Kayıt Ol

Maviyi Seven Kız

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Maviyi Seven Kız
« : 20 Ocak 2012, 17:20:44 »
Merhabalar,
2011'in ilk çeyreğinde yazmış olduğum bir hikaye bu. Umarım ilginizi çeker. Teşekkürler.
(Not: Müstehcen, açık saçık betimlemeler içerebilir.)



        Maviyi çok seven bir kız tanıyordum. Tahmin edersiniz ki masmavi bir günde tanışmıştık. Gökyüzü maviydi, güneş yoktu ve buna rağmen incecik mavi bir elbise giymişti. Saçları sarıydı; ama benim hayalgücümde, sizin hayalgücünüzde ya da küçüklükte oynadığı oyunlardan kalma hayalgücünü biraz olsun saklayabilmiş herhangi birinin hayalgücünde, saçlarını da pekala mavi sayabiliriz.

   Gülümsediği zaman masmavi hissederdim. O kadar açık bir mavi ki; mavi olduğuna emin olmak için bir kere daha bakardım gülümsemesine. Sesi maviydi, ve sanki küçük mavi bir kuşun cıvıldamasına benziyordu. Sokakta duyduğunuz zaman kulaklarınızda çınlayan, rahatsız edici, tiz cıvıldamalardan değil de sanki ustalıkla yapılmış üflemeli bir müzik aleti gibi. Mavi bir müzik aleti.

   Masmavi bir günde tanışmıştık. Mavi EGO otobüslerinden beklediğimiz bir duraktaydık. Kulaklarındaki mavi kulaklıklardan bir tanesini çıkarıp bana dönmüştü:

   “Ne kadar da mavi bir gün, değil mi?”

   O an ne o sorunun anlamını, ne mavinin hangi renk olduğunu, ne de bir günün aslında kaç güne denk olduğunu hatırlayabildim. Sorunun retorik olması bir yana – fikrimi sormuyor, günün maviliğini onun kadar takdir edip etmediğimi merak ediyordu – sadece dünyada böyle bir sorunun varlığı bile o an için olasılık dışıydı.

Kaldı ki hayatını bir sigorta şirketi için risk analizleri yaparak kazanan bana soracak olursanız, öyle bir günde, zamanda, öyle bir durumda ve öyle bir yerde, durakta masmavi giyinmiş güzel bir kızın yanındaki adama sorabileceği sorular arasında “Ne kadar da mavi bir gün, değil mi?” en son sıradadır. Fazla otobüs kartı olup olmadığını sorabilirsiniz, ne kadar süredir otobüs beklediğini sorabilirsiniz, oradan geçen bir otobüsün istediğiniz yere gidip gitmediğini, ya da oradan geçen otobüslerin nereye gittiğini ya da nereye giden otobüslerin oradan geçtiğini, hangi numaralı olduklarını sorabilirsiniz. Canınız çok sıkılmışsa belki küçük sohbetler ederek zaman geçirmek için otobüslerin nasıl hiç sık gelmediği, toplu taşımanın iyi olmadığı, hatta yeterince taksiciyle sohbet etmişseniz her gün trafiğe çıkan iki yüz kadar yeni aracın nasıl da her şeyi berbat ettiğiyle ilgili yakınabilirsiniz; ama o günün mavi olup olmadığına dair akıl danışmak, onay beklemek, “Gerçekten sadece bana mı öyle geliyor; yoksa siz de bana katılıyor musunuz?” sorusunu saniyenin onda birine sıkıştıran gözlerle bakmak...
 
“Galiba.” diyebildim. Ağzımdan daha fazla bir şey çıkamadı. Maviyi seven bu tanımadığım kızın cevabıma olan tepkisini bir süre merak ettim. Onu tatmin edemediğimi düşünüp bir anda nasıl yıllar sonra boşanma davamızda hakime “İsteklerime cevap veremiyor...” diye durumu anlatmaya çalıştığını düşündüm, yalnız başıma huzurevinde oturup kitap okurken aklımdan geçen, “Biraz daha kesin konuşabilen bir adam olsaydım...” üç noktasıyla başlayan pişmanlıkları aklımdan geçirdim, ve ben tüm bunları yaparken maviyi seven tanımadığım kız hafifçe gülümseyerek tekrar kulaklığını taktı.

Anlamadım.

Aslında bu kadar yoğun düşünmem. Bir şeye bu kadar kafa yormam... Kimi kandırıyorum? Size hayatımı risk analizleri yaparak kazandığımı söyledikten sonra aslında hiçbir şeye çok kafa yormadığımı söyleyemem. Tabii ki de her şeyi, herkesi enine boyuna tartarım, gözden geçiririm, akıldan geçiririm. Aslına bakacak olursanız beni sonuca ulaştırmaya yarayacak ne kadar çok duyum, organım, hissim varsa hepsinden geçiririm. Beni işimde, hayatımda iyi yapan şey budur. Benim ulaştığım sonuçlar yanlış çıkmaz; ki bu cümle o gün otobüse bindiğim anda hayatımda hiç olmadığı kadar önemli hale geldi.

Durakta mavi rengini seven tanımadığım bu kız hakkındaki düşüncelerim, bana sorduğu sorudan sonra uzun süre cevabı bulamayışım ve en sonunda otobüsün fazlasıyla dolu olmasıyla birlikte yan yana oturuşumuz benim bu sürekli hesap yapan ve her şeyi enine boyuna tartan beynimde şu sonucu getirmişti. Yanımda oturan mavi elbiseli kızdan çok etkilenmiştim.

Yolculuk boyunca – şu anda nereden nereyeydi onu bile hatırlamıyorum; ama beni terletecek kadar uzundu – şu ya da bu şekilde onunla konuşmanın binbir türlü yolunu düşündüğümü hatırlıyorum. Bana önceden sormuş olduğu soruya daha kapsamlı bir cevap verebilirdim, ona aslında havanın renksiz olduğunu ve mavi rengi veren şeyin, adı her neyse havada bulunan bir “şey” olduğunu söyleyip bunun ne kadar da garip bir karşılık olduğunu düşünebilirdim, açık sözlülük edip ne kadar güzel olduğunu kendisine söyleyebilir; ya da en başında sorusunun ne kadar garip olduğunu düşündüğüm zaman aklıma gelmiş olan sorulabilecek diğer o olağan sorulardan herhangi birini sorabilirdim.

Hiçbirini yapmadım. Onun yerine, hani tam bir şey söylemek için ağzınızı açarsınız; ama sözcükler çıkmaz ve bunu farkettiğiniz an küçük düşmemek için bir anda ağzınızı kapatırsınız ya, bunu defalarca tekrarlayarak otobüsteki diğer insanlara balık taklidi yaptığımı kanıtlamaya çalıştım. Maviyi seven kız ise yanımda şarkılarını dinlemeye devam etti. Üstelik yüzündeki gülümsemeden anladığım kadarıyla dinlediği şarkılar hoşuna gidiyordu. Tam, bir şarkıdan başkasına geçmek için, ya da sesi açmak, durdurmak, başlatmak için, bir şey için elini müzik çalarına uzatmıştı ki ellerinin de mavi olduğunu farkettim. Boyanmış gibi değil de; sanki teninin içine mürekkep bulaşmış gibiydi ve nasıl olduğunu  bilmesem de bir anda konuşuverdim.

“Elleriniz mavi!”

Maviyi seven kız hiçbir tepki vermedi. Bense gözlerim olağandan fazla açılmış, bir parmağım onun elini gösterir şekilde birkaç saniye kalakaldım. Sonra göz ucuyla beni farketmiş olacak ki kulaklıklarından birini çıkardı, gülümseyerek bana döndü.

“Pardon, bir şey mi dediniz?”

“Affedersiniz. Siz durakta mavi bir gün diye bahsediyordunuz, ve mavi bir elbiseniz var ve mavi bir EGO otobüsündeyiz ve elleriniz de mavi...” deyiverdim bir anda. Bu kızı gördüğüm andan şimdiye kadar mavi olan ve aklımı karıştıran her şeyi aradan çıkarmıştım. Rahatladım. Gülümsedi.

“Ah evet. Şey, tenim ince herhalde. Damarlarım deriye çok yakın” dedi.

Damarları derisine yakın falan değildi.

“Kusura bakmayın.” dedim tekrar. “Normalde böyle kabalık etmem; ama siz durakta öyle sorunca, üzerinizde de mavi var. Maviye bu kadar yakışan bir insan görmemiştim.”

Mavinin yakıştığı insan... Aptal adam. Yine gülümsedi.

“Çok teşekkür ederim. Muhtemelen bana edebileceğiniz en güzel iltifattı bu.”

Kulaklıklarını tekrar takmadı. Tesadüf eseri ikimizin de ineceği durağa gelene kadar birkaç dakika hiçbir şey söylemedi; ama müzik de dinlemedi. Bense kendimle konuşmakla meşguldüm. Tamam, onu rahatsız etmeden biraz sohbet ettiniz. Üstelik iltifat da ettin. Aferin sana. Aferin.Afe-

Yanımda maviyi seven kız ayağa kalkmış gülümseyerek bana bakıyordu. Neler olduğunu anlamam için olayları gözden geçirmem gerekti. “Duracak” lambası yanıyor – otobüs yavaşlamış – koridorda insanlar omuz aralarından kapıya yaklaşmaya çalışıyor – tanıdığım binalar görüyorum – maviyi seven kız ayağa kalkmış – bana gülümsüyor – niye gülümsüyor – ne kadar da mavi gülümsüyor – neler saçmalıyorum ben – durak – durak – durak!

“Benim de durağım burası” diyerek ben de ayaklandım. Orta yaşlı göbekler, yıkanmamış yağlı saçlar ve onları taşıyan çocuklardan büyük sırt çantaları arasından kapıya doğru gittik. Otübüs garip fren sesleriyle durdu. Kapılar açıldı. Önümüzdeki birkaç insan sırayla sıçrayarak kaldırıma çıktı. Maviyi seven tanımadığım kız da tam bir adımını aşağıya atmıştı ki; kolundan tutup çektim:

“Dikkat edin!”

Önce anlamayarak bana, sonra da az önce adımını atmak üzere olduğu su birikintisine baktı. Hafifçe gülümseyerek su birikintisinin biraz önüne doğru hafifçe sıçradı, ben de arkasından indim.

“Teşekkür ederim, hayatımı kurtardınız” dedi, yürümeye başladık.

“Kötü kalpli su birikintisinden mi? Önemli değil”. Gülmesi gerekiyordu söylediğim şeye. Gülmezse aptal durumuna düşecektim. Gülümsedi.

“Belki altın keseleri, şehrin anahtarı ya da kralın biricik kızını almaya yetmez; ama bir kahveyi hakettiniz” dedi.
Cevap vermedim, cevap veremezdim. Siz olsanız siz de cevap veremezdiniz. Kaldı ki durakta gördüğümden beri ne kadar güzel olduğunu, ne kadar da mavi olduğunu söylediğim kız benimle kahve içeceğini söylemiş, bunun üstüne söylenecek bir şey var mıdır?

"İyi günler. Tekrar teşekkür ederim."

Daldığım düşünceleri bırakıp bir anda kafamı çevirdim. Acaba başka şeyler de demiş miydi? Kim bilir söylediği ne çok, ne önemli şeyleri hep kaçırmıştım. Belki de kahve istemezsem yemek de yiyebileceğimizi, benden ne kadar hoşlandığını söylemişti. Üç çocuk istediğinden ve hayatında artık ciddi bir ilişkiye hazır olduğundan bahsetmişti. Belki de yine sadece havanın maviliğinden; ya da başka herhangi bir şeyden konuşmuş, fikrimi sormuş, cevap beklemişti; ya da aslında hiçbir şey dememişti.

“Önemli değil, iyi günler” diyerek yürümeye devam ettim, o da sol tarafındaki kapılardan birinden içeri girdi. Biraz daha yürüdükten sonra farkettirmeden arkamı dönüp girdiği yere baktım. Mavi Kafe yazıyordu. İstemsizce yine gülümsedim.

O gün mesai boyunca, mesai bitiminde eve dönerken, akşam televizyonda ne izlediğimi bile bilmeden kanepede otururken, yarım saatte bir e-postalarımı kontrol ederken, tekrar tekrar kahve içerken, daha fazla kahve içip içmeyeceğimi karar verirken, bir an takılıp uzun süre izlediğim “televizyondan satış” programını anlamaya çalışırken ve eninde sonunda saat yavaş yavaş gece saatinden sabah saatine dönecekken yatağıma uzandığım sırada maviyi seven kızı düşündüğümü ve başka bir düşünemediğimi uzun uzun açıklamama gerek yoktur herhalde.

Başka bir şeyle ilgilenebilmek için elimden geleni yaptıysam da başaramadım. Sevdiğiniz kızın parfümünü başka biri sıkmışsa kokuyu alırsınız ve aklınız hemen ona gider. Ona çok yakışan o topuklu ayakkabılarını sokakta görürseniz aklınıza o gelir. Yapmaktan çok hoşlandığı kurabiyelerin kokusu bir pastaneden geçerken burnunuza rastlasın, bir anda düşünceleriniz ona kayar. Bu çok doğal bir şeydir. Sevdiğiniz birini diğer insanlardan ayıran özelliğe günlük hayatta rast gelirseniz ister istemez beyniniz aynı eşleştirmeyi yapar. Bunda bir sorun yoktur.

Sorun şuydu ki, maviyi seven kızı özdeşleştirdiğim, onu diğer herkesten ayırdığım ve sevdiğim şey onun maviyle olan ilişkisiydi. Tüm bu olayların başlamasına sebep olan EGO otobüsleri ile gökyüzünden tükenmez kalemlere, iş arkadaşlarımın yarısının gömleğinden, bilgisayarımın masaüstüne kadar pek çok şey şu ya da bu şekilde bana onu çağrıştırıyordu ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Her yanım bana onu hatırlatan uyarıcılarla doluyken onu kafamdan atmam mümkün değildi, ben de atmadım.

Ertesi gün ve sonraki gün ve onu takip eden dört gün boyunca onu düşünmeye devam ettim. Bana kahve ısmarlayacaktı; ama ne bir plan yapmıştık, ne telefon numarasını vermişti, ne de telefon numaramı istemişti. Belli ki sadece lafın gelişi söylemiş olduğu bir şeydi. Küçükken resim çizdiğinizde annenizin “Gördüğüm en güzel resim” demesi, babanızın o akülü arabayı mutlaka alacağından bahsetmesi; ya da lisede o çok sevdiğinizi sandığınız sevgilinizin sorunun sizde değil onda olduğunu açıklaması gibi. İnanmak çok kolay; ama gerçekle bağlantısı çok uzak.

Beşinci gün kafamı toparlamaya başladım. Maviyi seven kızı daha az düşünüyordum. Sabah kahvemin ilk yudumu aklıma bana kahve sözü vardı düşüncesi yerine kahvenin güzel aromasını getirdi. Bindiğim EGO otobüsünün rengine takılmadım, içinde acaba maviyi seven kız da var mıdır diye etrafıma bakmadım. Saat on iki gibi ofisten çıkıp birkaç arkadaşla sürekli gittiğimiz bir kafeye öğle yemeği yemeye gidene kadar da bu durumu hiç sorun etmemiştim.

Bir anda oldu her şey. Yapmayı düşündüğüm, yapmayı istediğim her şey bir anda kafama dank etti. Yemek sonunda iyice ahbap olduğumuz bir garson gelip kahve alıp almayacağımızı sordu. O sırada yanımdakiler ne cevap verdi, nasıl kahveler istediler, şekerli mi yoksa şekersiz mi söylediler kahvelerini hatırlamıyorum. Bir anda gözümün önüne maviyi seven kız geliverdi ve diğer her şey yok oldu.

Kahve sözü vermişti bana. Belki de sadece lafın gelişi söylemişti bunu. Adını bile bilmiyordum; ama bunların hiçbiri sorun değildi. Bir haftadır ilk kez aklımı rahat bırakmıştı; ama ben aklımdan çıkmasını zaten istemiyordum. Her saniye beynimi meşgul etmesini, düşündürmesini, hayal kurmamı sağlamasını istiyordum. Kahve ısmarlayıp ısmarlamaması önemli değildi. Benden etkilenip etkilenmemesi de. Benim maviyi seven kızı tekrar görmem gerekiyordu. Sonra tekrar görmem gerekiyordu, ve tekrar ve tekrar... Onun da benden hoşlanmasına yetecek kadar çok görmem gerekiyordu onu. Mavi Kafe’ye gitmem gerekiyordu. Yarın Mavi Kafe’ye gitmem gerekiyordu.

Ertesi sabah her zamankinden erken uyandım. Bugün büyük gündü. İş çıkışında yanına gidecek ve hakkım olan kahveyi isteyecektim. Saatlerce kendimi türlü komik ve acınası duruma düşürerek onunla sohbet etmeye çalışacak ve her seferinde kendimi daha da acınası bir hale sokacaktım. Oradan çıkınca kendimden nefret edecek, kendimi azarlayacak ve bir daha böyle bir şey yapmaya tövbe edecektim. Planım buydu.

Tıraş oldum, dişlerimi iki kez fırçaladım ve üzerimi giyinip evden çıktım. Evden çıkarken akşamla ilgili bir tek şeye dikkat etmiştim. Dolaptan bulduğum en güzel mavi gömleğimi çıkarmış ve onu giymiştim. Maviyi seven kızı etkileyeceğini düşündüğüm için değil; sadece maviyle bu kadar iç içe bir kızın yanına başka türlü gitmenin ona ve mavi rengine haksızlık olacağını düşündüğümden.

Ofiste neler yaptığımı hatırlamıyorum. Bir takım risk analizi işleri vardı. Şimdi kafamı yorunca sadece özel sağlık sigortası yaptırmak isteyen bir aileyi anımsıyorum. Yeni doğan bebeklerinin kalbiyle ilgili küçük bir sorunu vardı. Kalp kasları mı zayıftı kapakçıklarından birinde bir delik mi vardı, bir şekilde kalbi sorunluydu ve bu yüzden çok ciddi sigorta primleri ödemeleri gerekiyordu. Risk analizinde çocuklarının şimdi ve ileride ortaya çıkacak hastane masrafları yüksek çıkmıştı.

Mesai saatinin bitmesiyle kendimi ofisten dışarı atmam bir oldu. Hızlı adımlarla ne yapacağımı, ne diyeceğimi hiç düşünmeden Mavi Kafe’nin yolunu tuttum. Belki de o kafenin sahibi ya da çalışanı değildi. Belki de sadece o gün için bir arkadaşıyla buluşmak için gitmişti. Tabii ki de bir arkadaşıyla buluşmak için hangi kafeye gideceklerini seçecek olsa Mavi Kafe’yi seçerdi. Belki müdavimiydi oranın. Böylece bugün de görme şansım olurdu; ama ya bugün yoksa. Her gün tekrar tekrar gelmem mi gerekecekti belki onu görürüm diye. Kafamda tüm bu olasılıklar dönerken kafenin kapısına gelmiş olduğumu farkettim. Kafamı indirip gömleğimin rengine bir kere daha baktım ve iki konfeksiyon dükkanı arasında sanki içerisi de araya sıkışmış daracık bir koridordan ibaretmiş hissi veren kapıyı hafifçe araladım.

Düşüncelerimi doğrulamak istercesine dar bir karidorda kısa bir süre ilerledim ve arkamdaki kapı kapanırken güneş ışığının yavaşça kesilip yerini içerideki loş tungstene bırakmasına izin verdim. Koridorun sonunda belli ki daha açık olan bir yer vardı. İleride bir yerden, pencereden, balkondan tekrar güneş ışığı geliyordu. Olduğu yere göre küçük olmasını beklediğim; ama niyeyse oldukça geniş olan bir kafeydi. Herhalde üç oda bir salon bir dairenin kirişleri dışında tüm duvarları kırılmış, bir tek mutfağı ve tuvaletleri olduğu gibi bırakılmıştı. İçeride sigara yasağı olmasına rağmen sigara içiliyormuş hissi veren puslu bir hava vardı; ama kısa sürede yayılan kokulardan bunun mutfaktan gelen fırın dumanıyla bir köşede gizli gizli yanan tütsünün karışımı olduğunu farkettim.

Ortaya gelişigüzel yayılmış gibi duran sekiz masa vardı. Eskiden ayrı bir oda olduğuna inandığım yerde iki büyük masa, diğer köşede üç daha küçük masa, duvar boyunca dizilmiş pencerelerin önünde dört masa daha... Dışarıda ise balkonun ucu açılmış, dışarıdan sevimsiz görünen binanın arka bahçesine, çimlerine yayılmış masalar ve minderler. Eski Türk filmlerindeki kavehanelerde göreceğiniz türden koyu kahverangi sandalyeler vardı; ama kafenin içerisindeki duruşları Fransız filmlerini andırıyordu. Duvarlar tabii ki maviye boyanmıştı. Daha önce görmemiş olabileceğim, biraz soluk olmasına rağmen griye benzemeyen ve hiç göstermese de aslında koyu olan bir mavi. Duvarlardan birine ya bir at, ya bir ahtapot ya da soyut bir resim çizilmişti. Resimden fırlayan inanılmaz bir kırmızı vardı ve sanki duvardan çıkıp masalardan birini oturabilmek için can atıyordu. Dışarıda lüks lambaları ve fenerler asılmıştı. Bazıları yanıyordu.

Bir an iyice her tarafa bakıp içeride kimler olduğunu görmeye çalıştım. Pencere önündeki masalardan birinde oturan orta yaşlı bir adam vardı, köşedeki küçük masalardan birinden genç bir çift kalkmaya hazırlanıyor gibiydi. Bahçede oturup kitap okuyan başka bir genç kız vardı; ama maviyi seven kızdan eser yoktu. Bir an hemen çıkıp gitmekle burada onu beklemek, hiç değilse kafe çalışanlarından birine onu sormak arasından tereddüt ettim. Buraya kadar gelmişken dönmenin mümkün olmayacağına ikna olmam bir saniyeden kısa sürdü. Ortadaki boş masaların arasından geçip pencere kenarındaki masalardan gözüme kestirdiğim birine oturdum. Üzerimi çıkarıp çantamı da masanın yanına koydum ve etrafımı biraz daha süzerek beklemeye başladım.

Sadece birinin gelip ne istediğimi sorması gerekiyordu. Bu kadar basitti. Muhtemelen ellili yaşlarında, saçlarındaki beyazları umursamadığı için boyatmayan şirin bir bayan gelecek ve bir şey isteyip etmemediğimi soracaktı (gözümün ucuyla baktığımda kalkmakta olan geç çiftin kapının yanından mutfağa doğru gittiklerini haber vererek kafeden çıktığını gördüm), ben de ona mavi elbiseler giyen ve maviyi çok seven bir başka bayanı aradığımı anlatacaktım. Elbette kadın hiçbir şey anlamayacaktı (bir an yerimden sıçramama neden olacak şekilde demin dışarıda kitap okuyan genç kız hızlıca balkon kapısını açıp içeri girdi, kafeyi boydan boya geçti ve çıktı), özür dileyecek ve sorumu tekrarlamamı isteyecekti. Ben de bir kere daha yaptığım aptallıktan ve utançtan yerlerin dibine girerek ona adını bile bilmediğim ve hakkında bir kanıya sahip olduğum tek şeyin mavi rengine olan ilgisi olduğu bir kızı nasıl bulabileceğimi soracaktım (Orta yaşlı adam iki masa önümde yavaş yavaş toparlanıyordu). En başta çok şirin bulduğum o bayan bir anda sinirden küplere binecek, “Benimle dalga mı geçiyorsun sen be adam?” diye üzerime yürüyecek ve orayı hemen terk etmezsem polis çağıracağını söyleyerek beni tehdit edecekti (Orta yaşlı adam çıkarken kapıyı arkasından kapattı).

Bir an büyük bir tedirginlik hissettim. Kafede benden başka kimse kalmamıştı. Etrafıma bakındım. Belki bir yerlere saklanmış, köşede duran, tuvaletten çıkan birileri vardır diye umdum. Yanıldım. Tam çantamla ceketimi alıp ayaklanmaya hazırlanıyordum ki mutfaktan maviyi seven kız çıktı. Saçında – tabii ki de – mavi bir bandana vardı, üzerinde açık pembe bir yazlık elbise ve mavi bir önlük, ayaklarında mavi babetleri ve sol kolunda da mavi bir bileklik vardı.

“Kusura bakmayın. Kapattınız galiba” dedim, bir yandan hızlıca ayağa kalkarak.

“Evet. Pardon” dedi, bir yandan da duvardaki saate baktı. Sesinde, duruşunda, ellerinde, kollarında, yüzünde, her yerinde yorgunluk vardı. Kendimi suçladım.

“Çok affedersiniz.” diyerek ceketimi giydim.

“Kahve?” diye sordu bir anda.

Zahmet etmeyin. Ben çıkayım hemen. Müsait olduğunuz bir zaman gelirim. Gerçekten gerek yok... diyip yürümeme izin vermeden tekrar mutfağa girdi. Ne yapacağımı bilemeyerek masaya tekrar oturdum. Nedenini bilmesem de çok utanmıştım.

Birkaç dakika sonra sağ elinde kahve kupası, sol elinde de bir adisyon fişiyle yanıma geldi. Kupayı önüme koydu. Adisyon fişini ise masanın ortasında duran küçük ahşap kutunun içine bıraktı.

“Kusura bakmayın. Yedide kapatıyoruz normalde” dedi tekrar mutfağa dönerken.

“Gerçekten gerek yoktu. Başka zaman gelirdim” diye seslenmeye çalıştım arkasından. Bir yandan da kendimle yavru bir köpek arasındaki beş farkı bulmaya çalışıyordum. Çok acınası geliyordu sesim. Mutfaktan cevabı duyuldu:

“Yoo hayır. Sizi daha önce görmemiştim. İlk kez gelen bir misafirimize böyle bir kabalık yapamam” dedi. Nasıl daha önce görmediğini söyleyebilirdi? Birlikte otobüse binmiştik. Bana günün ne kadar mavi olduğunu söylemişti, su birikintisine basacaktı az kalsın, müzik dinliyordu. Bir sürü şey yaşamıştık o gün. Beni ilk kez göremezdi.

Sinirlendim. Kahvemi hemen bitirip çıkmak isteyerek koca bir yudum aldım ve gereğinden sıcak olan sıvının ağzımı nasıl da yaktığını maviyi seven kıza, komşulara ve belki de tüm bir Ankara’ya duyurmamak için kendimi zor tuttum. Hemen bitirip çıkmak bir seçenek değildi.

“Aslında daha önce karşılaşmıştık” diye seslendim yine. Sesimin daha az yavru köpek ve daha çok kendinden emin bir adam olmasına çabaladım. “Birkaç gün önce aynı otobüsteydik.”

Kafasını mutfak kapısından çıkardı. “Sahi mi?” dedi şüpheli bir yüzle. “Şehir dışına çıkmadım bu aralar.”

“Hayır, hayır. EGO otobüsü. Mavi otobüsler. Siz su birikintisine basacaktınız az kalsın, ben de düşmeyin diye...” aman neyse. Belli ki hatırlamıyordu. Üzerine gitmenin bir anlamı yoktu. Zaten 7’de kapanan bir kafeden bahsediyoruz. Ben işten 6’da çıktığım günler kendimi şanslı sayıyorum. Beni hatırlamayan bu kızın benden hoşlanması için üstüne gidecek zamanım yoktu. Belli ki onun da yoktu.

“Kusura bakmayın. Her gün otobüsle gidip geliyorum, bayağı da sakarımdır. Otübüste gördüğüm, beni düşmekten kurtaran insanları ayırt edemeyebilirim. Aslında böyle düşününce, yapmamam gerekir. Sonuçta insanlar sana iyilik yapıyor; ama durup yüzlerini hatırlayacak kadar bile özen göstermiyorsun. Belki altın keseleri, şehrin anahtarı ya da kralın biricik kızı için yetmez; ama böyle insanlara bir kahve ısmarlamak çok görülmemeli.”

Söylediklerinin yarısını dinleyemedim bile. Kendi acınasılığıma dalmıştım. O konuşurken kahvemi bitirdim, ceketimi tekrar giydim ve borcumu öğrenmek için masanın ortasındaki kutudan adisyonu çıkardım. Alt alta Altın Keseleri, Şehrin Anahtarı, Kralın Biricik Kızı ve Kahve yazıyordu. Hepsinin de yanlarına birer çizik atılmıştı. Altlarına bir toplama işareti çizilmiş ve onun altınaysa Su Birikintisi yazılmıştı. Neler olduğunu tam anlayamadan mutfak kapısına doğru baktım, maviyi seven kız gülümseyerek bana bakıyordu.

“Beni kandırdınız” dedim yerimden sıçrayarak.

“Özür dilerim. Kendimi nasıl kötü hissettim bir bilseniz. Size kahve ısmarlayacağımı söyledim; ama bir telefon numarası bile bırakmadan gidiverdim. Düşündükçe uykularım kaçıyordu.”

Hiçbir zaman uykularının kaçmasını istemezdim. “Öyleyse niye beni kandırdınız?”

“Merak ettim hatırlayıp hatırlamadığınızı.”

Mutfak kapısını kapatıp yanıma geldi. Hala gülümsüyordu. Çok güzel gülümsüyordu.

“Ben Nil bu arada. İnşallah kahveyi beğenmişsinizdir.”

“Çok güzeldi Tarık.”

“Efendim?”

“Pardon, yani Tarık ben. Kahve de çok güzeldi. Kafeniz de çok güzel. Gerçekten.” Afalladım. Tabii ki afallayacaktım. Maviyi seven kız – yani Nil karşımda şapşallığıma güledursun, benim kafamda masmavi çayırlarda evlendiğimiz gün nasıl EVET! diye bağırdığım vardı. Üçüncü çocuğumuz doğduğu zaman nasıl kız olmasına rağmen mavi takımlar almak için tutturduğu vardı aklımda ve onu çocuklarımızın hepsinin adını “Mavi” koyamayacağımıza ikna etmeye çalışmam vardı. Aklımda beş yıl sonrası, on yıl sonrası, mavi yıl sonrası vardı ve o karşımda durmuş hala gülümsüyordu.

“Ben daha fazla oyalamayayım sizi. Zaten geç kaldınız benim yüzümden. Yorgun görünüyorsunuz” dedim.

“Galiba eve dönmek için aynı otobüse bineceğiz. İstersen pencereleri kapatıp beraber çıkalım.”

O andan sonra bir daha birbirimize "siz" diye hitap etmedik. Maviyi seven tanımadığım kız artık Nil olmuştu. Ben tüm maviyi o kadar da çok sevmeyişim, ikinci çoğul şahıslarım ve risk analizlerimi iş çantama koyup basit bir Tarık olmuştum ve iki dükkanın arasına sıkışmış gibi duran bu Mavi Kafe bir daha unutulmamak ve terk edilmemek üzere sığınağım olmuştu.

Otobüse yürürken, otobüste, otobüsten inerken neler konuştuğumuzu tam hatırlayamıyorum bile. Daha doğrusu hatırlıyorum; ama hafızamın beni yanılttığından eminim. Kaldı ki kafamda kalan sohbet aşağı yukarı şöyle.

“Mavi. Mavi. Mavi.”

“Çok güzelsin. Çok güzelsin. Çok güzelsin.”

Yine de o gece yatağa yattığımda hissettiklerimi çok net hatırlıyorum. İlk birkaç dakika uyuyamadım. Bir an yataktan fırlayıp evin tüm duvarlarını maviye boyayasım geldi. Sonra vazgeçtim. Ardından birkaç saatlik bir uykuya daldım. Rüyamda Nil’in saçlarını duvarları boyamak için kullanılan o büyük fırçalardan biriyle maviye boyadığını gördüm ve uyandım. Tekrar duvarları boyamak istedim; ama tam ayağa kalktığım sırada bunun için boya almam gerekeceğini ve bunu da yarından önce yapamayacağımı hatırladım. Kendime yarın mutlaka boya almayı unutmamayı tembihleyerek tekrar yattım. Yarım saat daha hiç uyuyamadım. Yatakta dönüp durdum. Çarşafımın mavi olduğunu farkedip mutlu oldum. Sağıma döndüm ve kitaplığımdaki kitapların neredeyse çeyreğinin mavi olduğunu gördüm. Bunun normal bir oran olup olmadığına karar vermeye çalıştım; ama bilemedim. Soluma döndüm ve çalışma masamda duran cep telefonumun ışığının mavi mavi yanıp söndüğünü gördüm. Gülümsedim. Hatırladım ki Nil bu sefer kahve borcu olmamasına rağmen telefon numarasını verdi bana. Sıfır beş yüz mavi altı, altı yüz mavi yedi, mavi sekiz, mavi dokuz. Uyuyabilmek için çitten atlayan kuzuları saymaya başladım. Uyuyakaldım. Rüyamda kuzuların beyaz yünleri maviye dönüştü ve çitten atlamak yerine çitleri boyamaya başladılar. Maviye.

Ertesi gün yine gittim Mavi Kafe’ye. Sonraki gün de. Her gün kafenin tam kapanma saatine yetişiyor, bir kahve içiyor, sonra da Nil’le otobüse biniyordum. Onun hakkında öğrendiğim her yeni şey başka şeyler öğrenme isteği uyandırıyordu içimde. Konuşmalarımızın birinde iğnelerden nasıl korktuğunu, bu yüzden hastanelerden de korktuğunu; çünkü her gidenin kanını alacaklarmış gibi hissettiğini anlattı. Hayatından bir kere bile kan aldırmamış, doktora gitmemiş. Saçma olduğunu anlatmaya çalıştım, o da bana iğne gördüğü zaman nasıl bayıldığını anlatmaya çalıştı. Başka bir sohbet sırasında annesinin babasından boşandıktan sonra Datça’ya yerleşmesine ne kadar sevindiğini, babasının ise yeni evliliğinin iyi gitmesinin onu nasıl mutlu ettiğini anlattı. Çocukluğunda sürdüğü mavi bisikletinden, ayaklarına verdiği isimlerden (Haluk ve Levent), tarçını çok sevmesine rağmen sırf rengi yüzünden yiyemediğinden bahsetti.

Bir konuşmada maviyi neden bu kadar çok sevdiğini sormuştum. Bekliyordum ki bana mavinin nasıl en güzel renk olduğunu, diğer tüm renklere egemen olduğunu, başka hiçbir rengin taşımadığı anlamlar taşığıdını anlatacak, aklımı başımdan alacaktı.

“Bilmem” dedi omuz silkerek.

“Nasıl yani? Her yanınken niye sevdiğini bilmiyor olamazsın.”

“Bilmiyorum ama. Yani doğduğumdan beri böyle. Annem hep doğduğum zaman yanaklarımın kırmızı değil de mavi olduğunu söylerdi. O zamandan beri herhalde alışmışım. Bir gün hatta, hep anlatır, ilkokul birinci sınıftayım herhalde, belki de iki... Tabii ikinci sınıf; çünkü okul değiştirmişim o sene, sınıf öğretmenimiz ceza vermiş bana. Herkes kırmızı kalemle başlıklarını atıyor, kurşun kalemle yazılarını yazıyormuş. Ben her gün kuru boyalarımı getirip içinden mavileri ayırıyorum. İşte bir gün başlıklar lacivert oluyor yazılar açık mavi, ertesi gün tüm sayfa koyu bir mavi tonu, bir sonraki sefer başka tonda. Çıldırmış, annemle babamla konuşmak istemiş. Anlatamamışlar da bizim kız biraz şey diye.”

“Muhteşem mi?” diye atlayıvermiştim bir anda. Garip bir sessizlik olacak sanmıştım. Garip bir sessizlik olmasın diye dua ettim. Olmadı.

“Hayır, biraz deli olduğumu anlatamamışlar işte” diye devam etmişti sanki hiç bölmemişim gibi. “Aynı yıl tokat bile yedim ben öğretmenimden! Tabii, resim dersindeydik. 29 Ekim herhalde, öyle bir resmi bayrama yakın. Öğretmen diyor ki bununla ilgili bir resim çizin. Sınıfta şenlikler, törenler, meclisler çizen bir sürü çocuk var. Ben ve benim gibi birkaç tane hayalgücü yoksunu çocuk da her zamanki taktikle kaçıyoruz ve koskoca resim sayfasına kocaman bir türk bayrağı boyuyoruz. Buraya kadar her şey normal. Bitiyor ders, öğretmen alıyor resimlere bakıyor tek tek. Aferin oğlum, aferin kızım, ne güzel çizmişsin diye. Arada birkaç bayrak görüyor, hadi bakalım diyor onlara da. Sonra benimkine geliyor sıra. Hatırlıyorum şişman da bir kadındı, böyle sosis gibi parmakları vardı, bir de boşanmış ama hala yüzüğünü takıyordu; ama herhalde boşandıktan sonra almış kiloları hep, yüzük sanki bir daha hiç çıkmayacakmış gibi duruyordu parmağında. Neyse işte. Yanına çağırdı beni. Ben de sanıyorum ki bana da aferin diyecek, tebrik edecek falan. Geldim sınıfın önüne, öğretmenin yanına. O yüzükle elini kaldırdı, bastı bana tokadı. Feryat figan da bağırıyor ‘Sen nasıl bu ülkenin şehitlerinin kanlarıyla kırmızı bayrağımıza bilmem ne!’ diye hatırlamıyorum bile tam. Ağlaya ağlaya yerime oturmuştum. O da sınıfın önünde o çizdiğim mavi bayrağı ortadan ikiye yırtıp atmıştı.”

Ayaklanmıştım bir anda, “Manyak kadın!” diye haykırdım. “Küçücük çocuğa nasıl el kaldırır?”

O an – kafeye üçüncü gidişimdi – ilk kez elimi tutup sıkmıştı. “Yahu tuvaletten çıkıp gelecek değil ya, hıncını çıkaramazsın şimdi. Boşver” diyerek sakinleştirmişti beni. Benimse gözlerim elimi tutan ellerinde kalmış sandalyeye yığılır gibi tekrar oturmuştum.

Bir süre sonra buluşmalarımız rutin bir hal almaya başladı. O haftanın sonunda farketmiştim ki; ben geliyorum diye hep kafeyi biraz daha açık tutuyordu ve gün içinde yaşadığı koşuşturmadan olsa gerek, iyice yorgun görünüyordu. Böyle olunca hafta sonları daha uzun süreli gelmeye ve hafta içleri kafede buluşmak yerine çıkışta otobüs durağında bekleyerek aynı otobüse binmeye karar verdik.

Rutin otobüs seyahatlerimizden birinde yine yan yana oturmuş, onun müziklerini dinliyorduk. Şarkının ortasında bir yerlerde ondaki kulaklığı çıkardı ve bana döndü:

“Tarık, senden çok hoşlandım ben” dedi.

Ne söyleyeceğimi bilemeden, kulağımda bir yandan What far, far away to go beside you is where I want to be diye giden şarkı sözleriyle “Peki” deyiverdim. Belki de mırıldandım. Sadece bir inilti çıkmış bile olabilir; ama o her zamanki gibi sözünü hiç kesmemişimcesine konuşmaya devam etti.

“Yani kabul etmelisin ki biraz garipsin. Çoğu zaman karşındakiyle konuşmaktan çok onun hakkında bir şeyler hesaplıyor gibi duruyorsun. Belki de sigorta işin yüzünden bana öyle geliyor bilmiyorum; ama hoşuma gidiyor o halin. Sanki satranç oynuyor gibisin. Ben konuşurken hamlemi yapıyor oluyorum; ama sen benim hamleme bakmak yerine bilmem kaç tur sonra neler yapacağımın hesabını yapıyorsun. Garip; ama güven veriyor. Anlatabildim mi?”

“Hayır.” Anlamamıştım.

“Yani, bir saniye sonrası, bir dakika, bir saat, bir gün sonrasıyla ilgili her şey kafanda çok açık sanki. O yüzden güven veriyorsun. Biliyorum ki yarın ne yapacağını biliyorsun, ve konuşurken de söylüyorsun bunu bana. Bir yere gitmeyeceğim diyorsun. Her şeyi ayarladım diyorsun. Yanında olacağım diyorsun gelecek için. Ya da ben öyle anlamak istiyorum belki; ama yanımda olmanı istiyorum.”

Bu sefer anlamıştım, Dünya üzerinde senin yanından daha çok olmayı isteyeceğim bir yer yok... demeyi düşündüm. Vazgeçtim. Sonsuza kadar yanındayım demek çok klişe olurdu. Benim yerim senin yanın gibi bir şey desem aptallık kavramına yepyeni bir yaklaşım kazandırırdım. Sağ elini iki avcumun arasına aldım, yine mavilik vardı ellerinde. Gülümsemeden edemedim.

“Dediklerinden hiçbir şey anlamadım; ama şu elini tuttuğum zaman gittiğim çok güzel bir dünya var. Mavi bir dünya. Eğer yanında olursam, yanımda olursan belki seni de oraya götürebilirim” dedim. Aklım bir yandan kurduğum cümlelerin şairane mi yoksa kötü yazılmış bir şarkı sözü gibi mi olduğunu hesaplamaya çalışıyordu ki nefesim kesildi. Dudaklarımda Nil’in dudaklarının sıcaklığını hissettim. Kalbimin olduğu yerin yakınlarında bazı hücrelerim daha önce başlarına böyle bir şey gelmediği için din değiştirmeye hazırlanıyorlardı. Gözlerimi kapattığım anda otobüs ve dışarıdaki tüm dünya dönmeye başladı. Nil ve ben garip otobüs koltuklarında yan yana oturmuş öpüşüyorduk ve içindeki tüm canlı ve cansız varlıklarıyla dünya kendi eksenini bırakmış bizim etrafımızda dönmeye başlamıştı.

Nil’in elini çok uzun bir süre hiç bırakmadım. Tüm o otobüs yolculuğu, hemen sonrasında beni evine davet edişi, evinde yemek yiyişimiz, yatağa erken girip sevişmemiz, sabah uyanmamız, ertesi gün, sonraki gün, sonraki hafta, aylarca bırakmadım elini. Bırakamadım demeyeceğim; ama bırakmayı hiç istemedim. Maviyi seven kızın mavi bir eli vardı ve o el benim elimde olduğu sürece, maviyi seven kızın bir parçası bende olduğu sürece betimlediğim o mavi dünyaya gidebiliyordum. Tek yapmam gereken o küçük eli biraz sıkmaktı. Birlikte olmaya başladıktan yaklaşık bir ay sonra o da farketti bu alışkanlığımı. Bir akşam, bu sefer benim evimde yemek yerken, daha ağzımdaki lokmam bitmemişken soruverdi:

 “Neden elimi hiç bırakmıyorsun?”

Çünkü bırakırsam küçükken yatağımın altında, dolabımın içinde, elektrikler her kesildiğinde, kilerde ve su borularının içinde yaşayan tüm o canavarlar bir anda geri dönecek. Facebook’ta arkadaş olarak ekleyecekler beni. Bankaya gittiğim zaman benden bir önceki numarayı alıp veznedarla uzun uzun sohbet edecekler, mesai bitmeden işimi halledemeyeceğim. Trafikte önüme kıracaklar, sinirlerim bozulacak. Çocuklarımız aynı kreşe gidecek ve o sekiz gözlü canavar çocuk her gün çocuğumun üstüne yürüyecek. Altımdaki daireye taşınıp sabahlara kadar gürültü yapacaklar. Sokakta yolumu şaşırıp da gideceğim yeri sorsam bana bile bile yanlış yer tarif edecekler. Oturduğum kafede tiramisu yemek isteyeceğim ve son tiramisu’yu onlar almış olacak. “Şarjım bitti, bir telefon görüşmesi yapabilir miyim?” deyip yurtdışını arayacaklar. Beni arayacaklar, küçük çocuklar gibi telefon şakası yapacaklar. Arkadaşlarıyla içmeye gidip beni çağırmayacaklar. Taksici olacaklar, taksilerine bineceğim, uzun yoldan götürecekler beni. Kahvemi şekerli içtiğimi bile bile zehir gibi kahveler yapacaklar. Doğumgünümde hediye olarak çerçeve alacaklar bana. Hepsi, küçükken korktuğum her şey benim gibi büyüyecek ve yine saklanacak. Dolaba girmeyecekler bu sefer, trafikte arkamdaki arabada olacaklar. İş yerinde her sabah selam verdiğim, tanımadığım; ama aldığı maaşı bildiğim o sinir bozucu kel göbekli adamların arkasına gizlenecekler. Eğer elini bırakırsam hepsi memur olup Emekli Sandığı’ndan emekli olacaklar. Eğer elini bırakırsam tüm o canavarlar bir anda şekil değiştirecek, tanıdığım tanımadığım herkese dönüşecek. Ve ben yine korkacağım... demek istemiştim; ama onun yerine “Hep soğuk ellerin, ısıtmak istiyorum” dedim. Kim bilir artık kaçıncı kez, bir kez daha öptü beni.

Maviyi seven kız birlikte olduğumuz süre boyunca çok kez öptü beni. Öpmesi için çok neden de oldu. Bazen mavi küçük kekler yapar, üzerlerini mavi kremayla kaplardı. Tatları berbat olurdu. Sanki bir avuç mavi kesme şekeri yemek gibi; ama bu bir sorun değildi; çünkü maviyi seven kız maviyi seviyordu. Mavi küçük kekler yapmayı seviyordu, ben de maviyi seven kızı seviyordum. Ben mavi küçük kekleri yedikçe o beni öpüyordu.
Evinin salonunda öpüveriyordu beni. Mutfakta, yatak odasında ve sabahları dişlerimizi fırçalarken banyoda. Önceki gün mavi gömlek giymişsem sabah benim gömleğimi üzerine geçiriyor ve öpüyordu beni. Önceki gün kırmızı gömlek giymişsem gömleğimi giymeden iç çamaşırlarıyla gelip öpüyordu beni. Eğer tüm haftasonu onda kalmışsam ve o yüzden bir önceki gün gömleğim yoksa, iki gün boyunca yataktan çıkmamışsak çırılçıplak öpüyordu beni.

İlişkimiz boyunca böyle pek çok alışkanlık yarattı ikimize. Örneğin, eğer olur da yaptığı herhangi bir yemekle ilgili kötü bir şey söylersem tüm hafta boyunca mavi giyinmek zorundaydım. Eğer yemekleriyle ilgili hiç bir şey sözlemezsem iki hafta boyunca giydiğim her şey mavi olacaktı. Gördüğüm ve ona anlattığım her güzel mavi şey için bir öpücük hakkı kazanıyordum ve sayısız kere sırf öpücük hakkı için kafamdan güzel mavi şeyler uydurdum. “Bugün durağa yürürken kocaman mavi bir şemsiyesi olan bir adam gördüm” derdim bir anda. O da bir anda öperdi. “Mavi tasmalı bir köpek” derdim başka bir sefer, “saçlarını maviye boyamış bir adam”, “televizyonda Mavi Bir Şey adında bir film vardı ve çok güzeldi” diye uyduruverirdim, o da beni öperdi.

Bu ilginç ödül anlayışına hep hayrandım. Gerçi onunla ilgili hayran olduğum çok fazla şey vardı: mavi sevgisi, dudakları, mavi sevgisi, kafesi, mavi sevgisi, ayak bilekleri ve mavi sevgisi bunlardan yalnızca birkaçıydı. Hayran olduğum bir başka şeyse eviydi. İki oda bir salon, küçük bir evdi. Duvarlar lacivert, tavanlar açık maviydi. Küçük salonunda buz mavisi geniş ve rahat bir kanepe, küçük kahverengi bir masa – neden mavi olmadığını sormadım bile – ve duvara monte edilmiş küçük bir televizyon vardı. Pencerelerin yanında üç sıra raf dizilmiş, aynı benim kitaplığım gibi çeyreği mavi kapaklı olan kitaplarla donatılmıştı. Yerde tavanla aşağı yukarı aynı renkte büyük bir halı seriliydi ve tepemizdeki avize de geniş bir yarım küre olacak şekilde tabii ki maviydi.
Banyosunda maviye boyanmış eski tip bir küveti vardı. Yatak odasında sonradan beraber mavi bir yatak örtüsü aldığımız çift kişilik yatağı ve küçük bir masadan başka bir şey yoktu. Mutfağıysa oldukça küçüktü ve her tarafı dolaplarla çevriliydi. Öyle ki buzdolabını mutfağa sığdıramamış antreye koymuştu. Kapıdan girdiğiniz zaman karşınıza ilk çıkan şey karşı duvarda alt alta duran anne ve babasının fotoğraflarıydı. Annesi “Ne bileyim ben?” dercesine ellerini yukarı kaldırmıştı. Üstteki fotoğrafta da aslında babası ellerini masaya dayamıştı; ama Nil maviyi sevdiği kadar anne ve babasının birlikte olması düşüncesini de sevdiği için fotoğrafın masa kısmını kesmiş ve böylece anne ve babasının çerçeveler arasında gizlice el ele tutuştuğu izlenimini vermişti.

Dördüncü ayımızdı. Dışarıda her yıl olduğu gibi yine son bilmem kaç yılın en yoğun kar yağışı vardı ve onun evinde sadece ikimiz olarak doğumgünü kutluyorduk. Masmavi kocaman bir pasta yapmıştı bana. Dilek tutmamı isteyip – Nil hiçbir zaman ayrılmasın yanımda – mumları üflettirdi.

"Beni hiç bırakmamanı diledim." demiştim.

Eliyle ağzımı kapamıştı.

"Yaa niye söyledin, söylersen gerçekleşmez dilek!"

Sonra beni öpüp gözlerimi kapatmamı istedi. Kapattım, hışırtılar duydum. Açtığımda önümde mavi kurdeleyle bağlanmış bir hediye paketi duruyordu. Kurdeleyi söküp pakedi açtım. İçinden bir gömlek çıktı. Kırmızı bir gömlek.

“Bu gömlek kırmızı” dedim.

“Evet canım. Beğenmedin mi?”

“Hayır beğendim; ama bu gömlek kırmızı.”

“Evet canım.”

Sessizlik.

“Bana kırmızı bir gömlek mi aldın?”

“Hayır aslında mor bir hipopotam aldım; ama kargoda sorun çıkmış, Salı günü getirecekler.”

Sessizlik. Gülmeye başladı. Ben de gülmeye başladım. Sarıldı bana, doğumgünümü kutladı sonra kanepeden kalkıp yatak odasına yöneldi.

“Kırmızı sana daha çok yakışıyor” dedi giderken.

Her zamanki gibi hiçbir şey anlayamamış, olduğum yerde kalakalmıştım. Sanki içinde başka gizli bir anlam bulabilecekmiş gibi kırmızı gömleğe bakıp durdum. Sonunda çözemeyeceğimi anlayıp Nil’e sormaya karar verdim. Antrenin ışığı kapalıydı, Nil’e seslendim; ama cevap vermedi. Koridorun sonunda yatak odasının da kapısı açıktı; ama ışık yanmıyordu. Bir kere daha seslendim, yine cevap gelmedi. Yatak odasına ulaşıp ışığı açtım.

Nil yatağın kenarında oturmuş, üzerinde mavi bir gecelikle bana gülümsüyordu.

“Doğumgünün kutlu olsun” dedi.

“Bacağın... Sol bacağın mosmor olmuş” dedim. Gözüm doğrudan oraya kaymıştı; çünkü sol bacağının üst kısmında çok büyük bir morluk vardı. Tam morluk değildi aslında. Mavi gibiydi. Gözünün ucuyla bacağına baktı; ama umursamayarak tekrar bana döndü. Eliyle yanına gelmemi işaret etti.

“Onu bir doktora göstermemiz gerek.”

“Hayır gerekmez Tarık. Bugün senin doğumgünün!”

“Yahu bakar mısın haline? Mosmor. Mavi hatta! Bak şimdi Acil’e gitmem dersen yarın gidelim bir doktora.”

“Hayır dedim. Hastane, doktor, iğne. Ne kadar güzel şeylerden bahsediyorsun öyle!”

“Bir şey değil ki canım. Alt tarafı bir kontrol ettireceğiz.”

“Hayır.”

“Nil yapma lütfen. Bir şey olmayacak.”

“Hayır.”

“Lütfen.”

“Hayır!”

Doktora gitmedik. Bu şekilde ilk ve son kavgamızı etmiş olduk maviyi seven kızla. Böyle söyleyince kavga yüzünden ayrılmışız gibi oluyor; ama hayır, sadece bir daha hiç kavga etmedik. Kaldı ki benim doğumgünümden, bu kavgamızdan çok daha büyük olaylar, çok daha büyük anlar da yaşadık onunla.

İnsan bir ilişkinin içindeyken o ilişkinin en önemli anları konusunda sağlıklı bir fikir sahibi olamıyor. Ancak geriye dönüp baktığınızda doğru bir şekilde eleyebiliyorsunuz anılarınızı. O zaman ortaya çıkıyor yaşadığınız anılardan hangilerinin diğerlerinin yanında daha güçlü olduğu, hangilerinin son kullanma tarihlerinin ne zaman olduğu.
Genellikle ilişkinin içindeyken tüm bu anlar bir öncekini devirecek şekilde gelir. Yaşadığınız her güzel an için şimdiye kadar yaşadığım en güzel şeydi diye düşünürsünüz; çünkü bir öncekine göre daha taze bir deneyimdir.

Şöyle diyelim. Sevgilinizle her haftasonu aynı restoranda yemeğe çıktığınızı düşünün. Her haftanın aynı günü, aynı saatte, aynı yerde yemek yiyorsunuz, aynı şarabı söylüyorsunuz. Aşağı yukarı aynı uzunlukta sürüyor bu buluşmalarınız. Elbette bazen öncekiler kadar hoşlanmadığınız yemekler olur; ama olağan koşullarda her haftanız bir öncekine göre daha güzel gelecektir; çünkü beyniniz hemen karşılaştırma yapar. Bunların arasında kavga ettiğiniz, yemek sonrasında seviştiğiniz, yemeklerin geç geldiği, şarabın tadının kötü olduğu, babanızın bir hafta önce vefat etmiş olduğu yemekler olabilir; ama aşağı yukarı aynı şekilde geçirdiğiniz haftalardan en son geçirdiğiniz hep en güzeli olacaktır.

Derken bir gün ilişkiniz biter ve o zaman düşünmeye başlarsınız. Bir sürü haftasonu yemekleri arasında her birinde farklı şeyler konuşulmuştur. Birisinde kavga edilmiş, diğerinin sonrasında sevişilmiştir, belki babanızın vefatından sonraki yemekte sizi nasıl anladığını bilmek size o yemeğin en güzel yemek olduğunu gösterecektir, belki de kavga ettiğiniz yemek için o kavganın çok gerekli olduğunu ve ilişkinize anlam kattığını ileri sürecek onu beğeneceksiniz. Belki de yediğiniz son yemek gerçekten de en güzel andı. Sonuçta ilişkinin sonrasında o anı en önemli/değerli/iyi/güzel kılan şeyin ne olduğunu bileceksiniz.

Ben ve maviyi seven kızın ilişkisinde en önemli anımızın neden önemli olduğunu anlamak kolaydı. İlişkimiz boyunca pek çok önemli şey yaşamıştık. Yine karlı bir kış gecesi ben nasıl yapılacağını dahi bilmeden sıcak çikolata yapmıştım ve tadı çok kötüydü. Yine de maviyi seven kız bunu çok şirin bulup adam gibi sıcak çikolata yapmak için mutfağa gitmiş, benimkinden de kötü sıcak çikolatalar yapmıştı. Ne kadar denesek de her ikimiz de bir daha güzel sıcak çikolata hazırlayamadık. Nil kafenin menüsünden sıcak çikolatayı kaldırmak zorunda kaldı ve bu laneti başka şeylere de bulaştırmamamız için benim ona herhangi bir yemek ya da içecek hazırlamamı yasakladı. Bu komikti.

Başka bir gün, kış daha başlamamışken bana eski gramofonları nasıl da merak ettiğini söylemişti. O haftasonu dedemin eski evinden tozlanmış koca gramofonunu çıkarıp gizlice evine götürüp ona sürpriz yapmıştım. Sevinçle dinlemeye başladığı yeni oyuncağını pek beğenmedi; ama dedemden kalmış olmasının ne kadar önemli olduğunu bildiğinden salonun tam ortasına koydu ve bir daha hiç dinlemese de her gün tozunu alıp sildi. Üstelik tüm bunları yaparken gramofonu bir dekor olarak beğendiğini ve bu yüzden atmadığını bir kere bile söylemedi. Bu değerliydi.

Kışın sonunda çok kötü bir gribe yakalanmıştım. Öyle ki Nil’e bulaştırmayayım diye üç gün evden çıkmadım; ama dördüncü gün kapıma dayandı. O kadar ısrar etmeme rağmen evine dönmeyi reddetti ve sonraki iki gün benimle kaldı. Bana çorba ve çay yaptı, masaj yaptı, gece yanımda uyudu ve üçüncü günün sonunda o da hasta olup yatağa düştü. Bu güzeldi.

İşte ilişkimizdeki en önemli olay da tam bu noktada şekillenmeye başladı. Haftasonunu birlikte ve hasta olarak geçirdik. Kafeyi yanındakilere açtırıp kapattırdı; çünkü yataktan çıkmasına izin vermiyordum. Zaten kafede gün içinde hemen yorulup dermanı kalmayan maviyi seven kız bu hasta haliyle yataktan çıkamıyor ve tabii ki de doktora gitmek konusundaki tüm ısrarlarıma karşı çıkıyordu.

Pazartesi günü ben kendimi daha iyi hissettiğim için işe gittim. Nil de daha iyi görünüyordu. Yine de kafeye ya da evine gitmeyeceğine ve yataktan çıkmayacağına söz verdirttim. Eğer sözünde durmazsa doktora gidip iğne vurduracağımızı söyledim. İstemeyerek de olsa kabul etti.

Ofisteyken bir sorunu olmadığından, iyi olduğundan emin olmak için saat başı evi arayıp kontrol ettim. İlgim hoşuna gidiyor gibiydi; ama üçüncü aramadan sonra bunalmaya başladığını hissettim; zaten öğleden sonra toplantım gereksizce uzadığından mesai bitimine kadar bir daha arayamadım. Toplantı biter bitmez toparlanıp bir yandan da onu tekrar aradım. Telefonu açmadı. Uyumuştur herhalde diye düşündüm. Yanılmışım.

Otobüs durağına gitmeden önce kafeye uğrayıp ne durumda olduklarına baktım. İdare ediyor gibi görünüyorlardı. Nil’in arayıp aramadığını sordum. Muhtemelen evde sıkılıp sürekli kafeyi aramış, gelen gidenleri, işleri, mutfaktaki durumları sorup durmuştu. Öğlen aradığını, her şeyin yolunda olduğunu öğrenip telefonu kapattığını söylediler. Otobüsteyken bir kere daha aradım. Açmadı. İyi. Gece öksürmekten uyuyamamıştı. Şimdi uykusunu alıyordur hiç değilse. Otobüsten indim, eve yürüdüm, yakındaki bakkaldan kış çayı aldım ve apartmana girdim.

Evin önüne geldiğim zaman içerideki seslere kulak kabarttım. Eğer televizyon ya da müzik sesi gelmiyorsa herhalde uyuyordur diye sessizce gireyim istedim. Bir ses gelmiyordu. Kapıyı açtım. “Nil” diye seslendim içeriye yavaşça. Cevap vermedi. Elimdekileri bırakıp paltomu, ceketimi çıkarıp içeriye, yatak odasına girdim. Nil yatakta yorganları üzerine çekmiş, sadece başı dışarıda kalacak şekilde uyuyordu. Sevindim. Mutfağa gittim. Kettle’a su koyup kaynatmaya başladım. Kış çayının paketini açtım. Dolaptan mavi bir kupa seçtim. İçine çayıp atıp kaynamış suyu ekledim. Birkaç dakika iyice karışması için bekledim. Nil’in sevdiği şekilde iki şekerini de atıp içeri yöneldim. Elimde kupayla yavaşça Nil’in yanına oturdum. Saçlarını okşayarak nazikçe uyandırmaya çalıştım.

“Canım, kış çayından getirdim sana. İçer misin şimdi, yoksa uyuyacak mısın?”

Cevap vermedi. Ellerimi yanağına sürttüm.

“Canım.” Yanağı soğuktu.

“Nil.” Yanağı çok soğuktu. Kupayı yere bırakıp elimi alnına koydum. Alnı da çok soğuktu. Başını benden yana çevirdim. Dudakları mosmordu – hayır mavi değil mor! – ve onlar da buz gibiydi. Parmağımı orada tutmaya devam ettim, bir yerden nefes geliyor mu diye, yorganı açtım, kulağımı göğsüne dayadım, ses gelmiyordu.

“Nil!” İki omzundan tutup kuvvetlice sarstım. Hiçbir şey olmadı.

“Nil!” Biraz daha sarstım, hala bir şey yoktu. Nasıl yapılacağını bilmesem de bir yardımı dokunur diye ağzını açıp tüm gücümle üfledim. İki elimi üst üste koyup bütün gücümle göğsüne baskı yaptım. Hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey olmadı...

Sonraki 12 saati zar zor hatırlıyorum. Bir noktada hiçbir şey yapamayacağımı ve ambulans aramam gerektiğini farkettim. Aradım. O sırada bir şey yapamadığım için öylece yanına uzanıp bekledim. Durumu kafamda tartmaya çalıştım; ama o sırada tam anlayamadığımı hatırlıyorum. Bence ölmemiştir diye düşünüyordum. Bence ölmemiştir. Kalbi atmıyor, nefes almıyor olabilir; ama zaten o kadar kolay ölünmez. Risk analizi yapıyorum ben. Bilirim, o kadar kolay ölseydi insanlar sigortalar çok daha pahalı olurdu. Zaten grip kimseyi öldürmez ki. Bazıları ağır atlatır o kadar. Evet o da demek ki o kadar derin bir uykuda, şu an kalbi atmıyor ve nefes almıyor gibi geliyor. Sonuçta tüm vücudu mikroplarla savaşıyor şu anda. Az nefes alacak ki hastalıkla savaşan organlarını daha çok çalıştırabilsin. Sahi öyle mi işliyor acaba? Yok yahu. Belki yanlış yeri dinlemişimdir. Ya da nefes alıp almadığını nerden bileceğim ki? Ben doktor değilim sonuçta. Dur bir de elimle bakayım. Hayır bu göğsü. Meme ucu... Kalp daha yukarıda. Evet buralarda bir yerlerde. Bakayım. Atıyor mu? Atmıyor galiba. Belki de atıyordur. Tık tık bir ses duyuyorum ama... yok o saatimden geliyormuş. Yoksa Nil’den mi geliyor? Neyse. Ama çok soğuk her yeri. Hala üşüyor mu acaba? Üstüne bir battaniye daha mı örtsem. Yok onu biliyorum. Birinin ateşi varsa onu olabildiğince soğuk tutacaksın ki zaten ateşi düşecek. Aa soğuk olduğuna göre ateşi düşmüş olmalı. Bu iyi bir şey değil mi? İyi bir şey tabii. Güzel, demek ki iyileşiyor. E uyuyor o zaman sadece. Ah, keşke ambulans çağırmasaydım. Bir de onların karmaşasından gürültüsünden uyanacak hemen. Karşısında doktorlar iğneler çok korkacak. Eyvah. Çok kızar bana. Bunu ona yapamam; ama şimdi ambulans da tekrar aranıp ‘Pardon siz geri dönün sadece uyuyormuş, üstelik gribi de geçti’ denmez ki. Yazık adamlara. Dalga geçer gibi. Ne yapmalı o zaman? Belki de uyandırmadan kaldırabilirim onu. Aşağıdan hemen bir taksiye bindiririm. Ambulans gelmeden onun evine geçeriz. Uyandığı zaman da şöyle güzel bir yemek yapmış olurum ona. Sürpriz olur. Ama yok. Yemek olmaz. Yemek yapmam yasak. Lanetliyiz. Hahah. Dışarıdaki sesler de ne acaba? Siren sesleri geliyor. Allah allah. Yakınlarda birine bir şey mi oldu? Amma ses çıkardınız be. Pencereyi mi kapatsam sese uyanmasın Nil? Acaba ambulans doktorları beyaz mı giyiyor mavi mi? Mavi giyseler keşke. O zaman Nil o kadar korkmazdı. Bir de hastanelerin duvarları mavi olsa. O zaman hastaneye de hep giderdi. Ah keşke asıl kanımız mavi olsaydı! O zaman kan da aldırırdı, iğne de olurdu, hiçbir şeyden korkmazdı. Benim kanım kırmızı kalsın ama. O bana kırmızıyı daha çok yakıştırıyor. Niye öyle diyor ki? Bence mavi de yakışır bana. Ona daha çok yakışıyor tabii. Sahi mavi demişken, bacağından kocaman mavilik vardı o ne oldu. Bakayım. Hım. Duruyor yerinde. Soğuk. Mavi. Mor. Mavi. Bilemedim. Aa kapı çalıyor. Kim ki bu saatte. Ne varmış canım saatte. Akşam saati. Çöpü mü almaya geldi acaba kapıcı. Bilemedim. Neyse. Hiç açamayacağım kapıyı şimdi. İşin yoksa kalk kapıya git. Amma ısrarcıymış bu da. Zili çal çal bitmedi. Kapıyı da yumrukluyor. Oh harika! Şehir eşkiyası mübarek. Allah allah. Bu ses ne? Biri kapıyı mı kırdı? Aa birileri geldi. Ambulans doktorları mavi giyiyormuş.

Gözümü hastanede açtım. Bayılmışım. Öyle dediler. Nil’i sordum, sormaya çalıştım; ama acilde çok fazla insan olduğunu kimden bahsettiğimi bilemediklerini söylediler. Birazdan taburcu olduğumda danışmaya sorup öğrenebilirmişim onun da durumunu. Onun da durumunu. İçim rahatladı. Onun da bir durumu vardı. Atlatılabilecek, geçecek bir durumu. Bu iyi haberdi. Yanılmışım.

İroni çok ilginç bir kavram. İnce Alay diye de geçer. Bir sözün tam karşı anlamında kullanılmasıdır sözlük anlamı. Yaz günü, ortada bulut yokken, hava 35 derece sıcakken palto giyen birine dönüp Şemsiye de al! dersiniz. Budur.

Hayattaysa sözde olduğundan daha garip. Bir olgunun ironik, ince alaylı olması çok da kolay hazmedilir bir şey değildir; çünkü o zaman bir şeyin tam karşı anlamı olmaktan çıkar ironi, bir olguyu olduğu gibi kendisiyle çeliştirir. Olgunun olgu olmasını saçmalaştırır. Kafanızı karıştırdım galiba. Ergenlik yılları boyunca sigaradan nefret ettiğini, anne ve babası da dahil çevresinde sigara içen herkesi küçümsediğini söyleyen kişinin elbette üniversitenin ilk yılında sigaraya başlaması, yıllarca arayıp da hiçbir kitapçıda bulamadığınız bir kitabı bir gün şans eseri bir adamın çöpe attığını görmeniz bir ironidir. Maviyi seven sevgilinizin tüm mavilikler arasında size kırmızı bir gömlek alması bir ironidir.

Yaklaşık iki saat sonra, Acil’deki baş doktorun odasında Nil’in vefat ettiğini öğrendim. Beynimin içerisinde hesap yapan, sorgulayan, anlamaya çalışan ne kadar parça varsa hepsini kapattım ve sadece dinlemeye çalıştım doktorun dediklerini. En başından beri bahsettiğim, her şeyi anlamlandırmaya, analiz etmeye, işlemeye çalışan beynimin bunlarla oynayıp kafamı kurcalamasına izin vermedim.

Maviyi seven kızın öldüğünü söyledi doktor. Ben eve gelmeden birkaç saat önce ölmüş. Kalbi durmuş. Gripten mi durmuş diye merak ettim. Gripten değil kalp yetmezliğinden olduğunu, çok şaşırdıklarını söyledi. Ben de çok şaşırdım. Hiç farkına bile varmadan bana hayatımın en büyük ironisinden bahsetmeye başladı:

“Fallot Tetralojisi diye geçer literatürde” dedi Nil’de olan sorun için, “İnanın ben de sizin kadar şaşkınım. Bu doğumla gelen bir bebek hastalığıdır ve genelde bir-iki yaşına gelmeden tedavi edilir. Öbür türlüsü mümkün değildir zaten. Bir insanın bu hastalıkla kırk yaşına kadar yaşama olasılığı yüzde üçtür.”

Doktorun yüzüne baktım. Onu fevkalade şaşırtan şeyin ne olduğunu anlamamıştım. Nil’in sorununun ne olduğunu da anlamamıştım. Hiçbir şey anlamamıştım.

“Anlayamadım doktor bey. Bahsettiğiniz bu hastalık, sorun her neyse. Nedir bu?”

“Şöyle açıklayayım. Kalbimizde kirli kanla temiz kanın birbirine karışmaması için dört ayrı odacık, odacıklar için dört ayrı kapakçık vardır. Fallot Tetralojisi’nde bu kapakçıklardan birinin duvarı, delik olur, zedeli olur; ya da geçirgen olur. Bir şekilde kirli kanla temiz kan birbirine karışır yani. Dediğim gibi bu durum bebeklerde hemen farkedilir ve kapakçık değiştirilerek tedavi edilebilir; fakat arkadaşınızın durumunda bu yaşına kadar hiçbir müdahale olmamış ve kalbi yenik düşmüş.”

“Evet, hastanelerden korktuğunu söylemişti.”

“Başınız sağ olsun.”

Doktor ayaklanmış odadan çıkmaya hazırlanıyordu, “Teşekkürler” gibi bir şeyler mırıldandım. Beynimin sessiz kalmasına izin verememiş olacağım ki dayanamayıp sordum:

“Doktor Bey. Bu hastalık... farkedilip düzeltilir dediniz. Yani aylardır birlikteyiz Nil’le; ama ben hiçbir şey farkedemedim. Tamam, çabuk yorulurdu, ya da ne bileyim bazen damarları görünürdü teninin altından, mavi lekeler gibi ama..."

Doktor, kapının eşiğinde tekrar bana döndü, bir çocuğa anlatır gibi nazik ve yavaşça “Tarık Bey, dedim ya sorun bebekken kendini gösterir diye. Fallot Tetralojisi olan kişilerde kirli kan ile temiz kan karıştığından yanaklarında, bileklerinde, bacaklarında damarlarında mavi izler görünür. O yüzden halk arasında mavi hastalık da derler. Tekrar başınız sağ olsun” dedi ve yüzümdeki ifadeyi fark etmeden odadan çıktı.




Edit: Yarısı yoktu niyeyse öykünün, onu da ekledim..
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #1 : 20 Ocak 2012, 19:42:48 »
Öyküyü okumayanlar için yorumumda spoiler olduğunu belirteyim.

Ellerine sağlık Orçun çok hoş bir öykü yazmışsın. Sonu biraz duygusal oldu. Özellikle son kısımlara yaklaşırken bir ayrılık olacağını tahmin etmiştim, ama bu ayrılığın bir tarafın ölümüyle sonuçlanacağını hiç düşünmemiştim. Maviyi seven bu kızı düşünürken aklımda biraz Zooey Deschanel, biraz da Isabelle Geffroy geldi. Tatlı bir aşkın kısa sürede nihayete ermesinin vermiş olduğu sızı da burktu yüreğimi. Maviyle özdeşleştirdiği o kızın kendisine kırmızı renkte gömlek almasına bile şaşıran adamcağızın hali daha da üzdü beni. Ve çok ani şekilde son buldu öykü...

Akıcı anlatımın, betimlemelerin, o gerçekçi ve gülümseten örneklerin, aslında bildiğimiz ama pek fazla dışa vurmadığımız cümlelerin ile kendi adıma dört dörtlük bir öykü okuduğumu söyleyebilirim. Sadece son cümlenin yine Tarık'ın kendi düşüncesiyle oluşmuş bir metin olması sanki o duygusal anı daha iyi kotarabilirdi diye düşünüyorum. Ama böylesi de hoş olmuş.

Tekrar ellerine sağlık. :)
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #2 : 24 Ocak 2012, 23:28:01 »
Bir başka Tarık bu hikayeyi okudu ve duygulandı.

Uzun uzun, hakkını vererek yorum yapmak istiyorum aslında ama bazı hikayeler oluyor, bittiğinde aklınızda kalan etkisi okurken gözünüze çarpan yerlerin hepsini silip atıveriyor; bu da öyleydi bana göre. Hoştu, samimiydi, duygusaldı ve üzdü. Bazı yerlerde Tarık'ın (ehem) kafası çok farklı yerlere uzanıyordu ya, o bölümler de ayrı bir gerçekçilik kazandırmış özellikle. Karakterlerin düşünceleri, 120 kez kullanılan mavi kelimesinin taşıdığı anlam ve hissettirdiği şeylerle okumaktan keyif aldığım, uzunluğuna da hiç takılmadığım bir kısa öyküydü. Elinize sağlık, umarım kaleminizden daha fazlasını da görürüz ileride. :)
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #3 : 24 Ocak 2012, 23:39:00 »
Çok teşekkür ederim yorumlarınız için; ama o uzun uzun olan yorumlarınızı da ilk fırsatta almak, dinlemek isterim. İnşallah kalemimden daha fazlasını da göreceksiniz Şubat ayında. Tekrar sağolun, çok mutlu ettiniz beni.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Kanashii Uchiha

  • **
  • 99
  • Rom: 9
  • Melek sesli iblis ve kan damlaları...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #4 : 28 Ocak 2012, 00:52:11 »
Nasıl başlamak gerekir ki böyle bir öyküye ....
Ben, kafamın içinde yaşayan ve  ''iç ses'' diye tabir ettiğim gevezeye;
 ''Yorum istemez, sen sus; yeter!'' diyerek başladım bir şeyler karalamaya.

Aşık olmanın anlamlandırılamaz derece de sıcak anlatıldığı bir öyküydü bu. Herkes aşık olmaz, olsa da mavi bir aşk olmaz onların ki ...
Ama Nil farklıydı. Tarık... Tarık çok daha farklı.
Anlatım şeklini, betimlemelerini, benzetmelerini; çevre-kişi-durum tasvirlerini öyle ince ve öyle hoş yapmışsın ki ; EGO otobüslerinde cam kenarı koltuklardan birindeymiş gibi ilerledim tüm hikaye boyunca. Sıkılmadım okurken. Bütün halde yazılan paragraflardan, okuduğum yeri kaybetmekten ve bitme/başlama noktalarından nefret ediyor olsamda ,bölük pörçük okuduğumu düşündüğüm zamanlarda kendimi cezalandırarak tekrar tekrar okudum hikayeni. Bir yerleri kaçırmaktan korkarak.

Alıntı
“Ne kadar da mavi bir gün, değil mi?”
   O an ne o sorunun anlamını, ne mavinin hangi renk olduğunu, ne de bir günün aslında kaç güne denk olduğunu hatırlayabildim. Sorunun tamamıyla retorik olması bir yana – fikrimi sormuyor, günün maviliğini en az onun kadar takdir edip etmediğimi merak ediyordu – sadece dünyada böyle bir sorunun varlığı bile o an için olasılık dışıydı.

Nasıl insanı içine çeken bir sorudur o öyle. Her şeyi başlatan bu soru oldu bende.

Tarık'ın gözlerinden dünyaya bakmaktan çok büyük bir keyif duydum. Özenli cümleler, abartılmamış ama önemsetecek kadarda oranlı kullanılmışlardı. Böyle bir yazıda fazlası abartı ve aşırı olacaktı. Dozu tutturabilmiş olman gerçekten tebrik edilesiydi.

Mavi ve Maviyi seven kız'ın  sık sık tekrarındandır, bazı yerlerde yoruldum.  Ortaya çıkan koskocaman tamlama gruplarından oluşmuş olsa gerek bu yorgunluk hissi, ama yine de bu zorluk dahi, hikayeyi yarıda bırakma isteği doğurmadı bende. Gerekliliktir bu. Biliyorum. Sempatik ve akıcı anlatım bunu tekrar ettirdi bana sıkça.
 "Bu gerekli; vermek istediğini ancak bu halde verebilir. Mavi şart!"  dedim kendi kendime.

Ve sabrımın nihayetini aldım elbette...ortalara doğru ilerlerken adını koyamadığım bir his sardı yazının tamamını.

Alıntı
Hiçbirini yapmadım. Onun yerine, hani tam bir şey söylemek için ağzınızı açarsınız; ama sözcükler çıkmaz ve bunu farkettiğiniz an küçük düşmemek için bir anda ağzınızı kapatırsınız ya, bunu defalarca tekrarlayarak otobüsteki diğer insanlara balık taklidi yaptığımı kanıtlamaya çalıştım.

Bu cümle ile birlikte masumane bir anlatımı gördüm satırlarda, o adını veremediğim his buydu işte.Anlatım öyle masum ve kırılgandı ki ....

Tam ne kadar da duygusal diye düşünürken şurada yer alan gerilim ; 

Alıntı
Sadece birinin gelip ne istediğimi sorması gerekiyordu. Bu kadar basitti. Muhtemelen ellili yaşlarında, saçlarındaki beyazları umursamadığı için boyatmayan şirin bir bayan gelecek ve bir şey isteyip etmemediğimi soracaktı (gözümün ucuyla baktığımda kalkmakta olan geç çiftin kapının yanından mutfağa doğru gittiklerini haber vererek kafeden çıktığını gördüm), ben de ona mavi elbiseler giyen ve maviyi çok seven bir başka bayanı aradığımı anlatacaktım. Elbette kadın hiçbir şey anlamayacaktı (bir an yerimden sıçramama neden olacak şekilde demin dışarıda kitap okuyan genç kız hızlıca balkon kapısını açıp içeri girdi, kafeyi boydan boya geçti ve çıktı), özür dileyecek ve sorumu tekrarlamamı isteyecekti. Ben de bir kere daha yaptığım aptallıktan ve utançtan yerlerin dibine girerek ona adını bile bilmediğim ve hakkında bir kanıya sahip olduğum tek şeyin mavi rengine olan ilgisi olduğu bir kızı nasıl bulabileceğimi soracaktım (Orta yaşlı adam iki masa önümde yavaş yavaş toparlanıyordu). En başta çok şirin bulduğum o bayan bir anda sinirden küplere binecek, “Benimle dalga mı geçiyorsun sen be adam?” diye üzerime yürüyecek ve orayı hemen terk etmezsem polis çağıracağını söyleyerek beni tehdit edecekti (Orta yaşlı adam çıkarken kapıyı arkasından kapattı).
Bir an büyük bir tedirginlik hissettim. Kafede benden başka kimse kalmamıştı. Etrafıma bakındım. Belki bir yerlere saklanmış, köşede duran, tuvaletten çıkan birileri vardır diye düşündüm. Yanıldım.

İşte bu , bir boksörün yere düşüp nakavt olacağını hissettiği saniyelerde, birdenbire içinde duyduğu azmin etkisiyle yeniden ayağa kalkmasını sağlayan ivmeydi. Verilmişti. Kanlı canlı oradaydı. Satırlar gözüme girip duruyor ve kendine çekiyordu. Tempo budur! Eline sağlık.

Kurgudaki insanı zorlamaya, kafa karıştırmaya ihtiyaç duymayan ilerleyiş, çevresel ve gereksiz geçişlerin verilmeyişi, aralarda bulunan bağlama paragraflarında sunulan açıklamalar; yeter seviyede, yerli yerlerinde ve düzenliydi.Ne eksik ne fazla.
 Bir kaç yerde imla yanlışlıkları, bir iki yerde de zamir, sıfat eksikliği gibi küçücük olumsuzluklar farkediliyorsada, o kadar da rahatsız edici değildi. Sonuçta amatörce yapılan yanlışlıklar değildi, sadece gözden kaçmış olabilir...

Hikaye hakkında spoiler içerir!

Spoiler: Göster
Son söz ; Maviyi seven ve Maviyle ölen kızın ardından bakan bir adamın cümleleriydi sarsıcı olan. Kızın ölmesinden çok Tarık'ın hayatında kalan mavi boşluk üzdü beni. Hüznün içine yerleştiği kavramın Nil'e yakıştığını görüyorum. Farklı olsaydı; ıı ıh... bu kadar hoş olmazdı.


Tutunabilecek her şeyin yok olduğunda var olursun...Gerisi sadece suretlerin karmaşası!

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #5 : 29 Ocak 2012, 14:04:32 »
Yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Bu kadar etraflıca düşündürmüş olması, bu kadar etraflıca yorumlamış olmanız benim için çok kıymetli. Tekrar teşekkürler.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #6 : 13 Temmuz 2012, 23:48:39 »
Aslında bu öykümü daha önce kısa bir süreliğine paylaşmış, sonra bir yarışmaya gönderebilmek için konuyu silmek zorunda kalmıştım. Bu sefer temelli paylaşayım diyorum. İyi okumalar..

Word'den zank diye kopyalayınca böyle korkunç yorucu ve bir arada bir şekilde oldu ama kusuruma bakmayınız..
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #7 : 14 Temmuz 2012, 00:32:52 »
Öykü yarım!

Bitip bitmediğinden emin olamadığım için magicalbronze'un yorumunu okuyup bir güzel de spoiler aldım  :hemk

Edit: Aslında spoiler olduğunu yazmış ama ben bir yanlışlık olduğundan emin olamadığım için okuyuverdim...

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #8 : 14 Temmuz 2012, 00:35:08 »
Ahh ben de yeni farkettim ve şimdi koydum diğer yarısını da.. Çok özür dilerim spoiler için..


Edit: Koskoca site sahibisin.. bir "spoiler" butonu kullanmıyorsun ya alacağın olsun..
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #9 : 14 Temmuz 2012, 00:46:08 »
Ne demek, hiç önemi yok...

Spoiler: Göster
Ağladım desem bilmem inanır mısın? Belki sonunda ağlamam normal olabilirdi. Ama ben spoiler'ı almadan, sonunu okuyamadan kırmızı gömleği aldığında ağlamıştım. O zamandan, sonuna kadar. Başka bir yorum da yapamıyorum. Sadece bazı yazılar insana dokunur hani, yaşadığın şeylerle bağdaştırırsın, işte öyle.



Ellerine sağlık.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #10 : 14 Temmuz 2012, 07:48:19 »
Uzun bir öykü olduğu için ve benim de birkaç başka işim olduğu için, bu hikayeyi okuma işini erteledikçe erteledim. Sonunda şu ana nasip oldu.

Kurguyu çok beğendim. Akıcıydı, sandığımdan erken bitirdim ve hikayen beni etkiledi desem yeridir. Belki de hiç yaşayamamış olduğumdan falandır, aşk içerikli olaylar beni pek az etkiliyor. Fakat bazısı da bana "ya sen de böyle olursan?" gibi bir düşünce salgılatıyor ve normalden fazla üzülebiliyorum. İşte o durumlardan birini daha yaşadım az önce.

Anlatımın çok güzeldi, fakat çok küçücük bir pürüzden bahsetmek istiyorum. 'Falan falan düşünüyordum, yanılmışım' kalıbını iki kez kullanmışsın ve bu kalıp benim de sevdiğim bir kalıptır. Ancak tehlikeli bir kalıptır çünkü hikaye içinde spoiler vermek gibidir bu. "Beyler, bakın şu şu olacak, şimdiden belirteyim" izlenimi yaratır. Spoiler vermeyeyim diye üstü kapalı olarak anlatayım durumu; o olayın olacağını ben çok önceden anlamıştım. Dolayısıyla o olay olana kadar okuduğum kısmı o kadar hızlı geçtim ki, sonradan aklım karıştı.

Bu kalıbı, olaydan bahsetmeden hemen önce yazarsan, daha güzeldir.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #11 : 14 Temmuz 2012, 15:05:04 »
Teşekkürler yorumlarınız için..

Galaxie: Ağlattıysam gerçekten özür dilerim; ama ağladığın için çok mutlu oldum. Umarım daha pek çok kişiye ağlatabilirim. Beğenmen ise apayrı bir sevinç kaynağı.

Raisor: Teşekkür ederim. Bak şimdi canım sıkıldı kafa karışıklığına neden olunca.. Ama bu "bişey bişey bişey, hop yanılmışım"sal şeyleri aslında bir kere yapayım da neşemi bulayım'dan ziyade, hikayenin taa en başından beri:

Alıntı
“Ah evet. Şey, tenim ince herhalde. Damarlarım deriye çok yakın” dedi.

Damarları derisine yakın falan değildi.

2'den de fazla kez kullandım. (Yukarıdaki alıntı ilk kez otobüste karşılaştıkları zamandan... hikayenin bayağı başında yani) Tam saymadım ama 6-7 kez o ya da bu şekilde kullandığımı hatırlıyorum. Bunun nedeni bir takım foreshadowingler verebilmek (bilmeyenler için, foreshadowing yazarın metinde bir şekilde metnin sonunda olacak olaylar için spoiler vermesidir) idi.

Dolayısıyla bilinçli olarak kullanıldılar bunlar hep yerlerinde; ama kafa karışıklığına neden olmasına üzüldüm  :hemk
Tekrar teşekkür ediyorum okuduğun ve yorum yaptığın için.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #12 : 14 Temmuz 2012, 18:01:52 »
Hep kızın aslında maviyi sevmediğini düşünmüştüm. Yani ne bileyim, mavi olumsuz bir sıfattır zaten. Sanki mavilik onun peşini bırakmayan bir kaderdi ve Tarık'ın bunu ona yakıştırması, olumsuzluktan memnun olduğunu gösteriyordu ki bu da Nil'i çok mutlu ediyordu. Bir ilişkinin olması gerektiği şekilde, olumsuz yanını severek yaşıyorlardı. Neyse ki kız hiçbir zaman maviyi sevdiğini gerçekten söylemedi öyküde, ben de tahminimin doğru olduğu varsayımıyla hareket edebilirim!

Sonunda değil de şu kısımda duygulandım ben;

Spoiler: Göster
Alıntı
Çünkü bırakırsam küçükken yatağımın altında, dolabımın içinde, elektrikler her kesildiğinde, kilerde ve su borularının içinde yaşayan tüm o canavarlar bir anda geri dönecek. Facebook’ta arkadaş olarak ekleyecekler beni. Bankaya gittiğim zaman benden bir önceki numarayı alıp veznedarla uzun uzun sohbet edecekler, mesai bitmeden işimi halledemeyeceğim. Trafikte önüme kıracaklar, sinirlerim bozulacak. Çocuklarımız aynı kreşe gidecek ve o sekiz gözlü canavar çocuk her gün çocuğumun üstüne yürüyecek. Altımdaki daireye taşınıp sabahlara kadar gürültü yapacaklar. Sokakta yolumu şaşırıp da gideceğim yeri sorsam bana bile bile yanlış yer tarif edecekler. Oturduğum kafede tiramisu yemek isteyeceğim ve son tiramisu’yu onlar almış olacak. “Şarjım bitti, bir telefon görüşmesi yapabilir miyim?” deyip yurtdışını arayacaklar. Beni arayacaklar, küçük çocuklar gibi telefon şakası yapacaklar. Arkadaşlarıyla içmeye gidip beni çağırmayacaklar. Taksici olacaklar, taksilerine bineceğim, uzun yoldan götürecekler beni. Kahvemi şekerli içtiğimi bile bile zehir gibi kahveler yapacaklar. Doğumgünümde hediye olarak çerçeve alacaklar bana. Hepsi, küçükken korktuğum her şey benim gibi büyüyecek ve yine saklanacak. Dolaba girmeyecekler bu sefer, trafikte arkamdaki arabada olacaklar. İş yerinde her sabah selam verdiğim, tanımadığım; ama aldığı maaşı bildiğim o sinir bozucu kel göbekli adamların arkasına gizlenecekler. Eğer elini bırakırsam hepsi memur olup Emekli Sandığı’ndan emekli olacaklar. Eğer elini bırakırsam tüm o canavarlar bir anda şekil değiştirecek, tanıdığım tanımadığım herkese dönüşecek. Ve ben yine korkacağım...


Kendimi çok yakın görüyorum yazımına, bu da oldukça zevk almamı sağlıyor okurken. Ellerine sağlık.

Spoiler: Göster
Ayrıntılı eleştiriyi özel olarak yaparım.
try again fail again fail better

Çevrimdışı DarLy OpuS

  • ********
  • 2766
  • Rom: 35
  • Dansımız Marşandiz
    • Profili Görüntüle
    • Uykusuzluk Kulesi
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #13 : 17 Temmuz 2012, 01:39:10 »
Tövbe estağfurullah, neler anlatmışsınız siz! Sonrasında kuş vurmak istediğim bir hikâye oldu bu. Üzerine burada konuşmaya kıyamadım, müsait bir zamanda özel mesajla uğrayacağım size.

Hislerinize sağlık.

Çevrimdışı estarriol

  • **
  • 163
  • Rom: 10
    • Profili Görüntüle
Ynt: Maviyi Seven Kız
« Yanıtla #14 : 17 Temmuz 2012, 04:00:15 »
Her hangi bir ekrandan okuduğum en güzel yazıydı bu. İnsanı tatlı biçimde şaşırtıyor, farklı biçimde sevindiriyor, haklı biçimde üzüyor.

Bahsettiğinize benzer bir rahatsızlıkla ilgili bir film izlemiştim, oradan aklıma geldi bir ara ve "acaba kızın bir rahatsızlığı mı var?" dedim. başka hayali bir karakter için endişelendiğimi hiç hatırlamıyorum. Bunu da sizin yeteneğiniz olarak görmek gerekir sanırım.

Belki de ilk defa "Bu neymiş acaba?" diyerek bir öykü okudum sitede ve hayli etkilendim. Bu öyküyü yazarak bir çok iyi şeye sebep olduğunuza inanın efendim.