Kayıt Ol

Tepedeki Konak

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Tepedeki Konak
« : 22 Temmuz 2011, 12:53:57 »
T E P E D E K İ     K O N A K

  Oraya vardığımda sorunun temelinde ne olduğunu öğrenmiştim, tepedeki eski konak. Koca bölgeye uğursuzluk söylentisini, insanları hayalet ya da cadı korkusuyla evlerine kapatan tepedeki eski konağın kiracılarıydı. Evde kimin ya da kimlerin oturduğu tam olarak bilinmiyordu. Bilinen ya da bilindiği sanılan yalnızca sağda solda konuşulanlardı. Dedikodular Değirmenderesi köyünden buraya, Üçgözler Mutasarrıflığına kadar varmıştı. Yok geceleri evde dolaşan ışıklar varmış, yok bağırışlar çığırışlar geliyormuş. Durum bana yani resmiyete intikal ettiğinde neredeyse iş işten geçmişti.

   Kaymakamlığa yazılan dilekçe işleme giresiye ve Mutasarrıflıkta beni görevlendiresiye kadar geçen sürede olanlar olmuş, koca konak yanıp kül olmuştu. Bir gurup çocuk her şeyi halletmişti. Evin sahibi de kadıya dilekçe vermişti. Mülkünün yandığını ve neden olanlardan tazmin edilmesini istiyordu. Bir yanda evini rastgele birilerine verdiği için şikayetçi olan köylüler vardı diğer yanda da evinin kasti yakıldığını iddia eden ev sahibi vardı. Çift yönlü bir soruşturma olacaktı. Konağın yandığının ertesi günü olay yeri olan Değirmenderesi köyüne gitmiştim.

    Yanıma zabıt katibini de alıp köye sabahın erken saatlerinde vardım. Köyün muhtarı bana yardımcı oluyordu. Bu işe bulaşmış olduğu söylenilen çocukları yanıma, muhtarın bana tahsis ettiği eve çağırdım. Dört çocuk gelmişti odama. Kısa bir hal hatır sonra faslından sonra;

     “Hele anlatın bakalım şu olan biteni" dedim. İçlerinden biri başladı anlatmaya

    “Olanlar Abdi Beyin konağına yeni kiracılar taşınınca başlamıştı" diyerek başladı anlatmaya. Kendisi İstanbol da oturan Hassa İdadisi müderrislerinden birinin oğluymuş. Aydınlık yüzlü, zeki ve terbiyeli bir çocuktu. Diğerleriyse Değirmenderesi köylülerinin çocuklarıydı. Hepsi çocukluktan yeni çıkmış bıyıkları henüz terlemeye başlamış gençlerdi.  

    “O yaz her yaz olduğu gibi annemin köyü olan Değirmenderesine gelmiştim. Dedemin yanında kalacak, kendisine işlerinde yardım edecektim. Bu bana hem hava değişikliği olacak hem de dedemin işlerini kolaylamış olacaktım. Tabi her sene görüştüğüm arkadaşlarımla da görüşmüş olacaktım.

     Köye vardığımın ertesi sabahı tepedeki köşke taşınan esrarengiz kiracının lafını duymuştum. Buraya sahilden kara bir yelkenliyle geldiğini söylemişlerdi. Gecenin bir yarısında bir kaç araba yükle inmiş sahile. İşi bağlayan bir uşak gelip köyden yardımcılar almış, yanındaki sandıkları ve çantaları bizimkiler taşımış. Evi tutan adamın kim olduğunu, ya da ne iş yaptığını gören yokmuş. İşlerini takip eden zayıf bir uşak varmış yalnızca. Oda ortalıkta fazla görünmezmiş, bir kaç kerede köye gelip gitmiş, o kadar.

    Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde bu yabancıyı konuşur olmuştuk. Aslında yalnız biz değil, tüm köylü konuşuyordu yabancıyı. Beddualar ve ahlar Abdi efendiye gidiyordu. Üç kuruş paraya tamah edip evini tanımadık birine kiralamasına söyleniyorlardı. Ama yapılacak fazla bir şeyde yoktu.”

    “Bir keresinde babam arkadaşlarıyla ziyaretine gitti yeni kiracının." Bir başka genç sözü aldı. "Benim babam köyün muhtarıdır" dedi gizli bir övünmeyle.  “Yanlarında ben de vardım. O gün kapıyı gene o yaşlı bey açtı. Bembeyaz, kansız bir yüzü vardı. Üzerinde siyah bir takım elbisesi vardı. Bizlere "Beyim uzun bir yolculuktan döndü, istirahat ediyor"  dedi ve kapıyı yüzümüze kapattı.. Bizi ne içeriye davet etti nede bir şeyler ikram etmeyi önerdi. Her ne kadar Osmanlı lisanını düzgün konuşsa da yabancı biri olduğu belli oluyordu. Kös kös geri döndüydük o gün” diye sözlerini bağladı.

   Ben bir yandan muhtarın oğlunu dinlerken göz ucuyla diğer üç delikanlıyı izliyordum. Zaman zaman arkadaşlarını başlarıyla sessizce onaylıyorlardı. Bir ara, araya girip, “O kayıplarla ilgili dedikodular o zaman mı çıkmıştı?” dediğimde bir başkası söze girdi.
    “Hayır. Bizim köyden hiç kaybolan olmadı. Bazı köylülerin davarları saldırıya uğramıştı ama kurtlar yapmıştır diyerek önemsenmemişti." Durdu, yanlış bir söz söylediğini anlamıştı  “Yani tedbirleri arttırdılar, ahırların önünde nöbet tutmaya başladılar ama davara kimin ya da neyin saldırdığını ne gören vardı ne de duyan. Kimse olanlardan bir şey anlamıyordu. Gün geçtikçe korku yayıldı köye. Tarlada bahçede işleri olanlar hava kararmadan evlerine dönmeye çalışıyordu, kimse geceleri sokağa çıkmaya cesaret edemiyordu.”
      “İşte o zaman cadı söylentisi çıktı. Her gece ya bir koyun ya bir dana telef oluyordu. Sabah hayvancık gözleri açık ve kanı çekilmiş olarak bulunuyordu.” Bir diğer genç söze girmişti. Ama araya girme gereği duymuştum
     “İyi de olanları cadıya mal etmek ne demek onu anlamadım. Evet iri bir kurt olabilirdi bütün bu olanlara sebep. Ya da bir ayı dadanmış olabilirdi sizin taze koyunlarınıza ve keçilerinize.”
     “Bir ara Babam evde otururken koyunlarının çılgınca melediğini duyunca dışarı çıkmış. Bir gölge kanatlanmış uçuyormuş”. İlk konuşmaya başlayan müderrisin oğlu söz alan arkadaşını tanıtmaya gerek duydu,
     “Bu İsa, kendisi köy çobanı Tavşan Alinin oğludur.”  
     “O zaman bunların sebebi iri bir kuş mesela bir kartal olmalı" dediğimde sarışın ufak tefek köylü çocuğu yanıtladı beni alaylı ses tonuyla
      “Babam yaratığın önce yürüğünü ardından kuş gibi kanatlanıp uçtuğunu görmüş” dedi Sözlerini desteklemek için “hemi de kartal olsa, o kadar kocaman kartal dünyanın neresinde yaşar ki" diye ekledi. Konuyu uzatmanın gereği yoktu. Aynı alaycı ses tonunu vermeye çalışarak sözlerime devam ettim.
      “Demek kanatlıydı ve kuş değildi... O zaman olsa olsa bir cadıdır" Dördününde yüzüne baktım. Alay ettiğimi anlamışlardı.  


   “Yanlış anladınız, ben sadece neler olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Üstelik Cadı diye bir şey yoktur. İnsan ölür ve ruhu ahrete uçar.”  O dakikaya kadar hiç konuşmayan dördüncü delikanlı utangaç bir sesle konuşmaya başladı
     “Evet haklısınız. Benim babam köy imamı Yunus hocadır. Sözlerinizin benzerlerini babamda söyler her zaman. Ali amcaya da aynı şeyi söyledi. Ama Ali amca ve diğerleri hemen itiraz ettiler. "O zaman merhumu niye aydınlık bir yerde bırakıyoruz, o zaman niye çarşafa sardığımız ölümüzün üzerine bir bıçak bırakıyoruz" dediler. Diyebileceğim bir şey yoktu. Konuyu değiştirip Abdi beyin şikayetine getirdim.
       “Yine de Abdi bey konağını sizlerin yaktığını söylüyor ve bu konuda verilmiş dilekçesi var. Sizse bana, evi neden yaktığınızı söylemediniz hala.”  Dört delikanlı birden itiraz etti.
       “Konağı bizler mi yaktık ???”  Eğer bir araya gelip çalışılmış bir itiraz değilse şaşkınlıktı yaşadıkları. İstediğim etkiyi yaratmıştım. Konuyu anlamak için derine inmeliydim
       “Bütün bunlar tam olarak ne zaman başladı” dediğimde Müderrisin oğlu,
       “Yaz başında" dedi. Çobanın oğluysa
       “Yabancı Abdi beyin köşkünü kiraladıktan bir kaç gün sonra" dedi.
       “Peki siz mi yaktınız Konağı?" diye tekrar sorduğumda az önce bana olanları anlatmak için birbiriyle yarışan gençler sustular.
       “Hadi bana o gece olanları anlatın” dedim. Sesime arkadaşça bir ton vermeye çalışmıştım. Rahatlamaları için o dakikaya kadar oturduğum sedirden doğruldum. Mütevazı köy evinin kalın duvarlı penceresine yaklaştım. Temiz işlemeli pazen perdeyi araladım. Dışarıda çok güzel bir hava vardı. Birkaç dakika süren sessizlikten sonra kendilerinden bir yanıt gelmeyince

       “Hadi yangın yerine gidelim. Orada belleğiniz daha iyi yerine gelir." dedim. O dakikaya kadar olanları kayıt altına almaya çalışan zabıt memuruna dönerek
       “Sen de yazmaktan yoruldun, istirahat et bizler gelesiye kadar" dedim. Çocukların aileleri evin dışında bekleşiyorlardı. Bizle çıkınca itirazlar başladı
       “Orta da henüz bir şey yok, ama Abdi bey konağının kasten yakıldığını düşünüyor. Bu nedenle zararının karşılanmasını bekliyor.” Dediğim de başta çocukların aileleri olmak üzere toplanan köylüler söylenmeye başlamıştı. Ardımızdan gelmek isteyince delikanlılarla yalnız gitmek istediğimi söyledim. Birkaç itiraz mırıldanmasından sonra ardımızdan gelenler oldu. Zabıt memuru araya girince bizler yolumuza devam ettik.

    Tepeye vardığımızda güneş üzerimizde parıldıyordu. Yanık kokusu henüz geçmemişti. Ahşap konaktan geriye fazla bir şey kalmamıştı. Çocuklar yol boyu bir kaç adım arkamdan gelmişlerdi. Aralarında konuştuklarını duymamıştım ama işaretle anlaştıklarına emindim. Muhtar, muhtarlığının cesaretiyle iyice yakınımızdaydı, diğerleriyse daha aşağılarda bekleşiyorlardı. Yalnız gideceğiz sözünün bir hükmü kalmamıştı. Bulunduğumuz tepeye derin bir suçluluk sessizliği dolmuştu. Uzaklarda denizin üzerinde uçan martıların çığlıkları duyuluyordu yalnızca.
       "Bir kazaydı" dedi Müderrisin oğlu.
       “Ne yani koca konak bir kazayla mı yandı.” Elimle çevremizi saran yanmış enkazı gösteriyordum. Bazılarında sanki hala duman tütüyordu. Müderrisin oğlu konuşmaya başladı.
       “Köyün dışında anasıyla oturan Yanık Alinin de tek ineği ölünce kendisi hiddetlenmiş. Hanımının dur etme demelerine aldırmadan Konağa yürümüş. Gecenin karanlığında kaybolduktan sonra Elif bacı ağabeylerine haber vermiş. Yanık Alinin cesedini bir dere yatağında bulmuşlar. Tıpkı öldürülen davarlar gibi gözleri açık ve korku doluymuş. Vücudunda bir damla kanın olmadığı söylenmişti. Ben olayın bu boyutunun bilmiyordum.”
       “Ne zaman oldu bu olay...Niçin bana söylemediniz” dediğimde yılların muhtarı atıldı
       “Beyim bizlere hiç konuşma fırsatı vermiyorsunuz ki. Yalnızca kendiniz soruyor ve cevaplar almaya çalışıyorsunuz. Bulduğunuz dört masumun üzerine atmaya çalışıyorsunuz ...” Ses tonu azarlar gibiydi. Yetkimin gereğini yapmalıydım ve daha yüksek bir sesle
       “Tamam muhtar efendi” dedim. Göz göze geldik. Hatasını anlamıştı, başını öne eğdi, sustu.
       “Devam et delikanlı” dedim.
       “İşte o gün muhtar bey Üsküdar’a gidip Kaymakamlığa dilekçe verdi.” Muhtarın gözleri parladı.
       “Evet kaymakam efendimize bizzat sundum istidamı” dedi. Az önceki bakışımı atınca başını tekrar yere eğdi
       “O gün dört arkadaş cenaze namazından sonra toplandık. Olup bitenleri anlamak için gece Konağa gitmeyi kararlaştırdık.”  Karışma gereği duydum. İçlerinde en zayıf kişiliği olduğunu düşündüğüm Yunus Hocanın oğluna dönerek,
       “Sorunu temelinden çözmeye karar verdiniz ve konağı yaktınız” dedim.
       “Hayır” dedi ağlamaklı bir sesle. "Konağı biz yakmadık. Yalnızca neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk."
       “Peki sence konakta bir cadı mı yaşıyordu?” Yanıtı tek kelimeydi
       “Evet”
       “Eğer bir cadı varsa ortadan kaldırmak için yakılması gerekir değil mi?” Yanımıza usul usul yaklaşan Yunus Hoca araya girdi.
       “Dinimizde cadı diye bir şey yoktur dedi.” Aileler sessizce yanımıza yaklaşmışlar İtiraz etmeme rağmen soruşturmaya katılmışlardı.
       “Tamam Hoca efendi, bende biliyorum dinimizde cadılık yoktur. İstirham ediyorum söze girmeyin ve Lütfen yerinizde kalın.”
       “Deminki sözünüze yanıt vermek istiyorum. Cadının ruhunu rahata erdirmek için yapılması gereken, ya mezarını yakacaksınız ya da mezarını açıp göğsüne kızılcık sopasından yapılmış bir kazık batıracaksınız.”

       “Siz ilk yöntemi uyguladınız değil mi?”
       “Hayır yalnızca neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk.”  Bu kere itiraz eden çobanın sarışın oğluydu. Babasıyla birlikte hayvan güttüğü teninin yanıklığından belli oluyordu.
       “Gecenin ilerleyen saatlerinde bir araya geldik çünkü amacımız hiç görünmeyen hep dinlenen gerçek ev sahibinin kim olduğunu öğrenmekti. Olan bitenlerle ilgisi var mı? yok mu? anlayacaktık. Kıyıdan kenardan Konağa doğru yürümeye başladık. Cadı bize zarar vermesin diye bir arada yol alıyorduk.” Muhtarın oğlu anlatmaya başlamıştı. Dört kafadar nasılda birbirlerini bulmuştu. Bir yandan anlatıyor diğer yandan usul adımlarla konağın kalıntılarının yanına doğru yürüyordu
       “Şu pencereden içeri girmekti niyetimiz.” Gösterdiği yönde taş temelin üzerinde yerden yarım kulaç yukarıda bir pencere kalıntısı vardı.
       “Sessizce içeri girdik. Karanlıkta yılan gibi sürünerek yol alıyorduk. Niyetimiz evin bodrumundan yukarılara çıkmak, kendisinden sürekli söz edilen ama hiç kimsenin göremediği asıl ev sahibini bulmaktı. Hiç görmediğimiz ev sahibinin bir katil ya da Cadı olduğunu düşünüyorduk.”  Delikanlı sözünün burasında bakışlarını istem dışı beş on metre aşağıda dikilen yaşlı köy imamına çevirdi. Yine de anlatmaya devam etti.
       “İşte o an aşağıdan bir gürültü geldi. İki kişi bağırarak konuşuyorlardı. Bir an durduk. Evet bağırışlar geliyordu aşağıdan. Duyulan tok sesli bir erkek sesiydi. Azarlar gibi bağıra bağıra konuşuyordu, karşısındaki kişidense yalnızca iniltiler ve burun çekmeler geliyordu. İkinci kişinin ya bir çocuktu ya da bir kadın olduğunu düşünmüştüm”
       “Bu kanaate nasıl vardınız?”
       “Benzetme yalnızca, öyle ince bir ses ya bir kadına yada bir çocuğa ait olabilirdi. Üzerinde dikildiğimiz merdivenlerden biri yukarıya çıkıyordu diğerleriyse aşağıda bodruma iniyordu.” Eliyle şu an dikildiğimiz boşluğu gösteriyordu.  "Dördümüz bir kaç saniye karanlıkta bekledikten sonra ben aşağıya inen basamaklara yöneldim, ama koluma bir el yapıştı karanlıkta. Arkadaşlarımı unuttuğum için korkudan neredeyse çığlık atacaktım”


   “Bendim. Babası gibi çobanlık yapan İsa’ydı bu. "Korkuyordum ve geri dönmek istiyordum. Ben geri dönmeyi düşünürken o aşağı, cadının yanına inmeğe çalışıyordu.

    “Kolumu biri kavrayınca korkmuştum ama bizimkilerin kalp atışları o kadar hızlıydı ki varlıklarını anımsadım tekrar ve cesaret geldi. Dizlerim hafiften titrese de taş merdivenleri inmeğe başladım ağır ağır. İlk köşeyi dönünce zayıf bir ışık belirdi aşağılarda bir yerlerde. İkinci köşeden sonraysa ışık iyice belirginleşti. Merakım artmıştı iyice. Nefes bile almadan son basamağa kadar ilerledim.

   “Kocaman bir bodrum vardı merdivenlerin bittiği yerde. Rutubet kokusu havayı iyice ağırlaşmıştı. Uzak köşede bir kaç balya saman ve kocaman bir merdiven vardı. Diğer bir kenardaysa bidonlar, teneke kutular vardı. Bir çeşit depo yada ardiye gibi kullanılıyor olmalıydı. Bodrumun uzak köşesinde bir yağ lambası yanıyordu. İsli lamba içerisini olduğundan daha korkunç görünüyordu. Bizler merdivenin başına çökmüş neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Bir adam vardı tam karşı duvarda sırtı bize dönük duruyordu. Önünde de duvara dayanmış bir koltuk vardı. İskeleti demirden yapılmış genişçe bir koltuktu. Metal olmayan yalnızca otuma ve sırtını dayama minderleriydi.  
    Koltukta da çok güzel bir kadın vardı. İnce narin bir bedeni ve kibar bir yüzüyle, yağ lambasının loş ışığında masum bir şekilde koltukta oturuyordu. Biraz dikkat edince genç kadının koltuğa zincirlerle bağlı olduğunu fark ettik. Arkamdan arkadaşlarımın biri fısıldadı,

     “Cadıyı yakaladık.” Bir diğeriyse

   “Ben babama haber vermeye gidiyorum” dedi ve bir yanıt vermemize zaman bırakmadan merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Muhtarın oğlu Mehmet çoktan yukarıya varmış olmalıydı. İşte o zaman ayakta dikilen adam sesleri duydu ve merdivenlere baktı. Yakalanmıştık.

   “Allah rızası için beni kurtarın" dedi koltukta zincirli kadın. "Yardım edin, beni bu zalimin elinden kurtarın" yalvarıyordu. Ortaya çıkma zamanımız gelmişti.

   "Bırak zavallı kadını" diyerek merdivenlerin karanlığından loş ışığa çıktım. Sesime kalın bir ses tonu vermeye çalışmıştım. Ardından bizlerde çıktık. Adama üç koldan yaklaşmaya başladık. Bir yandan da az önce fırlayan Mehmetin muhtar babasını bir an önce getirmesini diliyorduk.

     Adamla yüz yüze geldik. Onca davarı öldürecek birine benzemiyordu. Hareketleri ölçülüydü ve kibar sayılırdı.

    “Siz bu iş karışmayın” diyordu. Yaklaşınca adamın üst başının kan içinde olduğunu gördük. Koltukta bağlı kadında kanlar içerisindeydi. Ağız çevresi dişleri kanlıydı. Çenesinden damlayan kanlar ağzının içerisinde çiğnediği lokmasından sızıyordu. İnlerken dudaklarından dökülen kelimeler anlaşılmıyordu ama çektiği sıkıntıyı anlayabilmek için gözlerine bakmak yetiyordu. Adam hala "uzaklaşın" diye bağırıyordu. Belimde taşıdığım babamın piştovunu çıkardım.

    “Asıl sen uzaklaş o hanımdan” dedim. Adam belimden çıkardığım silahı görünce bir iki adım geriledi. Başımla Abdullah’a işaret edip,

   “Bağla şu cadıyı” dedim. Sözü Yunus hocanın oğlu almıştı.

   “Adamı yakaladım ve geriye doğru iteledim. Hazırlıksızdık, sağa sola bakınıp bağ olarak kullanabileceğim bir şey aradım. Koca mahzenden ipe benzer bir şey yoktu.”

   “O zaman yerden aldığım kalınca bir dalla kafasına vurdum. Olduğu yerde yığıldı.”  Kafasını kaldırdı, sırıtarak, "Bazen huysuzlanan koyunlara böyle yaparım. Beni dinlemezlerse kafalarına bir dal vurur, sırtımda taşırdım." Sırıtması durdu. "Karşımdaki koyun değildi o yüzden de içimden ölmesin diye dua ediyordum."

 “Bağlı olan kadını çözdük, çözdük ama ilk yaptığı bize saldırmak olmuştu. Ağzında çiğnediğini tükürdü ve çılgınca bize saldırdı. Tüyleri diken diken edecek tiz bir ses bodrumda yankılandı. O zaman geceleri uzaklarda duyulan çığlığın kimden çıktığını anlamıştık. Ellerimle ne kadar itelesem de üzerime geliyordu. Zayıf bedende olağan üstü bir güç vardı. Yere yuvarlandık, üzerime çöktü ağzının iğrenç kokusunu duyuyordum ve koku bana her saniye yaklaşıyordu.”

   “Ben atıldım üzerine. İsa da benimleydi. Amacımız yerde yatan Mithat’ı kurtarmaktı. Ama onca sarsmamıza rağmen bir parmak bile yerinden kıpırdatamamıştık. Sırtından yaklaşıp boğazını kavradım. İsa da başını geriye doğru çekmeye zorluyordu kadının. O saniye bizi üzerinden fırlattı. Birimiz sağa birimiz sola savrulmuştuk. Ben neredeyse duvara çarpıyordum. Bizler canımızı kurtarmaya çalışırken o kahkahalar atıyordu.” Sözü tekrar Mithat aldı.

   “Ağzından damlayan kanlar yüzüme geliyordu. Nefsinin kokusundan bayılmak üzereydim. Bir yandan var gücümle üzerimden atmaya çalışıyor bir yandan da dua ediyordum. Fazla merakın sonu  buydu. İşte o an güçlü bir darbe üzerimdeki beden yana devrildi.  Az önceki bayılttığımız adamdı bu. "Yardım edin tekrar koltuğa bağlıyalım" dedi. Ne yapmamız gerektiği konusunda kafamız iyice karışmıştı. Üçümüz bir adım gerileyip öylece kala kaldık. Adam bir yandan kadının üzerinde duruyor, diğer yandan da biraz ötede duran sandalyeden sarkan zincirlerden birini yerden almaya çalışıyordu. Zorda olsa kancanın birini kadının bileğine takmıştı. Ardından diğerine uzanmaya çalıştı. Uzanamayınca sandalyeden vazgeçip yerden ucu sivriltilmiş kazıklardan birini elin aldı. Az önce yere yuvarlanan narin bedenin üzerine çıktı. O zaman diğer elinde kocaman bir tokmak olduğunu görmüştük. Kazığı kadının göğsüne dayadı. Korkunç bir şey yapacaktı. Sağ elini kaldırıp elindeki tokmağı kazığın üzerine indirecekti ki Abdullah elini tuttu.  ‘Sen ne yapıyorsun be adam!!’  dedi. Adam,  bir eli havada durdu. ‘Bunun yapılması gerekiyor’ dedi. Elini Abdullah’ın elinden kurtarmak için silkindi.

     ‘Beni anlamıyorsunuz. Eğer bunu yapmazsak sonu daha acı olacak dedi. Ağaç tokmağı tutan eli tekrar havalandı.’  "Lütfen yap" dedi yerde yatan ses inilder gibi, hemen ardından da dişlerinin arasındaki kanlı etleri göstere göstere kahkaha attı.

    "Önce senden kurtulmam lazım salak" dedi. Bir silkinişte yerinden fırladı. Bileğine kilitlenen zinciri ve sandalyeyi gördü. Öfkeyle bağırdı. Sesi bodrumun taşlarında duvarlarında çoğaldı, duvarları aştı ovada dağlarda yankılandı. Zincirden kurtulmaya çalıştı. Koca metal sandalyeyi bir o yana bir bu yana savuruyordu. İşte o kargaşada duvardaki lamba devrildi. Yardeki samanları ve ıvır zıvırı tutuşturdu. Alevler çabucak yayıldı.

    “Bizler korkudan zaten basamaklara doğru çekilmiştik, alevleri görünce iyice korktuk ve dışarı kaçtık” dedi, şehirli çocuk. Bense konuyu aşağı yukarı anlamıştım.  Çocuklar bir kaza yapmışlar konağı yakmışlardı. Kafalarından da bir hikaye uydurmuşla çevresindekileri inandırmışlardı.

    “Bütün bu hikayenin kahramanı olan kişiler nerde peki” dedim alay edercesine. “Sandalyeye bağlı cadı kadın ve onunla kavga eden kocası nerede? Kanatlanıp uçmadılar ya?”

     “İşte burada.”  Sesin geldiği yöne dönünce uzun zamandır konuşmayan Muhtarın oğlunu gördüm. Aşağıda basamakların sonunda ki tavan tahtalarını kurcalamış, aradığı delilleri bulmuştu.  Üst üste adeta birbirine sarılmış gibi duran, yanık iki ceset vardı. Cesetlerin biraz ötesindeyse zincirle altta kalan bedenin ayak bileğine bağlanmış ağır metal sandalyede duruyordu. O zaman çocukların doğruyu söylediğine ikna olmuştum. Aşağıda bekleyen kalabalığa dönüp,

     “Peki bu merhumu ve merhumeyi tanıyan var mı?” deyince yanıt kalabalığın dışında sessizce dikilen birinden geldi.

    “Efendim ve eşi”  dedi uzaklardan gelen bir ses. Sesin sahibi zaman zaman köye alışverişe çıkan konakta yaşadığı bilinen tek kişi olan uşaktı. Yangından sonra ortalıktan kaybolmuştu. Muhtar adama dönerek

    “Sen önce nerede olduğunu söyle”  dedi. "Koca konak yanıyor, insanlar ölüyor ve sonra sen ortaya çıkıyorsun" dedi.

   - Müsaade edin anlatayım, dedi. Ağır adımlarla yukarıya konak enkazına çıkmaya başladı.

    “Ölen kişi, yani beyim Londra konsolosumuzun oğlu Kerim beydi. Yeni evliydi, çocukları yoktu. Babası Londra da kendisine yanında bir memurluk vermişti. Mutlu bir yaşantıları vardı. Ta ki o meşum olay gerçekleşesiye kadar.” Adam bir taşın üzerine oturdu. Muhtar başıyla işaret ederek adama bir bardak su getirilmesini istedi. Adam suyunu içtikten sonra sözlerin devam etti.

    “Ben o zamanlarda beyimin hizmetindeydim. Mutlu bir yaşantıları vardı, ta ki bir gece pencereden süzülen bir şey, bir mahluk kendisini ısırasıya kadar. O günden sonra hanımım iflah olmaz bir derde duçar oldu. Dışarı güneşe çıkamıyordu, gündüzleri uyuyor geceleri dolaşıyordu. Sürekli kan içmek, çiğ et yemek istiyordu. Oralarda yabancı memleketlerde rahat edemeyince, Beyim karısını çok sevdiği için alıp buralara getirdi. İstanbol’ dan getirttiği çiğ etleri ve hayvan kanı veriyordu. Yine de zaman zaman hanımım evden kaçıyor çevreye zarar veriyordu. Hastalığı artınca bir sandalye yaptırtıp bodrumda tutmaya başlamıştı. En son bir köylüyü öldürdüğünü öğrenince de sıranın masumlara geldiğini anladığında, canından çok sevdiği eşinin hayatına kendi ellerinle son vermek istedi. Sonrasını biliyorsunuz zaten...”
   Yapılacak bir şey yoktu. Burada olanları anlatsam kimse bana inanmazdı. Bu nedenle konağın  kaza sonuca yandığını belirten bir rapor hazırlayıp kaymakamlığa sundum. Londra Konsolosu Abdül Halim Bey de araya girdi köylülerin zararını tazmin etti. Konuda böylece kapandı.  aziz hayri
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı edi

  • **
  • 51
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: TEPEDEKİ KONAK
« Yanıtla #1 : 24 Temmuz 2011, 18:28:24 »
Çok hoşuma gitti.
Güzel olmuş.
Ellerine sağlık.
Sadece susmak ıstıyorum;
Yalan ınsanları kaale almadan..
Haklıyken haksız gözuksem bıle kendımı savunmadan..
HUZUR bulmak ıstıyorum,gözlerımı kapayıp,kımseyı anmadan...
Sessızlığı dınlemek ıstıyorum,herseyı yasamıs gıbı yaparak...
[/size][/i]

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: TEPEDEKİ KONAK
« Yanıtla #2 : 25 Temmuz 2011, 11:27:25 »
Okuyup beğendiğiniz için teşekkür ederim
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı Kanashii Uchiha

  • **
  • 99
  • Rom: 9
  • Melek sesli iblis ve kan damlaları...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tepedeki Konak
« Yanıtla #3 : 14 Ağustos 2011, 16:10:29 »
Şu an düşünüyorum da, acaba sizin anılarınızdan toplanarak mı yazılıyor bu hikayeler ???
Ancak öyleyse bu kadar içten olabilir çünkü. Satırlarınızda sanki bir günceyi okur gibiyim aslına bakarsanız.Bu nedenle yazmış olduğunuz tüm hikayeler ''gerçekmiş'' duygusuna kapılıyorum.Tecrübenin yazıya aktarımını görüyor gibiyim.

Küçük bir eleştiri yapmakta istiyorum .Konuşma çizgileri ve paragraflarda ki tırnak işaretleri ara ara beni yanılttılar.Bazı yerlerde cümlenin, bazı noktalarda da ''kim konuşuyor ?'' diye paragrafın başına dönmek zorunda bıraktılar beni. Bunun haricinde yine kitapçıdan alınan bir hikaye kitabını yada Lise Edebiyat kitaplarında,ünitelerin başında verilen kısa parçalardan birini
 okuyor gibiydim ^^

Elinize sağlık.
Tutunabilecek her şeyin yok olduğunda var olursun...Gerisi sadece suretlerin karmaşası!

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tepedeki Konak
« Yanıtla #4 : 19 Ağustos 2011, 17:23:10 »
Eyvah Yakalandım...
Beğendiğinize sevindim... Konuşmaları nasıl göstermem gerektiği konusunda da bir sonuca varamadım... Bir çizgi ile belirtiyorum bir tırnak işaretiyle...
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark