@HighLord, söylediğin şeylere dikkat ettim ve hatalarımı düzeltmeye çalıştım.
Ayrıca bölüm biraz uzun olabilir, betimlemeler vs. şeyleri pek kullanmazdım eskiden. Şimdi böyle uzun yazınca bir garip oluyor 
Kararsızdım. Bu tanımadığım kişiyle gitmeli miydim? Beynimin arkasından bir ses “Hayır!” diye çığlık atıyor, kırıp geçiriyordu. Fakat uzaktaydı, ve benliğime işlemiş olan merak duygusu o sesten çok daha güçlüydü, bu sayede kısık bir sesle “Evet.” dedim. Belirsiz bir cevap vermiş olsam da, vücudunun neredeyse hiçbir yeri gözükmeyen adam hafifçe başını salladı. Ve onu takip etmem gerektiğini gösteren bir işaret yaptı.
Tedirgin ve –sarhoşluğum sebebiyle- yavaş adımlarla onu takip ettim. Küçük bir patikada yürüyorduk. Eğer bu patikadan hiç sapmadan direk giderseniz, evime ulaşabilirdiniz. Ama adamın evime gideceğini sanmıyordum. Patikanın etrafı düzensiz ve karmakarışık ağaç öbekleriyle doluydu. Ağaçlar hanın kapısına kadar bu şekilde gidiyor, sonra budanmış ve düzenlenmiş bir hal alıyordu. Aslında belirli aralıklarla bu çalılıklar kesilirdi, çünkü uzamasına izin verirseniz, insan boyunu geçtiği olurdu. Bu yüzden en fazla dizlerimizin boyunca gelecek şekilde keserdik, böylece hem insana etrafı çevriliymiş gibi hissettirmiyor, hem de güzel görünmesini sağlıyordu. Ara sıra çalıların arkasından evler görüyordum. Küçük penceresinden sızmayı başaran ışıklarla birlikte, uzaklarda, küçük birer pırlantaya benziyorlardı. Bazen de bu evlere gitmek için açılan küçük, ağaçsız yollar vardı.
“Keşke bu yollardan birine sapsak.” Diye düşündüm içimden. Bu işin sonu iyiye varacağa benzemiyordu. Aslında kaçabilirdim, fakat öyle bir şey yaparsam engelleneceğime dair bir his vardı içimde. Yürümeye devam ettim.
Bu arada farkında olmadan patikadan çıkmıştık. Ne ara çıktık bilmiyordum, fakat bunun yanımdaki adamla ilgili olduğunu varsayıyordum. Görünürde çalılardan başka bir şey yoktu. Onların içinden nasıl geçeceğimiz hakkında da en ufak fikrim yoktu. Tam başımı çevirip nereye gittiğimizi soracakken fark ettim ki, ağaçlık alan yok olmuştu! Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Hayır, yol açıktı. O kadar şaşırmıştım ki bunu nasıl yaptığını sormayı unuttum. Tabi o yaptıysa. Belki de benim görmediğim bir yer olabilirdi, fakat bu ihtimalin olma ihtimali çok azdı.
Bir şeyler söylemeye, en azından bir hırıltı çıkarmaya çalıştım fakat nafile, yapamıyordum. Geldiği yere geri gidiyordu hemen. Bunun da onun marifeti olduğuna dair bir şüphem vardı, fakat kurcalamadım.
“İşte.” Dedi. Birkaç dakika mı yoksa birkaç saat mi geçtiğinden emin değildim. Sessizlik üzerime o kadar çok yapışmıştı ki, onu delip geçen bir ses olunca olduğum yerde sıçrayasım gelmişti. Karnınızda bu kadar çok içki olunca onu da yapamıyorsunuz tabi.
Geldiğimiz yere göz gezdirdim. Küçük bir açıklıktaydık-ki böyle bir yeri daha önce görmemiştim. Toprağın içine küçük taşlar karışmamıştı. Çalılar sanki birisi onları süpürmüş gibi açıklığın etrafına dizilmişti. Ve gariptir ki, gittikçe büyüyüp durduğumuz yeri karanlığa boğuyorlarmış gibi hissediliyordu. Çevrede her zaman duyulan baykuş sesleri ve kurt ulumalarından eser yoktu. Bu beni daha da rahatsız ediyordu.
“Otur lütfen.” Dedi adam. Neden böyle söylüyordu ki? Ve ben hangi akla hizmet bu lanet olasıca yere kadar onu takip etmiştim? Sessizde kendi kendime mırıldandım. Hem topraklı bölgeye neden oturacaktım ki? Fakat pelerinli benden önce davranmış, yere çökmüştü. Sanki onun oturduğu yerde bir karanlık vardı, ve koskoca dünyadaki hiçbir ışık o karanlığı delip geçemezdi.
Gözlerini bana dikti yine. İşte bu sefer gözlerini görebiliyordum. Tahmin ettiğim gibi değildi. İçinde kaybolacağınız bir koyuluk değildi, maviydi sadece. Sadece mavi. Ama ne mavi. O gözlerde bir ışıltı vardı, ne olduğunu anlayamıyordum. Mavi gözleri, siyaha yakın pelerini ve cübbesiyle koskoca bir tezat oluşturuyordu.
Ne yaptığımın farkında olmayarak oturdum. Paldır küldür kendimi yere attığım için homurdanmam gerekirdi. Homurdanmadım. Muhtemelen başımın ağrıması gerekirdi. Ağrımadı. Aslına bakarsanız hiçbir şey hissedemiyordum. Uygun olmayan bir yerde oturduğum için ağrıması gereken popomu, yere çökmeden önce şöyle bir elimi gezdirdiğim toprağı, vücudumu…
Gözleri hala bana kilitlenmişti. Şimdi dünya etrafımda dönüyordu. Çalılıklar başımın yukarısındaydı. Topraklar havada uçuşuyordu.. Sonra hepsi birbirine karıştı. Nerede olduğumu, ne yaptığımı hatırlayamadım. Kimdim ben? Boşlukta süzülüyordum. Kimdim ben? Kendimi tanımıyordum. Kimdin ben!?
Başımın döndüğünü, midemin bulandığını hissettim. İçimi buruk bir sevinç kapladı. Hissedebiliyordum! Evet, yapabiliyordum! Bu hissin çabucak geçmesi de ayrı bir üzüntü dalgası yayılmasına sebep oldu tabii.
Kendimin de ters düz olduğunu anlayınca kusmaya başladım. Kusmuk bu sefer geri gitmedi, bir hortumdan çıkıyormuşçasına dağıldı. Yine hissedemiyordum.
Tüm bunların arasında, evrenin tam ortasında pelerinli duruyor, tam karşısına bakıyordu. Ona hiçbir şey işlemiyordu. O sıfır noktasıydı. Başlangıçtı. Her şeyin ve herkesin birleştiği noktaydı o. Onu oradan söküp alamazdın. Her şeyin ve herkesin efendisiydi o , düzenin, dengenin. Bunların hepsini yabana atamazdın. O sendi. O bendi. O herkesti.
Görüntü bir anda değişiverdi. Artık iki ayağımın üstünde durabiliyordum. Açıklık da yok olmuştu, her şeyin ve herkesin efendisi de. Aydınlık bir alandaydım. Ne olduğunu anlamadığım, beyaz bir şeyin üzerinde duruyordum. Beton, diye yankılandı bir ses. Aniden arkama döndüm. Hiç kimseyi göremedim. “Kimsin sen?” diye bağırdım. Bu sefer de benim sesim yankılandı. Ben senim, dedi yine o ses. Sen de bensin. Kendine bir bak. Sen artık sen değilsin.
Vücuduma, kollarıma göz gezdirince doğruyu söylediğini anladım. Kendimi çığlık atmamak için zor tuttum, ama pek az bir şey kalmıştı hani.
Haklıydı. Derimin rengi değişmişti ve ben, artık ben değildim.