyordu. Lou ise merak duygusunu bir kenara bırakmış sadece çıkacağı yolculuğun merakı içindeydi.

Kargosunu yetiştirmek için acele eden kurye gibiydi jeepten inen görevliler. Çocukların aileleriyle vedalaşmasına bile zaman bırakmamışlardı. Lou bunu dert etmedi. Nasılsa geri dönecekti ve kazandığı ödülle çoktan buradan gitmiş olacaklardı. Moralini bozmadı. Araca binip ailesine el salladı. Onların yüzündeki endişeyi okuyabiliyordu. İçleri rahatlasın diye hep gülümsemeye çalıştı.

Jeep hemen hareketlendi. Arka camdan ailesine son kez baktı. Koyulaşan renk tonlarının içinde kaybolan gölgeler gördü. İçinde bir yerlerde ayrılığın acısını hissetti. İlk defa evinden dışarı çıkıyordu. Gözden kaybolana dek ailesini izledi. Bölgeden uzaklaşınca arkadaşı Ren’le el ele tutuştu. Bu andan itibaren sadece birbirlerine güvenebilirlerdi. Her şey arkada kalırken uzayıp giden yola karmaşık duygularla baktı.
Araç tamamen gözden kaybolduğunda güneş batmak üzereydi.

Ölüm sadece başlangıçtır.