Kitap

Fikirlerimi bir makale halinde toplamalıyım.
O kadar çok yazmak istediğim şey var ki…
Odanın içinde deliler gibi dolaşıp duruyordum. Birden anladım ki istediğim konu ve fikirlerim bir makalenin çevresine sığmıyor. Taşmış durumda.
Benim gibi zeki biri ölümle ilgili ancak bir kitap yazabilir.
Kararımı verdim. Kitap yazacaktım. İyice heyecanlandım. Odanın içinde deli danalar gibi dolaşmaya devam ettim. Adımlarım sert ve karalıydı. Gösterecektim herkese, ne kadar yetenekli olduğumu.
İlk kitabımın ismini düşündüm ve buldum.
‘‘Sonsuz’’ olacaktı, ilk kitabımın ismi.
Vakit kaybetmeden masama oturdum. Masanın altında duran karton kutudan bir top kağıt çıkardım. Artık hazırdım.
Kağıt’a büyük harflerle kitabımın ilk ismini yazdım. Yine büyük harflerle birinci sayfaya da ‘‘Giriş’’, onun altına da birinci bölüm yazdım.
Fikirlerimdeki yenilik dikkatten kaçmamalıydı. Dergilerde hakkımda çıkacak yazıları görür gibi oldum birden. Çok satanlar, 1. Sırada olacaktı benim romanım…
‘‘Budalalar görsünler bakalım. Benim kim olduğumu anlasınlar. Hadi Gizem göster kendini, biraz gayret.’’
Elime tükenmez kalemi alıp yazmaya başladım.
Odam karanlıktı, yağmur yağacaktı galiba. Işığı yakmak istedim. Ama sonra vazgeçtim. Işıkta çalışamadığımı fark etmiştim.
Nasıl bütün büyük insanların kendilerine has özelikleri varsa, bu da benim özelliğimdi. Bol ışıkta katiyen çalışamazdım. Değerli fikirlerim kaybolup giderdi. Loş ille de loş.
Önce yazdığım sonsuz kelimesinin yanına virgül koydum. Ama sonra aklıma Ezgi geldi. Benim yazar olamayacağımı düşünüyor. Onu öldürmeyi çok isterdim.
Sonsuz ile başlayan cümleye devam etmek istedim. Ama olmadı. Kalemimin ucuna küçük bir kağıt parçasının takıldığını fark etmiştim.
‘‘Bu şekilde bir uçla katiyen yazamam’’ diye söylendim.
Yeni bir tükenmez kalem alıp tekrar yazmaya devam edecektim ki, çok küçük yazdığımı fark ettim. Küçük yazılara tahammül edemezdim. Okurken zorlanırdım çünkü.
Yeni bir kağıt’a tekrar Giriş yazdım.
‘‘Ölüm ve yaşam bir arda düşünülmesi zor olan…’’ Eserimin ilk satırı bu oldu. Ama devam edemedim. Terslikler üst üste geliyor, eserimi yazmama engel oluyordu. Bu defa da saati görmüştüm. Akşam olmuştu. Birazdan annem yemeğe çağıracaktı. Hep beraber yemek masasına oturmak bizim evde artık rutinleşmiş bir işti.
Üzüldüm. Şimdi tüm fikirlerimi yazamadan bırakmak. Yalnızca bir yemek için. Yemek yedikten sonra niyetim tekrar kaldığım yerden devam etmekti.
Yemekten sonra ev birden bire sessizleşti. Herkes kendi dünyasına çekilmişti.
Canım sıkılmıştı. Odamda duran eski radyoyu açtım. Şansıma en sevdiğim gruplardan birisi olan The Pretty Reckless’in, ‘‘Make me wanna die’’ adlı parçası çıktı.
Tamda yazmak istediğim konuyla bağlantılıydı sözleri.
Çok yorulmuştum bugün. Yatağıma uzandım. Farkında olmadan şarkıya eşlik etmeye başladım. Tabi sözlerini birbirine karıştırarak söylüyordum.
‘‘You make me wanna die
l’ll never be good enough
But everything looks better when the sun goes down
I had everything, opportunities for eternity
And I could belong to the night...’’
Eserim dedim birden bire hatırlayıp. Yattığım yerden kalkmak istedim. Arkasından hemen hatırladım. Kendimde en beğendiğim taraflardan birisi de gerçekleri görmem değil miydi? Zindelik fikirlerin iyi ifade edilebilmesi için her zaman lazımdır. Bu yorgunlukla yazacağım kısımlar istediğim şekilde olmayacaktı. Giriş gibi önemli bir kısım dinç kafayla yazılmalıdır.
Biraz uyumanın maddi gerçeklere ve eşyanın tabiatına uygun geleceğini anlamakta gecikmedim. Tabiatı eşya bunu emrediyordu.
Ben her zaman gerçekçi bir insanım. Radyoyu kapattım.
‘‘Anne!’’ diye bağırdım. ‘‘ben biraz uyuyacağım.’’
Annem; ‘‘Ne gidiyor musun, anlamadım.’’ Diye mutfaktan bağırdı.
Bir şeyi de düzgün anlasa diye içimden söylendim.
‘‘Hayır, hayır, uyuyacağım biraz.’’
Sonra…
Sonra nemi oldu? Hiç birşey.
Yazmak istediğim hiç birşeyi yazamadım. Çünkü sürekli erteleyip durdum. Yarın yazarım, cumartesi kesin yazıcam...
Kendimi çok zeki sanan egosu yüksek bir insan olan ben anladım ki insan bir çok şeyi aklında uzun süre tutamaz. Unutur.