Kayıt Ol

Mutluluğun Gurusu

Çevrimdışı Akrin

  • **
  • 59
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Mutluluğun Gurusu
« : 24 Şubat 2011, 22:00:11 »
MUTLULUĞUN GURUSU

‘Belki de Tanrı, çölü, insanlar hurma ağaçlarını görünce sevinsinler diye yarattı.’
SİMYACI
   
      Bir zamanlar falanca şehrin falanca köyünde Runo adında bir adam yaşardı. Bu adam çevresinde saygı gören, dürüst, çalışkan ama bir o kadar da kötümser bir insandı. Hele de son zamanlarda bütün işlerinin kötüye gitmesi, adamın moralinin altüst olmasına yol açmıştı.

     Runo: “Çok mutsuzum.” Diye yakınıp da duruyordu. Marangoz dükkânında işler çok kesattı ve evine ekmek götürebilmek için ek mesai yapıyordu. Birçok ağır iş üstlenir, bu nedenle karısıyla da birçok kez kavga ederdi. Bir de üstüne evindeki hayvanları hastalanınca, atları, keçileri, inekleri teker teker ölüp, adam beş parasız kalınca, intihar etmeyi bile düşündü.

     Günlerden bir gün, yine adam hâlinden yakınırken, bir adam çıkageldi ve Runo’ya:

     “Tozlu dağların arkasında, yeşil ovaların karşısında, Büyük bir ormanda yaşlı bir adam yaşar Runo. Derler ki bu adam kendisine gelenleri bir ay içinde sonsuz bir mutlulukla doldurur, ömürlerinin sonuna kadar da mutlu mesut yaşamalarını sağlarmış. Ancak bazı fedakârlıklar yapman icap ediyormuş. Kendisine mutluluğun gurusu diyen bu adam her ne derse desin yapmak zorundaymışsın.” Dedi.

     Bu fikir Runo’nun aklına epey yattı. Şüpheleri de yok değildi elbette. Guru ne derse desin yapmak zor olacak diye düşünür dururdu. Ama her ne kadar şüpheyle yola çıksa da, bir gün mutluluğun gurusunu bulmak için yollara düştü.

     Dere tepe düz gitti. Tozlu dağları geçti, yeşil ovaların karşılarındaki ormanın yolunu buldu. Ormanın içinde çok eski zamanlardan kalma bir patika vardı. Runo da bu patikayı takip ederek ormanın derinliklerine daldı. Ne de olsa patika yoldan, yolumu bulurum diye kendini avutuyordu.

     En sonunda yaşlı meşe ağaçlarının birbirlerine dört bir taraftan yaslandığı geniş bir düzlükte patika sona eriyordu. Düzlüğün ortasında ise pembe duvarları, beyaz panjurları olan minik bir ev vardı.

     Runo bu muazzam güzellikteki eve bakarken birden bire ormanın içinden gelen tuhaf sesler duydu. Ürktü. Korktu. Ne yapacağını bilemiyordu…

     Sesler yaklaştıkça Runo’nun kalp çarpıntısı daha çok artıyordu. Teni sararıyor ve heyecandan elleri titriyordu.

     Arkasını döndüğünde ona doğru gelen beş krallık askerini gördü. Askerler ne ile karşılaşacaklarını bilmedikleri için kılıçlarını çekmişler, temkinle Runo’ya doğru yaklaşıyorlardı.

     Runo askerlerin av için burada olmadıklarını, kendisi için burada olduklarını anladığında askerler ona kılıçlarını doğrultmuşlardı bile. En uzun boylu olan asker, miğferini başından çıkardı ve:

     “Burada ne işin var köylü.” Dedi. Runo ne söyleyeceğini bilemedi. Daha sonra gerçeği söylemenin kellesi için çok daha iyi olacağını düşündü ve derdini kuşkuyla ona bakan askerlere anlatmaya başladı.

     “Ben bu ormana geldim. Çünkü arkamda gördüğünüz pembe evde mutluluğun gurusu adında bir adam yaşarmış ve dileyeni bir ay içinde sonsuza kadar mutlu yaparmış.” Runo öyküsünü bitirdikten sonra pembe eve boş gözlerle bakan adamları inceledi. Olanlardan hiç de hoşnut değildi. Büyük bir hızla arkasına döndü. Ne? O da neydi?

     Pembe ev kaybolmuştu. Sanki yer yarılıp da içine girmişti. Onun yerinde büyük bir düzlük uzanıyordu. Etraftaki ağaçlara kuşlar konmuş haşince ötüyorlardı. Askerlerin başı olan uzun boylu adam en az kuşlar kadar haşin bir sesle:

     “Bu ormanda gizemli, büyü işlerine karışmaktan tutuklusun. Bizimle krallığın şatosuna gelecek mahkemeye çıkacaksın.” Dedi.

     Askerler Runo’yu yaka paça götürürlerken Runo etrafa bağırıp çağırıyor ve büyücü olmadığını, ormana bir adamı aramak için geldiğini haykırıyordu ama nafile. Askerler nuh diyor peygamber demiyordu. Runo’ya sertçe:

     “Derdini mahkemede anlatırsın büyücü.” Diyorlardı. Runo ne yapacağını bilemiyordu. Birçok kez ölümü düşünmüştü ama ölümü düşünmek, ölümle karşı karşıya kalmaktan çok farklıydı.

     Uzun bir yolculuktan sonra Runo, elleri ve gözleri bağlı halde Krallığın şatosuna getirildi. Şatonun avlusundan hapishaneye giderken, avluda toplanmış olan kalabalık Runo’nun biçimsiz ve savunmasız vücuduna çakıl taşları atıyor, büyücü diye yuhalıyorlardı.

     Büyücülük! Dünyadaki en kötü şey olarak öğretilmişti onlara. İdam ettirilmesi gereken şeytanın uşaklarıydı büyücüler. Ama Runo bir büyücü değildi. Hayatında büyü denen şeyi bir kez bile görmemiş, şu zamana kadar kendi halinde yaşamış olan bir marangozdu o. Büyücülükle ne alakası olabilirdi? Ormana mutluluğun gurusu denen adamı aramaya gitmiş ama hilekâr adamın ağır hilesiyle karşılaşmıştı. Hilekâr bir guru yüzünden ölecekti.

     İtilip kakılarak şatonun en ücra, en pis ve en kötü zindanlarından birine sokuldu. Elleri ve gözü çözülmüştü ama zindanın karanlığında gözlerinin bağının çözülmesinin pek bir anlamı kalmamıştı.

     Burası ne kadar da korkunç bir yer diye düşündü. Karanlık, zindanda cirit atan sıçanların sesinin duyulmasına engel olamıyordu. Sıçanlar büyük bir zevkle yeni gelen mahkûmu kemirmeye neresinden başlasak diye tartışıyorlardı. Runo ise zindanın bir nebzedeolsa küçük pencereden ay ışığı alan köşesine kıvrılıp uyumaya çalıştı. Denedi, denedi… Başaramadı ama. Bütün gece uykuyla boğuştuktan sonra şafak sökmeye yakın ağır bir uykuya daldı. Ne var ki askerlerin kalk büyücü, diye bağırmaları uykusunu yarıda kesmişti.

     Uyandığında sağ kulağında tarifi olmaz bir acı hissediyordu. Elini kulağına götürdüğünde eline bulaşan kanı gördü ve kulağının çok küçük bir parçasının olmayışı Runo’nun şaşkınlıkla haykırmasına neden oldu. Pek bir tıbbi bilgisi olmasa da gömleğinden bir parça koparıp yaralı kulağının kanını durdurmayı akıl etmişti. O kulağını iyice sardığından emin olamadan askerler tekrar yaka paça dışarı çıkardılar onu. Uzun boylu asker yine oradaydı. Zindanın dışında bir yerlerde durmuş. Yumuşak bir ifadeyle Runo’ya bakıyordu. Askerler Runo’yu zindanın dışında mum ışığıyla aydınlatılan bir yere getirip, samanların üzerine attıklarında uzun boylu asker yumuşak bir ses tonuyla:

     “Mahkeme, suçunu itiraf ettiğin takdirde zehirlenerek öleceğini yoksa suçun kanıtlanırsa celladın keskin baltasının tadına bakacağını söylüyor.” Dedi. Runo yapmış olduğu büyücülük olmasa da celladın kollarında öleceğini çok iyi biliyordu ama olmayan bir suçu kabullenmek normal bir insanın yapacağı iş değildi.

     Susuzluktan kuruyan boğazından, suçunu kabul etmediğine dair garip bir hırıltı çıkardı. Asker ona şefkatle yaklaştı ve:

     “Halkın önünde kafanın baltayla kesilmesi hiç de onurlu bir davranış değildir. Lütfen! Zehir içerek ölmek, kesin ve acısız bir ölüm. Bir daha düşün aksi hâlde mahkemen bir ay sonra görülecek ve çok büyük bir ihtimal kellen şatodaki heykellerin mızraklarında aylarca halka ibret olsun diye sallandırılacak.” Dedi.

     Her şeyi göze alabilirdi ama yapmadığı bir şeyi yapmış gibi üstlenemezdi bu olanaksızdı. Boğazından gelen aynı olumsuz hırıltıyı çıkardı. Askerin kızgın bir baş hareketiyle, karanlık zindana geri tıkıldı. Askerler uzaklaşırken tek duyduğu, mahkemenin bir ay sonra görülecek olduğunu söylemeleriydi.

     Günler geçti. Zavallı Runo’nun midesine giren günde bir parça ekmek ve birkaç yudum suydu. Her gün biraz daha bitkinleşiyor ve zayıflıyordu. Teni daha da sararmıştı ve gözlerinin altında mor mor torbalar oluşmuştu.

     Geceleri uyumamaya çalışıyor, gündüz olunca, sıçanlar ortada yokken, uyuyordu. Sıçanların üstüne bir de akrep derdi çıkmıştı. Zindanda bulunan çakıllar ile geceleri, nöbetçi askerler uyurken, küçük bir ateş yakıyor böylelikle sarı akrepleri kendinden uzak tutuyordu. Evinde olmayı o kadar çok isterdi ki…

     Mahkemenin elinde fazla kanıt olmadığından Runo’yu konuşturmayı kafalarına koymuşlardı. Bundan sonra Runo konuşsa bile celladın ellerinde verecekti canını. Neler neler yapmadılar ki…

     Bazı günler zavallı Runo’yu kırbaçladılar. Adam baygın düşünceye kadar kırbaçladılar ama Runo konuşmadı. Konuşamadı. Sanki zindanda geçirdiği günler ona konuşmayı unutturmuştu.

     Bazı günler boğulana kadar kafasını suyun içine sokuyorlar. Tam boğulacağı zaman kafasını sudan çıkarıyorlardı. Her konuşmayışında ise işlemin süresini uzatarak tekrarlıyorlardı.

     Bazen ateşte ısıttıkları bir demirle Runo’nun derisini dağlıyorlardı ama o konuşmuyordu. Konuşamıyordu…

     Bir ay çabucak geçti. Ve Runo zindana getirildiği gündekinden başka bir adam olarak mahkemenin önüne çıktı. Elbette mahkemeye Kral başkanlık ediyordu. Kral sertçe konuşmaya başladı.

     “Sen Runo! Burada bulunmanın sebebi büyücülükle suçlanmaktır. Kraliyetin askerleri seni ıssız bir ormanda tek başına bazı şeyler mırıldanırken yakalamışlar. Bir büyü olduğu ne kadar da belli.”

     Runo o gün hiçbir şey mırıldanmadığını söylemek istedi ama dili bağlanmıştı. Konuşamadı.

     “…Bu adamı suçlu bulanlar?” Bütün mahkeme üyeleri parmaklarını kaldırdı. Kral ise gülümseyen bir ifadeyle:

     “Yarın şafak sökerken infazın gerçekleşecek büyücü. Kellen mermer askerlerin mızraklarına asılacak halka ibret olasın diye.” Dedi.

     Son bir gecesi kalmıştı Runo’nun onu da sıçanlara ve akreplere aldırmadan uyuyarak geçirdi.

     Ertesi gün meydanda tüm hazırlıklar tamamlanmış, suçlu idam masasına getirilmişti. Runo’nun kafası idam masasına konulduğunda bütün halk öfkeyle yuhalamaya başladı. Celladın baltası suçlunun kafasına inmeden önce kralın kısa bir konuşma yapması adetten olmuştu. Kral otoritesini korumaya çalışan ürkek bir adamın sesiyle konuşmaya başladı.

     “Burada Runo adındaki bu büyücünün infazı için toplanmış bulunmaktayız. Bu adam gayet adil bir şekilde kendisini savunmuş ama yine de büyücü olmadığını mahkemeye kabul ettirememiştir. Yasalarımız gereği bir büyücü ölmelidir.” Son sözlerini büyük bir coşkuyla söyleyen kral cellada küçük bir baş hareketi yaptı.

     Bir gün daha yaşamak için her şeyini verirdi Runo. Sadece bir gün… Kaybedilen bir şeyin değeri ancak kaybedildiğinde anlaşıldığı gibi hayatın da değeri siz onu kaybetmekle karşı karşıya kaldığınızda anlaşılır. Ne paraydı önemli olan ne de şan. Ormana geldiği güne lanet etti. Neden mutlu olmadığına anlam veremiyordu. Gözlerini kapadı. Ölümünü bekledi sessizce. Ve celladın baltasının inerken çıkardığı sesi duyabiliyordu…

     Runo öldüğünü zannettiği bir anda gözlerini açtı. Neler oluyordu? Pembe renkli duvarları olan, tütsü kokulu bir odada ayakta duruyordu. Karşısında turuncu giysili kel bir adam yerde oturuyor şefkatle Runo’ya bakıyordu. Runo kendine iyice geldikten sonra yerde oturan yaşlı adam konuşmaya başladı.

     “Ben mutluluğun gurusuyum Runo. Sana bugün burada mutluluğu öğretmiş olduğumu düşünüyorum. Mutluluk nedir? Para mıdır? Şan mıdır? Şöhret midir? Hiçbiridir mutluluk. Peki ya neden mutsuzdun? Kötü şeyler yaşadığın için mi? Kötü şeyler yaşamasaydın iyi şeyler yaşadığında mutlu olabilir miydin? Olamazdın sevgili Runo. Sana iyi bir ders verdim. Sana yaşamanın değerini öğrettim. Sakın unutma: Yaşıyorsan mutlusundur!”

     Runo şaşkınlıkla guruya baktı. Olanlara inanmada ne kadar güçlük çekse de sonsuz bir mutluluk duyuyordu.

     Guruya binbir teşekkür edip pembe evden ayrıldı. Evine geldiğinde ailesi hiç tanımadıkları bir Runo ile karşılaştılar. Sonsuz mutluluğa sahip Runo’ydu o. Çünkü bir şeyi çok iyi biliyordu:

     “Yaşıyorsan mutlusundur!”

SON
Yarınlar hep güzel olacak denir. Oysa bugünler, dünün yarınları değil midir?

                                                               
V.Hugo

Çevrimdışı Wanderer

  • ****
  • 1501
  • Rom: 28
  • Uzun günler ve hoş geceler dilerim.
    • Profili Görüntüle
    • Blog Sayfam - Yolsuz Yolcu
Ynt: Mutluluğun Gurusu
« Yanıtla #1 : 20 Mart 2011, 22:04:38 »
Aklıma Dostoyevski geldi, Suç ve Ceza romanını yazmadan önce böyle bir şey yaşamıştı.

Celladın öldürmesi daha kolay, neden zehir içip acı çeksin ki? Diye düşünüp sıradaki paragrafı okumakta zorlanıyordum ki hemen aklımdaki soru işaretlerini yok ettin. Anlatımın duru, sade ve kesinlikle çok hoş bir kaç yazım hatası dışında harika bir yazı olmuş.

Ellerine sağlık, tebrik ederim. :)
May the force, be with you.