SON MEKTUP
Sonra gittin. Ruhumun derinlerinde saklı bazı kırılgan duyguların örselenmesine yetecek kadar bir müddet göremeyecektim seni. Bu yüzdendir ki yaşayacağım kederin farkında; biraz hüzünlü, biraz mahzun bakıyordun yine pulsu gözlerime. Özlemin yıpratıcı olacaktı, ancak bilmezden geliyorduk.
Her şey ‘bizi’ tedavi etmek için dedik, uzaklaştık bir süre.
Hicranımızı takip eden akşamlar, sevdiklerinin uzağındaki âşıkların peşinde koşan birer avcıya dönüşmüştü adeta. Kâbuslarımla bezense de geceler, sana her gün, gözlerim kapalıyken kavuştum ben. O günden sonra her defasında, gözlerimiz kapalı seviştik biz.
Yokluğunun getirdiği boşluk çepeçevre kuşatmıştı zihnimi, kalın duvarlar örmüştü anılarıma. Var olmayan bir zaman diliminde, hatırına hapsolmuştum. Ne söylediysem aksetti o sınırlar arasında, dönüp bana çarptılar… Ve her geçen gün, güneşler doğdukça, birer gölge daha düştü o yeşermeye uğraş veren umutlarıma.
Güzelliğine sonsuza dek hasret kalmıştım…
Belki birkaç hafta, belki aylar geçmişti. Fakat aradan yüzyıllar geçmiş gibi özledim seni. Hani tarifi güç bir hisle dolar insan; gönlü işkence görüyordur da, sesi çıkmaz. İçi yansa da, ancak kısık bir inilti bırakıvermiş olur hiçliğe. Ben de böyleydim sevgilim; kanıyordum. Kıvranıyordum. Sesim çıkmıyordu…
Algının en üst seviyesinde çalışan, erişilemeyecek bütünlükte bir bilince sahiplik ettiğinden sorgulamadım tedavini. Yalnız ve mutlak, kabul ettim.
Ama geri dönmedin sen. Yemin ettiğim üzere, ben bekledim.
Bir gün, cinnetim seni sorduğundan, kendimi yalnızca dostun olduğunu bildiğim adamın kapısı önünde buldum. Beni içeri alması öyle uzun sürdü ki; maskeler üzerine maskeler taktığına emin olmuştum. Yine de beni buyur etmişti.
Karanlık mekânında eğri büğrü, irili ufaklı bir sürü beyaz mum ölüyordu. Mizacını bilmediğimden, sandım ki bu büklüm belli mumları sönmesin diye ağır hareket ediyor. Oysa mumlar üzerinde tüten ateş parçalarının ahenkli dalgalanmalarını kaotik bir çırpınışa dönüştüren nefesinde, derin soluklarında bile bir ağırlık vardı bu adamın…
Salondaki ışık benim için bile oldukça loş kalıyordu açıkçası. Ancak o aydınlanmış herhangi bir noktası bulunmayan ortamda, nereden geldiğini bilemediğim güzel bir puro kokusu beni benden almaya yetmişti. Çok geçmeden adam bana bir kadeh şarap ikram etti, bilmediğimiz bir anı beklemeye başladık.
Birkaç dakika sonra kendimi daha rahat hissettiğimi sezmiş olmalı ki sinsi bir gülümseme yayıldı çirkin suratına. Onunki bilindik; göbeği kaçak kat çıkmış, yağ bezleri fazla çalışan domuz suratlı heriflerin sahip olduğu türden bir çirkinlik değildi. Gözlerine odaklanmaya çalıştığımda içimi ürperten, dudaklarının kıvrılmasıyla birlikte rahatsız olmamı gerektirecek bir sezgi yaratan, şeytani bir çirkinlikti.
O an geldiğinde koltuğunun yanındaki antika gramofonu oynattı ve daha önce hiç duymadığım bir müzik salonda yankılanmaya başladı.
Aman Tanrım, bu alevler bizi de yok edecektir…
Aman Tanrım, bu alevler bizi de yok edecektir…Ben şarkının da etkisiyle bir şeylerin yanlış olduğuna dair anlamsız içgüdüler ile yalpalanıyorken önüme bir kâğıt uzatıvermişti. Kâğıdın üzerinde keskin ve uzun çizgilerden oluşan italik bir yazı bulunuyordu. Hem de her harfin bir sembol, her noktalamanın bir imza biçimine büründüğü, pek gösterişli bir el yazısı... Bu ne güzel bir yazı! diye geçirmiştim içimden. Bu ne güzel bir yazı!
“Oku!” diye emretmişti ses.
Ben, güzelliğine sonsuza dek hasret kalmıştım…
Çünkü o not, senin öldüğünü söylüyordu.