Bölüm 1 - Sır
Eskiden evlerin pek çoğu ahşaptı. Kale duvarları ise, surlar, sarı taşlar ya da kayalardan yapılırdı. Hayatın pek de kolay olmadığı ilk çağ zamanlarının sonlarına doğru, ev tasarımlarında bir gelişme gözlemleniyordu. Batı Avrupa’da pek çok küçük krallık vardı. İşte bunlardan biri olan Hordway krallığı, mimarisi en güçlü olan krallıktı. Yüzyıllardır hiçbir düşman tarafından ele geçirilemiyordu.
Aslında diğer krallıklar Hordway’in yıkılmaz surlarının tek sebebinin, sağlam malzeme olduğunu düşünse de, bu bir yalandı. Hordway kralı Senbai, krallıklar içinde büyüyü yasaklamamış tek kral olduğundan, pek çok büyücü bu krallığa göç etmişti. Kralın bu vefakâr tavrı sayesinde, büyücülerden bir ordu, krallığı koruyordu. Surlara pek çok koruma büyüsü yerleştirilmişti ve Senbai, büyücülerinin gitmesini hiç de istemiyordu işin açığı.
Yeryüzünün gelmiş geçmiş en vefakâr ve iyi kralı, belki de Senbai’ydi. Ancak, yarım yüzyıldır yaşamıştı ve zamanı gittikçe azalıyordu. Senbai, iki oğlu ve kızı, sarayın, kraliyet ailesi için ayrılmış yemek salonunda, derin konulardan konuşuyor; bir yandan da özenle hazırlanmış sofrada karınlarını doyuruyorlardı.
“Gunda ve askerlerden henüz bir haber yok, değil mi?” diye sordu kral, meraklı bir ses tonuyla. Endişe dolu gözlerle üç evladını inceliyordu. Onlar, çok sevdiği eşi Fionna’dan kendisine miras kalmış en önemli varlıklardı.
“Var baba.” dedi John. John en büyük prensti. Tahtın varisiydi ve bu, krallık bir gün cehenneme dönecek anlamını taşıyordu. Tuhaftır ama, bunu kral dışında herkes görebiliyordu. John, katı yürekli, zalim bir adamdı. Geçen haftalarda 25. Doğum günü kutlanmıştı.
“Ah, peki nedir bu haber?” diye sordu Senbai. Merakı, hız kaybetmeden artıyordu. Domuz yahnisinden bir dilim daha ağzına attı.
“Gunda, öldü baba.” Bunu söylerken, içten içe seviniyordu John. Bu da yüzüne yansımıştı. Tabi kral bunu fark etmedi. En küçük kardeş Michael, bunu fark eden tek kişiydi.
“Ne demek öldü? Nasıl olur? Gunda kadar güçlü bir adam?” Kral, şaşkına dönmüştü.
“Geri dönen olmadı baba. Gunda, altın kanadı yolladı, bize haber vermek için. Yüzük, biz gelmeden çok önce çalınmış.”
“Kan ve Lanet!” diye bağırdı Kral ve masaya kuvvetli bir yumruk indirdi. Bardaklar masanın üzerinde tiz bir ses çıkarmış, birkaç malzeme masadan düşerek yere çakılmıştı. Altın kanat, büyülü bir kuştu. Sadece Gunda ve onun kadar güçlü olan birkaç büyücü o kuşu nasıl kullanabileceğini biliyordu. Haber yollamak için her yerde çağırabileceğiniz özel bir kuştu. “O yüzük, Teor ve Harufeti geldiği yere geri döndürebilecek sihirli sözcükleri içinde barındırıyor. O yüzük olmadan Dünya’daki kaos şiddetlenerek artacaktır. Hepimiz Harufet’in ölümsüz askerlerinden oluşan ordunun, batıdan doğuya doğru ilerleyerek, tüm krallıkları haritadan sildiğini iyi biliyoruz! Sıra bize gelmeden önce yüzüğü bulmak zorundayız!” Kral derin bir nefes alarak, konuşmasına devam etti. “Peki, kuş başka ne söyledi?”
“Gunda yüzüğün yerini bulduğunda, yüzüğün orda olmadığını fark etmiş. Oraya varana kadar, diğer askerler çoktan ölmüş. Gunda ise, geri dönecek gücü kalmadığı için, kendini orada ölüme terk etmiş.” Diye söze atıldı Michael. “Kuş bizzat odama geldi, baba” dedi ve sözlerini bitirdi.
Michael, abisinden 5 yaş küçüktü. Ayrıca ondan tamamen farklıydı. Michael annesine, John ise babasına benziyordu. John’un uzun, siyah, dalgalı saçları ve ela gözleri vardı lakin Michael’in saçları kumral ve kısaydı. Yeşil gözleri vardı. Abisi kadar uzun boylu değildi, ancak kısa boylu da sayılmazdı. Ayrıca Michael, babasının izinden gidiyordu, hatta merhamet duygusu ondan bile güçlüydü. Gunda, kuşu özellikle ona göndermiş olmalıydı. Michael’a, John’dan daha çok güveniyordu.
Kral sıkkın bir halde kızı Aniet’e döndü. Aniet ise, kardeşler içinde en büyük olanıydı. Büyük erkek kardeş John’dan iki yaş büyüktü. Onun uzun siyah saçları ve yemyeşil gözleri pek çok adamı büyüleyebilirdi. Bu yaşına gelmiş, lakin evlenmeyi kendine uygun görememişti. Öte yandan John, kendine eş olarak babasının ezeli rakibi kral Yulot’un kızı Suzanna’yı seçmişti. Baba Senbai, bunu duyduğunda intihara teşebbüs etmeyi bile aklından geçirdi. Yulot ile arasındaki ilişkinin bozuk kalması gerektiğini düşünüyordu. Ama bu duruma zamanla göz yummak ve Yulot ile ilişkilerini düzeltmek zorunda kaldı. Yulot bu duruma mutlu olmuştu tabi. Ne de olsa krallığı Hamand, Hordway’in müttefiki olunca, diğer krallıklar ona saldıramayacak, Hamand kendi içinde güçlenerek, bir gün Hordway’i bile devirecek kadar güçlü olacaktı. Bu sırada Suzanna, babasını ziyarete, Hamand’a gittiğinden, bu konuşmayı kaçırıyordu.
“Evet kızım, sen ne düşünüyorsun?” diye sordu Senbai, Aniet’e.
“Gunda’ya üzüldüm.” Dedi Aniet. “Bu krallıktaki herkesin babası gibiydi.” Ardından sinsi bir gülümsemeyle, elma şarabını yudumladı.
**
O sabah, hava biraz bozuktu, yağmur yağacak gibiydi. Fudi, ev işleriyle uğraşıyordu. Yağmur yağmaya başlamadan önce, evi bir güzel temizleyip, yıkanmayı planlıyordu.
“Gelios, az yardım etsen fena olmazdı be ihtiyar?” diye mırıldandı, elindeki bez parçasını masanın üzerinde gezdirirken.
Gelios, köşede, siyah bir kazanı, elindeki tahta kaşık ile karıştırıp duruyordu. İhtiyar bir adamdı. En az 70 yaşlarında vardı. Saçları beyazlamış, yüzünde hafif kırışıklıklar meydana gelmişti. Kısa boyluydu ve içkiden oluşan küçük bir göbeğe sahipti. “Görmüyor musun Fudi, öğlen için çorba pişiriyorum” dedi.
“Daha gün yeni başladı.” Dedi Fudi. “Öğlene çok var.”
“Evet ama bu çorba biraz uzun sürüyor” dedi Gelios alel acele. Fudi’yi birkaç hafta önce, sokağın köşesinde, ölüme yakın, aç ve sefil bir halde bulmuş, onu evine almıştı. Fudi uzaktaki bir krallıktan can havliyle kaçarak, Hordway’e gelmişti. Geldiği krallıkta büyü yasaktı ve Fudi’nin tek suçu, güçlü ve iyi bir büyücü olmasıydı. Hordway, onun için umudun olduğu bir yerdi.
Çok kısa bir süre içinde, Gelios ve Fudi, birbirine alışmışlardı. İkisinde de mükemmel bir iyilik sevgisi vardı. Fudi, mavi gözlü, siyah saçlı, oldukça zayıf ve çelimsiz bir karakterdi, lakin yakışıklıydı da. Sürekli gülerdi.
Aslında Fudi vazgeçmeliydi. Ahşap ev, temizlenecek gibi bir durumda değildi. Evde iki oda vardı. Yatak odası ve giriş. Ama durum içler acısıydı. Girişte yığın halde kıyafetler, garip garip eşyalar, odanın ortasında büyük bir masa ve yatak odasında ise, iki saçma yatak ile, yere atılmış bir halde birçok ıvır zıvır vardı. Fudi şimdi neyi temizleyeceğini düşünürken kapı çaldı.
Kapıya hızla iki adım atan Fudi, karşısında kendi yaşlarında, kumral saçlı, yeşil gözlü, yakışıklı bir oğlan buldu. Boyu kendisiyle aynı gibiydi.
“İşimin ortasında beni rahatsız etmene eminim değmiştir.” Dedi Fudi somurtarak. “Ne istiyorsun?” Aslında Fudi buraya geldiğinden beri hiç misafirleri olmamıştı. Bir yerlere giden hep o ve Gelios olurdu.
“O kim?” diye sordu Gelios zarif bir sesle ve kapıya doğru yöneldi. “Ah, prens Michael! Bu ziyaretinizi neye borçluyum? Siz Fudi’nin kusuruna bakmayın, buralarda yenidir.”
Prens Michael, kapıdan içeriye uzun bir adım attı. Fudi’ye delici bir bakış fırlattı ama bir şey demedi. Fudi yerin dibine girmişti.
“Hem kötü, hem iyi haberlerim var Gelios. Umarım benim gibi genç bir adama ayırabileceğin birkaç dakikan vardır?”
“Tabi ki, prensim.” Dedi Gelios reverans yaparak, “Buyurun, şuraya oturun.” Diyerek ona masanın kenarındaki eski, tahta sandalyeyi gösterdi.
Prens gösterilen yere oturdu. Konuşmaya başlamadan önce derin bir nefes aldı. “Maalesef, Gunda’yı kaybettik.” Dedi. “Gittiği görevde başarılı oldu, yüzüğün saklandığı yere kadar gitti. Lakin yüzük yerinde yoktu ve Gunda’nın geri dönecek gücü kalmadığından Altın Kanat ile bize haber yolladı.”
Gelios’un gözünde iri bir yaş tanesi birikti. “Anlıyorum, prensim” dedi boğuk bir sesle. “Gunda, hepimiz için mükemmel bir adamdı. Benim öğretmenimdi ve babam gibiydi.”
“Bu yüzden, Gelios, sen büyücülük konseyinin yeni başkanısın.” Ardından sandalyeden kalkarak hızla kapıya ilerledi. Ardına bakmadan dışarı çıktı ve kapıyı kapattı.
“Görünen o ki, krallığı daha iyi bir şekilde koruyabileceğim yeni bir görev var.” Dedi Gelios. Sevinçli değildi. Başkan olsa da olmasa da, çok sevdiği, doğup büyüdüğü bu krallığı her daim koruyacaktı. “İşimize dönelim.” Diyerek kazanının başına döndü. Fudi, öylece bakıyordu.
@galaxie: Öncelikle yazımı okuduğunuz ve fikirlerinizi belirttiğiniz için size ne kadar teşekkür etsem azdır. Eleştiri almak daha iyi yazmama neden oluyor ve bu da beni sevindiriyor işin açığı.
İlk olarak, bahsettiğiniz cümleyi ("Yeryüzünde şu anda var olan belki de en yaşlı adamdı ki bu onu güçsüz değil, korkulası bir kişi olarak anmamıza neden oluyordu.") değiştirdim. Fark edemediğim küçük bir anlatım bozukluğu oldu orada. İkinci olarak merdivenlerin aşağı indiğini söylemeyi, kasten ertelemiştim. Böylesi daha akıcı olur diye düşünüyordum.
Sorduğunuz soruya gelince, her şeyi bir anda yazmak istemediğimden, her şeyi yavaş yavaş anlatmak istiyorum. Yüzük, şu anda yayınladığım 1. bölümde de belirttiğim gibi, kötülük tanrı ve tanrıçasını geldikleri yere gönderecek büyüyü içinde barındıran bir artifakttır. İşin açığı, Yüzüklerin Efendisi'nde olduğu gibi bir güç yüzüğü değildir. Dediğiniz gibi hikâye henüz çok kısa ve zamanla her soru işareti cevaplanacaktır.
İlginiz için teşekkür ederim.
