Kayıt Ol

Prizci Burak

Çevrimdışı Dumrul

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Prizci Burak
« : 01 Mayıs 2012, 13:43:03 »
Prizci Burak

Bazı şeyler olduğu gibi durur. Veli toplantısı başladığında eski sıralara oturanlarda yedi yaş hatıraları canlanırdı. Güneşli bir günün sabahında, 1A sınıfında öğretmen neşe ile bütün velilere teşekkür ediyordu. Keyifli bir gündü. Anne babalar ilk veli toplantısında birinci sınıf öğrencilerinin sıralara oturdukları ilk gün gibi heyecanlıydılar.

Öğretmen, velilerin çocukları hakkındaki sorularını almadan önce genel bir konuşma yapıyordu. Eğitimin, öğretimin öneminden bahsediyor, öğrencilerin nasıl başarılı olmasının sağlanabileceğini anlatıyordu. Konuşmasında genel olarak küçükleri sevgi ile kucaklamanın önemine değiniyor, onların nasıl sıkmadan nasıl çalıştırılabileceğini anlatıyordu.

Geciken bir baba apar topar sınıfa girdi. Nazik ve sessiz bir şekilde kusurunun bağışlanmasını dileyen veli en yakındaki boş sıraya geçti. Öğretmen konuşmasının temposunu düşürmeden sözlerine devam etti.

“Çocuklarımız bizim geleceğimiz. Bu yüzden onları çok iyi yetiştirmemiz gerekiyor. Aileler olarak yeterli zamanımızı çocuklara ayırmaktan çekinmemeliyiz Sayın Veliler.” Öğretmen bunları söylediği sırada, demin gelen ve dikkatli bir şekilde öğretmenin konuşmasını dinleyen veli öğretmenin söylediklerini bir kâğıda not alıyordu. Eğitimli bir görüntüsü ve sakin bir üslubu vardı.

“Efendim, çok haklısınız. Bu yüzden bizler çocuklarımıza kendimize verdiğimiz değerden daha fazlasını veriyor, onlar için daha çok çalışıyoruz. Onları sevgi ile yetiştirmeliyiz.”

“Çok güzel Beyefendi. Aynen bunları anlatmak istedim.”

“Rica ederim Hocanım.”

“Yalnız biliyorsunuz ki, bizler genellikle ‘öğretmen’ denmesini tercih ediyoruz.” Öğretmen Hanım bu latifenin ardından gülümsedi. Kibar veli kafasına bir şey dank etmişçesine “Ah! Affedersiniz.” dedi.

“Neyse Öğretmen Hanım, ben bizim oğlanın durumunu sormaya geldim.”

“Bekleyin beyefendi, şu an konuşmamız hala bitmedi.” Veli Neşe Hanım’ın uyarısını anlamamış gibiydi.

“Hocam dükkânda işler bekliyor. Benim oğlanın durumundan hızlıca bahsetseniz de ben gitsem…”

“Allah Allah! Hem geç geliyorsunuz, hem konuşmamı bölüyorsunuz, hem de erken gelen insanlardan daha fazla öncelik mi bekliyorsunuz?”

“Hocam!”

“Beyefendi, demin size ne dedim?” Az önce bu tatlı havanın bozulmasını kimse beklemiyordu. Hele biraz önceki cümleleri sarf eden veli yüzünden bunların olması bir hayli  garip bir durumdu.

“Öretmenim, dükan bugün kalabalık. Bana oğlanın durumunu söyleyin de gideyim.” Öğretmen, demin diğer velilere nazaran çok daha aklı başında ve bilinçli bir görüntü sergileyen adamın bir anlı hızlı değişimi yüzünden küplere binmişti.

Öğretmen kısa bir andan sonra veliyi başından savmayı istedi.  “Kim sizin oğlunuz beyefendi? Kim Allah aşkına?” Veli ise kendinden emin ve gururlu bir şekilde konuştu:

“Hocam, ben Burak Altuntaş’ın babasıyım.” Öğretmen bir an sessizce durdu.

“Aa! Siz o çocuğun babası mısınız beyefendi? Ben oğlunuzdan hiç memnun değilim. Ne dersleri dinliyor, ne ödevlerini yapıyor, ne de sınıftaki aktivitelere uyum sağlıyor.”

“Nasıl olur Öğretmen Hanım. Benim oğlumda bu dediklerinizin hiçbiri yok. Daha siz öğrencilerinizin ismini bilmiyorsunuz.” Bu tuhaf iddia kuşkusuz hiçbir veliden beklenemeyecek bir şeydi.

“Saçmalamayın beyefendi.” Neşe Hanım klasik bir öğretmen tiplemesinin sergileyeceği sabrı sergilerken isminin aksine artık hiç de neşeli değildi. Önündeki kâğıtları karıştırıp bir tanesini çıkartıp veliye gösterdi. “Bakın ara karneye de oğlunuz ne halde bi görün.” Halil Bey oğlunun karnesindeki satırları tek tek okumaya başladı.

Velilerden biri kendini tutamadı. “Hadi be kardeşim! Biz hepimiz seni beklemek zorunda mıyız?”

“Kes lan! Hocam burda bi yanlışlık var. Bi defa benim oğlanın matematiği beştir. Üstelik çok iyi resim yapar, hem sesi de çok güzeldir. Müzüğe üç vermişsiniz.”

“Hiç alakası yok beyefendi,  matematikte sorduğum hiçbir problemi yapamıyor. Üstelik sınıf şarkı söylerken koroya hiçbir zaman ayak uydurmuyor. İnatla ya baştan ya da sondan gidiyor?”

“Hocam olmaz öyle şey, bi kere dedesi müezzindi. Tasavvuf musikisini en iyi benim oğlum bilir.”

“Beyefendi lütfen toplantıyı daha fazla bölmeyin.”

Artık öğretmenin sabrı iyice taşıyordu, fakat tuhaf bir şekilde Halil Bey’in de sabrı taşıyordu.

“Kes laan!” Halil Bey ufak yapılı bir adamdı, fakat öyle gür bir sese sahipti ki her bağırdığında sınıf sanki bir gümbürtü eşliğinde sallanıyordu. “Ne acıdır ki, bu sistem çürük temeller altından çıkan, inanmış ama öğrenmemiş insan müspetteleriyle genç dimağların beynini kirleten, ideal öğretmen kutsiyetini taşımayan bozuk kalıplarla genç neslimize saldırıyor. Kendi ülkemizde evlatlarımızı taze çiçekler gibi saksıda durmak bir yana, tuzlu sularda ölüme terk ediliyor. Bu cinayet kendi gözümüzün önünde kendine öğretmen diyen beyni sulanmış zombiler tarafından işleniyor. Bu soysuz dinazorların çocuklarımıza saldırmalarına daha ne kadar izin vereceğiz?” Halil Bey kısa bir an bekledi. Fakat bu bir anlık sessizlik anında beklediği destek kimseden gelmeyince konuşmasına devam etti. “Bunlardan biri de şurada gördüğünüz sistemin zırhıyla kendini savunan iğrenç kadındır.” Halil Bey ‘şu kadın’ derken parmağıyla karşısına kimi aldığını vurguluyordu. Bir yandan da eski Türk filmlerinde mahkemelerde edebi cümleler kuran, duygusal tarzda savunma yapan avukat rolündeki aktörleri anımsatıyordu. “Ne öğretmen maksadıyla bu tahtanın önünde kendi saçının bir telini yıpratmak gibi derdi var, ne de sadece para kazanmak maksadıyla bugün burada karşımızda duruyor.” Halil Bey peş peşe lafları sıralıyor, konuşmasında gittikçe daha ağır ithamlarda bulunuyordu. “Size bu sistemin zırhını taşıdığınız için saygı göstermek zorunda olduğumu mu sandınız? Siz minik beyinlerin zihnini kirleten melek yüzlü bir şeytansınız hanımefendi!”

“Aaa!”

Halil Bey konuşmasını bir adım daha umursamaz bir noktaya taşımıştı “Bee! Salak karı! Alfabeyi yeni mi söküyorsun?” Hanımlar veliler ne diyeceklerini şaşırmış vaziyette ağızlarını kapatıyor, birçok velinin gözleri öyle kocamanca açılıyordu ki ateş almayı bekleyen toplar gibi sanki her an dışarı fırlamayı bekliyordu. Birkaç baba ise oturdukları yerden ellerini kollarını sallayıp Halil Bey’e bağırıyorlardı ama Halil Bey zerre kadar korkmuyordu. “Oturun lan siz de yerinize, kâğıt kahramanlar! Bundan sonra biricik oğlum Burak’ı kendi ellerimle yetiştirip içi boş kalıpların ve dogma düşüncelerin ötesine çıkartacağım. Onun taze zihnini ötesi olmayan saçmalıklar ve işlevsiz bilgiler doldurmayacak. Allah belasını versin, bu okulun da sizin de, bu Millî Eğitim Bakanı’nın da…” Halil Bey’in bela okuduklarının listesine ekledikleri uzadıkça birkaç dakika kadar geçmişti. Ardından Halil Bey esareti yırtan cesaretin verdiği asil yürüyüşüyle bir örnek baba olarak sınıfı terk etti. Arkasında şaşkın bir kalabalık bıraktı.


Bu korkunç günün ardından bir hafta geçmişti. Neşe Hanım sıradan bir şekilde başlayan o korkunç günde ağır bir sinir krizi geçirmişti. Temiz ve titiz görüntüsü ile akıllarda kalan Neşe Hanım saçını her topladığında kısa bir sürenin ardından topuzu sebepsizce dağıldığı için cadı gibi bir görünüyor, öğrencilerini eskiden olduğundan daha çok korkutuyordu. Diğer yandan sınıfta her defasında bir şeye kızacak olduğunda bu tepkisi bünyesine fazla geliyor, kendini kaybeder gibi oluyor, hemen masanın üzerinde duran su bardağına uzanıp ceketinin cebinden çıkardığı peçeteyi açıp hazırda beklettiği ilaçları içiyordu. Olayı etkisinde kaldığı bir hafta boyunca o günle ilgili herhangi bir şey aklına geldiğinde elleri ayakları titremeye başlıyor boş bir sandalyeye kendini atıyordu. Bu olayın tek iyi tarafı ise Burak denen o iğrenç çocuktan kurtulmuş olmasıydı. Neşe Hanım gibi idealist bir öğretmene göre öğrencilerinin en az yüzde altmışı iyi kolejlerde okumalıydı. Kalan öğrenciler iyi öğrencilerin sistemde yer bulabilmesi için hak ettiği konumlarda durması gerekiyordu. Fakat bu konumlar arasında şimdiye kadar hiçbir yeri doldurmayacak, hiçbir baltaya sap olamayacak, bu kadar iğrenç, bu kadar çirkin tek bir öğrenciyi hatırlamıyordu. Elbette ki Burak isimli bu çocuk Neşe Hanım’ın yirmi sekiz yıllık öğretmenlik hayatının tek istisnasıydı.

Neşe Hanım’ın vaktiyle dersi daha iyi dinlesin diye annesinin ön sıralara oturttuğu Burak isimli bir öğrencisi olmuştu. Diğer beceriksizce hareket eden öğretmenlerin aksine Neşe Hanım birkaç hafta öğrencilerinin oturduğu sıralar ile alakalı problemlere hem öğrencilerin gönlünü alarak, hem de velilerin arzularına kayıtsız kalmayarak ortak bir çözüm getiriyordu. Ayrıca öğrencilerinin dikkat eksikliği gibi bireysel yönlerini de göz önünde bulundurarak her öğrenciyi uygun bir sıraya oturtmaya dikkat ediyordu. Fakat tüm bunlar olurken annesinin okulun ilk günü ön sıraya oturmasını tembihlediği bir çocuk bir türlü yerinden kalkmıyordu. Annesinin bile ısrar etmesine rağmen kimse onu yerinden kaldıramıyordu.

“Üüüü... Benim yerim bura, önce geldim… Önce ben oturdum… Üüü… Virmem gızlara…” Burak ne zaman ağlamaya başlasa ağzı burnu akmaya başlıyor. Ağzındaki salyalar defterini ıslatıyordu. Neşe Hanım bu görüntüye pek dayanamıyordu. Ona göre her öğrencisi ilk kez açılmış beyaz bir kumaş gibi tertemiz olmalıydı. Burak’ın ise diğer öğrencilerin aksine mendil taşıması yasaktı. Neşe Hanım ne zaman çocuğa tatlı dille oturduğu sıranın kendisine uygun olmadığını anlatsa başarılı olamıyordu. Çocuğu yerinden zorla kaldırdığı vakit ise Burak neredeyse delirmişçesine ağlamaya başlıyordu. Çocuğun yerinde kalması bir şekilde idare edilebilirdi, ama bu farklı bir çocukla mümkün olabilirdi. Tahtaya ‘yumuşak g’ harfini çizmesini istenildiğinde süngerimsi bir ‘g’ harfi çizen bir çocuğa laf anlatmak mümkün değildi. Bir keresinde sınıfa evde bulduğu pilot kalemi getiren Burak açacak ile kalemi açmayı deneyince her tarafı masmavi yapmıştı. Sulu boya söz konusu olduğunda da Burak için aynı şey geçerliydi. Neşe Hanım şimdiye kadar derslerde burnu akıyor diye defterindeki sayfaları koparan başka bir öğrenci tanımamıştı. Tüm bunlar ön sırada olup biterken Öğretmen Hanım çıldırıyordu. Neşe Hanım her gün öğretmenler odasında Müdür Bey’e bir öğrencisinin sınıfının değiştirilmesini rica ettiğinde, müdürden çok fazla abarttığı cevabını almaktan bıkmıştı. Artık bunların hiçbiri olmayacaktı. Öğretmen Hanım aradan geçen bunca uzun zaman içerisinde en azından bir kâbustan ebediyen kurtulduğuna inanmak istiyordu.


Artık Halil Bey’in en önemli amacı biricik oğlu Burak’ı yetiştirmekti. Halil Bey bir öğretmenden hiçbir şekilde geri kalmaksızın oğluna gerekli özeni gösterecekti. Bu yüzden Halil Bey de bir öğrenci gibi Burak’a öğreteceklerini çalışmalı, bir öğretmenden kat kat daha iyi bir anlatıcı olmalıydı. İşi dışındaki bütün zamanını çocuğuna ayırmaktan çekinmeyen bir babanın mücadelesi başlıyordu.

Halil Bey geçen zaman içerisinde Burak’la beraber yeni yeni şeyler öğreniyor, başarılı bir öğretmene kıyasla oğluna verebildikleriyle daha başarılı bir baba oluyordu. Belki de takvim yaprakları bir bir yırtılırken ülkenin makûs talihiyle yüzleşmesi için kendini ortaya atacak olan cesur bir adamın geleceğinin kapıları açılıyordu.

Burak’la Halil Bey’in ders çalıştıkları günlerden biriydi. Sessiz bir akşam vakti Halil Bey, deftere yazı yazan Burak’ı kontrol etmekle meşguldü. “O sünger gibi olan şey yumuşak ‘g’ değil oğlum. Bana kafasında silikon olan yumuşak g’den çiz.” Halil Bey dersleri Burak’ın anlayabileceği tarzda anlatıyordu.

“Tamam buba.”

“Aferin oğlum, bak işte böyle. Çok güzel çizdin.”

“Ben yaparım zaten yav!”

“Elbette yaparsın aslan oğlum.” Bir yandan da Halil Bey şimdiye kadar o öğretmen olacak kadının birçok yanlış şeyi öğrencilere öğrettiğini düşünüyor. Sınıftaki diğer öğrencilerin Burak gibi şanslı olmadığını düşünüp üzülüyordu.

Yumuşak g harfinin ardından diğer harflerle ilgili bir problem çıkmaması okuma sürecini hızlandırdı. Bugüne kadar ailesi tarafından özel olarak yetişen birçok deha gibi Burak’ın da özel bir eğitime ihtiyacı olmalıydı. Bu durum ancak daha fedakar anlayışlı öğretmenle mümkün olabilirdi. Halil Bey daha önceden yazıcıdan kendisinin çıkarttığı fişleri getirdi. Bunlarda ne yazdığını biliyor musun, diye sordu.

“Bilmiyorum.”

“Eğer ne yazdıklarını okuyabilseydin, bundan keyif alırdın Burak.”

“Bu ne?”

“Örümcek adam ağı fırlat.”

“Peki bu?”

“Süpermen telefon kulübesine git.” Gerçekten de sıra dışı cümleler Burak’ın ilgisini çekmişti.

İşler Halil Bey’in düşündüğü gibi gidiyordu. Öğrencinin ilgi alanlarına odaklanmak etkin öğrenmeyi güdülüyordu. Tam da klasik eğitim kitaplarının yazdığı günlük hayatta pek de uygulanmayan bilgilerin ifade ettiği gibi. Burak babasının söylediği cümleleri anlamaya çalıştı. Birkaç gün böyle devam etti. Burak iki hafta sonra okumayı öğrendi. Bir hafta daha geçince akıcı bir şekilde hikâye kitaplarını okuyabiliyordu.

Eğitim süreci belli bir başarı kazanmış olsa da Halil Bey’in hedefleri büyük olduğu için sıkı çalışmak gerekiyordu. Ama Halil Bey çok çalışmak konusundaki düşüncesinin hemen ardından bunun hatalı bir yaklaşım olacağı tahminine kapılıyordu. Bugüne kadar birçok veliden hiçbir şeyin değişmediğini ya da daha kötüye gittiğini duymuştu. Daha doğrusu veliler hatalarının farkında değillerdi. Öğrenci psikolojisini anlamaya çalışan Halil Bey olayın arka planını biraz araştırmış, eğitim psikolojisi konusunda kitaplar okumaya başlamıştı. Burak’ın ilerleyen hayatında mutlu bir adam olabilmesi için kendi iç huzurunu yakalaması gerekiyordu. Evet, anahtar cümle buydu. Çok başarılı bir adam yerine çok mutlu bir adam olmak önemliydi. Bu yüzden Burak’ın ilgi alanını bulup mutlu bir yaşantıya ulaşmasını sağlamak gerekiyordu. Mutlu bir adamın çok başarılı olmaması için bir sebep yoktu. Önce mutluluk.

Halil Bey kimse bilmese de çok derin bir bakış açısıyla eğitim konusuna odaklanıyordu. Bu konuda gerekirse her kalıbı kıracaktı. Eğitim kitaplarını okurken önemli bir şeyin farkına vardı. Bütün bu klasik kitaplar bir noktadan sonra içi boş, insanları hiçbir hedefe ulaştırmayan teori yığınlarından ibaretti. Bu kitapları okuyup öğretmen olmaya çalışanlar ise günümüzün eğitim insanlarıydı. Halil Bey’e göre onların bugüne kadar çok başarılı işler çıkardığı söylenemezdi. Artık farklı bir sayfa açmak gerekiyordu.

Halil Bey artık tam manasıyla bir öğretmendi. İş yerinde zaman bulabildiği vakit ilkokul kitaplarından ders çalışmaya başlıyordu. Birkaç kişi okulda yaşananları duyup bu olaydan ötürü epey eğlenmişlerdi. Çevresindekilerin kendisi hakkında ne düşündükleri pek umurunda olmasa da Halil Bey tepesi biraz üzerine gelindiği vakit tepesi kolay atan biriydi. Zaman zaman şakalaşmak için yakınına gelen tanıdık kimseler oluyordu.

Güzel bir öğle vakti boş bir anı yakalayan oto tamiri dükkânının sahibi matematik çalışmaya başladı. Kendisine bir eğlence arayan karşı mobilya mağazasının sahibinin zibidi oğlu Muhsin, Halil Bey’in dalgın halini görüp yanına vardığında kahkahayı bastı.

“Hayrola Halil Abi? İlkokul kitabıyla ne işin var? Bunca zaman lise mezunuyum diye yedin bizi.”

“Sana ne oluyor salak Muhsin? Defol başımdan!”

“Gitmesine giderim de seni bu halde kimse görmesin.”

“Sen bunca yıl baba parası yiyip yatarken seni herkes gördü de ne oldu?”

“Kızma yav Halil Abi, sordum sadece. Ne yapıyorsun anlatsana” Muhsin alttan alıyordu ama Halil Bey bir kez öfkelenmişti.

“Oğlum okusun da, baban gibi eşek olmasın diye uğraşıyorum Muhsin.” Bu cümleyi duyan Muhsin hiçbir şey söylemeden sert adımlarla çekip gitti. Halil Bey matematik çalışmaya devam edeyim, dedi. Bir an aklı Muhsin’e söylediği cümleye gitti. “Lan acaba demin virgülü doğru yerde kullandım mı?”

Halil Bey’in oğlunu okuldan aldırıp akşamdan geceye onunla ders çalışması çevresi tarafından onaylanmıyordu. Halil Bey akşama kadar çalışıp çabalarken akşam eve geldiğinde sanki hiç yorulmamış gibi Burak’la ilgileniyordu. Çoğu kimsenin delilikle nitelendirebileceği bu durum hakkında çevreden olumlu düşünen kimse yoktu. Burak ise son zamanlarda belirgin bir şekilde değişiyordu. Babası ile oturma odasında ders çalışırken bazı zamanlar ara verip babasıyla maç izliyordu. Çevresi geniş olan Halil Bey böyle zamanlarda oturduğu yerde sinir krizleri geçirir, takımı tutmamasına rağmen varsa o takımın kulüp yönetiminden tanıdığı birkaç arkadaşını arayıp teknik direktörün taktiksel konularda yetersiz olduğunu savunup, nelerin yapılması gerektiği konusunda maçın hemen sonrasında fikirlerini belirtirdi. Halil Bey’i o sırada arkadaşları pek dinlemese de oğlu Burak maç günlerinde babasının telefon konuşmalarını ilgiyle dinlemeye başlamıştı. Tuhaftır ki bu geçen zaman içerisinde maçlara alınmayan, oturduğu yerden arkadaşlarını izleyen çocuk artık arkadaşları tarafından her zaman aranan adam olmuştu. Maçlarda nasıl oluyorsa bir yandan koşup bir yandan takım arkadaşlarına komutlar verebiliyordu.

Akşam dersleri bazen açık oturumlarının hareketli anlarına denk düşebiliyordu. Ertesi gün Burak okula gitmeyeceği için erkenden yatmak gibi bir zorunluluğu yoktu, bu yüzden akşam vakitlerinin tadını çıkartıyordu. Halil Bey tartışma programlarını izlerken de kendi kendine bir şeyler geveliyor, programdaki heriflerin hiçbir naneden anlamadığını söylüyordu. Mahallenin çocukları hangi ülke daha güçlü diye konuşmaya başladıklarında yine Burak ortaya çıkıp şaşırtıcı cümleler kuruyordu. Psikolojik üstünlük kimdeyse savaşın galibinin o olacağını söylediğinde çocukların hiçbiri ne dediğini anlamadıkları için Burak’a karşı çıkamamışlardı.

Burak artık babası ne izlerse onu izliyordu. Bir gün ekonomi programını izlerken arz ve talep dengesi diye bir şeyden bahsedildiğini duymuştu. Ona babası bu sözcüğün ne manaya geldiğini olabildiğince açık bir şekilde anlatmıştı. Bir ürünün piyasada az ya da fazla oluşu alınıp alınmaması fiyatları etkiliyordu. Bunu öğrenen Burak merak edip apartmanın arka bahçesindeki sebzeleri toplayıp satmayı denemişti. Başarılı da olmuştu. O yıl az ekilen etrafta pek bulunmayan sebzeler pazarda daha yüksek fiyattan alıcı buluyordu. Yedi yaşında bir çocuğun aklından gelecekte nasıl para kazanabileceğinin hayallerinin geçtiği anlatılsa kimse inanamazdı. Burak şimdilik hayallerini kendine saklıyordu.

Halil Bey ev iş derken iki ay gibi bir süreyi yoğun bir tempoyla geçirmişti. Fakat alınan mesafe şaşırtıcıydı. Bu akşam evine dönerken bunları düşündüğü için keyfi yerindeydi. Eve vardığında kendisini eşi Hatice Hanım karşıladı.

“Halil, komşular, dün bağıra bağıra şarkı söylüyorlar, diye şikâyete geldiler.”

“Hatice, bu insanlar eğitim düşmanı. Oğlumla müzik dersi işleyemeyecek miyim ben? Bir sürü öğretmen okullarda güzel sesli öğrencilere yüksek notlar verip, bu dersi çarpıtıp, öğrencilerin müzikten hoşlanmamalarına neden oluyorlar. Hâlbuki müzik bir düzen ve koordinasyondur. Bir çocuğun beyninin iki yarım küresinin uyum içerisinde çalışması için okul şarkılarını öğrenilmesi gerekiyor. Bu ders kızların yüksek not aldığı sıradan derslerden ibaret bir ders değil. Babalarının şarap çanağından başlatmasınlar, onların serseri çocukları her akşam dışarıda gürültü yapıyor kimse rahatsız olmuyor da baba oğul şarkı söyleyince bi taraflarına mı batıyor bunların?”

“Sakin ol Halil” Hatice Hanım sakin kendi halinde bir kadındı. Komşularla inatçılığıyla nam salmış eşinin arasında kalmak istemiyordu. “Bilmiyorum Halil. Sesler çok kötü geliyor dedi komşular.”

“Hadi oradan be! Sanki detone mi olmuşuz? Onların öküz çocukları millî takım maçından sonra dışarıda marş söylediklerinde, sesleri bir taraflarında bozuk egzoz takılıymış gibi çıkıyor. Onların geç vakitlerde iğrenç motorlarıyla çıkardıkları gürültüden kimse rahatsız olmuyor.” Halil Bey bir elinde tuttuğu ders kitaplarının bulunduğu poşet ile hızlı oturma odasının yolunu tuttu. “Hasbinallah! Bi müzik dersimize karışmadıkları kalmıştı.” Halil Bey mutfakta olduğunu tahmin ettiği eşine seslendi:

“Hatice bana bir tabak elma getir, Burak’la bugün kesirler konusunu çalışacağız. Bu zamana kadar inanılmayacak kadar hızlı bir yol aldık. Bundan sonra kimse bizim başarımıza engel olamaz.” Yarım saat geçtiğinde Halil Bey tüm kızgınlığını unutmuştu. Sanki oğluna ders anlatırken başka bir adam oluyordu.

Halil Bey elmalardan birini ikiye böldü. “Bu her parça bir yarım.” Sonra Halil Bey yarımların her birini ikiye böldü. 

“Burak bu elmalardan her biri çeyrek elma oluyor.”

“Evet”

“Anladın mı?”

“I-ıh!”

“Dur evladım, bi daha anlatayım.” Halil Bey ve Burak kesilmiş elmaları yediler. Ardından Halil Bey öğrencisinin dersi daha iyi anlaması için en başa dönüp bir elmayı yeniden kesti. Fakat bu da sonuç vermedi. Aradan biraz zaman geçince tabaktaki elmalar bitmiş, Halil Bey biraz sinirlense de durumu oğluna belli etmemişti.

“Tahsin! Tahsin! Eşek sıpası nerdesin!” Burak’ın iki yaş büyük kardeşi içeri girdi.

“Ne var baba yav?”

“Konuşma lan! Git şu paraya manavdan iki kilo elma al. Hemen getir, dersimiz aksıyor.” Elmalar gelince ders devam etti.

“Buba bir bölü dördü anlamadım. Çeyrek ne? Ühü ühüüü…”

“Sakin ol evladım, başaracağız.” Ama işler Halil Bey’in beklediğinden kötü gidiyordu. İki dev tabak kesilmiş elmalarla dolunca Halil Bey, Hatice Hanım’a elmaları komşulara dağıtmasını söyledi.

“Böyle olmayacak en iyisi bir ara verelim.” Aradan sonra Halil Bey neden böyle olduğunu uzun uzun düşündü.

“Hatice sen yarın git bi çuval elma al.”

“Saçmalama Halil!” Hatice Hanım bir detayın farkına vardı. “O kitap senin Burak’ı çalıştırdığın kitap değil.”

“Hadi yav!” Halil Bey kitabın arkasını çevirdi. Bir anda öfkelendi. “Tahsin! Tahsin!” Ardından Tahsin odaya geldi.

“Ne var baba yav?”

“Salak herif! Kitabını niye ortada bırakıyorsun?”

“Kitaplarımın hepsi kitaplıkta duruyor.”

“Konuşma edepsiz! Yıkıl karşımdan!”  Halil Bey, oğlu Tahsin’e kızmış gibi gözükse de problemi çözdüğü için mutluydu. Burak yediği elmalar yüzünden göbeğinde ufak bir şişkinlikle kanepede uyuya kalmıştı. Halil Bey, ben de yatayım bari, dedi.

***


Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Prizci Burak
« Yanıtla #1 : 01 Mayıs 2012, 19:04:17 »
Oldukça ilginç ve özgün bir yazı olmuş. Okurken yer yer epey eğlendim, farklı bir kafa yapısından çıktığı belli. Yazım dilinde gerçekleşecek gelişimlerle başarılı bir yazar daha doğabilir, tekrarlara ve kelime kullanımına biraz daha dikkat ederek yeni öykülerinizi okumak dileğiyle :)
try again fail again fail better

Çevrimdışı Dumrul

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Prizci Burak
« Yanıtla #2 : 02 Mayıs 2012, 07:46:03 »
Oldukça ilginç ve özgün bir yazı olmuş. Okurken yer yer epey eğlendim, farklı bir kafa yapısından çıktığı belli. Yazım dilinde gerçekleşecek gelişimlerle başarılı bir yazar daha doğabilir, tekrarlara ve kelime kullanımına biraz daha dikkat ederek yeni öykülerinizi okumak dileğiyle :)

Teşekkür ederim Amras Ringeril. Ben de bir yorum gelse diye bekliyordum, Kayıprıhtım'a bakmak yeni aklıma geldi. Eksiklikleri olduğunu az çok tahmin ediyorum, bir ara düzeltmeye çalışırım. Arada kafam şiştiğinde ne yazdığımı ben bile bilmiyorum. :D

Çevrimdışı Dumrul

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Prizci Burak
« Yanıtla #3 : 02 Mayıs 2012, 23:58:50 »
Eksiklikleri ve hataları elimden geldiğince düzeltmeye çalıştım. Ara ara kontrol etmeye devam edeceğim. Epey hata yapmışım. :D

Çevrimdışı Dumrul

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Prizci Burak
« Yanıtla #4 : 26 Ocak 2013, 19:58:55 »
3. Bölüm

“Korkmayın Hanımefendi! Ne kadar yüksekte olursak olalım, bir an kayıp düşseniz bile sizi yüzlerce kez kurtarabilirim.”

“Miyav!”

“Ben kim miyim? Elbette tahmin ettiğiniz kişi; Süpermen”

O an aşağılardan bir ses duyuldu.

“Burak! Hadi burada canım sıkılıyor.”

O sırada Burak tırmandığı ağacın dalındaki kediye tüm dikkatini vermişti.  Arkadaşı bir kez daha Burak’ın tabiriyle oyunun içine etmişti. Burak’ın yüzündeki centilmen ifade tamamen kayboldu. Boynuna bağladığı kırmızı pelerini rüzgârdan ötürü dalgalanmaya başladı.

“Canın çıksın Sait! Tam da pelerinim dalgalanmıştı. Bir çeneni kapasan ben bu kediyi elli kez kurtarmıştım. Sürekli oyunun finalinin içine ediyorsun. Başlarım böyle Süpermenciliğe!”

Burak sırtındaki pelerini çıkarıp, dalın üstündeki kediyi pelerinin içine sardı. Ardından sanki kundaklanmış gibi başı dışarıda kalan kediyi kısa sürede sırtına gelecek şekilde bağladı.

“Böyle süper kahramanlık mı olur? Her şeye bir şey buluyor. Sabahtan beri bir kedi kurtarabildik.”

“Ben evcilik oynayalım demiştim sana.”

İki yıl önce Burak şimdiki halinden tamamen farklı bir çocuktu. Eskisine kıyasla özgüveni daha yüksek, sosyal hayatta daha başarılıydı. Halil Bey’in Burak’ı okuldan alıp kendisinin yetiştirmeye başlaması konusunda çevredeki insanlar oldukça fazla dedi kodu yapmışlardı. Fakat kimse Halil Bey’in karşısına çıkıp bir şeyler gösterme cesaret gösterememişti. Üstüne üslük bu konuda kimse Burak’a da bir şeyler söyleme cesareti gösteremiyordu. Çünkü Burak tamamen Halil Bey’in küçük bir kopyasına dönüşmüştü. Burak daha geçen hafta Sait’le beraber oynadığı Örümcek Adamcılık oyununda oyuna dahil olmamalarına rağmen mahallenin bütün çocuklarını dövmüştü. Mahalledeki anne babalar Burak’ı köşeye sıkıştırdıklarında ilginç bir savunma yapmıştı.

“Yozlaşmış bir ülkede adaleti kendi başımıza sağlamaktan başka bir seçeneğimiz yoktu.”

O sırada Sait ağlamaktaydı.

“Hüseyin Amca, valla ben bir şey yapmadım.”

“Hain! Yeminimize ihanet ettin.”

Mustafa’nın babası Hüseyin Bey Burak’a engel olmasaydı, tam o sırada Burak Sait’in çenesine yumruğunu geçirecekti.

“Oğlum, kaç kez evcilik gelişimimiz için uygun bir oyun değil, diyeceğim sana? Evcilik kız oyunu!” Burak bunları söylerken birkaç metre ötede evcilik oynayan çocuklar gözlerini onların olduğu tarafa diktiler.

“Aha, daha dün bu salaklar evcilik oynarken bize başka evde kalacaksınız dediler. İki tane erkeğin aynı evde ne işi var lan?”

“Ama sen, biz çocuk olmayız dedin.”

“Sait biraz mantıklı düşün. Biz koskoca adamlarız, bu salakların çocuğu olmamız sence mümkün mü? Şunların haline bak; Kızlar fincanları getirmiş, erkeklere sürekli boş fincandan çay içiriyorlar. Eğer bu oyunu ben oynasam, çayı bırak, evden kendi başıma kısır salata yapıp getiririm. Böyle mi oynanır evcilik?”

“Ama Burak, öyleymiş gibi yapacaksın.”

Burak öfkeden kıpkırmızı oldu.

“Şimdi sana kediyi fırlatırım buradan! Senin yüzünden kediyi bir saattir buradan kurtaramadım. Çok biliyordun da niye bu oyunda öyleymiş gibi yapamıyorsun? Sana, Batman ol kediyi sen kurtar dedim, ben ağaca tırmanamam dedin. Clark Kent’ken gazetecilik yapalım, dedim, gazeteciliğin temel kurallarını bilmiyorsun. Ben ne yapayım sana, uzaydan oyun mu indireyim?”

“Ben çocukların yanlarına gitçem, senle oynamak istemiyorum.”

“Git de seni evlerinin köpeği yapsınlar haysiyetsiz herif. Ben koskoca Prizci Burak’ım.” Çocuklar Burak’ın olduğu tarafa bakmaya devam ediyorlardı. “Bana bakın sanayide, elektrikçinin yanında yaz boyunca çalıştım. Siz ev geçindirmeyi ne bileceksiniz? Anca boş fincanları doldurup doldurup içmesini bilirsiniz, sizi zavallılar! Gerekirse bu mahalledeki tüm oyun arazisini satın alırım. Yarın buradan defolup gideceksiniz. Haddinizi bilin, aşağılık ayak takımı!”

***

Hatice Hanım öğlen vakti yemek yapmakla meşgul olurdu. Bir ara evin zilinin çaldığını duydu.

“Miyav!”

Ardından da bir kedi miyavlaması duymuştu. Bir kedinin zili çalması herhalde mümkün değildi. Şüphesiz gelen Burak’tı. Kapı açıldığında Burak başını yukarı kaldırdı.

“Anne, kusura bakma. Evin anahtarını çektirdiğimi biliyorsun, ama bu sefer yanıma almayı unutmuşum. Kimseye yük olmaktan hoşlanmadığımı biliyorsun. Bu arada saat kaç yav?” Burak yazın biriktirdiği parayla aldığı küçük kol saatine baktı. “Hımm! Saat on ikiyi yirmi beş geçiyor. Odama börek, çay getir. Bir saat sonra tatlıları da getirebilirsin. Süt şimdilik dursun, çay vitaminini öldürüyor. Sen sütü tatlılarla getir, kediye de peynir. Bu acemi bugün ağaçtan inemedi, biraz vahşi doğa eğitimi vereceğim.

“Miyav!”

Hatice Hanım Burak’a verdiği kumaşın çaprazlama bağlı olduğunu ve kedinin Burak’ın arka tarafından başını uzattığını yeni fark etti.

Burak doğal bir tavırla içeri girdi. Hatice Hanım Burak’ın ne söylediklerinden ne de hareketlerinden bir şey anlayabilmişti. Mutfağa gidip işinin başına döndü.

Akşam evin zili bir kez daha çaldı.

“Allah Allah! Anahtarı unutmuşum. Hatice, kusura bakma.”

İçeri giren Halil Bey’i Hatice Hanım, oturma odasına kadar takip etti.

“Bugün önemli bir şey oldu mu? Burak ne yaptı?”

“Bir ara evin prizlerinden biri bozulmuş diye elektriği kesip, prizi sağlam olanla değiştirdi Halil.”

“Onu demiyorum. Önemli bir şey oldu mu?”

“Bilmiyorum ama senin dünya klasiği dediğin kitaplardan birini alıp okumaya başladı.”

“Hatice ben bir sürü kitap aldım. Çocuğa onlardan birini versen olmaz mıydı?”

“Halil, onların hepsini çoktan bitirdi.”

“Haa… Tamam, öyleyse sorun değil.”

Halil Bey kanepede oturan Burak’a baktı. Elindeki kitabı okumakla meşguldü. Bir kedi, duvara çakılmış bir çiviye bağlı ipin ucundaki peyniri zıplayıp düşürmeye çalışıyordu.  

“Ne yapıyorsun evladım?”

“Rus edebiyatına bir bakıyım, dedim Baba. Dostoyevski okuyordum ilgimi çekmedi. Şimdi Tolstoy’a bakıyorum. Bunu da beğenmedim. Bu Ruslar hep böyle ümitsiz insanlar mı? Bu kitaplar yüzünden başkaları olumsuz etkilenebilir.”

“Evladım bırak Rus’u. Şimdi seninle önemli bir konuyu konuşmamız gerekiyor.”

Halil Bey, oğlunun karşısına oturdu.

“İki yıl boyunca uzun bir yol kat ettik. Bir şey çok açık duruyor. Okulun sağladığı bütün imkânları sana tek başıma sağlayamam.”

“Burak şaşkına dönüp, hızlıca ayağa kalktı.”

“Okul mu? Hayır, o lanet yere geri dönmek istemiyorum. Bu şekilde mutluyum.”

Burak’ın abisi Tahsin oturma odasına girdiğinde sanki Amerikan filmi havasındaki bir konuşmayı dinliyormuş gibi hissetti.  

“Gerçeklerden kaçamazsın delikanlı. Bir şekilde bu son bizi başlangıcımıza götürecekti. Seni ülkemizdeki yozlaşmış eğitim sistemine bir son vermen için eğitmiştim. Gölgelerin içlerine gizlenmiş şeytanlar vatanımızın kaderiyle oynarken bizler sakin bir şekilde evimizde oturamayız. Bize ihtiyaç duyan insanları böyle karanlık bir devirde yalnız bırakamayız.”

“Fakat baba, sen de beni biraz anlamalısın. Benim sıradan bir okulda, sıradan öğrencilerle yan yana olmamı istiyorsun. Daha o çocukların hiçbiri soyut işlem dönemine geçmediler bile.”

Halil Bey hafifçe irkildi.

Eşşolueşşek! Ben yokken eğitim bilimleri kitaplarını da okumuş.

“Bense bir dehayım. Benden çok daha gerideki insanlarla aynı sıralarda dirsek çürütemem.”

“O çocuklar senin arkadaşların Burak. Senden öğrenecekleri çok şey var. Senden tek istediğim okula geri dönmen. Her şeyi ayarladım. Müdür Bey seni birkaç sınava sokacak ve ardından bu yıl üçüncü sınıftan başlayacaksın.”

Burak bir an sanki zaman durmuş gibi hareketsizce kaldı.

“Benden istediğin buysa yapacağım. Ben de her vatandaş gibi ülkemi aydınlık ufuklarda görmek istiyorum.”

Halil Bey ve Burak birbirlerine sarıldılar. Yarın yeni bir gün ve yeni bir mücadele başlıyor olacaktı.