Kayıt Ol

Mitolojik Astroloji

Çevrimdışı em_dan_rup

  • ****
  • 992
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Mitolojik Astroloji
« : 19 Ocak 2008, 15:52:12 »
MİTOLOJİK MERKÜR
Merkür, hem en küçük hem de güneşe en yakın gezegendir. Rasyonel aklın sembolü olan Merkür, spiritüel yön hissimizle (Güneş) çok yakın ilişki içerisindedir. Akıl, duygusal amaçlarımıza hizmet etmelidir. Merkür en fazla 28 derece uzaklıkta bulunduğu Güneş'le sadece kavuşum açısı yapabilir. Eğer Merkür en uzak noktasındaysa, kişinin ana amacından uzaklaşmış bir akıldan bahsedilebilir. Kavuşum durumunda ise isteklerimizle aklımız birlikte hareket etmektedir denilebilir.

Merkür ile Güneş arasındaki bu ilişki, mitolojide Merkür ile Jüpiter arasında da gerçekleşmektedir. Sosyal bir amaç ya da daha büyük bir bütün ile ilişkinin sembolü olan Jüpiter, kişinin bilincine odaklanmasına (Güneş'in mitolojik rolü) yardımcı olur. Dolayısıyla Merkür’ün Jüpiter’in hizmetinde olması -yani aklın daha yüksek amaçlara hizmet etmesi- astrolojik bir kural haline gelmiştir.

Jüpiter, mitolojide tabii ki tanrıların kralı Zeus'tur. Babil’de bu planet Marduk olarak bilinirdi. Tanrı Marduk deniz canavarı Tiamat’ı vahşice öldürdükten sonra cennetin efendisi olmuş, ve evrendeki düzeni yaratmıştır. Marduk, Merkür olarak bilinen Nebo (ya da Nabu) nun babasıdır. Nebo tanrıların sözcüsü, kanunları ve emirleri yazıp insanoğlu ile iletişimi sağlayandır. Babil’in yeni yıl festivali de – Babil takviminin en önemli bayramıdır - Marduk’un kaos ile başlıca savaşının yeniden canlandırılmasıdır.

Babilli Nebo kıymet verilen ciddi bir tanrıdır. Babilliler görünüşte rasyonel akla ve onun insan bilincindeki yerine çok kıymet verirler. Mısırlıların “tanrıların sözcüsü” korkutucu bir karaktere sahiptir – Thoth, çeltik kargası başlı tanrı, sadece yazının değil aynı zamanda büyünün de tanrısıdır. Fakat biz burada bu ilişkinin üzerinde fazla durmayacağız, çünkü Thoth Merkür gezegeni ile hiç ilişkilendirilmemiş, ondan daha ziyade Ay tanrısı olarak bahsedilmiştir. Yunan Merkür’ü Hermes, sembolik olarak Mısır Thoth’u ile benzerlik taşır.

Thoth ile Hermes, veya Merkür ile Ay arasındaki bağlantı mitolojik açıdan önemlidir. Merkür rasyonel aklı, Ay ise içgüdüsel hafızayı temsil eder. Hindistan’da, Ay tanrı Chandra ve Merkür tanrı Budha'dır (Buddha değil). Budha Ay tanrısının oğludur. Hindu inanışına göre ne zaman bu ikisi birleşirse, baba ve oğul, akıl ve hafızanın birliği vardır – hafıza Hindu inanışında aklın başka bir yönüdür. Bu sebeple, bu iki planet kavuşum halinde bulunduğunda, görkemli bir akıl ile karşılaşırız – kişi her öğrendiğini (Merkür) hatırlama (Ay) yeteneğine doğuştan sahiptir. İleride göreceğimiz gibi Olimpiya yönetiminde, eski çağlarda Merkür (günümüz astrologların Ay ile bağdaştırdığı) Yengeç’in yönetici gezegeni olarak karşımıza çıkacaktır.

Nebo ve Thoth her ne kadar amaçlı ve saygın aklı temsil etseler de, dürüst olmayan oyuncu –ve bazen daha da tehlikeli– yanları da vardır. Yunanlılar bu ikilemi, tanrıları Hermes için de düşünmüşler ve onu iletişimin yanı sıra hırsızların tanrısı olarak da tanımlamışlardır.

Hermes Zeus ile Maia’nın çocuğudur. Hermes neredeyse doğumundan itibaren bir hırsızdır. Değerli bebek gün ışığına ulaştıktan sonra ilk dikkatle baktığı şey bir kaplumbağadır. Kaplumbağanın kabuğundan lir adlı müzik enstrümanını icat etmiştir. Yoluna devam ederken Apollo’nun sığırını çalmış, sonra yakalanıp Olympos’a getirilmiş ve Zeus tarafından yargılanmıştır. Sonuçta Zeus ve Apollo bu küçüğün yırtıcı zekasına hayran kalmışlardır. Hermes çaldığı sığırı Güneş tanrısına geri vermiş, aynı zamanda liri de hediye etmiştir. Lir daha sonra Apollo’nun müzik tanrısı olarak bir sembolü haline gelmiştir. Apollo Hermes’i bu dünyadan diğer tarafa giden ruhların rehberi yapmıştır –bu, daha önce güneş tanrısı tarafından yapılan muteber bir görevdir.

Neden aklın tanrısı aynı zamanda hırsızların da efendisi olur? Çünkü insan aklı aslında ahlakdışıdır. Herhangi bir etik kural çerçevesinde çalışmaz. Bir kişinin ev tadilatları hakkında kitap yazmak için kullanacağı aklı bir başka kişi evin kilidini açmak, ya da hırsız alarmını etkisiz hale getirmek için  – veya sahte senetler satarak piyasadan milyonlarca doları toplamak için (Merkür aynı zamanda tüccarların da yöneticisidir)- kullanabilir. Burada Merkür ile Jüpiter’in ya da Güneş’in arasındaki bağlantı çok önem taşımaktadır; akıl sadece daha yüksek bir bilincin yönetiminde iyinin güçlü bir hizmetkarı olabilir. Eski astrologlar Merkür’ü “nötr” bir planet olarak tanımlamışlardır. Bu nedenledir ki bir kişinin haritasında güçlü ancak kaygı verici Merkür'ün profesyonel hırsız olarak değerlendirilmesi astrolojik bir gelenek halini almıştır. Merkür’ün bir başka yönü de gençliğidir. Hermes’in tüm yaptıkları, liri icat etmesi ve sığırı çalması, bir çocuk tarafından yapılmış olarak kabul görür ve Merkür ortaçağ astrologlarınca gençliğin sembolü olarak görülür. Güçlü Merkür’ü, ya da ikizler veya üçüncü evinde belirgin bir vurgu olan insanlar genellikle “Peter Pan” gibidirler. Merkür’ün tatlı dilli pırıltılı cazibesine sahip, ancak hiçbir zaman büyümeyen kişilerdir. Bu genç karakter belki çok güçlü bir yaratıcılığa yada hiç gelişmemiş erişkinliğe (bazen ikisi birlikte) sahip olabilir. Jung analistleri bu karakteri “ebedi çocuk” olarak adlandırırlar. Çocukların sahip olduğu cazibeyi sergileyen, hayatın içinde belirgin bir amacı olmaksızın savrulan, Don Juan tarzı ilişkiler yaşayarak bir gün gerçekleştirmeyi hayal ettikleri muhteşem icatlarından bahseden kişilerdir. Dişi karşılığında ise aşk için yaşayan, kendi fiziksel güzelliğini her şeyin üstünde tutan, Merkür cazibesini sergileyen kadın sevdiği erkeği etkileyebilir ve onun için yaşayabilir. Fakat içinde bir boşluk vardır; bu, hayali düzeydeki düşüncelerini gerçekleştirmekteki yetersizliğidir. Bazen bu “ebedi çocuk” karakterleri konuşmayı bırakıp bir şeyler yapmaya başlarlar; dünyadaki en meşhur yazar ve artistlerde bu çocuksu yan vardır. Yaratıcılıklarının kaynağında biraz bu yanları yatmaktadır.

VENÜS
Başlangıçta Dünya Uranüs (Gök Tanrısı) ile Gaia (Yer Tanrıçası) tarafından yönetiliyordu. Uranüs, oğlu Satürn (Kronos) tarafından hadım edilerek hayaları cennet ve yeryüzünün çeşitli yerlerine saçıldı. Bu parçaların bazıları Okyanusa düşerek Venüs’e hayat verdi, Yunanlıların aşk tanrıçası Afrodit (Roma mitolojisindeki Venüs) büyük bir dalganın üzerinde bir deniz kabuğunun içinde deniz köpüğünden meydana geldi. Kıbrıs kıyılarına vardıktan sonra Mevsimler (Horalar) tarafından giydirildi ve süslendi.
Rönesans ressamlarında Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” tablosu bu doğum sahnesini canlandırmaktadır. Batı dünyasınca en önemli eserlerden biri olarak görülen bu tablo, Tanrıçalar içerisinde en ilgi çekeni olduğunu da gözler önüne sermektedir.

Venüs pek çok isimle anılmaktadır. Afrodit kelime anlamı olarak “deniz köpüğünden doğan” demektir. Genellikle Aphrodite Anadyomene “denizden gelen köpükten doğan” olarak anılmaktadır. Hissi yapısı nedeniyle kuşu güvercin, saklı yeri Kıbrıs, sevdiği çiçekler gül ve nergisti. “Altın” olarak anıldı ve şairler tarafından aşıklarına altın bir ışık içinde göründüğü tasvir edildi. O “Gülen Afrodit” olduğu kadar, güzelliğin ve zevkin göndericisi olarak da tanımlanmıştır.

Psikolojik olarak aşk, seks ve ilişki kurmak insanoğlunun ilk temel fonksiyonlarındandır. Kolektif bilincimizin ve ruhumuzun derinliklerinde dalgaların üzerinde dans eden Venüs’tür. Bu okyanustan çıktığında gülerek ve hala altınsı bir ışık saçarak bilinçdışımızın katmanlarını aydınlatmaktadır. Aşığı Anchises’e de bu diğer tarafın altınsı ışığı ile görünmüştür. Venüs aşığının mütevazi çoban kulübesine arkasında kendini takip eden kurtlar, aslanlar, ayılar, leoparlar ve arılar ile yaklaşır. Üzerinde altın, kırmızı bir kostüm vardır. Eğer Anchises’e bilinçdışının gücüyle belirirse, derinliklerindeki güvenilmez tarafı da göstermek durumunda kalacaktır – bu yüzden ona normal bir ölümlü olduğunu söyler.

Venüs sevgi ve güzelliğin tanrıçası olarak, mantıksal olarak ilişkileri de düzenlediğini düşünürüz; Terazi'nin de yönetici gezegeni olması ve bu burcun ilişkileri ve evliliği temsil etmesi sebebiyle. Ancak pek öyle değildir. Evlilik her zaman sevgiyle, aşkla ilgili değildir. Daha ileride göreceğimiz üzere evlilik Juno (Hera)’nun kontrolündedir.

Venüs’ü incelerken, evli olduğunu ancak bu evliliğin ne derece farkında olduğunun ve onu yücelttiğinin şüpheli olduğunu gördük. Aşığı savaş tanrısı Mars için Kocası Vulcan (Hephaestus)’ı ret ettiğini ve onun çocuklarını doğurduğunu biliyoruz. İhanetinin ardında biraz Vulcan’ın da sorumluluğu vardır. Vulcan işiyle evli, ilişkisine ve sevdiğine gerekli özeni ve ilgiyi göstermekten yoksun, yetenekli bir mühendis ve tüccardır. Bu Venüs için olmazsa olmaz bir durumdur ki aşığı Mars ile oldukça fırtınalı bir birliktelikleri olmasına rağmen onun tarafından tapılmaktadır. Vulcan’ın kaderi Venüs tarafından aldatılmaktır. Yine de Mars ile ilişkisini öğrendiğinde çok sinirlenir ve gizli adası Lemnos’a gideceğini söyler. Vulcan’ın tahmin ettiği gibi Venüs aşığı Mars’ı çağırır ve Vulcan gizlendiği yerden iki aşığı gözetler. İkisi birlikte yatağa uzandıklarında üzerlerine sadece kendisinin çalıştırabildiği bir ağ atarak onları Olimpos Dağındaki Tanrılara gösterir. Venüs, kadınsı bir tepkiyle olayı reddetmeye çalışırsa da tanıklık eden tanrılar vardır. Neptün’ün sayesinde ikisi de serbest bırakılırlar.

Pek çok astrolog tarafından kişilerin haritalarında Venüs ve Mars'ın durumlarına bakılaraktan ilişki hakkında yorum yapılmaya çalışılır. Ancak ikisi arasındaki gizli, evlilik dışı ilişkinin herhangi bir şekilde sürekliliği ve sağlamlığı söz konusu değildir. İki planet arasında seksüel ve romantik bir çekim olduğu doğrudur, ancak daha ziyade vahşi veya dürtüsel boyutta kalmaktadır. Hindistan’da doğum haritalarında Venüs-Mars çakışmasına sahip iki insanın hata derecesinde tutkulu ve duyusal oldukları düşünülür. Ancak Mars ve Venüs başlı başına uzun süreli bir birlikteliği belirlemeye yetmez. Bunun için gerekli olan Ay ve Güneş , ve ufuk çizgilerinin birbirleriyle ilişkileridir. Astroid Juno ilişkinin ihtiyaçlarını belirlemede çok yardımcı olmaktadır. Venüs sadece anın romantizmi ve tutkusu ile ilgilenmektedir. Tabii ki uyumlu bir Venüs-Mars ilişkiyi tamamlayan, lezzet veren baharat gibi olacaktır.

Venüs Boğa ve Terazi'yi, eski Yunan’da ise Boğa’yı yönetmektedir. Bu burcun yöneticisi olarak Venüs dünyevi ve bedensel zevkleri yönetmektedir. Hatta fahişeler tarafından kendilerinden biri olarak kabul edilmiş ve Aphrodite Porne ya da Aphrodite Hetaira adlarını almıştır.

Terazi'deyken daha ziyade ilişki içindeki zıt uçları uyuma ulaştırmakla ilgilenmektedir. Venüs, güzel ve uysal tanrıça, vahşi avcılar ile – Ares(Mars) savaş tanrısı ve Adonis canavar avcısı – ilişkilere giriyor. Bu tarz zıt kutuplar Terazi'de sık sık ortaya çıkar ve burada uyuma ulaşırlar. Bunun en basit örneği dişi ve erkek olarak iki karşıt cinsin bir araya gelmesini gösterebiliriz. Genellikle bizde olmayan (bastırılan) özellikler karşısında etkilenir ve o kişinin çekimine gireriz. Ancak pek çok kişi bunun nedenini unutur ve onu kendine benzer bir şekle dönüştürmeye çalışır. Venüs’ün buradaki görevi bu iki uçtaki kişiyi uyumlu bir hale getirme çabasıdır. Ares veya Adonis gibi vahşilerin aşk ile bir birliktelik oluşturması bir diğer maharetidir. Ve sonuç olarak, fırtınalı birliktelik, aşkın doğasında bulunması sebebiyle, pek çok ilişkinin karakteristiği olur.

Venüs Boğa ve Terazi'nin yönetici gezegeni olarak iki önemli prensibe sahiptir. Boğa'nın kendi değeriyle ilgili “Ben tek başıma neye sahibim?” ve Terazi'nin başkalarınca belirlenen değeri ile ilgili “Benimle ilgili ne düşünüyorsun? Seni mutlu edebiliyor muyum?” sorularıdır.

Venüs güzel, çekici, tüm tanrıçalar arasındaki en güzeldir. Ancak bu yeterli olmaz. Sürekli diğerleri tarafından böyle olduğunun teyit edilmesini bekler. Yanı başında güzel bir kadın olduğunda varlığının ve görünümünün tehdit edildiği hissine kapılıp, kıskanç ve sinirli tarafını ortaya çıkarır. Afrodit, ölümlülerin aralarında tanrıçadan daha güzel olduğunun konuşulduğunu duyduğu için Psykhe (Ruh)’yi öldürmüştür. Bu haritasında güçlü Venüs etkileri taşıyan kişilerin karşılaştıkları hazin bir durumdur. Bu kişi çocukluğunda uzun yıllar hep gözbebeği olmuş, her görenin aşık olduğu biriyken yıllar geçtikçe yaşlanır ve güzelliğinin kaybolması ile bunalıma girer. Bu aynen Pamuk Prensesteki üvey anne sendromuna benzer. Tıpkı Pamuk Prensesin yakışıklı bir prens tarafından kurtarılması gibi Psykhe de Eros(Aşk), Afrodit’in oğlu, tarafından kurtarılır. Bu iki hikaye birbirine benzer. Yaşlanma sonucu daha önceden sahip olunan yerin kayboluşunun hikayesidir. Aynı zamanda bir oğulun en sevdiği ve hayran olduğu kadın olan annesine karşı çıkışının ve hayranlığını genç geline aktarmasının hikayesidir.

Aslında, Venüs haritamızda kendi değerimiz ile ilgili unsurları ve bu değerin ilişkilerimizde nasıl kaynaştığını gösterir. Venüs, herkesi, ölümlü ya da ölümsüz, istediği anda aşık etmeyi becerir. Bu durumda Venüs konumunun incelenmesiyle kişilerin nasıl aşık oldukları da anlaşılabilir. Olimpos’taki hayatını hatırladığımızda Venüs’ün sadık ve güvenilir bir aşık olmadığını da hatırlarız. Özellikle Koç, İkizler, Yay ve Kova'da yer aldığında ilk elektrikten sonra ilişkiyi oturtmaya çalışmaktansa aşık olma serüvenine düşmeyi yeğler. Bu başlangıçta aşk daha yeni ve tazeyken Afrodit’in hoşuna gider. Daha sonraları Hera’nın etkisinde olan “ölüm bizi ayırana dek” tutarlılığından ve aşkın görev olduğu durumlardan hoşlanmaz. İşte bu nedenle ilişkiler konusunda sadece Venüs’ü yorumlamak sonuçta hüsran ve ayrılık olacağının göstergesidir. Çünkü ilişkinin başında kişi Venüs’ü en iyi durumda hisseder. Ancak zaman ilerledikçe heyecan ve değişiklik arzusu öne çıkar.

Çoğunlukla, bir kadının haritasında Venüs kadının kendisini görmek istediği imajı, erkeğinkinde ise feminen arketipini işaret ettiği söylenir. Ancak bu her zaman doğru değildir. Bu gezegen pek çok insanın belli bir olgunluğa erişmesinden, kendini tanımasından ve içinde daha dengeli bir insan oluşmasından önceki tavırlarını belirleyebilir.

Aslan'da ya da birinci evdeki Venüs “Hala en güzel ben miyim?” sorusunu soran ve hep bunun olumlu cevabını bekleyen kişi olabilir. Başak'ta bulunan ya da Satürn’le birleşmiş bir Venüs de kendini aynada inceler ancak farklı şekilde, kendinde sürekli kusurlar bulmak için. Bu şekilde bir özeleştiri ve mükemmellik arayışı ikili ilişkide karşı tarafın tüm iltifatlarına rağmen onu ve söylediklerini itmemize sebep olur. Vulcan’ı incelediğimizde onun da geçmişte her iki ebeveyni tarafından da iki kez reddedildiğini görürüz. Bunun sonucu olarak da kendisinin yetersiz olduğuna inanmaya ve böyle hissetmeye başlar. Venüs ile karşılaştığında da içindeki bu değersizlik hissi, onun hayatına girmesine izin vermez. İçten içe ailesinin kendini reddedişiyle duyduğu utanç ve aşağılanma tüm hayatını etkisi altına alır. Sonuçta bu utancını işinde dönüştürmeyi başarır ve birbirinden güzel objeler tasarlamasına yardımcı olur. Bu dönüşüm genellikle Venüs’ün Pluto, Satürn veya Neptün ile yaptığı güçlü açılarla mümkün olmaktadır. Sevgi ve güzellik aslında içimizde ama utanç, suçluluk, güvensizlik, kuşku ve korku katmanlarının altında gömülüdür. Bu hayatımızda ancak, aşağılara inmek konusunda bilinçli şekilde kararlı olarak kendimizi gerçekten sevdiğimiz taktirde, yavaş yavaş, adım adım ortaya çıkar.

Bir diğer önemli hikaye de Venüs ve Adonis ile ilgilidir. Kıbrıs kralının karısının, kızı Smyrna’nın Venüs’ten daha güzel olduğunu ilan etmesi üzerine Venüs intikamını almak üzere Smyrna’nın babasına aşık olmasını sağlar. Babası bir gece sarhoş olduğunda yatağına çıkar ve ondan hamile kalır. Kral bunu öğrenince kızının başını kılıçla keser. Venüs kızı myrra (mür/sarı sakız) ağacına dönüştürür. On ay sonra ağacın kabuğu kabarır ve Adonis adı verilen çocuk çıkar. Çocuğun güzelliğinden etkilenen Afrodit onu alıp büyütmesi için Persephone’ ye emanet eder. Ama Persephone de çocuğu görünce ona aşık olur ve onu Afrodit’e geri vermek istemez. Aralarında Musa Kalliope hakemlik yapar ve Adonis’in yılın üçte birini Persephone ile üçte birini Afrodit ile ve üçte birini de dilediği yerde geçirmesine karar verir.

Ancak Venüs açgözlü bir tanrıça olduğu için Adonis’i etkilemek için aşk sanatının tüm hünerlerini sergileyerek yılın üçte ikisini onunla geçirmesini sağlar. Bu Persephone’yi çıldırtır ve Venüs’ün aşığı olan Mars’a Adonis isimli bir rakibi olduğundan bahseder. Mars kendisini bir yabandomuzuna dönüştür, Lübnan dağlarında Adonis’in karşısına çıkar ve Venüs izlerken onu ölümcül bir şekilde yaralar. Venüs hala Adonis’i Hades kraliçesine göndermekte gönülsüzdür. Bunun üzerine Jüpiter’e başvuran Persephone Adonis’in yeraltında ve yeryüzünde eşit zaman geçirmesini sağlar.
Geri mi dönücem :P

Çevrimdışı em_dan_rup

  • ****
  • 992
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Mitolojik Astroloji
« Yanıtla #1 : 19 Ocak 2008, 15:54:12 »
MARS
Zeus (Jupiter) ve Hera’nın (Juno’nun ) oğludur. Fakat ikisinin de Mars’dan nefret ettiği söylenir. “Iliad” ile Savaş Sanatını öven Homer bile Mars için “Katil Ares”, “Vahşi Ares” tanımlamalarını kullanmış, söyleyecek iyi şeyler bulamamıştır. Mars’ın kız kardeşi Athene O’nu “öfke dolu, şeytani ve iki yüzlü yalancı” diye tanımlamıştır. Olimpos Dağı'ndaki bütün Tanrılar, savaştan, kavgadan ve dövüşmekten zevk alan Mars’tan nefret ederler, bir yandan da korkarlardı . Mars bulunduğu yere korku ve panik yayıyordu.

Yunanlılar’da çok ender olarak onurlandırılan Mars, Romalılar’da Jüpiter’den sonraki sırayı almıştır. Mars Roma’nın başı olarak görülmekteydi ve şehrin kurucularından olan Romulus ile Remüs’ün babasıydı. Romalılar için Mars, kahramanlığın ve savaş sanatının sembolüydü. O savaştan, kavgalardan ve dövüşmekten zevk alıyordu. Mart ayının isim kaynağı Mars'tır. Mart ayına bu açıdan baktığınızda, bahar havasının savaş hazırlıkları ve silahların taşınması için çok elverişli olduğunu fark edersiniz.

Babilliler Mars’a Nergal ismini vermişlerdi. Yunanlılar da olduğu gibi Savaş Tanrısı’nı sembolize ediyordu. Aynı zamanda öğlen güneşinin kavurucu etkisi ve veba gibi bulaşıcı yaygın hastalıklar da Nergal ile ilintiliydi. Babilliler tarafından yazıldığına göre Nergal ölüler dünyasına saldırı düzenleyerek, orada hüküm süren karanlıklar kraliçesini azletti ve yerine kendisini yeraltının kralı ilan etti. Bazı kaynaklara göre ise, Yunan Hades ve Persephone örneğinde olduğu gibi, Nergal Kraliçe ile birlikte yeraltı dünyasını yönetti. 

Nergal’in her olayda Güneş ve yeraltı dünyası ile ilişkilendirildiğini görüyoruz. Yani Mars sembolik olarak Güneş ve Pluto ile ilintilidir. Bu bağlantı Babilliler’den, hatta belki de eski Sümer medeniyetlerinden beri süre gelmektedir. Astrolojik olarak bunu Güneş’in Koç Burcunda yücelmesi ve eski yöneticisi Mars olan Akrep burcunun, daha sonraları 1930 yılında keşfedilen Pluto’nun yönetimine verilmesi ile gözlemliyoruz.

Mars’ı güçlü-kuvvetli hareketler olarak düşündüğümüzde Güneş ile yakınlığını görebiliriz. Eğer Mars’ı savaş ve yıkımın Tanrısı olarak düşünürsek Pluto ile paylaştığı benzerliği anlayabiliriz. Aradaki farkı görmek içinse Hint Efsanesine bir göz atalım.

Hindistan’da Mars, Kartikeya Tanrısı olarak anılır. Efsaneye göre Tanrılar kendilerini korkutan bir şeytandan ancak Shiva’nın 7 günlük oğlu sayesinde kurtulacaklarına inanıyorlardı. Bunun üzerine Shiva’yı cezbetmesi için çok güzel, hayali bir kadın yarattılar. Bu kadın öylesine baştan çıkarıcıydı ki, münzevi olan Shiva’yı bile etkiledi. Shiva’nın ateşli spermleri okyanusa düştü ve Pleiades tarafından beslendi. Şeytanı öldürmek üzere doğacak çocuk (Kartikeya) için toprak ve sudan bir cenin hazırlandı.

Hint Felsefesi ışığında baktığımız zaman Mars kendi içimizdeki şeytanları yok etmek için gerekli olan gücün ve amaçların kaynağı olabilir. Mars’ın yok edici bir güç olduğu şüphesiz, bu gücü içimizdeki şeytanların negatif enerjisini hareketlerimize taşıyarak gösterebilir. Fakat aynı enerjiyi içimizdeki kötülüğü iyiye dönüştürmek üzere de kullanabilir, böylece savaşı içimizdeki kötülüklere karşı veririz. Efsanelerde Mars’ın gücü her zaman seks temasıyla beraber yer alır. Ares Afrodit’in aşığıydı. Hint mitolojisinde Kartikeya Shiva’nın ateşli spermlerinden doğmuştu. Mars’ı tanımlarken seks ve saldırganlık arasında, ihtiras ve harekete geçme arasında bir bağlantı olduğunu görüyoruz.

Liz Greene’ye göre “çeşitli mitolojilerde yer almış Savaş Tanrıları sadece yaşamak için savaşmazlar, aynı zamanda zayıfları koruma içgüdüsüyle hareket ederlerdi. Yaşamsal fonksiyonları korudukları kadar ruhun bütünlüğünü de korurlardı. ”

Mısır’da savaşçı ruh bir Tanrıça olarak karşımıza çıkar, Aslan Başlı Sekhmet, Güneş Tanrısı Ra’nın kızıdır ve ilahi intikamın kaynağıdır. Norveç Mitolojisinde ise Zalim Thor, düşmanı vurmak için cennetten yıldırımlarını göndermektedir.

Psikolojik düzeyde Mars, potansiyel düşmanlıklarla dolu olan bu dünyada fiziksel, duygusal, entelektüel ve ruhsal olarak kendimizi savunma ve herkesten farklı bir şekilde ifade etme ihtiyacımızı temsil eder.

Mars her zaman “ Maskulen” arketip olarak düşünülür. Toplumun erkeklerden beklentisi Mars'a özgü fonksiyonlarını göstermeleridir. Bunun için doğdukları andan itibaren teşvik edilirler. Ancak bazı erkekler Mars özelliklerini bariz bir şekilde kimliklerinin içine almak istemeyebilir ve bu nedenle çocukluk çağından itibaren hemcinsleri tarafından öfkeyle eleştirlirler. Hatta spor ve maço aktivitelerine karşı ilgisiz olduklarında feminen olarak değerlendirilirler. Böylece yumuşak Mars'ları nedeniyle kurban edilirler.

JÜPİTER

Babil’de planet Jüpiter Marduk adıyla biliniyordu. O diğer Yunan tanrısı Zeus ve Romalı Jüpiter gibi tanrıların kralıydı. Marduk’un hikayesi Babil’in epik yaratılış miti Enuma Eliş’te anlatılır. Bu arkaik hikayeye göre bir deniz canavarı veya yılanı olan ölümsüz Tiamat tanrılara karşı gelir. Tanrılar göklerin kralının oğlu genç Marduk’u bu belayı savmak üzere görevlendirirler. O, karanlıkların ordusunu perişan eder ve Tiamat’ı ortadan kaldırır. Bu korkunç yaratığın muhteşem büyüklükteki gövdesinden arta kalanlardan yeryüzünü ve gökyüzünü yaratır, yıldızları yerlerine yerleştirir ve takvimi geliştirir.

İşte bu noktada bilenler belki hatırlayacaklardır; Apollon ile canavar yılan Python’nun hikayesi de yukarda anlattığımız öyküye çok benzer. Evet gerçekten tamı tamına aynı mitolojik hikayeden bahsedilmektedir. Marduk (Zeus veya Jupiter) tanrıların kralıydı. Apollon güneşti ve güneş planetlerin “kralıydı”. Güneş ve Jüpiter, her ikisi de kaosa düzen getiren krallardır ve yaşam enerjisinin gemlerini ellerinde tutarlar. Amaç bilincin gelişmesini sağlamaktır. Robert Bly ‘yın “içsel kral " olarak adlandırdığı bu iki planet gerçekten çok önemli eril arketipleri sembolize ederler.

Astrolojide ise Jüpiter ve Güneş iki farklı planettirler. Bu iki kral arketipi arasındaki farkı yorumlamak astrologlara bağlı olarak değişiklikler gösterebilir. Ancak genellikle Jüpiter sosyal bir planet olarak tanımlanırken, Güneş bireysel olarak değerlendirilir- hatta ondan daha bireysel olanı da yoktur. Güneş her bireyin yaşamsal gücünü o insanın emrine vermekte, bu gücün bir noktada yoğunlaşması ile de gitmesi gereken yolu hissetmesini sağlamaktadır. Bu bizi iş hayatına, öğrenmeye, ilişkilere veya ruhsallığa yöneltebilir. Bu listeyi uzatmak olasıdır. Ancak biz bu enerjiyi dünyada, yaşamımızda nasıl yayıyoruz? Bu yönettiğimiz enerji sosyal alanda nasıl çalışmakta? İşte bu soruların cevabı Jupiter’in astrolojideki rolünün tanımında gizlidir. Jüpiter sayesinde, irademizle yönettiğimiz enerjimiz bir takım sosyal hedeflere yönelir ve belirli sosyal davranışları ortaya koymayı öğrenir.

Jüpiter tanrıların kralı sıfatıyla antik kosmosun yöneticisiydi. Jüpiter’i güçlü insanlar her zaman kendi kosmoslarının yöneticisi olmaya yatkınlık gösterirler. Baskın görünen Jüpiter geleneksel olarak hukuk, geniş çaplı iş ve iş dünyasında aktivite veya yüksek öğrenimle ilişkili olarak görülür. Bu özellikteki insanlar yüksek sosyal sınıflara ulaşmalarını sağlayacak uğraşlara yönelerek başkalarının kanunlarından uzak durup, yanlızca ve yanlızca kendi kurallarıyla yaşamalarına elverişli ortamı sağlarlar. Burada sorulması gereken önemli soru şudur: Hedeflerimize ulaşmada nasıl bir davranış içindeyiz? Başarıyı ararken nasıl bir ruh halinin resmini çizmekteyiz?

Jüpiter’in mitolojik rolünü araştırırken Jüpiter’in doğru veya iyi adapte edilmiş bir davranış biçimi olarak tanımlamasını yapabiliriz. Büyük harflerle yazılması gereken şey elbetteki onun öncelikle bir “kral” olduğudur. Eski Yunan’da tanrı bir “baba” , insanları koruyan, kollayan bir çobandı. Bu çoban tanrılar ve çoban krallar Anadolu’un arkaik dönemlerinde de aynen gözlemlenir. Homer’in “İlyada”sında bir dizi uzun kral adları listesi verilir –Agamemnon, Odyseus, Menelaos, Ajax v.b. -hepsi de Truva’nın sur duvarlarının önünden derlenmiş, bir araya gelmiş isimler! Hepsi dikkat çekecek biçimde farklılıklar gösterirler; Ajax’ın adaleleri, Odyseus’un beyni ve Agamemnon’un aşırı soyluluk ve vahşilik arasındaki gidiş gelişleri!. Fakat bir ortak noktaları vardı: Hepsi de kendilerini maiyetlerindeki insanların koruyucusu olarak görüyorlardı. Jüpiter (özellikle ezoterik astrolojide) “koruyan, kollayan” veya “ içsel rehber” olarak tanımlanmıştır. Altıncı evde duran Jüpiter bizim sağlığımızı korurken, on ikinci evdeki Jüpiter belki bizi spiritüel anlamda korumaktadır. Dünyada Jüpiter’in yolunu izlemek bizi mutlak ilahi ruhsal mutluluğa götürmeyebilir, ancak bir şekilde başarıyı yakalamamızı kolaylaştıracaktır – hatta çoğu kez rahat çıkılan basamaklar hazırlayarak yapacaktır bunu!

Homer’in tanrılarının bir diğer özelliği de onların “ödüllendiren” olmalarıdır. Başka bir değişle madalyaları takarlar. Kahramanlar, kutsal şarkılar söyleyen şarkıcılar ve yarışma kazanan şampiyonlar kralın onlara altın bir bileklik , kolye veya güzel hanımlar hediye etmesini beklerlerdi. Bir doğum haritasındaki Jüpiter bize bir takım hediyeler verebilir; aynı zamanda bizim kendi cömertlik kapasitemizi de temsil eder.

“İçsel kral” (Güneş ve Jüpiter) psiko-spiritüel enerjimize odaklanmamızı ve onu yönlendirmemizi sağlarken “savaşçı” (Mars) gereken aktiviteyi, hareketi yerine getirir. Güneş bizim ruhsal hedeflerimize ulaşmamız açısından bizi ileriye doğru götüren asıl çekirdek olarak görülebilir. Ama ancak bunu Jüpiter sayesinde gerçek bir hedef olarak, dünyevi anlamda deneyimleyebiliriz. Bu hükümdar vari planet bizi yaşam yolculuğumuzda dünyada cömertlik ve vericilikle yürümeye çağırır. O bizi bazı yollarda veya ana caddelerde adeta koruyarak sonunda başarıya ulaşmakta bize en uygun yolu bulmamızı sağlar. Jüpiter’in bolluğa giden yolu cömert bir ruh oluşturmamıza ve iyi dostluklar bulmamıza izin verecektir.

Ancak Jüpiter’in de gölge yönleri vardır. Her şeyden evvel ortada bir tür aşırılık vardır. Örneğin astrologlarca çok iyi bilinen fiziksel varlık veya görünüşle ilgili olanı. Birinci veya altıncı ev gibi bedenle ilgili alanda duran veya transit olarak bulunan Jüpiter fiziksel anlamda deneyimlenen bir aşırılığa sebep olur; yani “şişmanlık”!... Bu şişmanlık bireyin kendine olan güveniyle, bizzat varlığından dolayı duyduğu mutlulukla da alakalı olabilir. Bunun sonucu aşırılık bireyin burnunu ta kaf dağlarına yükseltip, hiç bir faniyi beğenmemesiyle sonuçlanabilir. Bu durumda insan kendini öylesine mükemmel görürür ki, sanki bir tanrıdır. Elbette, söylemeye gerek yok, tanrı kendini daha da iyileştirmeye çalışmaz. Durağandır ve olduğu gibi kalacaktır. Bu bir insan için aslında olabilecek en kötü durumdur. Jüpiter’in Venüs ve/veya Neptün ile olan bağlantılarında ise yemek, içmek, cinsellik ve uyuşturucularla ilgili aşırılıklar ortaya çıkabilir.

Jüpiter’in negatif yönleri konusuna biraz daha geniş bir açıyla bakabilmak için mitolojiye geri dönelim. Tanrılların kralı Zeus Olimpos dağının en tepesinde bir tahtın üzerinde oturmaktadır. Tepeden aşağıya doğru bakarak, dünyada olup bitenleri izlemektedir. Aynı şekilde bir İskandinav tanrısı olan Odin’de Asgard’da (tanrısal dünya) tahtına kurulmuş aşağıdaki insanların dünyasını izler şekilde resmedilmiştir. Zeus’un omuzlarının üzerinde temsilen iki büyük karga süzülmektedir. Onlar düşünce ve hafızayı yani Zeus’un iki devamlı danışmanını temsil etmektedirler. Dağın tepesinde duran taht temasını “Yüzüklerin Efendisi” ni okuyanlar bir yerden hatırlayabilirler. Bilindiği üzere Yay burcunun yöneticisi olan Jüpiter, bu burcunda geniş bakış açısı ve dolayısıyla toleransıyla bilinir. Ancak farklı dalları birleştiren, onları yaşamsal bir bilgiye dönüştüren felsefi yaklaşım, olaylara çok tepen bakmakta olduğundan detaylar konusunda yetersiz kalacaktır. Büyük hedefler veya rüyalar uygulanabilirlerse ortaya çıkar, gerçek olurlar. İşte bu noktada Jüpiter detaylar ustası Merkür’e gereksinim duyacaktır.

Buraya kadar Zeus’u tanrıların dünyasının kralı, dragonu öldüren bilincin havarisi ve dağın tepesindeki filozof olarak tanıdık. Ya bir aşık olarak nasıldı dersiniz tanrılar kralı Jüpiter? Geçen sayılardan belki anımsarsınız; Zeus’un oldukça canlı, bol trafikli maceralarına değinmiştik. Şurası bir gerçek ki, Yunan mitolojisinin insana pes dedirten tanrısı kırdığı cevizler dolayısıyla açık ara Zeus’dur. Akdeniz insanının pek kaynayan kanı mı, bir o kadar canlı fantazileri midir bilinmez, Zeus’a değen Tanrıçalar, yarı tanrıçalar ve hatta ölümlü güzeller hamile kalıvermekteydiler. Kral tanrı Zeus bu yolla bir kahramanlar ordusu üretmeyi başarmıştır. Ancak astrologlar Jüpiter’e cinsellik açısından her hangi bir fonksiyon yüklemez, onu aseksüel olarak değerlendirirler. Jüpiter’in yöneticisi olduğu burçların ise cinsellikle güclü bir bağlantısı vardır. Balık cinsel aksiyonun mistik "kendinden geçme"siyle ilgiliyken, Yay Zeus’un bizzat oldukça rahat ve kendini vermeksizin giriştiği ilişkilerle ilgilidir. Jüpiter’in bu alandaki gerçek rolü konusundaki ipucu eski Yunan astrologlarının bu tanrıyı Aslan burcuyla birleştirmelerinde saklıdır. Elbette Aslan burcu çocuklarla ilgilidir. Vedik astrolojide de Jüpiter ve beşinci ev çocuklar konusunda bilgi verir. Beşinci evin diğer anlamı da “kreativite” yani “yaratıcılıktır”.

Geri mi dönücem :P

Çevrimdışı em_dan_rup

  • ****
  • 992
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Mitolojik Astroloji
« Yanıtla #2 : 19 Ocak 2008, 15:55:03 »
ALTIN ÇAĞIN TANRISI

SATÜRN (Kronos)

 İnsanlık tarihinin en eski ve asla kaybolmayan rüyasının adı “Altın Çağ” dır. Bu mitolojik zamanlara ait dönemden İncil’in yanı sıra Sümer, Babil, Yunan ve Roma kaynaynakları da söz ederler. Hepsinde kendilerine özgü bir hikaye varsa da özünde aynı şey anlatılır ve hikaye insanların zaaflarından ve tanrısal kanunların çiğnenmesinden kaynaklanan bir çöküşle noktalanır. Geriye dönüp de baktığımızda, doğanın döngüsüyle uyum içinde yaşayan insanın henüz vahşilik ve rüşvetle dejenere etmediği, kanun ve kuralların egemen olduğu parlak bir dönemin hayali aklımızda canlanıveriyor. Hesiod da Cosmogony isimli eserinde Yunanlıların Kronos ('zaman' anlamına gelen chronos kelimesinden türetilmiştir) dediği, tanrı Satürn’nün koruyucu ve kollayıcı kurallarının hüküm sürdüğü masalsı Altın Çağ’dan bahseder. Satürn’ün vatanı diğer tanrıların aksine yeryüzüdür. O mevsimlerin bir düzen içinde asla şaşmaz bir döngüde geçmesini düzenler ve zamanın önlenemez akışını yönetirdi. Ayrıca kadın ve erkeğin doğaya ve ahlaka uygun bir şekilde yaşaması için geçerli kuralları belirleyen tanrıydı. Tarımın patronu ve hasatın tanrısı olarak toprağın verimliliğini, dürüstçe ve çalışkanca gösterilen çabanın mükafatını temsil ediyordu. O bizzat çalışan tanrı ve bilge bir kral olarak insanlara zeytinden yağ çıkarmayı , üzümden şarap yapmayı öğretmişti. Zamanı yöneten Satürn aynı zamanda disiplin ve ahlak kurallarını belirleyen çok cömert bir tanrıydı. İnsanlara ihtiyaçlarından da fazlasını vermiş, onların arasında barışı sağlamıştı. Ancak doğanın ve yaşamın temel kuralları yerine bireysel iradelerinin gücünü yerleştirmeye çalışan insanoğluna karşı bağışlamasız ve katı bir adalet uyguluyordu. Romalılar ona olan saygı ve bağlılıklarını göstermek için yıl sonlarında iki hafta süren Saturnalia festivali düzenliyorlardı. Bu festival bugünkü Rio Festivali’ni bile gölgede bırakabilirdi! Satürn isminin Latincede tohum atmak veya ekmek (İng. sow) anlamına gelen sator kelimesinden türediği düşünülmekdedir. Astrolojik açıdan baktığımızda da aslında en temel ve kısa yollu anlamıyla Satürn’nü “ne ekersek onu biçeriz “ şeklinde yorumlarız. Satürn işte bu nedenle karma ile ilişkilendirilir.

Ancak Satürn astrolojinin en karmaşık arketipidir. Buraya değin sözünü ettiğimiz Altın Çağ’ın bonkör tanrısının bir başka yüzünden de bahsedilir. Diğer planetlerin eğer Satürn ile bir etkileşim içindeyseler , gerçektende çoklukla problematik yanlarını göstermeye daha yatkın oldukları kanısı yaygındır. Satürn planetlerin gölge yanlarını ortaya çıkaran, tüm sorunları ve iyileşmeyen dertleri, sıkıntıları ortaya çıkartan arketip olarak tüm bunların sorumluluğunun tek varisi olarak gösterilir. Ancak biliyoruz ki o, aynı zamanda mitolojik çağların zenginlik ve bereketle dolu ilk baharının, Altın Çağ'ın da yaratıcısıydı. Aslında Satürn’nün geleneksel özelliğine dair inanç onun sağladığı kazançların diğer planetlere göre çok daha elle tutulur ve büyük olduğu şeklindedir. Elbette tüm bu yakıştırmaların arkasında insanoğlunun bizzat kendisi vardır. İnsanın her türlü belayı bir planete, arda kalan tüm güzellikleri ve şansı ise bir diğer planete atfetmesiyle iki aşırı kutup oluşturulmuştur. Astroloji literatürünün temeli olan planetsel semboller dünyasında bunlardan birincisinin adı Satürn ikincinin ise Jüpiter olmuştur. Söz bu insansı davranıştan açılmışken tarihinin en eski eseri olan mitolojik anlatılar bu abartılmış yakıştırmalarla doludur. Aslında bu yüzden de onlara arketipler diyoruz. Arketipler insan ruhunun veya psikolojisinin temel yapılarını sembolize eden adeta birer süzme, saf örnekler olarak bir anlamda insanlık komedyasını oynayan artistler gibidir. Aslını isterseniz belki günümüzün değil ama eskinin “Türk filimlerindeki” karakterler gibidirler; “ya hep kötü ya da salakcasına iyi”.

Satürn’nün Erol Taş vari yüzünü merak ediyorsanız, buyurun dinleyin efendim: Yunanlı Kronos Uranüs ve Gaia’nın 7 evladından biriydi. Onlara Titanlar deniyordu. Uranüs’ün tiranlıkları baş gösterdiğinde anne Gaia çareyi en küçük oğlu Kronos’u (yani Satürn) babasına baş kaldırmak konusunda cesaretlendirmekte bulmuştu. Genç oğul annesinin yardımıyla bir punduna getirip tanrı babasını hadım ediverdi. Hani şu Hıristiyanlık dönemini de kapsayan uzun süreç boyunca ölümü simgeleyen, Azrail’in atrübüsü (sembolü) meşhur ağzı tırtıklı orak ile bu işli başarmıştı. Böylece Kronos babasının tahtına oturmaya hak kazanmış oldu. Kral tanrı zaman kaybetmeden kız kardeşi Rhea ile evlendi. Ancak o da tıpkı babası Uranüs gibi tiranca özellikler göstermekte gecikmedi. Ne mi yaptı? İnanmayacaksınız ama, Rhea’nın dünyaya getirdiği her çocuğu, yani kendi çoçuklarını bir güzel mideye indirdi. Biliyorum pek anlamsız geliyor. Ancak bunu yapmasının asıl sebebi tahtının elinden alınabileceği korkusuydu. Zira bunun nasıl bir duygu olduğunu ve bal gibi yapılabilir bir iş olduğunu ondan daha iyi kim bilebilirdi ki! Bana sorarsanız bu biraz paranoyakça gibi görünüyor, ama sebepsiz bir paranoya değil. Hikayenin sonunda bana hak vereceksiniz. Rhea ve Kronos’un çocukları şu sırayla babalarının midesini boyladılar: Önce Hestia, sonra Demeter, Hera, Hades (Pluto) ve Posedion ortadan kayboldular. Anne Rhea’nın aklına ancak Zeus’u doğurduktan hemen sonra bir fikir geldi. Bir kaya parçasını beze sararak sanki yeni doğmuş bir bebek havası vererek babasına verdi.

Tanrı babanın aklına kundağı açıp bakmak gelmemiş olsa gerek onu da bir çırpıda yuttu. Hani derler ya “ midem çok sağlamdır, taş yesem öğütür” diye. Herhalde namı diğer Satürn de bu söze uyuyordu. Zira ona hiç bir şey olmadı. Oğul Zeus güvenli bir yerde büyüdü, serpilip genç bir delikanlı oldu. Günün birinde babasının sarayına girip onun özel sakisi oldu. Bir defasında ona o kadar çok içirdi ki zavallı Kronos’un midesi bu kez dayanamadı ve herşeyi kustu. Şarap sevdası aslında ona pahalıya patlamıştı. Çünkü yıllar önce yuttuğu ve karnının karanlıklarına hapsedip onlara bir kez bile gün ışığı göstermediği bütün çocukları dışarı çıktılar. Zeus diğer kardeşlerinin de yardımıyla babasına ve diğer Titanlar’a karşı bir savaş başlattı. On yılın sonunda Olimpia’da yeni bir tanrı ve onun kardeşleri hüküm sürüyordu. Kronos ve yandaşları dünyanın en dibi sayılan, o kapkaranlık ve kasvetli Tartarus’ta hapsedildiler. Daha önceki hikayeleride hatırlayacak olursanız Zeus babasına karşı vahşet uygulamış sayılmaz. Satürn’e ilişkin hikayenin ikinci versiyonuda böyle sona eriyor.

Astrolojik Satürn hep kanun ve kurallarla ilişkilendirilmiş, çok daha az ruhsal anlam yüklenmiştir. Gnostikler ve Kabalistler onu Eski Ahit’deki tiran ve kurallar konusunda katı ve takıntılarıyla bilinen baba olarak yorumlarlar. Gerçekten de eski çağların Satürn’ü ve Yahweh arasında bir ilişki olabilir. Yahweh ‘in Sabbath’ tı veya kutsal gün Saturday (Cumartesi) yani Saturn’s day (Satürn’ün günü) ortak bir kaynaktan geliyor olabilirler.

Diğer yandan Baba-Tanrı olarak karşımıza çıkan Trinity (üçleme) erkek egemen, başka bir deyişle pederşahi sistemin en eski biçimi olarak Jüpiter, Satürn ve Uranüs üçlemesinde de görülüyor. Bu dinin ve ondan asla bağımsız olamamış politik düşüncenin yüzlece hatta binlerce yıldan geçip bu güne gelen en sembolik halidir. Tüm bu sembolleri yanlızca Yunan kültür dünyasında görmekle kalmıyoruz. Hemen her kültürde bir paralel tanrı bulmak olası. Örneğin asıl baba Uranüs Vedik dünyada Veruna olarak görülür. Satürn babasını hadım eder ve kral – tanrı olur ve sonunda o da oğlunun ve karısının zekasına yenik düşer, tahtını Jüpüter’e (Zeus) kaptırır. Jupiter aynı “Tanrı’nın Oğlu” gibi kardeşlerini ve gelecek nesilleri güvenceye ve barışa kavuşturmuş olur. Jupiter ile Hıristiyanlıkk arasında kurulan bağ Jüpiter’in Balık burcuyla olan ilişkisinde ve Yay burcunun din, inançlar, insanın daha yüce bir gücün farkına varması ve felsefe ile olan ilişkisinde kolaylıkla görülüyor. Zira erken dönem Hıristiyanlıkta balık sembolü çok sık kullanılmıştır. Ülkemizde Kapadokya yöresindeki erken dönem kiliseleri ve ikonaklast dönemde yapılmış yeraltı kiliselerinde "balık" sembolü çok tipiktir.
GÖK TANRI URANÜS


İnsan oğlunun mitolojik Toprak Ana’sından sonra sıra Mitolojik Baba ile tanışmaya geldi. Uranüs planetsel arketiplerin en çok kafa karıştıranlarından biridir. Sadece keşfi bile Ptolemy astrolojisinin temellerini sarsmaya yetmiştir. Fransız astronom Pierre Lemonnier (1715-1799) en az on iki defa Uranüs’le karşılaşmış, ancak bu minicik çakan ışığın bir planet olduğunu anlamamıştır. Belki de ona Güneş sistemimizde dönüp duran yedi gezegenden başka bir şey olması imkansız görünmüştür. Nerden bilebilirdi ki, Uranüs var olan sistemin ve düzenin yıkılmasının, sona ermesinin sembolü olacaktır! Uranüs’ün resmi keşfi 26.Nisan 1781 tarihli Royal Society of Astronomers dergisinde haber olan Wilhelm Herschel (1738-1822)'e atfedilmiştir. Uranüs’ün sıradışılığını ve sürprizli tarafını onu keşfeden kişinin o dönemde astronom olmaması, müzisyenlik yapması ve yıldızları gözleme işini bir hobi olarak sürdürmesinde de görmek mümkündür. Bu keşif Amerikan ve Fransız devrimleri ile eşzamanlıdır ve dünya tarihinin son dönemdeki en önemli teması olan bağımsızlık, özgürlük, eşitlik ve başkaldırı ile özdeşleşmiştir. Gerçekten de Satürn'den sonra, Satürn'e göre Güneş’ten iki kat daha uzak olduğunun keşfedilişiyle Güneş sistemi bir anda iki misli büyümüştür. Satürn’nün arkasından onun yapısal sağlamlık ve devamlılık içeren ve sınırları çizen karakterine zıt, sınırları zorlayan, geleneksel olana başkaldıran Uranüs’ün gelmesi asla rastlantı olamaz. Uranüs bazı gezegenlerin yörüngelerindeki o zamana kadar açıklanamayan sapmalardan sorumludur. Daha en baştan kozmik kanunlarla pek ilgilenmeksizin kendi kurallarını getirmiştir. Ve eşzamanlılık prensibine uygun olarak dünyanın bilincinde öyle bir zamanda ortaya çıkmıştır ki, o dönemde üç çok önemli devrim olmuştur. Amerika’da ve Fransa’da ezilen sınıf var olan durumu ve otoriteyi değiştirmek için yola çıkmıştır. Aynı sıralarda büyük endüstri devrimi ve bilimde dönüm noktası sayılan pek çok yeni keşif yapılmıştır. Teknik ve iletişim alanlarındaki buluşlar tüm dünyada insanın hayatını kesinlikle değiştiren yenilikler olmuşlardır. İşte bu sözü edilen gezegen Güneş sistemindeki diğer bütün gezegenlerin yörüngelerine 90 derece zıt bir yörüngede dönüp durmaktadır. Aslına bakarsanız sadece bunu bilmek bile Uranüs'e özgü bir bilincin nasıl çalıştığını tahmin etmeye yeter: Herkese 90 derece ters!...Herkes için fazla yeni, çok alışılmadık!

Uranüs’ün “öncü ruh” olma özelliğini tarihe mal olmuş pek çok insanın hayat öykülerinde de görebiliriz - Sigmund Freud, Carl Gustav Jung ve Ram Daas (Güneş/Uranüs kavuşumu), J.Krishnamurti (Güneş/Uranüs karşıtlığı), Gandhi (Uranüs/MC kavuşumu) ve Albert Schweitzer (Satürn/Uranüs karşıtlığı) gibi. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Ancak bu öncü ruh ve tanrısal bilinçlilik hali ona sahip olan insanlardan kişisel veya dünyevi yaşamlarını kurban etmelerini istemiştir.

Eski çağların insanı geceleri başını gökyüzüne doğru kaldırdığında muhteşem bir görüntüyle karşılaşıyordu. Bu birer elmas gibi parıldayan milyonlarca yıldızla bezenmiş gökkubbenin sır dolu çehresi insanlığı bugün de meşgul etmeyi sürdürüyor. Tüm bu güzelliğin arkasında gücün ve aklın görülmez bir yaratıcı tanrısının olduğu düşüncesi tüm kültürlerden bugüne kalan en temel inançtır. İnsanlık tarihinin en gelişmiş ve pek çok sırrını hâlâ ele vermeyen Mısır kültüründe gökyüzünün bu tanrısının adı Nut’tur. Nut üzeri yıldızlarla bezenmiş bir elbise giyer ve ayakları yere basar halde tüm vucuduyla öne doğru eğilerek yeryüzünün üzerinde bir köprü oluşracak biçimde elleriyle yeryüzüne dokunur ve simgesel olarak dünyanın ve insanlığın üzerinde duran gökkubbeyi oluşturur.

Babil'de aynı tanrı Anu adıyla karşımıza çıkar. Babil dilinde isminin tam karşılığı "Gökyüzü" demektir. O "baş yaratıcı tanrı"dır, ancak ölümlülerin kavrayabileceklerinin ötesindedir. Antikiteye gelince "yıldızlarla bezeli gökyüzü" anlamına gelen ismiyle Ouranos veya Uranüs karşımıza çıkar. Bu tanrının transandental olma özelliğine paralel olarak resimlerine veya heykellerine çok nadiren rastlanır. Başta renkli kişiliğiyle mitolojik hikayenin en çok vukuatı olan tanrısı Zeus olmak üzere diğer bütün Yunan mitolojisinin yüksek sosyetesinden çok farklı özellikler taşır. O diğerleri gibi insansı zaaflar göstermeyen göksel bir tanrıdır. O diğer tanrılar ortaya çıkmadan daha önceleri var olan gücün sembolüydü ve gökyüzü aslında onun silüeti, resmiydi. Belki de bu yüzden insanlar onun resmini yaratmak ihtiyacı duymadılar; O zaten çok güzeldi!

 Greko-Romen dönem sanatında görünmez gökyüzü tanrısı astrolojinin patroniçesi Urania olarak karşımıza çıkar. Binlerce yıl öncesinde yıldızlı gökyüzünün yılın uzun zamanlarında gözlemlenebildiği coğrafyalarda insanlar yeryüzü ile gökyüzü arasındaki eş zamanlılığın farkına vardılar. İşte astroloji bu gözlemlerin sonucu olarak ortaya çıkmış görünüyor ve elbette bu çok eski bilginin göksel temsilcisinin de yine gökyüzünün en eski tanrısı Uranüs olması sadece bir rastlantı olmasa gerekir.

Uranüs’ü bir astrolojik sembol olarak yorumlamaya gelince: İnsanoğlu dünyada her hangi bir şeyi üretmeden önce bir yaratma, var etme evresinden geçer. Söz konusu bir kitap, bir ev, bir iş, bir müzik parçası veya bir ulus olmanın geçtiği yol, temelde aynıdır. Bir şeyin bitmiş halinin o şey daha ortada yokken insan aklında şekillenmesi zorunludur. Başka bir deyişle bir prototip oluşturulması, bir fikrin, idenin resminin olması gerekir. Bu fikir bazen uzun süren bir dönemde yavaş yavaş şekillenir ve düşünce gücüyle yaratılır, bazen de aniden gelen bir fikirle asıl temel oluşur. Hani şu en olmadık zamanda ortaya çıkıveren ilham perileri gibi. İnsan kimi zaman bilinçli olarak kimi zamanda bilinçaltından gelen ve yaşamda kendini tesadüf ! olarak gösteren, aslında bir dizi olayın son halkasında kendini bir buluşun mucidi olarak bulabilir. Ancak durum bunların hangisine uyarsa uysun temelde oluşumun özü aynıdır. Bu ortaya bir şeyler çıkartmak, bir fikri gerçek dünyaya doğurmak süreci, ister politik anlamda bir lider olmak söz konusu olsun ister artistik alanda örneğin; mimaride, dekorasyonda veya bir oyunu sahneye koymada gerekli olan herşeyin öncelikle bireyin aklında inşa edilmesiyle başlar. Bazılarımız doğuştan parçaları aklın sanal ortamında birleştirme yeteneğiyle ödüllendirilmişizdir. Bir şeyi ortada henüz yokken bir vizyonla oluşturma yeteneği, farklı kolları ve fonksiyonları birlikte çalıştırmak becerisi gerektiren her türlü yönetimsel faaliyette önemi çok büyüktür. Platonizm veya stoacılık gibi evreni iç içe geçmiş ve kendi kendini ayarlayan bir sistem olarak gören bazı antik felsefi ekollerde bu Uranyan vizyonu görebiliriz. Astroloji de temelde çok benzer bir felsefenin üzerine kurulmuştur: “Gökyüzü nasılsa yeryüzü öyledir.” Herşey bir bütünün parçalarıdır ve bir bütün küçük parçalardan oluşur. Evren ve onu oluşturan galaksiler, onları oluşturan milyonlarca gök cismi, onlardan biri olan minicik(!) güneş sistemimiz ve bizim mavi gezegenimiz ve insan. Her şeyin temel bir sistem içinde var olduğu yirmibirinci yüzyılda bilimin çoktan vardığı bir nokta. Ancak bilincin ileri görüşlülüğüne rağmen uzanabileceğinden daha derin, daha uzak bir nokta daha var. İşte orada astrolojide Uranüs’le simgelenen tanrısal bilgi duruyor. Bu açıdan yaklaşıldığında Uranüs’ün bilim, teknoloji ve 21. yüz yılın planeti olması arasında da oldukça anlamlı bir bağlantı var. Astrolojide 11. burç olarak Kova burcu ve onun yöneticisi Uranüs 12. burç balık ve Neptün dünyasına geçmeden önceki son durak olarak, pek çok fizikçinin bir noktadan sonra metafizik sınırlarına yaklaşması, kuantum fiziğinin ruh ve madde temasına adeta bilimsel bir dayanak oluşturmaya başlamasının çok açık bir anlamı vardır. Astrolojide Uranüs aklın ulaştığı en üst noktayı işaret eder. Bu nokta oldukça hassas dengeleri kapsar. Zira aynı Uranüs sıradışı aklın delilik halindeki gölge yanıyla da ilgilidir. Her türlü enerji için geçerli olduğu gibi Uranyan enerji de eğer doğru kanalize edilemezse -ki bu bir cins elektirik enerjisi gibidir- mutlaka çarpan, yok eden ve yıkan şekilde görülecektir.
Geri mi dönücem :P

Çevrimdışı em_dan_rup

  • ****
  • 992
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Mitolojik Astroloji
« Yanıtla #3 : 19 Ocak 2008, 15:56:52 »
NEPTÜN

Poseidon, öteki kardeşleri Zeus ve Hades gibi, Yunan Mitolojisinde, Kronos’un üç kız üç erkek çocuğunun erkek olanlarındandır. Zeus’un babaları Kronos’u ve onun tarafını tutan Titanları, amcaları Kyklopların yardımı ile dünyanın altına, Tartaros’a, zincirlerle bağlamasından sonra, kardeşler bir araya gelerek egemenlik alanlarını belirlemek için kura çektiler. Zeus’a gökyüzü, Poseidon’a deniz, Hades’e de yeraltı tanrılığı çıktı. Amcaları Kykloplar daha önceden Kronos’un Gaia’ya verdiği sözünü yerine getirmemesi yüzünden esir kaldıkları yerden, Kronos ve Titanların zincirlendiği Tartaros’tan, Zeus ve kardeşleri sayesinde çıkmaları karşılığında üçüne de birer hediye verdiler: “Özgürlüğümüze karşılık olarak her birinize özel bir hediye vereceğiz. Sana Zeus, düşmanına karşı yenilmez bir silah, yıldırım şeklinde gök gürültüsüyle şimşek hediye ediyoruz. Sana Poseidon, üç dilli bir mızrak veriyoruz. Sadece mükemmel bir balık mızrağı değil, dünyayı sarsıp depremler, denizde dalgalar meydana getirmek için en etkili alet olduğunu göreceksin. Sana gelince Hades, sana görünmezlik miğferini veriyoruz. Zamanı geldiğinde kahraman Perseus, canavar Gordon Medusa’yı öldürmek için silahına gerek duyacak.”  Poseidon üç dişli mızrağını, denizde fırtınalara olduğu kadar depremlere de sebep olmak için kullandı, ancak ölümlülere, kendileri için çalışmak üzere atları eğitmeyi, gemiler inşa etmeyi de öğretti.

Su, mitolojide tüm canlıların üremesinin ve yeniden doğuşunun kaynağı olarak kullanılır. Sümer mitolojisinde deniz tanrıçası Nammu, her şeyin anası olarak bilinirdi. Babil’de de Tiamat suda yaşayan ve cennet ile yeryüzünü yaratmak için parçalara ayrılmış devasa bir canavar olarak tarif edilmiştir. Hint mitolojisinde, büyük tanrıça Maya uçsuz bucaksız kozmik okyanusları, insanoğullarının dünyaya gelip yaşam halkasını tamamladıktan sonra tekrar geri döndüğü, başlıca suyu temsil eder. Eski Yunan hikayelerinde, Eurynome ilk okyanusu yaratmış ve sonra da onun dalgaları üzerinde dans etmiş, bir yılanla birlikte olarak kozmosu (evreni) oluşturmuştur. Daha sonraları Eurynome’un imajı Yunan mitolojisinde, isimleri günümüzde zorlukla hatırlanan pek çok tanrılara bölünmüştür; nehirler, göller, akarsular için. Ve her birinin de kendilerine nezaret eden su perileri vardır. Aynı zamanda tanrı Okeanos da Yunan mitolojisinde yerini alır, sonsuz ve üretken haliyle yeryüzünün etrafını çevirir. Eski ana tanrıçaların yerine kademeli olarak Olympos’lu tanrıların geçmesi ile şekilsiz deniz tanrıçası Eurynome emekliye ayrılmış, yerini mavi saçlı Poseidon, depremlerin, atlar ve boğaların efendisi, miras almıştır. Bu öngörülemez, anlaşılmaz ve değişken ruh hallerine sahip, güçlü tanrı Roma mitolojisinde Neptün olarak bilinir. Neptün daha sonraları da bir gezegene adını vermiştir.

Evrensel ve mistik deniz tanrıları ilk hayat oluşumu ile ilgili de ipuçları vermektedirler; su tüm canlıların ürediği, bir batında doğanların, (başlı başına bağımsız bir kişilik veya bilinç olmaksızın) meydana geldikleri kaynaktır. Bu nedenle, suya dalmanın mitolojik portresi hayatın kaynağı ile birleşme olarak gösterilir. Hıristiyanların vaftiz törenlerinde suyun kullanımı ruhun arınması ve yeniden doğuşu sembolize eder. Aynı inanış Hint mitolojisinde de bulunmaktadır; Ganj nehrinde yıkanmak yorgun ruhu karmanın sonsuz çarkından rahat bırakacaktır. Suyun bereketi aynı zamanda hayal gücünün enginliğine de bağlanabilir; dışarıdan bir kaynağa ihtiyaç duymaksızın sonsuza akan bir hayal nehri. Su, mitolojide kurtarışın en büyük sembolü olduğu gibi, aynı zamanda yok edişin de sembolüdür. Babil, Hint, Yunan ve İbrani mitolojilerinde insanoğlu cennetten gönderilen bir sel ile neredeyse tamamen yok olmuş, bu nedenle su varoluşumuzu meydana getirdiği gibi aynı zamanda yok eden de olmuştur.

Psikolojik düzeyde, Neptün, maddi varlığımızı bir kenara bırakıp daha yüce bir şeyle bir olmayı deneme isteğimizi ifade eder. Her ne kadar kişinin kendi doğası ve inançları doğrultusunda farklı şekiller gösterse de, bu hem duygusal hem de spiritüel anlamda bir gerekliliktir. Bazı insanlar Neptünsü bırakışları bir takım ideolojilere sarılarak ararlar. Pek çok insan bu yüce birleşmeyi sevginin ilk günlerinde tecrübe eder ve sevdiklerinin, aile büyüklerinin ya da çocuklarının aslında hayal ettiklerinden farklı kişiler olduklarını fark etmeleri ile acı bir şekilde hayal kırıklığına uğrarlar. Bazıları da alkol, eroin, haplar gibi uyuşturucu malzemeler ile kaçışa yönelerek, kısa bir zaman için bile olsa bilinçlerini kaybetme eğilimine girerler – ta ki bedenleri bunların sonucunda zarar görene kadar. Neptün, bilinçsiz bir şekilde hayatın okyanus kadar engin kaynağı ile bir olma arayışımızı ve onun yerini alabilecek bir insanla bu deneyimi yaşamaya çalışma çabalarımızı sembolize eder. En büyük hayal kırıklıklarımızı da bu kişiler yüzünden yaşarız. Dini ve artistik öğelerle ilgilenmek, hayatın kaynağı ile bir olma deneyimlerini, dışarıda bir yerde aramaksızın, en güvenilir ve dönüştürülebilir şekilde yaşamamıza imkan verir. Hayatın acılarından korunabileceğimiz, yalnızlığımızı ve tüm insanların arzuladığı güçlü “bir olma” arzusunu giderebileceğimiz bir sığınak görevi görürler. Neptün bireysel zevkleri, istekleri sembolize etmez. Bu yüzden, Neptün bir grup, bir akım olan ve herkesçe paylaşılan bir hayal, idealdir. Ne zaman herkesle aynı olmaya çalışıyorsak ve bireyliğimizi bir grup kimliği ile birleştiriyorsak, Neptün’ü ifade ediyoruz demektir. Bu bizi rahatlatan, hayallerimize ulaşmamızı sağlayan bir etki olduğu kadar, yok edici bir etkiye de sahip olabilir. Tarihte örneğini gördüğümüz Hıristiyan Engizisyon mahkemeleri, spiritüel olduklarını iddia etmelerine rağmen, herkesi baskı ile bir olmaya zorunlu kılmışlardır. Neptün olmadan kendimizi yalnız, izole, ümitsiz, spiritüel ve yaratıcı yanlarımızın beslenmediği bir durumda hissedebiliriz. Neptün’ün sembolize ettiği daha kompleks bir bütünlük, en iyinin ve en kötünün serbest bırakıldığı bir insan doğasıdır. Bireysel değerlerin ve kapasitenin dürüst bir şekilde yansıtıldığı hayatın çekirdeği, diğer yaşayan tüm canlılar için hissedilen acıma kapasitemiz ve hepimizin aynı gizemli kaynaktan meydana geldiğimizi hissetme ihtiyacımızdır.

Astrologlar Neptün’ü yumuşak, neredeyse feminen bir planet olarak değerlendirirler – ve bazıları da “neredeyse” tabirini kullanmazlar. Neptün, idealistlerin, müzisyenlerin, ressamların, dansçıların (özellikle dansçıların), aynı zamanda alkoliklerin, uyuşturucu bağımlılarının, terapistlerin ve spiritüel güçleri olanların haritalarında çok güçlü konumdadır. Diğer bir deyişle Neptünyen kişilerin iç dünyalarında, yığınları kendine hayran bırakacak muhteşem fantezi kaleleri yaratacak vizyonları, ya da bu dünyada en karanlık derinlere kaçma isteğiyle, madde bağımlılığına yol açacak, güçlü algılamalara sahiptirler.

Neptün'e özgü rüyalar alemi fırtınalı, öfkeli deniz tanrısı Poseidon’un yanı sıra bir başka arketipin özelliklerini de taşıdığı yolunda bizi uyarır. Bu arketip Dionysos’tur. En bilinen öyküsü, Dionysos’un Zeus ile Semele’nin oğlu olduğudur. Zeus’un sevgilisi Semele, ondan kendisine bütün kudreti ile gözükmesini ister. Bu isteğini kıramayan Zeus da tüm gücünü, şimşeklerini aşığına gösterir. Ancak bu görüntüye dayanamayan Semele yıldırım çarpması ile can verir. Bunun üzerine Zeus Semele’nin karnındaki çocuğunu çekip alır ve hemen kalçasına diker, süresi dolduğunda da tam şeklini almış olarak oradan çıkarır. Bu çocuk “iki kere doğan” tanrı Dionysos’tur. Dionysos, Zeus’un kıskanç karısı Hera’nın gazabına uğramaması için, emanet edildiği Orkhomenos kralı Athamas ile ikinci karısı İno tarafından kız giysileri giydirilerek, kız gibi büyütülür. Bu sebeple, Neptünyen özellikleri olan erkeklerin neden feminen yumuşaklığa sahip, kadınları gerçekten seven ve onları anlayan kişiler oldukları konusunda bir fikir sahibi olabiliriz.

Ergenlik çağına gelen Dionysos, üzümü ve ondan nasıl yararlanılacağını, şarabı keşfetti. Ama Hera onu delirtti. Tanrı delirmiş bir halde dünyayı dolaştı. Kendi bayramını, Bakkhanallar’ı, yani bütün halkın, özellikle de kadınların, mistik bir cezbe içinde, ritüel çığlıklar atarak kırlarda koşuşturdukları bayramı başlattı. Bu törenler sırasında kendinden geçen kadınların kucaklarındaki çocukları parçalamaya varan çılgınlıkları nedeniyle, gittiği yerlerin Kralları tarafından bu törenler yasaklandı. Burada Neptün’ün en popüler iki yüzünü görmüş oluyoruz: dans sanatıyla olan bağı ve alkolik, narkotik öğelerle ilişkisi.

Esrime (ecstasy), Neptünyen biri için hem bir armağan hem de öldürücü bir kusur olabilir. O zaman bu esrimeyi nasıl kontrol altına alacağız? Kendimize nasıl taktığımız maskeleri indirmeyi öğreteceğiz? Dionysos mitinde iki ipucu vardır. Birincisi: Neptünyen idealler üzerine kurulu bir aşk ilişkisi. "Dionysos dünyayı gezerken Naksos’a geldi. Burada Ariadne’yi buldu ve onun güzelliğiyle gözleri kamaştı. Girit prensesi Ariadne ülkesine babası Minos ve vücudu insan vücudu, kafası boğa kafası bir canavar olan Minotauros ile savaşmak için gelen Theseus’u gördü ve ona güçlü bir aşkla bağlandı. Theseus’un Minotauros’un hapishanesi Labyrinthos’ta yolunu bulabilmesi için ona bir ip yumağı verdi. Labyrinthos’ta yumağı sararak ilerleyen Theseus, çıkış yolunu kolayca buldu. Ariadne, bundan sonra, Minotauros’un öfkesinden korunmak için Theseus ile kaçtı. Naksos adasında verilen bir molada Theseus, Ariadne’yi kıyıda uyurken bırakıp gitti. Sabah uyanıp da aşığının kendisini bıraktığını fark eden Ariadne’nin üzülecek fazla vakti olmadı. Çok geçmeden Dionysos kortej eşliğinde adaya geldi ve onunla evlenerek Olympos’a götürdü. Dionysos, evlilikleri boyunca olgunluk ve denge elde etmişti. Tanrılar arasındaki yerini almış, gezgin hayatını bırakmıştı. Fakat dikkat ettiyseniz Ariadne bir kurbandı – aşığı tarafından terk edilmiş, aldatılmış bir kadın." Neptünyen insanlar genellikle kurtarıcı – kurban özelliklerini gösteren ilişkilerin cazibesine çekilirler, ve bunlar da genellikle sağlıklı olmazlar. Neptün Venüs’ün bir oktav büyüğü olarak nitelendirilir, ve Venüs Neptün’ün yöneticiliğini yaptığı Balık burcunda yüceltilir. Bu Neptün’ün en yüksek düzeyde kendini ortaya koyduğu evrensel sevgi ve merhamet duygularıdır.

Eğer Neptünyen ilişki kurtarıcı–kurban eğilimleri için potansiyel tehlike oluşturuyorsa, ikinci çözüm daha korkutucu tehlikeli bir çıkmaza sürükler. "Dionysos ölüler diyarına inerek annesi Semele’nin ruhunu bulmak ve onu yeniden hayata kavuşturmak ister. Dipsiz bir göl olan, bunun için de Ölüler diyarına en kestirme gidiş yolu olduğuna inanılan Lerne gölünden geçerek bu düşüncesini gerçekleştirmeye girişir. Mükemmel, tanrısal annenin çocuğu, kolektif feminene o kadar yakın ki onun tarafından parçalara ayrılabilir, Dionysos annesi ile yüz yüze gelir." Benzer şekilde, Neptünyen kişiler bilinçaltına inerek, hayatı hayaller ve rüyalardan oluşan bir keyif ve işkenceye dönüştürebilirler ve yeraltı karanlıklarının efendisi Pluto –ya da derinliklerin prensesi– ile yüz yüze gelmeyi seçebilirler. Başka bir anlatıya göre Persephone, ölüler diyarı tanrıçası, Dionysos’un annesidir! Fakat eğer onun derinliklerinde, çok aşağılara inme cesaretini gösterirse, çocuğunu bile yutabilir. Neptünyenler için bilinçaltına rastgele iniş felaketle sonuçlanabilir. Ancak eğer yeterli cesaret varsa, bu bir kurtuluşa da yol açabilir.

Astrologlar Neptün’ü, artistik ve spiritüel boyutları ile birlikte, suyun hayali şekliyle birleştirme eğilimindedirler. Balık'ın yöneticisi olması sihirli görüntüler ortaya çıkarabilir, fakat Neptün’ün karanlık bir yanı da vardır. Belki de astrolojide, okyanusu yönettiği için (kolektif bilinçdışı), mantık ve akılcı metotların varlığını yok eden Neptün’ü görebilmek için başka gözlerle bakmak gerekmektedir. Gözle görüldüğü ya da görülemediği her iki durumda da, günlük hayatımızı sarsabilme gücü yeterince ispatlanmıştır.

Neptün gezegeni 1846 yılında, Kova burcundayken, keşfedilmişti. On dört yıl sonra Abraham Lincoln Amerikanın Başbakanı seçildi. Prensipleri tipik Kova (Prometheus vari) olan bu kişinin en önemli hedefi köleliği kaldırmaktı. Aslında, kölelik Balık'ın ana temalarındanken, özgürlük Kova'nın şekillendirdiği bir kavramdır. Neptün’ün Kova'da iken keşfi Prometheus vari bir patlamaya işaret ediyor: Neptün bir daha bu burçtayken kendi rızası dışında zincirlenemeyecek. Kölelikle ilgili problem bir kez serbest bırakılınca, kendimiz için seçimler yapmamız gerektiğidir. Ve bu seçimlerimizin sonuçlarına da katlanmamız ve bununla yaşamamız gerekir. Ne yazık ki, bu özgürlüğü elde etmemize rağmen, seyrek olarak kullanabiliriz. Bize zor gelen, gözlerimizdeki kumu temizleyip görüşümüzü netleştirmemizdir. Bunu yapmak için fırsat verildiğinde bile, gözlerimiz kapalı kalmayı, kaderimize üzülerek diğer tüm insanları suçlamayı seçeriz. Psikolojik tedavi süreçlerinde buna “inkar” denir; bu inkar süreci Balık'ın ve onu yöneten gezegen Neptün’ün vücut, akıl ve ruhu sentez prosesine aykırı gelen ve parçalara ayıran bir süreçtir.

İnkar kaçış demektir, gerçeklerden kaçış. Gerçek (Satürn) inkar edildiğinde Neptün hayaller, fanteziler, madde alışkanlıkları vs. ile kontrolü ele geçirir. Temelde madde alışkanlığı bağımlılıktan, bağımlılık değersizlik veya utançtan, utanç da başkalarının (tipik olarak ebeveynlerin) kendilerine ait olmayan cezaları çekmek durumunda kalmaları ve değersiz olmalarının suçunu da bize yüklemelerinden kaynaklanır. Bu kısır döngü ailelerde tekrarlanır, tekrarlanır, ta ki biz gözümüzü açıp kendimizi aynada görme tahammülünü gösterene kadar. Tabii ki bu süreç cesaret ve dayanıklılık gerektiren bir süreçtir, ve çoğu kişi bunları göstermesi gerekmeyecek en kolay yolu, inkarı, seçmeyi tercih eder. Astrolojik olarak Neptün’ün konumu, kişinin kendini kandırmaya ve inkar etmeye eğilimli olduğu noktaları işaret eder.

Bazı makalelerde, Neptün transit yaparken, uyuyarak, tatil yaparak ya da spiritüel çalışmalara girerek zamanınızı değerlendirmeniz önerilir, herhangi bir konuda başarılı olmayı unutmanız tembihlenir. Bu gerçeğe hiç de uygun olmayan bir durumdur. Böyle olsa, tüm dünya da rehavet içersinde hiçbir fonksiyonun yerine getirilemediği süreçler yaşanırdı ; çünkü öyle ya da böyle hepimiz bir şekilde Neptün transitine maruz kalıyoruz. Bu özellik, su altı ve yer altı yöneticileri olan Neptün ve kardeşi Pluto'nun ortak noktasıdır. Her ikisi de insanoğlunun kolaylıkla inkar ettiği ve ilgilenmek istemediği malzemeleri, halının altına süpürür gibi attıkları yerleri temsil ediyorlar –kişisel (Pluto) ve kolektif (Neptün) bilinçdışı. Neptün transiti sürerken pek çok insan nereye gittiğini göremediği duygusuna kapılır. Bu durumda, aslında Neptün’ün görevi, üçüncü bir göz ile (kadere güven ve inançla gelişen ve insanın onu kontrol edemeyeceğini kabullenmesi ile güçlenen) görmeyi öğretmektir.

Kişisel hissedişler bir dereceye kadar Neptün ile ifade edilse de aslında Neptün evrensel hisleri temsil eder –okyanusa karışmış herkesten ve her şeyden bir parça. Neptün özelliğine sahip çoğu insan, eğer iyi konumlanmış bir Jüpiter ya da Satürn’leri yoksa, bu kadar hassasiyet ve şefkat ile  dış dünyada yaşamakta zorlanırlar. Fakat bu dünyaya ait olmadıklarının farkına vardıklarında, olmadıkları biçimde ya da başkalarının beklentileri doğrultusunda hareket etmek zorunluluklarının bulunmadığını da keşfederler. Hayattaki meydan okumaları (dersleri), kendi iç dünyalarındaki spiritüel kaynaklar ile temas halinde olmayı sürdürürlerken, dış dünyada da maddi boyutta varlıklarını sürdürme ve düzenlemeye devam etmeleridir. Tıpkı yönettiği burcun sembolü olan iki ayrı yöne yüzen balıklar gibi. Balık ve Neptün’ün, diğer burçlar ve planetlerden farklı olarak, etraflarındaki her şeyi içlerine almak gibi özellikleri vardır. Aynı zamanda ego ve kişisel sınırları en alt sınırdadır. Zayıf, belirsiz sınırlar suyun en kaygı verici özelliğidir. Güçlü bir şekilde Neptün etkilerini gösteren biri, dış dünyada kişiliğini tanımlamakta, isteklerini veya amacını veya kimliğini belirlemekte, ve bunun neticesinde de, güçlü Güneş ve Satürn etkileri olmadığı durumlarda, kendini bulmakta zorluk çekebilir. Aynı şekilde kişi, güçlü Venüs veya Ay etkisi olmaksızın, iç dünyasında, içsel görüşü hakkında şüpheli, karışık ve kendini bulmaktan uzak olabilir. Bu yüzden Neptün transitlerinde insanlar korkarlar – eskiden düzenlemeye alıştıkları mantıklı ve akılcı yöntemler işlemez olur. Dış dünyaya uyum çabaları işlemez olur. Her şey karmakarışık ve anlamsız gelir. Ego çözülür ya da bir kenara bırakılır. Daha önceden kullanmadığımız ya da varolmadığına inandığımız içgörümüzü kullanmak durumunda kalırız. Tıpkı Poseidon’un fırtına bulutlarını Odysseus’un üzerine salması, Odysseus'un da aklının yanı sıra içgörüsünü de kullanmak zorunda kalması gibi. Tabii ki sadece akıllarıyla hayatlarını yönlendiren insanların birden bire iç seslerine kulak vermeyi öğrenmeleri zor bir durumdur. Neptün transiti sırasında duygulardaki dalgalanmalar korkutucu boyuta ulaşabilir.

Fakat bu gerekli bir süreçtir. Neptün tarafından sembolize edilen çözülme, hayatımızda maddi düzeyde tatmin arayışlarımızın doruğa çıktığı dönemlerde önem kazanır. Neptün egomuzun iyice şişmesine ve değerlenmesine sebep olacağı gibi onun azımsanmasına da sebep olabilir. Hatta ekonomik döngüler de bu planetten etkilenirler – Neptün Jüpiter ile birleştiğinde enflasyon en üst sınıra ulaşır, Satürn ile birleştiğinde de deflasyon, ekonomik daralma söz konusu olur. Uranüs ile birleştiğinde tüm eski ekonomik gelenekler yıkılır. Her ikisinin de vizyonu vardır. Ancak Uranüs’ten bahsederken daha ziyade bilim–kurgu söz konusudur, Neptün’ün ise daha spiritüel, doğrudan Evrenin kendisinden gelen bir açısı vardır. Hangi açıdan olursa olsun, günümüzde Kova’da seyreden Neptün, tüm insanlık için daha yüksek bir bilinçlenmenin ve evrendeki olayların bizim kontrolümüz haricinde gelişmekte olduğunun farkına varmamızı işaret etmektedir.

Geri mi dönücem :P

Çevrimdışı em_dan_rup

  • ****
  • 992
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Mitolojik Astroloji
« Yanıtla #4 : 19 Ocak 2008, 15:57:12 »
PLUTO

1930 yılında Pluto keşfedildiğinde dünya bir krizin içindeydi. 20. yüzyılın en karanlık yılıydı. Amerika öyle derin bir bunalımın içindeydi ki insanlar kendilerini binaların çatılarından atıyorlardı, çünkü tüm varlıklarını ve geleceklerini kaybetmişlerdi. Avrupa’da da diktatörler devri yaşanmaktaydı. Hitler, Mussolini ve Franco ve onların karanlık orduları terör estiriyordu. Gangsterler, hem Amerika hem de Avrupa’da ortaya çıkmış, Mafya kendi terörünü uyguluyordu. Bilim dünyasında da atom bombası plutonyum madeninden yapılarak bulunmuştu. Dünya iki büyük cihan harbinin orta yıllarında korku ve karanlık içindeydi. Ve bir Pluto etkisi de psikoloji ve psikanalizin derinliklerinden gelmekteydi; Freud (Pluto etkili cinsiyet teoremi), Adler (Pluto etkili güç dürtüsü), ve Jung (Pluto dönüşümü).

Pluto hemen Akrep'in yönetici gezegeni olarak kabul gördü, çünkü her ikisinin de yeraltı işlevleri vardı. Pluto'nun astrolojik yorumu altmış yıl öncesinden başlar, dünya olaylarının, mitolojinin ve Akrep burcunun anlamı sonuçta gezegenin sembolizmini formüle eder. Zaman bu anlamların doğruluğunu, Pluto'nun yüzyılımızdaki karanlık varlığı ile, ispatlamış durumdadır. Daha önceden bahsetmiş olduğumuz gangsterlik, terörizm, diktatörlük, nükleer kirlilik, ve ekonomik kriz kavramları ile Pluto'nun keşfi sırasında tanışmış ve bunları hayatımıza sürekli korkular olarak dahil etmiş bulunuyoruz. Yeni bir düşman atomik enerji şeklinde karşımıza çıktı ki yanlış ellerde dünyayı bir kaç dakikada yok edecek güce sahip.

Böylece Pluto, Yunan'daki Hades, dünyamıza yeniden tanımlanmış oldu. Aynen ağabeyi Poseidon gibi, Hades de kardeşleri Zeus’un kumanda ettiği dünyanın daha küçük belli bir bölgesinin hükümdarlığını sürdürmektedir. Hades karanlık ve korkuyu –ölüler diyarını yönetmektedir.

Pluto, kardeşi Zeus ile birlikte babaları Kronos tarafından yutulmuştur. Kurtulunca yeraltının yöneticisi olmuştur. Her zaman gün ışığından uzak yaşamıştır. Mecazi olarak bu durumun onun kişiliğine etkisi olduğunu düşünebiliriz. Gezegen Pluto; Güneş sisteminin en sonunda büyük Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün’ün ardında ufacık, güneş ışınlarının ulaşamadığı en uzak noktadadır.

Astrologlar bazen Pluto'nun sembolizminde tereddüte düşerler. Pluto hem maskülen hem feminen özellikler taşımaktadır. Hades’in feminen dengi Persephone ve Pluto'nun yoğun etkisi altında olan kadınlar, Persephone'nun hikayesi ile aralarında güçlü bir benzeşme hissedeceklerdir. Çok küçük yaşlarda Hades tarafından alıkoyulmuş, sonunda yeraltının kraliçesi olarak hayatından memnun olmuşsa da, gölgede yaşamak zorunda kalmıştır- önce paylaşmayı sevmeyen annesi Demeter’in gölgesinde, daha sonra Hades’in yanında.

Hades Persephone’yi alıkoymak için yeraltından yeryüzüne çıkmıştır. Persephone’yi kaçırdıktan ve onu kraliçesi yaptıktan sonra tahminen bir problem yaşamamıştır, fakat bölgesinde gerçek bir kral olabilmek için ona ihtiyaç duymuş olabilir. Patriarkal toplumlardan önce yeraltında, yeryüzünde olduğu gibi hep bir tanrıça olmuştur. Psikolojik olarak, bilinçaltının yeraltı bölgelerinde kadınsı içgüdüler maskülen bakış açısına oranla daha başarılı olmuştur. Ayrıca, Persephone yeraltı dünyasına dahil olmasıyla eski feminen güçlerin de yönetimde olmasını bir şekilde sağlamış bulunmaktadır. Bu arada Olympos Dağında, Zeus ile Hera arasında pek çok tartışma ve güç savaşı yaşanırken, Hades ile Persephone arasında bu tarz ağız kavgalarından bahsedilmemiştir. Persephone’nun annesi Demeter’in yanına gitmesi için Hades’in izin verdiği dönemler hariç bölgelerini birlikte yönetmişlerdir.

Pluto'nun bazı tanımlarının Akrep’in yönetici gezegeni olarak atanması nedeniyle türemiş olması ihtimaline karşı, Akrep’in eski yönetici gezegeni Mars’a da bir göz atmamız gerekir. Pluto, geleneksel astrolojide Mars’ın bir oktav büyüğü olarak kabul görmektedir. Bu iki planet arasında ezoterik sistemlerde bariz benzerlikler bulunmaktadır –mesela, güç merkezli şakralar, içgüdü ve hayatta kalma, ortaklar.

Mars öncelikle bir savaş tanrısı; enerjisini çok bilinçli, fiziksel bir seviyede ifade ediyor. Pluto da savaşçı ruhuna sahip, ama yeraltı dünyasına ya da bilinçaltına yerleşmiş, dolayısıyla kontrolümüzün en zayıf, düzensiz ve beceriksiz, olduğu zamanlarda ortaya çıkıyor. Pluto kontrole meydan okur. Kendine göre bir hayatı vardır, ve kişi bir kez Pluto'nun etkisine girdiğinde, rasyonel aklın durumu ele almasından önce, tek yapılabilecek şey tamamen etkinin geçmesini beklemektir. Pluto genel olarak, kendine uygun şekliyle, insanlarda bilinçaltının ve pisikoterapinin hükmünü sürdürmektedir. Biz Pluto ile genellikle bilinçaltına yıllarca bastırılmış duygularımızın salıverilmesi sonucu bir türbülans yaşarız, ve Mars’ın bir oktav büyüğü olarak, Pluto tarafından uyandırılan duygular genellikle uzun süredir içten içe kaynayan öfke ve şiddet içerirler. Bu kadar kızgınlık neden? Hades kızgın bir tanrı mıydı? Mitolojide onun kızgınlığından bahsedilmemiş, fakat kardeşi Zeus cennet ve dünyayı yönetirken, kendisine ölüm krallığı bırakılmıştı –belki bu bir kızgınlık ve kıskançlık kaynağı olabilir.

Pluto'nun her iki yönü; bastırma ve egemen olma –tipik çocukluk dönemi Pluto tecrübeleri-  birgün bu kaybedilmiş gücün geri alınması için harekete geçmek ve güçlenmek zorundadır. Bu, yaralı Pluto'nun kendini tedavi etmek için nasıl canlandığının göstergesidir. Ancak, çoğu kez Pluto etkisi, hiç tatmin etmeyecek bir biçimde, sağlıksız çalışır. Pluto'su güçlü kişiler bastırma ve egemenlik sorunlarına gizlice öfke duyarak karanlıkta veya yaşadıkları tecrübenin veya kişinin gölgesinde yaşamaya devam ederler. Genellikle kendilerini istismar edenlere karşı öfke dolarlar, ya da daha kötüsü, kendileri istismar etmeye başlarlar. İyileşmiş Pluto belki alıkoyulma tecrübesini bilgeliğe dönüştürmüş ve kendisini yaşamın, ölümün, hayatın ruhunun gizemleriyle güçlendirmiş olan Persephone olabilir. Persephone kendi varlığına eşitlik ve denge sağlamak için iki dünya –yaşam ve ölüm, ışık ve karanlık, bilinç ve bilinçaltı– arasında gidip gelir. İyileşmeyen Pluto, kardeşi Zeus’u kıskanan, babası Kronos’a öfkeli, sinsice sokulup tüm Persephone'leri alıkoyan, ve sadece ölümle ve önündeki cansız formlarla konuşmaya devam eden, Hades’te kapana kıstırılmış gibidir.

Pluto ölüler diyarıyla ilgili olduğu için, kişi astrolojide bu sembolizmden kaçamaz. Pek çok astrolog, bu pozisyonu ruhun yolculuğu ile ilişkilendirir. Bazıları Pluto’yu yeraltıyla, Moirai'nin, kanunları Zeus tarafından bile geri değiştirilemeyen, son ve kesin Kader'in içgüdüsel yöneticisi ile ilişkilendirir. Bir kez ruh Hades’in boyunduruğuna girdi mi orada kalıyor. Tabii ki, Pluto yaşam ve ölüm ile ilgilendiği için, pek çok kişiye Pluto transitleri ölümün yaklaştığını düşündürebilir. Ancak Pluto sadece fiziksel ölümle ilgili değildir. Transit esnasında genellikle, psikolojik düzeyde bir ölüm veya kayıp deneyimlenir. Sanki kara bir deliğe doğru çekiliyormuş gibi hissedebiliriz. Böyle zamanlarda yalnız kalmak ve bunun geçmesine izin vermek en iyisidir. Biz hazır olana kadar hiçbir şey bizi o delikten çıkaramaz.

Persephone’nin yeraltı dünyasına geri dönüşünü yıllık mevsim döngüleriyle özdeşleştirirsek, insanlar için de kazanç ve kayıp yıllarının döngüsü olarak yorumlayabilir, ya da ruhun yaşamdan sonraki hayata yolculuğu ve yeni bir vücutta tekrar hayata dönmesi olarak düşünebiliriz. Persephone’nin efsanesi, bir piyesin, sıklıkla canlandırılan yaşam ve ölüm sahnesi gibidir.

Belki de en güçlü Pluto efsaneleri Yunan’dan ziyade eski Mezopotamya’dan alınanlardır. Bu, tanrıça Isthar’ın yeraltına inişi ile ilgilidir. Isthar Babil ismidir, ve aynı hikaye Isthar'ın Sümer karşılığı olan Inanna için de anlatılır.

Isthar, sevgilisi Tammuz’un ölümü sebebiyle yas tutmaktadır. Yeraltı yolculuğuna sevgilisini geri getirebilmek için başlamıştır. Ölüler diyarına giden tüm kapılardan başarıyla geçmiştir. Her yeni bir kapıya ulaştığında gardiyanlar sahip olduğu şeylerden istemektedirler, mücevherlerini, tacını vs. En sonunda giysilerinden de vazgeçmiştir. Aşk Tanrısı neticede yeraltı kraliçesinin tahtına ulaştığında artık tamamen çırılçıplaktır.

Bu yeraltı kraliçesi – Pluto'nun feminen vücut bulduğu hal – Sümer mitolojisinde Ereshkigal olarak bilinmektedir. Yunan mitolojisindeki Gordon Medusa benzeri gibidir. Medusa’nın acıdan kıvranan yılanlardan oluşan saçları vardır, Ereshkigal’in de sülüklerden. Isthar’ı karşılaması hiç de olumlu olmamış, onu sanki bir ölüymüşçesine et kancasına asmış, cesedini de cehennemin en dibine gömmüştür.

Fakat tanrılar aşk tanrıçası olmayan bir dünyaya dayanamayacakları için elçilerini göndermişler, yeraltında Ereshkigal’in tanrıçayı bırakması için talepte bulunmuşlardır. Bu şekilde Isthar tekrar yaşayanların arasına dönmüştür. Şimdi, artık, aşk tanrıçasının ötesinde cennetin kraliçesi de olmuştur.

Isthar’ın İnişi mitolojisinin astronomide de yeri vardır. Venüs’ün Sabah yıldızı olarak görünürken kaybolup Akşam yıldızı olarak tekrar görünmesi ile bağlantı kurulabilir. Fakat psikolojik seviyede bunun etkileri daha da önemli boyuttadır.

Isthar yolculuğuna çok kuvvetli bir kayıp duygusu sebebiyle başlamıştır – sevgilisi Tammuz’un ölümü. Doğum haritamızdaki yeri ya da transiti sebebiyle, ne zaman bir Pluto etkisiyle karşılaşsak, biz de aynı kayıp duygusunu yaşarız. Bazen, bizim için çok değerli olan bir şeyin bizden koparılıp alındığını görürüz. Bu her zaman fiziksel bir ölüm sebebiyle olmaz. Onun yerine, bir ilişkinin bitiminde, işimizi kaybettiğimizde, çok sevdiğimiz evimizi satmamız ve tanımadığımız yeni bir yere taşınmamız gerektiğinde “ölüm”ü deneyimlemiş oluruz. Şu ya da bu şekilde “onsuz yaşayamayacağımızı” düşündüğümüz bir şeyden vazgeçmek zorunda kalırız. Yaşamdaki desteğimizin ve güvenliğimizin elimizden alınıp, buhar olup havaya uçtuğunu görebiliriz.

Fakat bu daha başlangıçtır. Kaybettiğimiz şey ne olursa olsun, bizi tırmanmakta olduğumuz ruhun bilgelik spiralinden aşağıya doğru kaydırır, bilinçaltının derinliklerine indirir ve bizi kendi kişisel şeytanlarımızla karşı karşıya getirir. Biz aşağıya indikçe, giderek güvende ve emin hissetmemizi sağlayan şeylerden daha fazla kaybeder görünürüz. Isthar gibi, bizim de üzerimize giydiğimiz ihtişamlı giysileri çıkartmamız gerekir. Bu giysiler maddi varlıklar olabildiği gibi, daha ziyade tavırlarımız,veya hayata dair detaylı varsayımlarımız olabilir.

Sahip olduğumuz şeyler anlamını yitirmeye başlar. Ahlaki, duygusal ve ruhsal bir altyapıya sahip olduğumuz bilincini kaybederiz. Sonunda, mutlak karanlıkla karşı karşıya kalırız. Ereshkigal, ölüm kraliçesi, saçındaki sülüklerle, aynada gördüğümüz akistir. Persephone’nin isminin anlamı “korkulacak kişi” demektir. Pluto tecrübesinin kalbinde yatan, kendi korkularımızla yüzleşmektir. Biz sadece ham duygulardan oluşan, ya da tüm organları bir ten altında toplanan bir varlığız. Dibe ulaşmış; et kancasında cehennemin en karanlık ve dip kısmında öylece asılı dururuz. Sonra Pluto'nun diğer yüzünün ortaya çıkma zamanı gelir. İçimizde cılız bir ses, tıpkı tanrıların göndermiş olduğu elçiler gibi, inceden bize umut verici tesellilerde bulunur. Bir şeyler içimizde değişmeye başlar, öyle ki başlangıçta bunu tarif etmek olanaksızdır. Sonra yükselmeye başlarız. Aşk tanrıçası Cennet Kraliçesi olmaya başlar. Biz de yeniden doğarız.

Yeraltına iniş draması “yılan bilgeliğinin” yani kadınsı bilgeliğin kazanılmasını temsil eder – Medusa'nın saçlarında yılanlar vardır, orijinal sembolü yılanla gösterilen Akrep burcu Pluto ile yönetilmektedir. Acı, keder, karanlık ve duygusal çalkantı sonucu yeniden başlama süreci aslında kadınsı bir süreçtir. Jung'cu analist Sylvia Brinton Perera bu dramayı “kadınlar için inisiyasyon yolu” olarak adlandırır. Erkekler bu yolculukta kadınlar kadar başarılı olamamışlardır. Orpheus gelini Eurydice’yi geri istemek için yeraltına inmiş ancak onu gün ışığına çıkartmakta başarılı olamamıştır. Theseus yeraltı dünyasına yolculuk yapmış, fakat orada tuzağa düşürülmüş ve taştan bir sandalyede dondurularak hapis kalmıştır, ve ancak deneyimin dışında kalabildiği için Hades'i idare etmeyi başarabilen Herkül tarafından serbest bırakılmıştır. Sadece Dionysos annesi Semele’yi kurtarmak için yeraltına başarılı bir iniş yapmış ve onu yeryüzüne geri çıkarmıştır – tabii ki Dionysos bir kadın tarafından kadın gibi büyütülmüştür. Homer Dionysos için: “bir erkek, ama kadın gibi” der. Hermes de Hades’e başarıyla gidip gelmiştir, ancak onun da çift cinsiyet özellikleri vardır. Pluto etkili iniş, erkekler tarafından da tecrübe edilse bile, öncelikle kadınsı bir yoldur. Erkekler için, iniş ve yükseliş yolu daha ziyade Chiron’un kurban edilmesi ve Prometheus’un serbest kalması ile daha yakın ifade edilebilir. Erkekler Pluto’yu kadınlardan farklı deneyimlerler, ancak bir erkekte en az bir kadın kadar Pluto transiti ile kendini dönüşmüş hissedebilir.

Roma tanrısı Pluto aynı zamanda zenginlikle de bütünleşmiştir, çünkü eski zamanlarda dünyevi zenginlik minerallerle ( gümüş, altın vb.) ölçülürdü. Ve mineraller dünyanın yeraltı kaynakları olduğu için bunlar da Pluto'nun yönetimi altındadırlar. Fiziksel ve materyal zenginlik bazen önemli bir Pluto etkisi sonucu olabileceği gibi, daha önemli zenginlik bilinçaltımızın derinliklerinde yatmaktadır ve orada yatanları keşfettikçe ruhen daha da zenginleşiriz. Ancak Pluto'su güçlü insanların maddi zenginlik de elde edebildiklerini gözardı etmeyelim. Zenginlik kanalıyla yöneten anlamına gelen “Plutokrat” tabiri Pluto'nun isminden türetilmiştir. Yöneticiler ve politikacılar güçlü konumdaki bir Pluto'ya sahiptirler. Ancak bir Pluto transiti ailenin kaderini değiştirip, zenginlik katacağına, varolan serveti de silip süpürebilir. Eğer bir insanın hayatı dengesizse, sadece maddi varlıklar üzerine kuruluysa veya onları elde etmek için çaba sarf ediliyor ve ruhen gelişim ihmal ediliyorsa, Pluto kişinin sahip olduğu varlıklar üzerinde harap edici etkiler yaratabilir. Büyük depresyon sırasında (1929 ve 1930, Pluto'nun keşfedildiği yıllar) insanlar, paraları olmaksızın yaşamaya dayanamayacakları için kendilerini öldürdüler. Maddeye bu derece bağımlı ve tabi olma dünyamızı çok etkilemiş ve koyanisqaatsi, (Hopi deyişinde “dengesiz hayat”) ortaya çıkmıştır. Politikacıların ve finans devlerinin çoğunun haritasında çok güçlü Pluto konumları bulunmaktadır. Bu insanlar dünyaya karşı son derece acımasız, Pluto'nun volkanik etkilerini gösteriyor olabilirler – volkanik bir patlama ya da atom bombası etkisi ile gün ışığına çıkan büyük bir güç.

Bu insanlar kendilerini göstermek, belli etmek için çok güçlü bir istek duyarlar. Bu Pluto'nun kompleksleri ve güvensizliklerinin bir yansımasıdır. Tabii ki bu insanlar bilinçaltlarıyla derin, güçlü ve yoğun ilişkiler kurma potansiyeline sahiptirler. Psikolojik derinliklerini inkar edip Pluto'nun gücünü dışa yansıtmaya kalkıştıklarında, kendi düşüşlerini hazırlarlar.

Ay-Pluto kavuşumuna sahip olan C.G. Jung Pluto gücünü direkt kendi kaynağına yöneltmiş ve yirminci yüzyılın insanlarına bilinçaltının derinliklerindeki katmanlarına giden kapıları açmıştır. Bu Pluto'nun gerçek gücüdür – aklın ve bilginin gizli kalmış kaynaklarını ortaya çıkartmak. Güçlü Pluto etkisinde olan kişiler terapist, bilim adamı ya da araştırmacı olabilirler. Eğer tekrar Pluto'nun keşfedildiği yıllara dönecek olursak, Pluto'nun edebiyat ve ekonomi alanlarında da etkili olduğunu gözlemleyebiliriz.  Edebiyat alanında James Joyce’un Ulysses’deki kahramanı Molly Bloom kadar güçlü Pluto etkileri gösteren başka bir karakter yoktur. Adet gördüğü dönemlerde, sabahın ilk saatlerinde geçmiş ve gelecek tüm cinsel tecrübelerini hatırlamaktadır.

Pluto gezegeni genellikle aşırı cinsel bir yapıyla suçlanır. Bu, mitolojik bir temele dayanmamaktadır – Hades’in Persephone’yi alıkoyması haricinde cinsel dürtülerinden hiç bahsedilmez. Pluto cinsel kimlik ifade eden bir gezegenle kuvvetli bir açı yapıyorsa seks kişide sabit fikir halinde bir tutkuya dönüşebilir. Mesela Mars veya Venüs ile birleşmiş bir Pluto cinselliğin ifadesinde daha ihtiraslı olunmasına sebep olabilir. Ay ile birleşmesi Demeter/Persephone/Hades tipi ilişkileri gösterebilir.

Pluto transitleri çok yavaştır ve uzun sürer. Kişinin hayatında ruhen olgunlaşma ve/veya dönüşme dönemlerini işaret eder. Genellikle bu dönüşüm dönemleri sembolik olarak bir ölüm ile, bir kayıp, üzüntü, keder, ayrılık, acı ya da bunun gibi kederli bir olay ile gerçekleşir. Bu deneyim bazen de terapi ile bilinçaltına inilerek, rüyalar gibi psişik olaylar ile de gerçekleşir. Berraklık ve evrimsel ivme ile sonuçlanan bu tür deneyimler kişilerin kendilerini yeniden doğmuş gibi hissetmelerine sebep olur. Pluto etkisi yoğun bir şekilde kendini hissettirmeyen insanlarda bu süreç uzun, hatta bir ömür boyu sürebilir. Ancak Pluto etkisi güçlü kişiler, varoluş döngüsünde hayatlarını alışılmışın dışında yaşamalarına neden olan olaylar kanalıyla, hayatın akışına kendilerini daha rahat bırakır ve bu sayede, diğer ölümlülerden çok daha zengin içsel deneyimler kazanırlar.
Geri mi dönücem :P