Kayıt Ol

O Değil De...

Çevrimdışı Laughing Madcap

  • ****
  • 960
  • Rom: 51
  • The Oncoming Storm
    • Profili Görüntüle
O Değil De...
« : 07 Ağustos 2010, 02:12:25 »
"Küçük bir çocukken en büyük hayallerimden birisiydi televizyona çıkmak. Haber spikerleri, röportaj yapanlar, program sunanlar ve bu tarz insanlara imrenirdim. O yüzdendir ki, ilkokul yıllarında yapılan piyeslerde hep sunucu bendim. Yine aynı yıllarda yıllarca sınıf başkanlığı yapmıştım. Sanıyordum ki hitabet yeteneğim, insanlarla ilişkilerim, konuşmalarım falan süperdi. Liseye kadar buna inandım ancak feci yanılıyordum.

Liseye gelip de ortamlar kurulduğu vakit anladım ki, ne iki kelimeyi yan yana getirip konuşabiliyorum ne de herkesçe sevilen ve sayılan bir insanım. Hoşlandığım ve benden hoşlandığını tahmin ettiğim kızla en yakın arkadaş olabilecek yeteneğe sahiptim. Pek popüler ve başarılı değildim. Yanlış hatırlamıyorsam o yıllarda başardığım en fantastik şey kulaklarımı oynatabildiğimi farketmemdi ve bu olay tuvalette gerçekleşmişti.

Konuşma konusunda "Naber?" ve "Ehe Mehe" den öteye gidemiyordum. Adeta yıllarca Türkiye'de top koşturmuş ancak bir kaç kelime Türkçe öğrenebilmiş yabancı futbolcu gibiydim. Sonra bir gün bu açığı kapatmanın bir yolunu buldum; yazmak.

Kompozisyon dersinde geçen haftanın ödevi okunuyordu. Konu, gelecekte olabilecekler gibi fazlasıyla klişe birşeydi. Herkes sırayla yazdıklarını okuyordu ve onlar okudukça ben utanıyordum. İnsanlar oturmuş ve adam gibi şeyler yazmışlardı. Birisi ileride oluşabilecek bir ekonomik krizden bahsediyordu - ki oldu- , bir başkası ise siyaset hakkında yardırıyordu. Ben ise sınıfımdaki kişilerin özelliklerinin ve eksikliklerinin yıllar sonra da yakalarını bırakmayacağına dair kendimce komik ama şimdi düşününce afedersiniz b.k gibi birşey yazmıştım. Ben yazıyı okumayı bitirdiğimde herkes gülmekten yerlere yattı. Çok beğenildi yazdığım şey ve ben anlamsız bakışlarım eşliğinde bir anda komik sıfatını edindim. Bu sıfatın gerçekten bir işe yaradığını, iyi birşey olduğunu sanıyordum. Yazma yeteneğim olduğunu da farkedince, bunları birleştirip popülerite konusunda voleyi vuracaktım. Evet, tahmin ettiğiniz gibi; yanılmıştım.

Üniversite yıllarına kadar bu sıfata sıkı sıkı sarıldım. Yakışıklı değil ama sevimli, komik bir şahıs olarak bir şekilde ortamlara girdim ve sevildim. Sevildiğimi sandım aslında. Asıl olayın ben değil de yaptığım şebeklikler olduğunu farkedince çok canım sıkıldı. Haydi bir espri yap da neşemiz yerine gelsin adamı olmak bana koydu açıkcası. Türk filmlerinde; kullanılıp bir kenara fırlatılan köylü kızı gibi hissetmeye başladığımda bana çok iyi gelmişti yazmak. Aklıma geldikçe yazıyordum. Karakter yaratıp yazıyor, kendimi anlatıyor, saçmalıyor ve benzeri türlü eylemlerde bulunuyordum. Ve inanılmaz rahatlıyordum.

O aralar farkettim ki yeni hayalim yazarlıktı. Ancak önümde büyük bir engel vardı; üşengeçlik. Beni tanıyanlar bilir - ki sitede sanırım toplam 1 (yazıyla bir) kişi tanıyor- fazlasıyla üşengeç bir insanım. Genelde başladığım işi yarıda bırakırım. Bir hevesle yazdığım şeyleri iki günde bir kenara fırlatırım. Hâl böyle olunca yazılan hikayeler, kitap yazma hayalleri bir hayalden ya da 2-3 sayfadan öteye gidemez oldu. Uzun ve devamlı hikayeler bana göre değil. Daha kısa ve daha rahat yazılar yazma konusunda daha iyi olduğumu düşünüyorum.

Bu yüzdendir ki "O Değil De..." adlı başlığı açmış bulunmaktayım. Bundan böyle bu benim köşemdir. Belki gün gün, belki hafta hafta yazacağım ama birşeyler yazmaya çalışacağım. Edebiyat dünyasına, okuyanlara, uzun yazmış dur sonunu okuyayım diyen kurnazlara, böyle uzunca bir yazının altına "Güzel olmuş, devamı yok mu?" yazanlara birşeyler katmak değil amacım. Belki biraz tebessüm, belki biraz düşüncelere dalma, belki biraz "ne diyor lan bu dallama?"... Dedim ya, amaç rahatlamak.

Aslında o değil de..."

Yazıp tüy kalemi masaya bıraktı. Ayağa kalkıp dolabını karıştırdı, çok geçmeden giyinmiş ve hazırdı. Bu sırada mürekkep kurumuştu. Adam kağıdı aldı, güzelce katlayıp cebine koydu ve masadaki mumu söndürdü. Henüz aylardan nisandı ama Paris en sıcak günlerini yaşıyordu. Adam bir taraftan sokakları hızla geçerken bir taraftan mendiliyle terini sildi. Hedefine yaklaşmışken bir dostuna rastlayınca birkaç dakika ayakta muhabbet ettiler. Dostu, adamın gittiği yere kadar yanında yürümeyi teklif etti. Bir iki dakikalık bir mesafe kalmış olsa da adam dostunun teklifini geri çevirmedi. Birazdan hedeflerine vardılar. Adam, güzel bir bahçesi olan büyükçe bir evin kapısını çalarken dostu yolun karşısında onu beklemekteydi. Kapıyı kır saçları dağınık birisi açtı ve adamı içeri buyur etti. Bir kaç dakikalık sohbetten sonra adam cebindeki kağıdı çıkartıp ev sahibine uzattı ve ondan az önce yazdıklarını okuyup yorumlamasını istedi. Ev sahibi yazıyı okumaya başladı. Önce kaşları çatıldı, sonra dudağı büküldü. Yazıyı okumayı bitirince adamın nazikçe evinden gitmesini istedi. Adam kapıdan çıkmadan önce ev sahibine doğru döndü ve biraz sinirle sordu:

"Fakat anlamıyorum Mösyö Voltaire, yazım hakkında bir yorum yapmadınız?"

Voltaire kafasını salladı.

"Yazdıklarınızdan bir b.k anlamadım ama özgürce yazabilmeniz için canımı bile veririm."

Kapı adamın suratına kapanınca adamın dostu yolun karşısından geldi ve Mösyö Voltaire'in ona ne dediğini sordu. Adam her ne kadar çok kızmış olsa da Mösyö Voltaire'e saygı duyuyordu. Hem onun böyle kaba şeyler söylemiş olduğunu belli etmemek hem de yazdığı şeyin gerçekten güzel olduğunu düşündüğünden az önce duyduğu cümleyi değiştirip söyledi.

"Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi özgürce ifade edebilmeniz için canımı bile veririm."

Adam farkında değildi ama az önce edebiyat dünyasında çığır açmıştı.

Not: Bu köşede yazılanlar ve yazılacaklar, gerçeklik ve uydurma arasında gidip gelmektedir.
Attention all planets of the solar federation
We have assumed control.

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #1 : 07 Ağustos 2010, 10:27:11 »
"Eee, devamı nerede bunun?" diyerek kıllık yapasım geldi ;D Üşengeçlik kısmı gerçek miydi uydurma mıydı bilmiyorum ama şurası gerçek ki yazma konusunda gerçekten iyisin. Akıcı ve sıkmayan bir üslup herkeste bulunmayan bir şey ne de olsa... Senin de çok iyi bildiğin gibi kısa hikayelerden oluşan kitaplar da var, denemeye değer. Voltaire ile ilgili kısım şahaneydi. Bir de "biraz düşüncelere dalma, belki biraz "ne diyor lan bu dallama?" kısmındaki kafiye çok hoşuma gitti :) Kalemine sağlık...
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı Laughing Madcap

  • ****
  • 960
  • Rom: 51
  • The Oncoming Storm
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #2 : 07 Ağustos 2010, 21:24:06 »
Benim!

Kafede büyük bir sessizlik hakimdi. Aslında arka planda çalan gürültülü müzik, yan masalarda cilveleşen çiftler, bağırarak konuşanlar ve anıranlar- ki sonradan öğrenecekti, onlar sadece gülüyorlardı.- yüzünden kafede ses yoğunluğu vardı ama özellikle bir masa fazla sessizdi. Adamlardan birisi önündeki çaya pür dikkat bakıyordu, diğeri ise nescafesini hızla karıştırıp köpükler yaratıyor, sonra da o köpükleri kaşığıyla patlatıyordu. Neden sonra çay içen sessizliği bozdu.

" Bu sahiplenme olayı gerçekten çok ilginç. "

Karşı taraftan hiç ses yoktu. Ve böylece, bir beş dakika daha sessizce geçti.

" Gerçekten, insan benim dediği şeyi ölene dek korumak istiyor. Ama herşey gibi o da elden gidiyor ve işte o zaman tüm dünyası tepetaklak oluyor. "

Çay içen ilgiyi kendisine çekmeye çalışıyordu aslında ama şimdiye dek karşısındaki kafasını bile kaldırmamıştı. Çay içen ise devam ediyordu.

" İlk kez çocukken hissetmiştim bu sahiplenme durumunu. Abimin anneme ve babama, anne ve baba demesi çok garibime gitmişti. O zamanki aklımla o benim annem ve babamdı, aynı zamanda abimin olması imkansızdı. İlkokulda başka çocukların da annesi ve babası olduklarını ve onlara da anne ve baba dendiğini gördüğümde hissettiklerimi düşün. "

Çay içenin karşısındaki sonunda hareket etmişti. Nescafesinden bir yudum aldı, sonra yarım saattir yaptığı o sıkıcı işe geri döndü.

" Bence dünyadaki çoğu kavga bu sebepten ileri geliyor. Yani en basidinden mahalleler arası kavgaları düşün. Mahalleleri paylaşamıyorduk daha çocukken, sahipleniyorduk. Ya da ne bileyim, bazen de fazla sahiplenme durumu var. Bazen de birisini çok fazla sahipleniyoruz. Öyle ki, bizden başkasının olmasın diye onu öldürüyoruz. Aynen Lennon'da olduğu gibi. "

Adam sonunda kafasını kaldırıp konuşan adamın gözlerine baktı. Ancak bu bakışlar boş bakışlardı. Evet, adamın aklında tek bir soru vardı şimdi; Lennon kim lan?

" İşte hal böyle olunca da sahiplenilen şey senden uzaklaşınca üzülüyorsun, hem de nasıl üzülüyorsun. Bir yakınının öldüğünü düşün. Annem, babam dediğin insanların gittiklerini düşün. Ya da daha basit olsun, eski evinden taşınırken bile insan hüzünleniyor. Ya da- "

Nescafe içen adam dayanamamış olacak ki öfleyerek kafasını kaldırdı ve çay içenin cümlesini tamamladı.

" Ya da kız arkadaşın seni terk edince... "

Çay içen ağzı açık öylece durdu. Kaşını gözünü hareket ettirerek "Nerden anladın?" demeye çalıştı ama suratında oluşan ifade, başarısız bir zihinsel engelli taklidinden öteye gidememişti. Yine de karşısındaki anladı ve cevap verdi.

" Hayvan herif! Meltem hayatındayken hiç arayıp sordun mu beni? Belli ki çekmiş gitmiş kız, sen de bana yamandın hemen abi gel dışarı çıkalım diye. "

Dostu gerçekleri söylemişti. Ne de olsa dost acı söylerdi. Bu gerçekler de oldukça acıydı. Bir anda hem dostu, hem söyledikleri hem de içtiği çay acı geldi.

" Aşk olsun abi, ben hep arayıp sorarım seni. Şurda kardeşimize bişey ısmarlayalım dedik, söylediğin şeylere bak. " diyerek durumu kıvırmaya çalıştı çay içen. Nescafe içen hesabın arkadaşı tarafından ödeneceğini duyunca rahatladı. Yarım saatte, bir nescafeyi bitiremeyen o bünye, sonraki yarım saatte iki çay ve bir tost yedi. Şişmiş hesabı öderken paralarının cüzdanından kopup gitmesini seyreden adamın aklına az önce anlattığı sahiplenme durumu geldi. Evet, yine "Benim!" dediği şey ellerinden kayıp gidiyor, metal bir kasaya giriyordu. Adam çok hüzünlendi.

Eve dönerken de, televizyon izlerken de, çay-sigara keyfi yaparken de, yatağa girerken de bugün olanları düşündü çay içen. Dostunun söylediklerini, iki gün önce aynı kafede yapılan konuşmayı, Meltem'in gidişini, paralarının büyük bir kısmının cüzdanından ayrılışını düşündü.

Uyuyamadı.
Attention all planets of the solar federation
We have assumed control.

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #3 : 07 Ağustos 2010, 22:31:09 »
Hahaha... Şu aşk meşk işlerini ve arkadaşlık mevzularını alaya alma şeklini seviyorum. Güzel güzel, devamını bekliyorum!
#rekt

Çevrimdışı Laughing Madcap

  • ****
  • 960
  • Rom: 51
  • The Oncoming Storm
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #4 : 09 Ağustos 2010, 01:35:56 »
Toplumsal Hedeler Üzerine

Popüler olmak, bir çevresi olmak ve o çevre tarafından sevilmek, biz insanların hep çabaladığı şeylerden. Çoğu zaman bunu kabul etmesek de, farkında olmadan yapıyoruz bunu. Ve bu olay günden güne zorlaşıyor.

Okul öncesi zamanlarda bu bahsettiğim seviyeye ulaşabilmek için gerekli tek şey bir adet futbol topuydu. Topu olan çocuk mahallenin aranan adamıydı. Oyunlara kuralları o koyar, istediği gibi takımı seçer, istediği anda maçı bitirebilirdi. Mahallenin "Feudal Lord"u oydu o zamanlar, ister salak olsun ister çelimsiz. Topu olan düdüğü çalıyordu. O zamanlarda benim durumum çok iyiydi. Topu olan çocuğun en yakın arkadaşı olarak, statüm oldukça iyiydi. Topun sahibi sayılacak kadar "Lord"a yakın; ancak kural belirleme, takım seçme gibi sorumluluklardan uzaktım. Güzel günlerdi.

Sonra okul başladı. O ilk yıllarda herkes çocuktu. Bu yüzdendir ki statü farkı yaratan şeyler de fazlasıyla çocukçaydı. Bu kimi zaman o dönemin popüler çizgi filminin asıl kahramanı baskılı bir eşya - ki günümüz için bkz: Ben10 baskılı ıvır zıvırlar - , kimi zaman da ailenin durumuydu. Ebeveynlerinden birisinin öğretmen olması büyük bir olaydı. Hele hele aynı okulda görev yapıyorsa, çocuk sadece arkadaşları arasında değil, öğretmenleri arasında da birden popüler oluyordu. O dönemlerde de listenin üst sıralarında olduğumu söyleyemem. Annesi ev hanımı olan, baskısız bir çantası olan normal bir çocuktum.

İlköğretim yılları geçip de liseye gelindiğinde işler biraz değişti. Toplum içinde statü farkı yaratan şey maddiyattan maneviyata doğru kaymıştı. Topu olan, kıyafeti düzgün olan değil de garip bir şekilde bir takım problemleri olan artık üstündü.Ki zaten kızların efendi adam yerine iti kopuğu tercih etmesi yine aynı yıllara denk gelir.

Depresyonda olan, çılgın hareketlerde bulunan, derslerde başarısız, okuldan kaçan, gitarla Nothing Else Matters ve Zombie çalan kişiler bu dönemde voleyi vurdular. Benim ise o dönem yaşadığım en büyük problemler sırasıyla polen alerjisi ve diş eti kanamalarıydı. Bir kere daha etrafta olan bitenleri gözlemliyor ve popülerlik denen dağa çıkan yolu çok net görebiliyordum. Ancak o dağa neden çıkılması gerektiğini kavrayamıyordum. Bu yüzden mezun olduktan bir sene sonra liseyi ziyaret ettiğimde öğretmenlerden sadece bir kaç tanesi beni hatırlayacaktı.

Üniversiteye geldiğimizde ise dönem ben ve benim gibilerin dönemiydi. Çünkü artık toplumun tek bir beklentisi vardı; samimiyet. Fazla kilolarınızla kendiniz dalga geçtiğinizde kral oluyordunuz. Söylediğiniz yanlış ve zamansız sözler insanların hoşuna gidiyor, kendi eksikliklerinizi ya da başkalarının eksikliklerini rahatça dile getirdiğinizde ve bunları yaparken sanki normal davranıyormuş gibi yaptığınızda volenin allahını vuruyordunuz. Bu durum insanların kendileri olmaları açısından güzel gibi görünüyordu. Fakat "samimiyet" denen olgunun tutulduğu anlanınca bir takım kurnazlar suistimal etmeye başladılar bu güzelim olguyu. Açık sözlüyüm, dobrayım, samimiyim, içtenim ayağına ne kurnazlıklara tanık oldum. Bir erkeğin; "Sen hep strapless mayo giy bence, göğüslerini ön plana çıkartıyor." cümlesi ve akabinde gelen içten kahkaha bu kulaklar tarafından işitildiğinde topuklarım popoma vura vura kaçtım mekandan. Samimiyet ayağına bilinçaltında yatan pis düşünceleri açıklıyordu insanlar ve bu beni biraz korkutmuştu.

"Biraz abartmıyor musun? Peki ya şu yaptığına ne demeli? Hem samimiyetin kullanımını eleştiriyorsun hem de bunu kullanarak popüler olmaya çalışıyorsun. Ne pis adammışsın sen!" dediğinizi duyar gibiyim. Vurmayın bana dostlar, kınamayın beni. Yazının başında da belirttiğim gibi farkında olmadan yapıyoruz bunu.

"İnsanın kendisi gibi davranması demek, kendisine sakmalası gereken düşünceleri dile getirmek demek değildir. Bu farkı iyi anlamak gerek." gibi klişe kokan, sosyal mesaj verme çabalarına girmeyi düşünüyordum ki kız arkadaşım yanıma geldi. "Bak doğruyu söyle tamam mı? Kilo mu aldım ben?" dedi ellerini beline koyarak. "Bilmem, olabilir." dedim ve aklıma gelen ilk şeyi söyledim; "Göğüslerin biraz büyümüş, kilo almış olabilirsin." . O, bu "samimi" cümleme çok güldü.

Benim ise canım feci sıkılmıştı.
Attention all planets of the solar federation
We have assumed control.

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #5 : 09 Ağustos 2010, 02:22:00 »
Aslında bunları okuyan bir çok kişinin benzer şeyler düşündüğünü biliyorum. Bir çoğumuzu buraya ve yazmaya iten şeyler bunlar, evet. Bir çeşit popülerlik yarışında geri kalmak. Ve üzgünüm, çok acayip bir çevrede yetiştirilmediyseniz hepiniz o yarışta gönüllü olarak yarıştınız.  Her zaman modern internet kullanıcılarının iki çeşit aktif olma sebepleri olduğunu düşünürüm; birincisi, çevrede baskın bir rol üstlenememek ki bu senin bahsettiğin şey, ikincisi ise ailevi problemler. Alakasız bir konu ama yazmakla ilgili yazın için bir cevap olabilir.

İkincisine gelirsek. Samimiyet konusunda bizi rahatsız eden şeyin de benzer bir içgüdü olduğunu düşünüyorum. Hangi "cool" insan samimidir ki? Çok yakından tanıdığınız birini çekici veya etkileyici bulamazsınız. Bu da zihninizde çekici olmak için insanlara çok az şey vermelisin fikri oluşturur. Malesef yine arada bir samimiyet çizgisi var. İki tarafa da batmak zarar veriyor. Toplumun insanları şekillendirişi epey rahatsız edici.

Saçma Hollywood filmlerindeki ünlü oyuncuyla başbaşa kalan vasat kız muhabbeti gibi. Ünlüyü tanıdıkça ondan soğur vs.
try again fail again fail better

Çevrimdışı Dúrgonath

  • ***
  • 680
  • Rom: 13
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #6 : 09 Ağustos 2010, 13:51:58 »
Fırat Budacı tarzında uyandırma servisi aromalı yazılar. Takipteyim.

Çevrimdışı Laughing Madcap

  • ****
  • 960
  • Rom: 51
  • The Oncoming Storm
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #7 : 09 Ağustos 2010, 18:44:28 »
Bay Ergen, Bayan Abartı ve Arkadaşı

Sadece kot pantolonunu giymiş, üstü çıplak ergen aynada kendisini izledi. Saçları dağınık, suratı sivilceli, vücudu pek bir çelimsizdi. Suratına yerleştirdiği bir gülümsemeyle tekrar kendisini izledi ve giyinmeye gitti. Ergen bu ritüeli hergün en az 1 saat yapıyordu. Ergen kendisini yakışıklı sanıyordu, bu yüzden bir kız arkadaşı olmamasına anlam veremiyordu. Olayın sadece dış görünüş olmadığını bundan seneler sonra, üniversiteye gittiğinde, fakülte kantininde oturan pek de güzel bir kızın yanındaki dallamayı görünce anlayacaktı. İlginçtir, saçına şekil vermeyi bıraktığı gün aynı güne denk gelmekteydi.

Ergen saçını yapmış, üzerine "komik yazılı t-shirt"ünü giymiş, ağır bir parfüm sürmüştü. Hazırlanma süreci yarım saati aşmıştı ama O artık hazırdı.Annesine bir gezip geleceğini söyledi ve dışarı çıktı. Hedef elbette şehrin en işlek caddesiydi.

Caddede bir oraya bir buraya koşturan insanların aksine ergenin gözleri vitrinlerde değil, insanlardaydı. İnsanlardan kasıt elbette kızlardı. Ergen için insanlık onlardı. Bu onun için çok normaldi. İlginçtir, ergen bu durumun tamamen hormonal olduğunu asla öğrenemedi. Ya da anlamadı. Neyse.

Fazlasıyla abartılmış bir kahkaha, sağ tarafa yönelmesine neden oldu ve bir an için kendi yaşlarında bir kızla göz göze geldi. Kız bakımlıydı, allıkları ve ruju biraz abartıydı. Kahkahası da abartıydı, ergen o kızı tanıyor olsa kızın vurgularının ve tepkilerinin de abartı olduğunu farkedecekti. Bayan Abartı yanındaki arkadaşıyla beraber cadde boyunca yürümeye devam etti. Tabi, ergen de.

Heyecanlı takip bir kitapçıda son buldu. Ergen klasikler bölümüne doğru yönelmiş, eline üst raflardan bir kitap almış ona bakıyordu. Görmüyordu ama bakıyordu. Gözleri kitaptaydı belki ama göz ucuyla kızları inceliyordu. Çok geçmeden Bayan Abartı, ergenin yanına geldi ve klasikler bölümünden kitapları incelemeye başladı. Bu bir işaret miydi? Ergenin kalbi tam gaz atıyordu.Turgenyev yazdığı kitabın, tamamen bir kıza yazmak için kullanıldığını gördüğü için mezarında takla atıyordu. Kız ise kitapları incelemeye devam ediyordu. Neden sonra oradan ayrıldı ve kasanın yanındaki kalemleri denemeye başladı. Ondan da sıkılmış olacak ki, arkadaşını da alarak kitapçıdan ayrıldı.

Ergen ise klasikler arasından yavaşça sıyrıldı, Bayan Abartı'nın kalemlerin ordaki kağıda birşeyler yazdığını görmüştü. Kalbi tempoyu arttıradursun, ergen kağıda baktı. Her harfin oldukça abartılı bir şekilde kıvrımlı olduğu bir yazı vardı karşısında; "Zeynep".

Ergen, yatağına uzandığında o görüntüyü düşünüyordu. Kız da ondan hoşlanmış olacaktı ki, ona adını söylemişti, dolaylı da olsa. Belki de kız yarın da o kitapçıya gidecekti. Evet evet, ergen yarın da o kitapçıya gidip kızı bekleyecekti. Belki birşeyler olurdu.


------------------------------------------------------------------------------------


Zeynep ve arkadaşı alışveriş yapmak için dışarı çıkmışlardı. Tabi alışverişten kasıt, her dükkana girip hiçbişey almadan çıkmaktı. Girdikleri 32. dükkandan da hiçbirşey almadan çıkmışlar, sınıflarında olan olaylardan bahsediyorlardı. Zeynep arkadaşının anlattığı şeyi dinlemiyordu, o sırada sol tarafındaki vitrinlere bakıyordu, ama arkadaşına nasıl tepki vermesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Müthiş bir zamanlamayla kahkaha atmaya başladı, biraz abartı olmuştu ama problem değildi.

Amaçsızca girdikleri ve yine birşey almada çıkacakları sıradaki dükkan bir kitapçıydı. Zeynep daha şimdiden sıkılmıştı ama etrafta bir kaç insan vardı. "Kitap okuyan kültürlü genç" imajı için ideal bir bölüm olan klasiklere yanaştı. Adını daha önce hiç duymadığı yazarların, yine pek bir garipsediği başlıklara sahip kitaplarını çok biliyormuşcasına inceledi. Birkaç kitaba daha bakacaktı ki keskin bir parfüm onu rahatsız etti. O da kitabı yerine bırakıp renkli renkli kalemlerin yanına gitti ve pembe renki bir kalem aldı. Geleneği bozmayarak gördüğü ilk boş kağıda adını yazdı, arkadaşını da alıp kitapçıdan ayrıldı. Gezecek daha çok yer vardı.

------------------------------------------------------------------------------------------

Ergen bir hafta boyunca o kitapçıya gitti ve gününün tamamını orda geçirdi. Sonra kızı unuttu ve caddede arayışlarına devam etti.Herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümünden mezun olduktan sonra bir özel şirketin alım satım bölümünde, bilgisayara alım-satımı girmekle görevli herhangi bir çalışan oldu. Annesi vefat edene kadar annesiyle beraber yaşadı. Annesinin vefatından 3 yıl sonra, bir kutu ilacı içerek intihar etti. Ölmedi.

Bayan Abartı özel bir üniversitenin herhangi bir bölümünden mezun olduktan sonra üniversitede tanıştığı zengin gençle evlendi ve mutlu bir hayat yaşadı. Çocukları özel okullarda rahat rahat okurken, kendisi arkadaşlarıyla ev gezmelerine gitti. Abartılı kahkahası hiç dinmedi.

Bayan Abartı'nın arkadaşı, bu hikayede olduğu gibi ömrü boyunca silik bir insan oldu. Bilmiyorum noldu.

Not: Zamanında blog sayfası için yazdığım, eski bir yazı.
Attention all planets of the solar federation
We have assumed control.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #8 : 09 Ağustos 2010, 21:27:46 »
Harika bir anlatımla, dobra dobra ama bir o kadar da alttan söylenmiş düşünceler. Yay!

+1 follower gained.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #9 : 10 Ağustos 2010, 10:02:26 »
Yazılarının hepsini okudum. Çay içen adam hariç diğerleri oldukça hoşuma gitti. (Belki de benim tarzıma uymamıştır)  Hele ki son hikayede ergenin düştüğü hormonal ilizyonizm takdire şayan bir tespit olmuş :) Sık sık bu başlığı takip edeceğim ben de ...

Çevrimdışı kusad

  • ***
  • 487
  • Rom: 5
  • Kendimi Kaybettim!Hükümsüzdür!
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #10 : 10 Ağustos 2010, 10:22:26 »
Hepsini okudum son bölüm mükemmeldi. Çok zevk aldım ben kızın gelecekte mutsuz olmasını bekliyordum abartılı insanlardan nefret ederim ki -belki budur- onların sürekli mutsuz olduğunu düşünmem.

Çevrimdışı Laughing Madcap

  • ****
  • 960
  • Rom: 51
  • The Oncoming Storm
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #11 : 10 Ağustos 2010, 11:59:37 »
Yazılarının hepsini okudum. Çay içen adam hariç diğerleri oldukça hoşuma gitti. (Belki de benim tarzıma uymamıştır)  Hele ki son hikayede ergenin düştüğü hormonal ilizyonizm takdire şayan bir tespit olmuş :) Sık sık bu başlığı takip edeceğim ben de ...

"Çay İçen Adam", şimdiye dek yarattıklarım arasında bana en uzak karakterdi. Bu yüzden yazarken fazlasıyla zorlandım. Genel kanı da bu yönde zaten, pek olmamış o yazı.

Yorumlar için teşekkür ediyorum. Önümüzdeki bir kaç gün buralarda olamayabilirim. O yüzden bir yazıyı daha eski bir teknik olan "kopyala-yapıştır" ile buraya koyuyorum. Yine blog için yazılmış, eski bir yazı.

Canım Yaaa

Lisenin 2. senesiydi, tehlikeli zamanlardı. Öss oldukça uzaktaydı belki, dersler pek de yoğun değildi belki, ama insanlar yoğundu. Gençlik ateşi ruhları esir etmiş, bedenler ayak uydurmaya çalışıyordu. O dönemler kan beyne pek uğramaz, hormonlar artık kontrolü almıştır eline. Tehlikeli zamanlardı.

Derslerin üst üste boş olmasıyla beraber kimileri dışarıda top koşturuyor, kimileri takım seçilirken sonuncu seçilmenin burukluğunu yaşıyor, kimileri takımı seçiyor, kızlar onları izliyor, erkekler kızları izliyor ve bu böyle gidiyordu. Ben ise sınıfta tam arkamda oturan kızla muhabbet etmeye çalışıyordum. Sıcaktan mı yoksa bu zorlu çabadan mı bilmiyorum, feci terliyordum. Kız sıkkın sıkkın cevap veriyor, her bir hareketiyle "işine baksan da ben de müzik dinlesem" diyordu. Ben anlamamazlıktan geliyordum, o offluyordu. Tam o sırada sınıfa kalabalık bir grup girdi.

"Canım yaaa.." ile başladı tüm tiyatro. Kalabalığı gören meraklanıyor, meraklananlar kalabalığa katılıyor, kalabalık arttıkça artıyordu. Kalabalığın ortasında ise, saçları biraz dağılmış, gözleri yere sabitlenmiş, gerekli duyguyu çok iyi veren usta bir oyuncu vardı. "Nolmuş?" soruları dalga dalga yayılıyordu ki açıklama "canım yaa" kişisinden geldi.

"Elif'in babası dün kalp krizi geçirmiş, hastanede yatıyormuş şimdi."

Hocanın o gün okula gelmeyeceği haberinden daha hızlı bir şekilde yayıldı bu haber, kalabalık iyice arttı. Bu kalabalıkta da belli bir hiyerarşi vardı. En yakını olduğunu kanıtlamaya çalışan, en çok teselli eden hatta fiziksel temastan kaçınmayan "canım yaa" kişileri, başrol oyuncusunun en yakınında konuşlanmıştı. Onların etrafında ise antik zamanların askerlerine taş çıkartacak bir şekilde Phalanx formasyonuna girmiş bir grup, artan kalabalığı kontrol ediyor, olay yerinden meraklıları kovan polisler misali "hadi dağılın" mesajları veriyorlardı. Dış halka ise olayın kahramanını görmeye çalışıyordu, boyunlarını uzatmış öylece bakıyorlardı - ki olayın kahramanını görünce ne değişecek, halen anlamış değilim- . En dış halkada ise çok az kişi vardı. Bunlar ya olayı halen duymamışlardı ya da bu tiyatro oyununu izleyen sade seyircilerdi. Bir seyirci olarak ben, sadece izlemiyor, bir taraftan da düşünüyordum. Daha dün "canım yaa" kişisi Elif'in eski sevgilisinden hoşlandığını ilan etmiş ve savaş başlatmamış mıydı? Phalanx birliği 2 hafta önce Elif'in dalga geçtiği ve bunun sonucunda ağlamaya başlayan başka bir "olay kahramanı" nın etrafında gerekli pozisyonlarını almamışlar mıydı? Bir kalp krizi nelere kadirdi.

Tam işte o noktada etrafa bakındım. "Canım yaa" kişisinin hava alalım önerisi kabul edilmiş olacak ki sınıfta kimse kalmamıştı. Bir hödük gibi öylece duruyordum. Camdan dışarı baktığımda tiyatro sahnesinin bahçeye taşındığını gördüm ki mantıklısı da oydu. Kalabalık böylece daha rahat hareket ediyordu, büyüdükçe büyüyordu. Biyoloji öğretmeni Ayşe Hanım'ın da kalabalığa dahil olmasıyla beraber gösteri tavan yapmıştı.

Ayşe Hoca hakkında yapacağım birkaç espri belki dikkat çeker diye arkamı döndüm. O gitmişti. Evet, o da kalabalığın içindeydi. Canım yaa'nın yanıbaşındaydı. Belki de çoktan "Bu kadar takma, en azından hayatta." kişisi olmuştu bile.

Tuvalete gidip elimi yüzümü yıkadım. Daha o zamanlar insanların bu iki yüzlülüğünü görmüştüm ama konuyu başka yerlere çekmiştim. Dedim ya, o zamanlar hormonlar kontrol ediyordu tüm durumu ve ben deli gibi ilgi istiyordum. "Canım yaa" kişisini bana sarılırken hayal ettim. "Bu kadar takma, en azından hayatta." dedi ipek gibi bir ses. Aynanın karşısında mal gibi gülümsüyordum. Gözlerim dişlerime takıldı. Orada olmaması gereken bir kırmızılık vardı. Tam o anda aklıma başka bir görüntü geldi.


"Nolmuş ? sesleri tüm sınıfta yankılanıyordu. Phalanx grubu gereksiz kalabalığı dağıtmıştı ama tüm sınıf endişeliydi. Gerekli açıklama, başrol oyuncusuna sarılmış olan canım yaa kişisinden geldi:


-Sık sık dişetleri kanıyormuş. Canım yaa.. "


Attention all planets of the solar federation
We have assumed control.

Çevrimdışı Jean Valjean

  • **
  • 281
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #12 : 10 Ağustos 2010, 12:45:29 »
Gerçekten katıla katıla güldüm okurken. Benzer durumlarda ben de aynı tepkiyi verirken 'Çok mu ilgisizim acaba?' diye düşünürdüm, neyse ki kabahat bende değilmiş.

Phalanx formasyonu ve polis misali "hadi dağılın" saptamaları gerçekten eğlenceliydi. Ayrıca hiyerarşi benzetmesine de tamamen katılıyorum.

Oldukça güzel bir konu oldu bu. Hızlı bir başlangıç olması da etkileyiciliğini arttırdı. Eh, herkes burayı abluka altına almış, boşuna değil.
He Who Dwells Beneath The Waves

Çevrimdışı Laughing Madcap

  • ****
  • 960
  • Rom: 51
  • The Oncoming Storm
    • Profili Görüntüle
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #13 : 11 Ağustos 2010, 14:21:43 »
Düz Adam

İrfan Bey, 58 yaşındaydı ve yaklaşık 30 yıldır aynı bankada veznedarlık yapmaktaydı. Her sabah 5:30'da kalkar ve kahvaltısını televizyon karşısında, sabah haberleri eşliğinde yapardı. Taze sıkılmış portakal suyuyla güne başlayan İrfan Bey, bankaya tam vaktinde ulaşır ve hemen çalışmaya başlardı. Bankada genel olarak sessiz, fakat huysuz birisi olarak tanınırdı. Bir çok defa müşterilerle ve iş arkadaşlarıyla tartışmış ve müdüründen uyarı almıştı. Fakat 30 yıllık tecrübesi, şimdiye kadar bir gün bile izin kullanmamamış olması ve hep vaktinde bankada olması sayesinde, işinde vazgeçilmezdi.

İrfan Bey öğle paydosunda bankanın hemen yanında bulunan lokantadan birşeyler yer, paydosun bitmesine yarım saat kala işine geri dönerdi. Akşam tam saatinde işten ayrılır ve hemen evine gider, yemeğini yapar ve yine televizyon karşısında yerdi. İrfan Bey sadece bir kere evlenmişti, 20 yıllık eşi akciğer kanserinden vefat edince pek evden dışarı çıkmaz olmuştu. İlk yıllarda konu komşu çok söylemişti evlen diye ama o eşinin anısına saygısızlık yapmak istemiyordu.

İrfan Bey sertti, İrfan Bey soğuktu. Ömründe atlattığı badireler ve geçirdiği zorlu yıllar; bir balıkçının zorlu koşular sonucunda ellerinin nasır tutmasına benzer şekilde, kalbini ve suratını sertleştirmişti. Kaşları her daim çatıktı. Boş bulunduğu vakitler ileriye doğru bakardı, sanki aklında birşeyler varmış gibi, önemli birşey düşünüyormuş gibi. Bankada hiç arkadaşı yoktu. Banka çalışanlarıyla sohbeti "Günaydın" ve "Görüşmek üzere" den öteye geçmiyordu. Bilindiği kadarıyla banka dışında da hiç bir arkadaşı yoktu. Belki de beraber vakit geçirirken kaşlarının çatılmadığı tek şey televizyonuydu.

Bu tek düze yaşama sıkı sıkı sarılmış adamla, öğle paydosunda yemek yediği lokantada tanışmıştım. Aslında tanışmadık, ben sadece tam karşısına oturmuştum ve bir an için göz göze gelmiştik. İşte o an, İrfan Bey'in o gözlerinin ardında yatan enginliği hissetmiştim ve bu ilgimi çekmişti. Yemeği bırakıp çaktırmadan İrfan Bey'i izlemeye başladım. Sanki hayatın en büyük sırrını çözmüş ve bu sırrın beş para etmez olduğunu farketmiş gibi bir havası vardı. Ya da tam olarak ne zaman öleceğini öğrenmiş gibiydi ve bu onun canını çok sıkıyordu.

Ben İrfan Bey'i çözümlemeye çalışırken dalmışım, "Ne bakıyosun lan dik dik?" cümlesiyle uyandım. Evet, İrfan Bey'le bir kere daha göz göze gelmiştik ancak bu sefer o gözler kapkaraydı ve kaşlar çatılmıştı.

O günden sonra İrfan Bey benim için hep bir gizem olmuştu. Onunla tanışmak, çay eşliğinde sohbet etmek istiyordum. Bu yüzden birkaç kez bankaya gidip yalandan işlemler yaptırmıştım. Kafasını kaldırıp bakıyor ve hiç birşey demeden kafasını tekrar bilgisayara çeviriyordu. Şimdiye kadar bir kere diyalog kurabildim onunla, o da bankaya geldiğim sekizinci seferde artık dayanamayıp "Akşam bir planınız var mı?" diye sormamla olmuştu. Cevap oldukça sertti ve bir kaç banka görevlisinin irkilmesine sebep olmuştu.

Günler böylece geçiyor, ben İrfan Bey'i çözemiyordum. Tam olarak ne yaşamıştı, ne görmüştü de böyle birisi olmuştu İrfan Bey. Tam olarak ne biliyordu da hayata karşı böyle bir tutum almıştı. O büyük sır neydi? Bu sorular günden güne beni kemirmekteydi. Resmen aradığım soruların, beynimdeki ve ruhumdaki boşlukların çaresi olarak İrfan Bey'i bulmuştum ve onun o engin bilgeliğinden faydalanmak istiyordum. Fakat o, bir Hollywood filminde bulunan klişe bir üstad idi, aksi ve huysuz.

Bir gün dayanamayıp takip ettim İrfan Bey'i. Nezih bir mahallede, eski bir apartmanda oturuyordu. 4. kat, daire 7'nin önünde öylece durdum. İrfan Bey içerideydi şu anda ve kim bilir ne yapıyordu. Belki de bir kitap okuyordu, o enginliğine enginlik katacak. Belki de bir dostu vardı evde, onunla oturmuş ve yıllardır çözülemeyen sorunları; siyaseti, ekonomiyi, eğitim düzeyini çözmekteydi.

Kapıyı çalmak için elimi kaldırırken bir an kendimden tiksindim. Ne yapıyordum ben allah aşkına? Bu sıcaklar, can sıkıntısı ve içimdeki boşluklar yüzünden iyice delirmiştim. Yaşlı bir adamı evine kadar takip etmiştim. Bu düşünceler kafamda dolaşırken, bir an için kendimi kontrol edemedim ve kapıyı çaldım. Artık geri dönüşü yoktu, bugün herşey açığa çıkıyordu.

Kapı hızla açıldı. İrfan Bey beni görünce önce hafif bir şaşırma ifadesi takındı ve sonra da kaşları çatıldı. Buraya kadar normaldi, bu yaptıklarını her gün yapmaktaydı. Fakat İrfan Bey'de değişen birşey vardı. Hayır, o fıstık yeşili takım elbisesini çıkartıp da giymiş olduğu pijama değildi bana farklı gelen. İrfan Bey'in gözleri fırıl fırıl dönüyordu. Adeta bir yaramazlık yapmış ve yakalanmak üzere olan bir çocuk gibiydi ve boncuk boncuk terliyordu.

O sırada içeriden bir ses duydum ve hızla içeriye atıldım. Kapıyı tutan İrfan Bey'i kenara savurarak oturma odasına daldım. Karşımda küçük bir masa vardı, üzerinde bir tabak bulgur pilavı ve yoğurt. Demek ki tam yemek yiyecekti. "Kaynanam beni sevecekmiş bak.." gibisinden, kimi yöresel bölgelerde sık sık kullanılan çirkin ve klişe bir geyiği çevirmek için İrfan Bey'e doğru dönmüştüm ki sesin sahibini gördüm; televizyonda bir kanal açıktı ve sesi oldukça yüksekti.

Şimdi önce şaşırıp sonra sinirlenme sırası bendeydi. Yumruklarımı sıktım ve gözlerim dolmaya başladı. İrfan Bey'in karşısında ağlamak istemediğim için kafamı eğdim ve hızla dışarı çıktım. Hayal kırıklığına uğramıştım ve çok üzgündüm. Apartmandan çıktığımda ağlıyordum, uzunca bir süre böylesine hüngür hüngür ağlamayacaktım.

İrfan Bey'i bir daha görmedim. Onu; o sade evindeki bulgur pilavi, yoğurt ve televizyonda her daim açık olan Cartoon Network'üyle beraber yalnız bıraktım.
Attention all planets of the solar federation
We have assumed control.

Çevrimdışı Wanderer

  • ****
  • 1501
  • Rom: 28
  • Uzun günler ve hoş geceler dilerim.
    • Profili Görüntüle
    • Blog Sayfam - Yolsuz Yolcu
Ynt: O Değil De...
« Yanıtla #14 : 11 Ağustos 2010, 15:18:32 »
Zuahahah xD Adam bulmuş hayatın sırrını. Meğer hayat Ben10 ile uzaylı peşine takılmaktan ibaretmiş ha? xD
May the force, be with you.