Kayıt Ol

Son Salı

Çevrimdışı inankose

  • *
  • 5
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Son Salı
« : 24 Haziran 2013, 13:40:36 »
         Son Salı
   Evin içindeyim, yağan karlarsa dışarıda. Elbette hava soğuk, hem de delicesine. Benimle aynı kadere sahip adamlar gibi gece boyu televizyon izlemişim. Bir kadın aramış, benim kadınım, duymamışım. Bir çocuk kapımı çalmış, benim çocuğum, açmamışım. Şimdiyse köpek iniltilerinden hikayeler uyduruyorum, derken işin ciddiyatına kafam takılıyor, anladığım için böbürleniyor, ayağa kalkıyorum. Televizyondan saçılan mavi ışık karşımdaki perdeye vuruyor, televizyonun kendisi değil ama bu ışık beni uyandırıyor.
   Yemek masasının yanında duran sandalyeye oturuyorum, kafamı kaldıramayacak kadar halsizim, derken köpeğim kulübesinden çıkmış cama vuruyor, bir defa daha uyanıyorum. Yani anlayacağınız ikinci uyanışıma kadar bir ölü gibi sürünüyorum. Yemek masasının üstündeki ekmek kırıntıları, örtüye bulaşmış peynirler, reçeller, zeytin çekirdekleri bir natürmort gibi geliyor gözüme, yine masayı toplamaktan vazgeçip kalkıyorum. Mutfak kim bilir ne halde, umurumda değil. Yemeyenler öldü de, yiyenler ölmedi mi?
   Vivaldi’nin kış melodileri kulağımda çarpışıyor, dünden kalma sert tost ekmeğini ısırıyorum, arasındaki kaşar ısırmamla fırlayıp yere düşüyor ve ben onu dahi umursamıyorum. Siyah çorabımla fırlayan kaşarı ezip halıya yapıştırıyorum, bir parçası da çoraba yapışıyor, heyhat yapışsın! O an halıdaki kurumuş domates çekirdeklerini görüyorum, doğrusu onları biraz önemsiyorum; fakat güneşin doğuşundaki kızıllığa yazık olmasın diye parkamı alıp dışarı çıkıyorum. Önümdeki merdivenlerden birine ayağımı uzatıp ayakkabılarımı bağlıyorum. O sırada bir öksürük alıyor beni, cebimdeki mendile ulaşmak maksadıyla elimi cebime sokuyorum, anahtarlar elime geliyor, çıkarıp bir kenara koyuyorum, kapıyı kilitlemediğimi hatırlıyorum. Diğer cebimi yokluyorum, nihayet buluyorum! Yumuşacık mendille, kaskatı kesilmiş, kocaman burnumu silip, okşayıp mendili fırlatıp atıyorum.
Kapıyı kilitleyip köpeğim Paça’nın yanına gidiyorum. Köpek bana bir Tanrı’ymışım gibi davranıyor. Karşımda eğilip bükülüyor, kuyruğunu sallıyor, arada bir secde ediyor. Haklı diyemem ona, bütün Tanrılar’dan daha iyi olduğumu da söyleyemem. Arada bir hata yaparım. Mesela; bir kadın severim. Mesela; cenazeye katılır, kalanlara değil ölenlere küfrederim. Yaşamak varken ölmek he! Sizi aptallar der, kendime biat ederim, ardından düşünceler, düşler, sizler, bizler, nihayetinde sizler de bizler gibi düşlerde düşeceksiniz diye devam ettirip yaşayanları da eşsiz küfürlerimden ayrı bırakmam.
Sahi ya! Asıl mesele Mısır Başı’nda oturan adamın yanına gitmekte. Şimdi her şeyim hazır; köpeğim bile! Öyleyse yürüyelim dostlarım!
Alibeyköy’ün karını, kışını yiyerek yürüyorum. Eski sucuk fabrikasının yanındaki patikadan aşağı doğru bırakıyorum kendimi. Tanrı karı yaratırken lütfetmiş doğrusu diyorum; karın yumuşaklığı ve beyazlığıyla gökyüzünden düşer gibi mahallenin merkezinde buluyorum kendimi.
Günün ilk ışıklarının aydınlattığı çiçekçi tabelasından yansıyan kırmızı renklerle gözüm fotoğraf sütüdyosuna kayıyor. Adamın her darbede yanıma sığındığını hatırlıyorum. Sonra kırık dökük fotoğraf makineleri, yeni boyanmış duvarlarda tırnak izleri, sayfalardaki kalem tereddütleri, fotoğrafların arkasındaki aşk çiziktirmeleri, ilk çocuk, evlilik, sünnet, ilkokul, siyah önlük, ilk iş… Yazık ki hatırlıyorum. İlkler, hep ilkler değil miydi nefret ettiğimiz.
Hızla! Evet hızla arkamı dönüp Mısır Başı’na varıyorum. Orada bekliyor Mısır Başı’ndaki adam. Üşümüş, üzerinde sarı-siyah battaniye var. Yanına yaklaşıp oturuyorum. Yüzüme bakıyor, tanıdığını hissediyorum, sonra önüne dönüyor, elini cebine sokup iki dal sigara çıkarıyor. Birini bana uzatıyor; alıyorum. Sigarayı ağzına götürüyor, iki dudağının arasına alıp benimle konuşmaya başlıyor:
“Çakmağın var mı?”
“Yok,” diyorum.
“Bende de yok,” diyor. Şaka yaptığını düşünüyorum; fakat şaka yapmadığını gözlerindeki keskin bakışlardan anlıyorum ve devam ediyorum konuşmaya:
“Öyleyse bu sigarayı nasıl içeceğiz?”
“Ben sigara kullanmıyorum,” diyor. İçimden küfrederek:
“Ben de kullanmıyorum,” diyorum, hala ciddi ciddi önündeki süs havuzuna bakıyor, sonra eklemesi gereken bir şeyler olduğunu anımsıyor ve konuşuyor:
“İçmesek de olur!”
Ben de sigarayı iki dudağımın arasına alıp adama eşlik ediyorum. Uzunca bir süre birlikte susuyoruz. Birlikte susmak ne demek anlıyorum! Donmuş süs havuzunun üzerine düşen kar tanelerine dikkat kesiliyorum, sonra sessizliği bozuyor:
   “Hişt, sessiz ol! Duyuyor musun?”
   “Neyi duymam gerek? Sanırım duymuyorum.”
   “Eh, sen de! Ahmak adam güneşin sesini, güneşin!”
   Dalga geçiyor herhalde desem de ciddiliğimden ödün vermeyip eğilmiş bize bakan güneşe bakıyorum. Tuhaf aklıma hadım edilmiş erkekler geliyor, onların iniltilerini işitiyorum. Bağırış çağırış derken kulağıma “Aksaray, Aksaray efendim, Aksaray, Aksaray!” diye bağıran kahyanın sesleri geliyor. Hatta minibüs şoförünün elindeki bozuk paraların sesini dahi duyuyorum. Tepedeki demir borulara asılı bekleyen insanları izliyorum; onları askılıktaki zengin fraklara benzetiyorum. İşçinin hali bu! Yazık doğrusu, zengin olan patronlar ve paranın orospuluğu! Arkadan otobüs kornası, küçük bir kuryenin motorunun sesi, soğuktan üşümüş çocuğun titremesi… Heyecanlanıyorum, Mısır Başı’ndaki adama dönüyorum, sarılmak istesem de sarılmayıp sadece konuşmakla yetiniyorum:
   “Elbette duyuyorum, çok daha fazlasını duyuyorum, dünyanın dönüşünü dahi hem de!” Konuşurken ağzımdaki sigarayı düşürüyorum, eğilip alacakken elimi tutup beni engelliyor, doğruluyorum, konuşuyor:
   “Dünyayı duyuyorsun demek. Ne garip değil mi? Garip, evet, evet! Hele evleriniz. Oturak koyarsın kilise, halı serersin cami, içersin meyhane, sevişirsin aşkhane, içine sıçarsın sintine, söversin cansiparane, ölürsün cenaze, dört duvarmış meğer hayat. Bak, korkuyorum ben, giremiyorum hiçbir dört duvarın arasına. O yüzden Mısır Başı’ndaki adam derler bana. Dilersen deliyimdir senin için, dilersem dahi. Bak mesele burada!” dedi, işaret parmağıyla şakaklarıma birer kez dokunup elini çekti, ardından ağzındaki sigarayı alıp cebine koydu. Tam konuşacaktım devam etti:
   “Bu gün salı, son salı. Yani yılın son salısı. Salı günlerini hiç sevmemişimdir. Bana ikinci olan her şeyi hatırlatır. İkinci kemanı mesela; onun sesindeki acizliği, yenilmişliği, ezikliği. İkinci sevişilen kadını mesela; tendeki edepsizliği, tecrübenin adiliği. İkinci satır mesela, hayatta aklında kalmaz, unutursun, ya ilk satırı ya da son satırı tutarsın aklında. İkinci çocuğu mesela, hep ilk çocuk sevilir, hep ilk çocuk dövülür, ilk çocukta anlaşılır çocuk sevgisi, ikinci var ya ikinci, öyle aşağılanır ki aslında, o yüzdendir ki ilkin sevildiğini bilmesin diye hep şımartılır. Bakma öyle gözlerime aşktan dem vuramam sana. İkinci aşk yoktur, yeniden aşık olmak vardır. Aşk hep tazedir.” Birden durdu, ayağa kalktı, süs havuzuna kadar ilerleyip döndü, gözlerinin yemyeşil olduğunu anladım. Yüzümün yandığını hissettim, konuşmaya başladı:
   “Bu gün salı, son salı. Ölüm, işte bir onu ikileyemiyoruz, korkuyorum çocuk. Ölmekten değil, ikileyememekten,” dedi sigarasını koyduğu cebe elini soktu, mavi mürekkep lekeleri dolu bir kağıt çıkardı. Yanıma doğru yürüdü, uzattı. Tereddüt ettim, gözlerine baktım; fakat kağıdı almaktan kendimi alıkoyamadım. Son kez konuşacağını anladım, geldi yanıma oturdu:
   “Git şimdi, karşıdaki parkta otur ve oku.”
   Köpeğimle beraber koşa koşa parka gittim, banka oturdum, karşımda karla kaplı oyuncaklara bakakaldım. Düşünmeye fırsat bırakmadan kağıdı açtım, okumaya başladım:
   ‘Bazen saçlarımın orta uzunlukta olduğunu düşlüyorum, sakallarım hayli uzun, hatta ikisi birbirine girmiş. Gözlerim yukardan dudaklarım aşağıdan kapatılmış, görmüyor ve konuşmuyorum. Anlayacağın çocuk sen yapadur, ben oyuncaklardan çıkan iniltilerden büyüdüğünü bilirim. Öyleyse anla diye söylüyorum; dostların olacak, sonra dostlarından bazıları kalacak bazıları yeni dostlara dönüşecek, yine dostlar konusunda iyi olacaksın, öldürmek konusunda iyi değiller. Sevgili(leri)n olacak, onu da sen öğreneceksin; fakat dostsan eğer bir daha sevgili, sevgiliysen bir daha dost olamayacaksın. Hadi şimdi tut elimden merdivenleri beraber çıkalım, son kez sen büyümeden kaydıraktan kayıp salıncakta sallanalım.’
   Kafamı kağıttan ayırdım ve ayırır ayırmaz bir kadın gördüm, benim kadınım, bir çocuk gördüm, benim çocuğum. Ayağa kalktım, onlar el ele tutuşmuşlardı, yanlarına gittim. Çocuğa sarıldım, gözleri doldu, annesine baktım, ağlıyordu.
               Son. :fight:

Çevrimdışı subrose

  • *
  • 14
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Salı
« Yanıtla #1 : 01 Ağustos 2013, 12:57:51 »
Çok güzel gerçekten.