Aslında öykü bir bütün olarak okunduğunda kurgusu daha iyi anlaşılır. Birbirlerine bağlantılı kurgularla değişik bir hava yakalamaya çalıştım. Bir arada okuyunca anlaşılması daha kolay. İki kısa bölümü birleştirip koyuyorum bu sefer

-4-
Doğulu canavar öfkeyle uyandı karanlık uykusundan. Ver Kindra. Aylar boyunca onu aramıştı ama o şimdi kendisine ihanet etmek üzereydi. Koca tarikatta ay dönümünde ortadan kaybolan tek kişi oydu. Onun, onlardan birisi olmadığı belliydi. İnsanları sebepsiz öldürmeyi yasaklamıştı. Ama şimdi nerdeydiler? Yüzyıllardır bu çöplükte saklanıyorlardı ve plan yapıyorlardı. Ver Kindra’yı bu sebeple kabul etmişlerdi. Doğuştan kusurlu gözleri onun da dışlanmasına sebep olmuştu ve onlar ona bu sayede inanmışlardı. Tarikatın eski lideriyle odasında uzun günler konuşmuşlar ve o da ölünce yerine Kindra’yı getirmişti.
Benim gibi talihsiz sayılmaz, diye düşündü doğulu. O da meleklerin varlığını bilenlerden birisiydi. O gün, o yangın yerinde rastlamıştı ona. Kara kaplı yıpranmış defterini hızla açtı. Birkaç yıl gerisine gitti.
“18 Şubat
Lanetli günün ertesindeyim. Başıma bunlar o gün geldi. 14 Şubat, lanetli gün. Uyandığımda daha sabah bile olmamıştı. Bütün sistemlerin bozulmuş olması nasıl tesadüf olabilir? Evimin sağ tarafı gürültüyle çökmüştü. Apartmanın alt katındakilerin daha kötü durumda olduğundan emindim. Koca bir yangın her tarafı sarmıştı. Dışarıda itfaiyenin sesleri, zihnimdeyse çığlıklar vardı. Yanan bacaklarım acı içinde titrerken alt kata inemeyeceğimi fark ettim. Bütün merdivenler yıkılmıştı. Yukarıya çıkmayı düşündüm. Yangın korumalı asansör bile patlamıştı. Yangın merdiveninin ise sadece yukarıya çıkan kısmı sağlamdı. Hızla çıktım. Üst kattaki daire çoktan yanmıştı. Orada yaşayan adamı fazla tanımıyordum. Daha bir ay önce taşınmıştı. Ama yukarıya çıktığımda köşeyi dönerken sağ elini yanan sütuna tuttuğu için çığlık atan biri olduğundan emindim. Peşinden koştum. Geçtiğim yerde yalnızca savrulan küller vardı. Çatı çökmüştü. Gökyüzünde yıldızlar ve dolunay etraftaki hengameyle alay edercesine sakinlerdi. Yapacak bir şeyim olmadığı için ateşlerden en uzak köşeye oturdum. Yaklaşık bir saat içinde her şey bitmişti. Bina çökmek üzereydi ama bir türlü çökmüyordu. Tam o anda karşımdaki küllerin canlandığını gördüm. Küller canlanıyordu! Küllerden önce ufak bir ateş doğdu. Sonra başında tacıyla kanatlı bir parıltı karşımda duruyordu. Elini bana uzattı. Kalktım ve o eli tutmak için uzandım. Ama tam o anda arkamdan büyük bir uluma geldi ve kendimi büyük bir şeyin altında buldum. Kanım çekiliyordu resmen. Hayır. Kanım yer değiştiriyordu. Benim olmayan bir kanla yer değiştiriyordu. Meleğin inlediğini duydum. Yavaşça karşımda küllere karıştı ve yok oldu.”Doğulu birkaç gün daha atladı. Öfkesi artmıştı. Her şeyin farkına varıyordu.
“6 Nisan
Hastaneden kaçışımı anlatmanın vakti geldi sanırım. O iğrenç yaratıklar üzerimde deney yapmışlardı. Bir ay boyunca bunlara katlandım. En sonunda Torel adında takım elbiseli bir adam ve yanında birkaç asker beni görmeye geldi. Bana çok eski bir pikap hediye getirmişlerdi. Birkaç da plak. Gülümsüyorlardı. Benimse içimde öfke gitgide büyüyordu. Gördüğüm en güzel şeyden mahrum bırakmışlardı beni. O meleğin yok olmasının sebebi onlar değildi belki de. Ama şimdi suç onların. İki hafta boyunca sık sık ziyaretlerde bulunup benimle iyi geçinmeye çalıştılar. Bir amaç doğrultusunda hareket ettikleri belliydi. Ama sonra bir gün yüzlerinde çok ciddi bir ifadeyle ortaya çıktılar. Beni odamdan alıp bir tren istasyonuna götürdüler. Askerler silahlarını çekti. Ben öfkeden kudurmuş vaziyette, bir hayvanın yaşama içgüdüleriyle sıçradım. Askerlerin nafile kurşunlarından birisi yanık bacağımı sıyırdı. Acıyı anlatmıyorum bile. Kendimde olduğunu bilmediğim bir güçle koşuyordum. Arkamdan gelen bağırışları ve kurşun seslerini işitmemeye başladığımdaysa şehir dışına çıkmıştım bile.”Doğulu, sinirden çıldırmış bir halde, defteri çantasına koydu. Etrafta yatan tiplere bakmaya bile tenezzül etmeden hızla lağımın arıtmaya döküldüğü yere doğru koştu. Sona gelmeden ikinci sapaktan sağa döndükten sonra Ver Kindra’nın dairesine gelmişti. Kapıyı çalmayı düşünmeden bir omuz darbesiyle içeri girdi. İçeride gördüğü manzara karşısında donakaldığında, arkasından koşturan iki adamın silahlarını üzerinde hissetmişti bile. Bir tanesi “Yere yat! Hemen!” diye bağırmıştı bile. Ama o kendini çabuk toparladı. Karşısında elleri önünde toplanmış yerde oturan ve oralarda değilmiş gibi görünen Ver Kindra vardı. Sesini en yüksek perdeden ulaştırmaya çalışarak bağırdı.
“Seni pislik herif! Kendi aşağılık dürtülerine herkesi dahil etmeye çalışıyorsun. Ama o dahilin içinde sen bile yoksun. Sen korkağın tekisin!” Korumalar tam ateş etmek üzerelerken Doğulu bir kelime daha haykırdı.
“İnsan!” Gümüşe bulanmış iki yağlı kurşun omurgasına saplanıp parçaladığında, çekilen kanının tekrar yerine geldiğini hissetti doğulu. Yüzüstü yere yığılırken küllere karışan ellerini meleğine uzatmayı başarmıştı.
**
Ver Kindra ikinci göz kapağını çoktan açmış olan biteni izliyordu. Doğulu gelmişti. Beklediği buluşma gerçekleşmek üzereydi, ancak hamle yapmadan önce düşünmesi gerekiyordu ve iyi ki de böyle yapmıştı. Zohan ve Tero içeriye tam zamanında girip, belki bir saniye gecikmeyle tetiğe basmışlardı. Doğulu’nun dudaklarından dökülen insan sözcüğü kurşunlardan daha tehlikeliydi.
Kindra gözleri kapalı olduğu halde yerden kalktı, yavaşça arkasını dönüp koltuğu çekti ve yerine oturdu. Sehpadan gözlüğünü alıp taktıktan sonra gözlerini açtı. Her şey eski haline dönmüş gibiydi. Ama yine de içinde bir huzursuzluk vardı. O ikisi hala arkada ellerinde silahlarıyla bekliyorlardı. Gözlüğünün camı görüntüyü yansıtıyordu. Birbirlerinin kulağına fısıldıyorlardı.
“Zohan.” Diye seslendi Kindra, “Dolunay’a ne kadar var?”
“Şey, üç gün galiba.” Diye cevapladı kafası karışık Zohan. Aptal bir maymuna benziyordu. Yüzünde kesmediği sakallar yerli yersiz fırlamış, siyah noktalardan burnu görünmez olmuştu. Saçlarıysa neredeyse omzuna geliyordu. Tero kardeşine çok benziyordu, sadece onun saçları daha kısa ve sarıydı. Ve, o kadar aptal değildi.
“Neler oluyor Kindra?” diye sordu Tero. Ver Kindra yavaşça başını salladı. Sır veriyormuş gibi fısıldayarak konuştu.
“Üç gün. Doğru. Üç gün. Üç gün sonra, yüzyıllık bekleyişiniz son bulacak. Meleksizler kendilerini gösterecek. Herkese haber verin. Planı bir ay erkene alıyoruz.”