Ora öylece dikilmiş bakıyordum, bir kadının vücudu kadar güzel kıvrımları olan ince ve uzun vadiye. Omuzlarından uzun zarif çam ağaçları dökülüyordu. Sarıyordu bedenini. Tıpkı güzel bir kadının saçları gibi. Birde aşığı vardı kadının. Ona yakın ama dokunamazken sarıyordu etrafını platonik aşk çalıları. Renk renk, her biri anlatıyordu günübirlik değişken duygularını. Düşün. Kadının vücudundan besleniyordu aşk çalıları. Ona aşık kulübenin özlemi su gibi akıyordu ensesinden ayaklarına. Özlem besliyordu ebedi aşkını kulübenin.
Aşk acısından solmuş cildi hırpaniydi. Arada gök üzülüp ağlamıştı haline besbelli. Tahtaları koyuydu. Adeta çürümeye yüz tutmuş.
Elbet vardı bu kadının bir sevdiği. Uzun boylu, kibirli ve yüce. Tamda onun istediği gibi. Ama pek yüz vermezdi yüce dağ ona. Aşıktı gökyüzüne. Ona yakın olabilmek için her yüzyılda bir uzanırdı bir adım gökyüzüne. Kibiri yüceliğindendi. Heybeti aşık ederdi tüm kuşları kendine. Gökyüzü göz kırptı yüce dağa cilve yaparcasına. Ardından ufak bir perde çekti pamuktan aralarına. Oda hoşlanmıştı besbelli dağdan. Ancak naz yapıyordu aklınca.
İşte orada öylece dikiliyordum. Bu karmaşık aşk manzarası karşısında ağzım açık. Ben ne omuzlarından ağaçlar süzülen su gibi kadına ne de maviliği tanrıyı kıskandıran gökyüzüne aşıktım. Ama genede orda dikilip ömür boyu onları izlemek istedim. Dilediğim gerçekleşti. Ben... Yanlız, kurumuş çalı. Beni kurutan bu çemberde sonsuza kadar aşk ile birlikte çürümeye yüz tuttum.
NOT: Arkadaşlar tasvirden dışarı çıktım biraz galiba

.