Kayıt Ol

Vampire the Requiem - A City of Shades - Oyun Sayfası

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Vampire the Requiem - A City of Shades - Oyun Sayfası
« : 26 Aralık 2009, 23:36:33 »
Peşin uyarı; Bazen, hafifçe +18'e kaçabilir. Abartılabilir, abartılmayabilir, ne olursa olsun söylemek lazım dimi?

Oyunlar buraya yazılacak. Belirli oyunlardan sonra bölümler değişecek.

Bu konuya bir şey yazmayın. Yorumlarınızı buraya yazabilirsiniz.


Bölüm 0 - Prelude


"1. Sonra tapınaktan yükselen gür bir sesin yedi meleğe,
'Gidin, Tanrı'nın öfkesiyle dolu yedi tası yeryüzüne boşaltın!'
dediğini işittim.

2. Birinci melek gidip tasını yeryüzüne boşalttı.
Canavarın işaretini taşıyıp heykeline tapanların
üzerinde acı veren iğrenç yaralar oluştu.
..."

-İncil, Vahiy (16)


#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
World of Darkness - A City of Shades - Meridia Redwood - Giriş
« Yanıtla #1 : 27 Aralık 2009, 00:23:02 »
Meridia Redwood - Giriş

Yine o bara giden sokakta yürüyordu Meridia. Bar, Limanın kenarında, küçük ama diğerlerinden uzak ve kuytu bir köşedeydi... "Ely's". Ve bu gece, pek çok geceden farksız, içmeye ve bu küçük ve sıkıcı şehrin sıkıntısından uzaklaşmaya bara gidiyordu işte yine. Gecen gece yattığı gibi bir hatun bulmak ve geceyi geçirmek dışında bir derdi yoktu.

İçerisi loştu.

Bardaki taburelerden bir kaç tanesi boştu ve masalar doluydu. Hafif ama baştan çıkarıcı bir müzik hâkimdi ortama. Barmen Meridia’ya baktı ve hafifçe sırıttı. O daha içeriye bile girmeden, hafifçe seslendi: "Merid! Her zamankinden mi?"

"Bu gecede bir farklılık var. Bu sefer her zamankinden olmasın. Elindeki en tatlı şarabı ver bana." dedi ve gidip bar taburelerinden kapıya en yakın olanına oturdu.

Yanında kırmızı, derin yırtmaçlı bir elbise giyinmiş bir kadın oturuyor ve elinde Meridia’nın daha önce görmediği garip renkte bir kokteyl tutuyordu.

"Peki, o halde." diyor barmen ve hızlıca barın altına konulmuş, sadece özel müşterilere gösterilen bir parçayı çıkarıp bardağa bir yudumluk koydu. "Bir tat bakalım." sonra hafifçe kulağına eğildi, "Yandakine bir içki vermemi ister misin?" diye fısıldadı kulağına, kadını kastederek.

Kadını baştan aşağı süzerken şarabın kokusunu içine çekti. Sanki kadının özü şarapla birleşmiş gibi… Kokunun güzel olduğuna karar vererek "Aynısından." dedi kısaca.

Başıyla onayladı ve Meridia’nın bardağını doldurdu. Hemen ardından kısaca kadına baktı, "Müessesemizden." Diyip bir bardak da ona doldurdu. Kadının parmağındaki küçük, mütevazı kurukafa yüzüğünü fark ettiğinde, yanındaki barmen Meridia’ya göz kırpıp, bir başka tarafa yönelmiş ve yeni gelen müşteriyle ilgilenmeye başlamıştı bile…

Meridia bir süre kadına baktı, loş ışıkta, vücudunun detaylarını inceledi. Bakışlarının kesişmesini bekledi, sabırla.

Beyaz tenli ve koyu renk gözlü kadın, kızıl ve uzun saçlarını hafifçe savurup Meridia’ya döndü birden. En fazla yirmi beş yaşındaydı. Gözlerinde garip bir parıltı vardı… Hafifçe tebessüm etti kadın, onun gözlerine bakıp.

 Meridia "Gülümsemenizden rahatsız olmadığınız anlamını çıkarmam yanlış olmaz herhalde?" diye sordu çekingen ayağına yatarak.

"Hiç de bile." dedi kadın kısaca ve şarabı yudumladı. Bu sırada barmenin daha demin yanına gittiği adamla ciddi ve sert bir tonla bir şeyler konuştuğunu fark etti.

Meridia bir süre barmene baktı,  "Umarım bir sorun çıkmaz." diye mırıldandı. Sonra kadına döndü ve "Yüzüğünüz dikkatimi çekti. Özel bir anlamı var mı yoksa sadece moda olduğu için mi takıyorsunuz? Bu aralar bu yüzden kimin ne olduğunu ayırt etmek zor, affedin." dedi yavaşça.

"Hmm?" dedi kadın tebessümü artarak. "Bu yüzüğün ardındaki gerçeği öğrenmek, gerçekten öğrenmek istiyor musun?” Sesi, onun karşı koyamayacağı kadar baştan çıkarıcıydı.

Meridia öne doğru eğilerek, neredeyse fısıldar gibi "Ne kadar çok istediğimi tahmin bile edemezsin" dedi kadının kulağına.

Kadın kıkırdadı. "O halde gel, barın bodrum katında, daha rahat konuşabileceğimiz özel odalar var." dedi hafifçe ve küçük kırmızı çantasını alıp her seferinde Meridia’yı etkileyen zarif adımlar atarak, barın bir köşesindeki merdivenden aşağıya indi -arkasına bile bakmadan.

Etrafa şöyle bir göz gezdirip onları izleyen biri olup olmadığına baktı Meridia, ancak loş ışıktan dolayı pek bir şey göremeyince kadının yanına gitti ve kolunu beline attı.

Kolunu doladığında kadının buz gibi olduğunu fark etti. Kolunu ona dolamasından hiç rahatsız olmamış, yürümesine devam ediyordu kadın. En sonunda bodrum katına geldiler. Solda ve sağda birkaç tane kapı vardı ve duvarlar kırmızıya boyanmıştı,  yine kırmızı, az ışık yayan küçük lambalar... Kadın sağdan ikinci kapıyı açtı ve içeri girdi. Meridia’ya döndü ve gömleğinden tutup kendine doğru çekti onu, geri  geri yürürken.

Boynuna uzandı ve dudaklarını gırtlağında gezdirdi kadının. Sonra başını kaldırıp kulağına "Hadi." diye fısıldadı ve gözlerinin içine baktı.

Kadın arkasını döndü ve elbisesinin fermuarını açtı yavaş yavaş. Elbisenin kolları düştü ancak giysi üzerinden düşmedi. Giysisini çıkarmadan, Meridia’yı yatağa ittirdi ve dudaklarını değdirdi adamın dudaklarına, ardından boynuna…

Hiç olmadığı kadar zevk aldı boynuna konan bu öpücükten... Kısa süre sonra, gözü karardı Meridia’nın…
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Jean Kristof Douche - Giriş

Gecenin ikisinde, telefonun çalmasıyla zıpladı adam yerinden. Gözlükleri gözünden düşmüş, sol kolu da biraz ağrımaktaydı. Etrafına baktığında ofisinde olduğunu fark etti. Yine mi uyuya kalmıştı? Gece nöbetine kalmak iyiydi, ancak bu kadar sık bir şekilde kendini işine kaptırması... Tek kapısı ana koridora olan odanın içinde, sandalyesinde oturmaktaydı. Ceketi yere düşmüş, kravatı baya açılmıştı.

Son bir iki ayı güzel geçmemişti hayatında. Ne yapabilirdi ki? Bu düşünceleri bir ayak sesiyle kesildi Kristof’un. Gecenin ikisinde kim olabilirdi bu?

Hemen doğruldu, yerden ceketini alıp masanın üzerine koydu ve bekleyip ayak seslerini dinlemeye başladı.  Ayak sesleri azaldı hafif hafif. Bu sırada kapının aralık olduğunu fark etti. Yavaşça ayağa kalkıp dışarı çıkmak için hazırlanmaya başladı. Bu sırada da içeridekinin kim olduğunu düşünmeden kendini alamıyordu. Ceketi giyip, kravatı düzeltip yavaşça kapıya hareket etti, önce aralıktan bakıp dışarıyı kolaçan etmek istiyordu.

Koridorun en sonundaki odada olduğu için tüm koridor görülüyordu. Siyah ceketli bir adam, ağır ama emin adımlarla koridorun sonuna ilerliyor, asansöre doğru gidiyordu. Kristof tedbirli ama meraklı bir şekilde kapıyı tam açmadan adama seslendi.

"Yardımcı olabilir miyim?"

 Adam durdu ve yavaşça arkasını döndü. Gözleri karanlıkta beyaz beyaz ışıldıyordu. Yüzündeki şeytani gülümseme ise çok rahat gözüküyordu. Hafif bir kahkaha koyuverdi adam.

"Ah.. Elbette. Aslında ettiniz bile." dedi ve arkasını dönüp asansöre yürümeye devam etti. Kristof, misafirin hareketlerine şaşırdı. Biraz da ürktü ama merakını kabartmanın da siniriyle, hemen odadan çıkıp adama doğru ilerledi.

"Hey!"

Adam hiç aldırmaksızın asansöre bindi ve senin onda doğru yürümene aldırmadan asansörün kapısını kapatmaya yeltendi.

Kristof bu tavır karşısında iyice sinirlendi ve asansörün kapısına doğru hamle etti. Bir yandan da etrafta herhangi sert bir cisim olup olmadığını kolaçan etti. Ancak etrafta pek bir şey göremedi adam, soldaki yangın söndürme tüpü hariç.

Asansördeki adamın gülümsemesi bir anda söndü. "Ah, sizde mi aşağıya iniyordunuz?"

Bunun üzerine Kristof kendini toparladı. Gülümsemeye karşılık verdi. "Evet, teşekkür ederim." Adamın ayrıntılarına dikkat etmek adına süzdü. "Eee. Bu saatte ne yapıyorsunuz."

Adam hiç istifini ve ses tonunu değiştirmeden cevap verdi. "Size bir iş teklifinde bulunacaktım ancak... Uyuya kalmışsınız." Sesinde alaycı bir ton vardı.

 Kristof, biraz şaşırdı ama en fazla ne olabilir ki diye düşündü. Adamın silahlı olup olmadığını kontrol etmek için beline veya ellerine baktı. Bu sırada da çekingen bir ses tonuyla cevap verdi; "Dinlemek isterim."

"Bir... Avukatlık şirketi. Bir kaç yere başvurduk ve sizin gayet iyi olduğunuzu duyduk. Hukuk eğitimi almamış olsanız da, sizin yeteneklerinizin işimize yarayabileceğini düşünüyoruz." dedi. Adamın üzerinde hiç bir şey yok gibiydi ve işten size verilen şeyler sayılmaya başlandı. Ev, iş garantisi, sağlık sigortası -adam bunu söylerken hafif kıkırdamıştı- ve bir kaç şey daha. Kristof'un şimdiki işinden çok daha iyiydi.

Kristof işte sabahlamasına rağmen bu işlerin kendisininkinden iyi olmasına şaşırmıştı. İçindeki hak ettiği ölçüye yakın olduğu hissi kabardı. Kibrinin etkisinde ve hevesinde hızla cevap verdi.

"Hmm. Çok ilgi çekici geliyor. Ama ne yapacağımızı da bilmek isterim. Tabi şu durumda çok uygun görünüyor."

Adam gülümsedi. "Elbette, şirketimiz bu şehirde açılım yapmak istiyor ve şehrin büyük kısmı tarafından tanınan sizin gibi adamları şirketimize katmak çok güzel olacaktır." elini cebine soktu ve bir kart çıkardı. Güzel basımlı, siyah üzerine gri yazılara sahipti. "Üzerindeki adres, şirket sahibinin evidir. Bizzat görüşmek istedi sizinle."

 Kristof kartı aldı. Yeni ve iyi bir işe atılmak için iyi bir zaman olduğunu düşündü. Şu anda da zaten eve gitmeyi düşünüyordu. Ziyaret için uygun bir saat olmadığını bildiği için sabah gitmeyi düşündü. Kartı cebine koydu.

"Teşekkür ederim. Ben de görüşmek isterim. Ayrıntıları merak ediyorum elbette. Uygun olduğum bir sabah uğramayı düşünüyorum, tabi onun için de uygunsa."

“Şu anda bir iş gezisinde olmalı, yarın saat 10 gibi evinde olacak. Kartın arkasında o saatlerde orada olmanızı istediği yazıyor olmalı." dedi.

Kristof gözünü kapatıp kartın arkasına bakmayı ihmal ettiği için yakındı. "Hmm. Saat 10'da orada olmaya çalışacağım." dedi ve tekrar gülümsedi.

"O halde görümek üzere." dedi adam ve asansörde zemin katına bastı.
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Canina Ish'mael - Giriş


Canina gecenin köründe evine dönüyordu işte bir kez daha. Müvekkili suçtan hapse girmiş ve bir tehdit bırakmıştı arkasında... Ki bu her şeyi daha da kötüleştiriyordu. Hafif yağan yağmur yüzünden arabayı yavaş kullanıyor olmasına rağmen araba iki kez kaymıştı. Müstakil evlerin bulunduğu şehrin dış kısımlarından gidiyordu evine, bin dert ile.

Arabanın kenarına birden çok hızlıca bir şey çarptı. Cam patladı ancak içeri bir şey girmedi. Canina arabanın kontrolünü kaybetti bir anda. Panik içinde direksiyona yapışarak arabayı düzeltmeye çalıştı. Bir yandan da deliler gibi küfrediyor, aynı zamanda da neye çarptığını merak ediyordu.

Yağmur yüzünden durum daha kötüleşti, araba kendi etrafında döndü ve sol arka kapının oradan bir ağaca çarptı. Arabasının kapısını açarak kendini dışarı attı. Ufak şoku atlattıktan sonra, arabasının durumuna baktı.

Arka kısmı haşat olmuş bir araba gördü. Garip tarafı, arabaya çarpan şeyin çökerttiği kısım çok daha büyük ve şaşırtıcıydı. O sırada arabanın kaymaya başladığı yere yakın bir yerlerde, yerde yatan bir adamı fark etti.

Yüreği ağzında adama doğru koşmaya başladı. Koşarken bir yandan da adam ölmüşse, bundan nasıl kurtulacağını ve bu olayın kariyerini nasıl etkileyeceğini düşünüyordu.

Yağmurun altında ayak sesleri çıka çıka koşarken adam, birden bir kahkaha duydu hemen solundaki evin bahçesinden. Kahkahaya bir kaç kişi daha katıldı. Yere yığılmış adamda ellerini iki yana koymuş, ağzından akan kana aldırmaksızın ayağa kalkmaktaydı yavaş yavaş.

Kahkaha atanlardan biride yerdeki adamdı.

Canina neler olduğunu anlayamadan etrafına bakmaya, kahkaha atanları iyice görmeye ve neden güldüklerini anlamaya çalıştı.

Zarif, siyah saçlı bir kadın Canina'ya yaklaştı. "Beyler, bakın burada ne varmış?" dedi. Bir yandan sırıtıyordu şeytanice.

Canina kadının yüzünde ki ifadeyi görünce elinde olmadan ürperdi ve "Ne istiyorsun benden?" dedi kadına.

"Mmmm" dedi kadın sanki bir kokuyu çekiyormuş gibi, "Ne kadar... Tatlı değil mi?" hafif bir kahkaha attı kadın. Yerdeki adam ayağa kalkmış ve sana bakıyordu. Eliyle burnunu gösterdi, kırıktı. "Kan akıttım! Onu ilk ben tatmalıyım!" dedi diğerlerine.

"Bir grup sarhoş sapık olmalı bunlar!" diye düşündü Canina. Ve etrafına bakınarak bir kaçış yolu aradı.

Cadde iki yöne uzanıyordu, iki tarafında müstakil evler dışında pek bir şey yoktu. Evlerden biri iyi bir seçenek olabilirdi... Veya bahçelerin arkasına koşup olabildiğince uzaklaşmayı denerdi.

Canina kaçamayacağını ve dövüşemeyeceğini anlayarak, yolunu konuşarak yapmaya karar verdi. "Ne istediğinizi söyleyin. Büyük ihtimalle size getirebilirim, tanıdığım kişiler var" dedi.

Kadın solundan geçti ve ayağa kalkmış olan adamın önünde durdu. "Kimin ne yapacağını burada ben söylüyorum, Nac. Koca çeneni kapasan iyi olur." Sonra sana döndü ve baktı. Üzerine yürüyüp kravatını tuttu ve kendine çekti, büyük bir güçle. "Ne mi istiyorum? Her şeyi verebileceğine emin misin?" sesinde hem bir baştan çıkarıcılık hemde karanlık bir yana sahipti bu kadın.

Canina kadından büyülenmiş bir şekilde, "Epey eminim" dedi ama sesinin titremesine engel olamadı.

Üçüncü bir ses çıktı ortaya. Zarif, kırmızı saçlı ve derin yırtmaca sahip bir kadının sesiydi bu. "Bence onu bıraksanız iyi olacak çocuklar." dedi. Etrafındaki kişiler tıslamaya benzer bir ses çıkardılar. "O benim."

Canina neler olduğunu anlamadan,"Hey, bana bir bardak bira gibi davranamazsınız. Ne istediğinizi söyleyin ya da bırakın beni gideyim" dedi onu alıkoyanlara. Bunları derken bile kadınlardan gözünü alamıyordu. Onlarda farklı bir şey vardı ama neydi, kestiremiyordu bir türlü.

Kadın Canina'yı bıraktı ve topluluk birden Kırmızılı kadına döndü. Bir kaç dakika içinde olan oldu ve Canina daha ne olduğunu anlamadan erkeklerin hepsi yere yığılmış kanlar içinde yatmaktaydılar. Kırmızılı kadın, diğer kadını boynundan tutmuş havaya kaldırmıştı. "Bu grupta bir tek sen Kindred'sin. Defolup git ve bu adamı yalnız bırak şimdi." dedi. Kadın kurtulduğu anda kaçmaya başladı.

Kırmızılı kadın Canina'nın yanına geldi. "İyi misin?"

Canina heyecandan öleceğini sanmıştı. Neler olup bittiğini anlamıyordu ama bildiği bir şey vardı. Bu iki kadın kesinlikle normal insanlar değildi. Kekeleyerek "E-evet" dedi kadına.

"Güzel. Seni evine bırakmamı ister misin?" diye sordu. "Hem yağmurda sırılsıklam olmuşsun." gülümsedi hemen ardından. "Evim yakında, istersen bir kahve içmeye gel?"

Canina hala olayın şokundaydı ve kadının kim olduğuna dair düşünceler aklından uçup gitmişti. Tek yapabildiği başını yukarı aşağı oynatmaktı.

Bir kaç sokak ileriye kadar yürüdüler. Canina arabayı, kavgayı unutmuştu bile kadının anlattıklarının arasında.

O gece hakkında hatırladığı ilk şey kadının sesi olacaktı.

"İç, oğlum -Ve artık ölümsüz olacaksın..."
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Faustino Wolff - Giriş


İstediği yerde miydi? Hak ettiği yer burası mıydı? Bir mafya babasının ayak işlerini yapmak ne kadar... Aşağılıkçaydı onun için... Asıl baba o olması gerekirken?

Damarlarında gezen asil Rus kanı -isminde her ne kadar o kültürden bir hiç bulunsa da- onun için birilerinin altında olmayı dayanılmaz hale getiriyordu. Ancak şimdilik yapabileceği bir şey yoktu... Zamanı geldiğinde, her şeyi halledecekti. Bu karanlıklar dünyasında çok şey görmüştü. Pek çok kişinin yaşadığı gündüzün güzel ülkesi, dünyası değildi burası.

"Al şu çantayı ve şu silahı" demişti Mafya Babası. "Sorun çıkarsa hepsini öldür." Ve işte onun emrine uyuyordu. Büyük konteynırların taşındığı gemilerin yanaştığı bir limanda, boş gibi gözüken bir binanın önündeydi işte. Denizin kokusu, midesini bulandırdı. Kapı hemen önünde, ışıksız bu yerin içinden bir kaçış yolu gibi, tek başına duruyordu.

Mafya babasına tiksinmesini bastırmaya çalışarak baktı ve çantayı cesaret edebildiği kadar sert bir biçimde adamın elinden aldı. Silahın şarjörünü kontrol etti ve beline yerleştirdi. Ardından "Çantada ne var?" diye sordu çok da ilgilenmiyormuş gibi görünmeye çalışarak.

"Bu seni ilgilendirmez." dedi. "İçeri gir, işi bitir ve geri gel. Ben burada, arabanın içinde olacağım." Arabanın camı yavaş yavaş kapandı ancak araba hareket etmedi.

Arabaya sırtını döndü ve "Pislik" diye mırıldandı içinden. Eğer bu işe ihtiyacı olmasa bir dakika bile bu şişkoya tahammül etmez, onu anında vururdu. Ama şu anda eli kolu bağlıydı. "Bir gün..." diye mırıldandı tekrardan. "Bir gün." Derin bir iç çekti ve çantayı sıkıca kavrayarak kapıya doğru yürümeye başladı.

Soğuk rüzgâr, paltosundan içeriye girdi ve titretti Faustino'nun bedenini. Kapı hafif paslanmış bir şekilde önünde duruyordu işte. Üstündeki cam büyük ihtimalle diğer taraftan boyanmıştı ve diğer tarafı gözükmüyordu.

Bir an için tereddüt etti. Ama patronu olacak o hergelenin bakışlarını sırtında hissedebiliyordu. Bir kez daha kaderine veryansın etti. Ardından sessiz bir küfür savurdu ve bir eliyle paltosunun yakasını sıkıca kapatıp binaya girdi.

Binanın içi boştu. Yukarıya çıkan bir merdiven, büyük ihtimalle odadaki boşluğu görebilen bir kaç balkona -veya odaya- gidiyordu. Onun dışında, binanın tam ortasındaki asıl büyük boşlukta bir masa vardı.

Dikkatle etrafına bakındı ve olası kaçış noktaları ile tuzak kurulabilecek birkaç yeri tespit etmeye çalıştı. Eskiden kalma alışkanlıklardı bunlar. Eski ama faydalı... Birçok kez hayatta kalmasına yardımcı olmuştu ne de olsa. Temas kuracağı kişinin ortalıkta olmaması biraz canını sıktı ve ihtiyatlı adımlarla ortaya doğru ilerledi.

Etrafında gördüğü iki yer olmuştu. Birincisi girdiği kapıya benzer bir kapı, hemen binanın diğer tarafında. Diğeri de tahtalarla tek kapatılmamış, hemen sağındaki camdı. Ortaya geldiğinde hala bir işaret yoktu.

Üst katlarda bir şey hareket ediyormuş gibi geldi bir an. Gayri ihtiyari olarak elini yavaşça belindeki silaha attı.

Birden bire siyah bir kürk giyinmiş, soylu bir görünüme sahip bir adam ellerini üst katın trabzanlarına koydu.

"Ah, dostum Patrick nihayet istediğim şeyi veriyor bana ha?" hafif bir kahkaha attı. "Gel dostum, yukarı gel."

"Demek adamımız bu?" diye düşündü kendi kendine. Elini silahından çekti ve yukarı tırmanan basamakları tırmanmaya başladı.

Yukarı çıktığında, bir masa ve başındaki bir kaç adamı gördü. Rus şivesiyle konuşan adam baktı "Gel dostum gel. Şarap ister misin?" demir kokusu hafifçe yayılmıştı odaya.

"Niet" (hayır) dedi kendisinin de Rus kökenli olduğunu açığa çıkararak. Bir taraftan da tüm adamları durdukları noktalardan tutunda, cüsselerine kadar tek tek inceliyordu belli etmeden.

Adamlardan bir tanesi çok cüsseli, diğerleri ise inceydi. Liderleri gibi olan adam ise pek belli olmasa da, kaslara sahipti. Senin Rusça bilmene memnun olmuş gibi başını hafifçe salladı. "Oturmayı planlıyor musun dostum?" dedi ve eliyle yanındaki sandalyeyi işaret etti.

Adama şöyle bir baktı. Ardından o meşhur çarpık gülümsemelerinden birini yollayarak sandalyeyi çekti ve oturdu.

Adamlardan biri iki bardağa şişeden kırmızı bir içecek doldurdu ve birini sana, birini mafya babasına uzattı. Mafya babası bir yudum aldı. "Şimdi sana bir teklif yapacağım, beni dikkatli dinle, eğer istiyorsan tabi?" dedi ve arkasındaki adama parmağını oynattı. Adam siyah bir çanta açtı ve binlik banknotları gösterdi.

"Kulağım sizde" dedi, adamı devam etmeye teşvik ederek.

"Sana bu banknotlardan çok daha fazlasını öneriyorum. Benim, dostlarımın yanında, büyük bir iş yapabilirsin. Bir lider olmak üzere benim yardımımla yetiştirilebilirsin. Bunu istiyorsan, sana bir yol göstereceğim. Şimdi, o şarabı iç ve Patrick'i öldür. O arabanın içine girebilecek tek kişi sensin. Ve binaya geri geldiğinde seni koruyacağız."

Bir anlığına afalladı. Duymayı beklediği şey hiç de bu değildi. Ama duydukları hoşuna gitmemiş de değildi hani. Yıllardır beklediği o fırsat sonunda ayağına gelmiş miydi yoksa? Yine de hemen atılmadı. Emin olması gerekiyordu. "Size nasıl güvenebilirim?" dedi. "Patrick'i öldürdüm diyelim. Beni sağ bırakacağınız ne malum?"

"Oğlum, sende ışık görüyorum. Bu dünyada kimse, kimseye güvenemez biliyorsun. Ancak seni kullanabilirim ve gidip de o herifi öldürüp, sonra benim yardımcım olarak eğitilecek bir herifi öldürmek istemem emin ol. Sana güç ve paradan çok daha fazlasını teklif ediyorum. Ölümsüzlük... İstemez miydin?"

Adamı bir kez daha başta aşağı süzdü. Ardından bir kez daha çarpık bir şekilde gülümseyip şarap kadehini aldı ve bir dikişte içti. Sonra da ayağa kalkıp silahını kontrol etti. "Bana bir dakika müsaade verin yoldaşlar." diyerek sırıttı ve odadan dışarı çıktı.
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Aera Cura - Giriş

Güneş yavaş yavaş batıyordu artık. Şehrin bir kaç kilometre ötesindeki tepeler yavaş yavaş engelliyor güneş ışıklarını artık. Aera, üniversitenin büyük kütüphanesinin bir köşesinde etrafına koyduğu ona yakın kitabı teker teker inceliyor ve notlar alıyordu. Yağmur, kütüphanenin üstündeki camlara çarpıyor ve loş olan ortama korkunç bir ses veriyordu. İkinci kitaba gömülmüşken Aera, birden bire masanın kenarına birisi geldi.

"Ne yapıyorsun Aera?"

Aera dalgınlıkla kafasını kaldırıp boş boş baktı. "Efendim?”

 Karşısında 35-40 yaşlarında, hafif kirli sakalı olan bir adam duruyordu. Kahverengi ceketi ve keten pantolonu hafif kırışmış ve koyu renk gözleriyle okuduğu kitaplara şöyle bir göz gezdiriyordu.

"Orta Çağdaki Cadı Avı" "Witchcraft" "Cultus Sabbati".

"Bu kitaplarla ne yapıyorsun?" dedi Simgebilim Profesörü.

“Şu aralar ilgimi çeken konular. Sadece göz gezdiriyordum profesör. "

 “Hmm. İlgi çekmek için çok eski konular bunlar. Pek çok kişi umursamaz bile." gözlerinin daldığını fark ediyorsun. Sonra bir anda kendine geliyor. "Yardım edebileceğim bir şey var mı?"

"Aslında bu konulardaki fikirlerinizi çok merak ediyorum, profesör, duymak isterim. aslında inanasım gelmiyor, benim gibi materyalist biri için çok uçuk konular bunlar. Ama o kadar çok kaynak ve bilgi var ki, şaşırıyorum, uydurma bir konudan bu kadar doküman çıkması mümkün değildir herhalde. Sizin fikirleriniz nelerdir?"

“Büyücülük hakkında en eski bilgiler... Milattan önce altı bin yılına kadar dayanmaktadır. Eğer inanmak istemiyorsan bu güzel bir şeydir. Çünkü o kadar eski, en başta insanlara inandırılmış bir şeyin gelişimi daha kolay olur. Uyduruldukça birikir... Ancak diğer yandan, firavunların laneti var veya anlaşılamamış olaylar... SSCB'nin yaptığı Okült deneylerinden haberin vardır? Veya Hitler'in Necronomicon'u arayışı? Kimse emin değil. Ancak benim inancım, orada bir bilgi var ve bunu biz unuttuk.”

“O bilgiye ulaşmak.. Eğer bunlar doğruysa.. Gerçekten.. İlginç.. Çok ilginç... Evet, Necronomicon’u duymuştum, hitler eline geçirmiş ancak kullanamamış diye duydum.. Gerçi Lovecraft açıklama yapmış, Necronomicon’u ben uydurdum diye.. Okült deneylerinden haberim yok hayır.. Ancak beni inanmaya yönlendiren şey, bunlardan hiçbiri değil zaten. Şamanizm ve pagan cadıları.. onu takiben Wiccanlar.. ve bunların katledilişi.. İnsan öldürmek, avlamak, katletmek, sebepsiz yere, bir dayanağı olmadan yapılabilecek şeyler değil bunlar..."

“İnsanlar bilmedikleri veya sahip olmadıkları güçlerden korkarlar Aera. Bütün bunlar bu yüzde olabilir." sonra saatine baktı ve yüzünden bir endişe dalgası geçtiğini gördü Aera. "Bu gece dolunay vardı değil mi? Evet gitmem lazım. Kütüphane görevlisine benden izinli olduğunu söyleyeceğim, bu gece burada kalman için." dedi ve cevap beklemeksizin arkasını dönüp Aera’yı karanlık kütüphanede yalnız bıraktı.

Bir kaç dakika sonra, kitaplıkların arasında bir yerde hafif bir inilti duydu.

“O da neydi? " yavaş yavaş sesi duyduğum yere yöneldi. Kendini göstermek istemiyordu belki birinin yardıma ihtiyacı vardır? diye düşünüyordu bir yandan da.

Kitaplığın başından baktığında, eline bir kitap almış okuyan bir kadın gördü. Uzun, siyah bir giysisi var üzerinde sadece, kafasında da bir başlık. Derin bir nefes alma sesi geldi o taraftan.

"Mm geldin demek?" diyip ve siyah gözleri ile Aera’ya baktı orada duran kadın.

İki adım geriledi. Saklanmıyordu artık. "Sen kimsin?"

"Alessia Lia Sangiovanni. Ancak bana Lia derler genellikle." dedi Aera’ya doğru kısa adımlar atarak. "Neden kaçıyorsun?" dedi kaşlarını kaldırıp. "Neden korkuyorsun?". Adeta kadınla beraber gezen garip bir soğukluk, rahatsız ediciydi.

Onun her adımında geri çekilmeyi kesti Aera. Kararlı ve sakin görünmeye uğraşıyordu. "Korkmuyorum. Ne istiyorsun benden? Beni nerden tanıyorsun?"

“Aera... Aera Cura." hafif, soğuk bir gülümseme oluştu kadının suratında. "Dün gece, Rite of Vampyre'ı yapan sen değil miydin? İşe yaramadı hayır, ama benim soyumda olanların ilgisini çekmeyi becerdin evet."

“Ahah senin soyun mu? Neyden bahsediyorsun sen, sadece bir kitaptaki saçma bir büyüydü. Gerçek olduğunu söylemeyeceksin herhalde." Dedi “Hem- hem sen benim ne yaptığımı nerden biliyorsun? Takip mi ediyorsun? Ne tür bir şaka bu?"

"Hmm" dedi yüzünde büyüyen gülümseme ile. "Eski tanrılara inanmıyor musun Aera? Büyük Güçlere? O kadar araştırdığın halde." hırıltıya benzer bir kahkaha atıp Aera’ya doğru bir kaç küçük adım daha ilerledi. "Dediğim gibi, o ritüel seni vampir yapmasa da,soyumuzun ilgisini çekmeni sağladı."

Aera şaşırdı. Korkmuyormuş gibi görünmemesine rağmen titrememe engel olamıyordu. "Sen.. Sen..."

“Ben? Ben?" dedi kahkaha atıp. "Kütüphane görevlisi de öyle demişti."

"Ne..? Ne yaptın ona ?.. Bana ne yapacaksın? Bu saçmalık yeter, ben evime gidiyorum. İyi günler size." diyip arkasını dönmeye yeltendi ancak bir güç onu tekrar kadına çekmiş gibiydi. Tekrar kadına dönüp "Eh, aslında... Hangi tanrılar? Ne büyük gücü?" diye sordu.

"Çok fazla öğrenmen lazım küçüğüm. Lupinler seni fark ettiler. O nedenle bu gece iki seçeneğin var, ya benimle geleceksin ya da seni öldüreceğim." sonra alay eder gibi bir sesle devam etti. "Nekrofili diye anılan bir soyun takipçisi için hiç zor olmaz emin ol."

"Lupinler de kim oluyor? Necrofili soyu neyin nesi ?"

"Çok soru soruyorsun. Seçimini yap." dedi soğuk bir sesle.

"Ne olduğunu bilmeden nasıl bir seçim yapmamı bekliyorsunuz? Pekala polisi de arayabilirim. Gecenin bu saatinde kitap okurken rahatsız ettiğiniz yetmiyormuş gibi bir de tehdit ediyorsunuz! Tabi ki ölmeye niyetim yok, dün gece Rite of Vampyre denediğimi bildiğine göre, bunu da tahmin etmiş olmalısın. Şimdi lütfen, bir açıklama bekliyorum." diyorum, içimdeki o korkuya rağmen ağzımdan çıkan kelimelere kendim de şaşırarak.

"Ah, bir Mekhet olmayı gerçekten hak ediyorsun sen. Güzel, evet güzel. Bilgi arzun güzel. Ancak sana her şeyi anlatmam için, benimle gelmen lazım. Sendeki gücü fark ettik, eğer gelirsen, bilginde gücün gibi katlanacak.

Aera içindeki meraka bir kez daha enik düştü. Bunun ölümlü hayatındaki son merak olacağından habersizdi. "Pekala, geliyorum. Beni nasıl ikna edeceğini biliyorsun."

Gülümsedi "Bu da yeteneklerimden bir tanesi, evet." Dedi ve ona pencereyi gösterdi. "Birazdan gelecekler, en iyisi pencereden çıkmak." Aera’ya baktı. "Önden buyur."
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Bölüm 1 - Şehir


"3. İkinci melek tasını denize boşalttı. Deniz ölü
kanına benzer kana dönüştü, içindeki bütün canlılar
öldü.

4. Üçüncü melek tasını ırmaklara, su pınarlarına
boşalttı; bunlar da kana dönüştü.
..."

-İncil, Vahiy (16)
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Jean Kristof Douche - Bölüm 1

Port More'nin biraz dışındaki bu yere, arabasıyla gelmek biraz zamanını almıştı Kristof’un. Şehrin üç yanını kaplayan ormanın içinden geçen bir yola sapmış ve şimdi, ışıksız bir yoldan ilerliyordu araba. Kısa süre sonra, yüksek duvarlı o malikaneyi gördü. İçeride az da olsa şık vardı ve demir parmaklıklara sahip büyük bir kapı girişi kapatıyordu. Yaklaştıkça, küçük bir diyafonu fark etti Kristof.

Kristof diyafona yaklaştı, önce etrafına baktı ve ne yapacağını bilemediği için bağırdı. "Merhaba? Kimse yok mu?"

Bahçede bir ışın yandığını gördü. Bir adam oraya doğru ilerliyordu. Üzerinde gayet normal giysiler vardı ve bıyıkları beyazlamıştı. "Ne? Kimsin sen? Ve bağıracağına diyafonun düğmesine basıp konuşsan daha yararlı olabilir." dire homurdandı.

"Ben Jean Kristof Douche" diye cevap verdi adam. Diyafonun üzerine camdan eğilerek tekrar baktı. Sonra bekçiye döndü. "Bir iş görüşmesine gelmiştim."

"Öyle mi?" dedi ardından bir dakika düşündü. "Ah evet, birini bekliyordu. Bir dakika bekleyin. Eğer isminizi listede görürsem kapıyı açacağım. İçeri girip sola dönerek arabayı park edebilirsiniz. Birisi sizi karşılayacaktır." dedi ve arkasını dönüp bahçenin içinde kayboldu. Bir kaç dakikalık bekleyişin ardından kapı açıldı ve bahçedeki bazı ışıklar yandı. Bahçenin içinde, solda duran küçük otopark çok rahat şekilde görülebiliyordu.

Kristof arabayı yavaşça otoparka doğru sürüp kendisini karşılamaya gelecek olan kişiyi gözleriyle aradı.

Araba Otoparka girerken, Malikanenin kapısının açıldığını ve takım elbiseli bir adamın ona yaklaştığını fark etti. Bir süre daha yürüdü, Kristof otoparka tam anlamıyla arabasını park ettiğinde arabanın yanına gelmişti. Yüzünde garip bir gülümseme vardı.

Kristof dikkatli bir şekilde arabasından indi. "Merhaba, ben Kristof Douche. Sanırım patronunuzun beni bekliyor olması gerek."

"Memnun oldum Bay Douche. Michael Goa." elini uzattı. "Bay Black'in danışmanıyım."

Kristof da uzatılan eli geri çevirmedi ve gülümsedi. "Bilmem gereken herhangi bir şey var mı?"

Kristof elini sıktığında, olması gerekenden soğuk olduğunu fark etti. "Kendisi biraz... Nasıl desem. Vahşidir. Konu iş olunca atılımcı ve sadede hızlı gelmeyi sever." dedi. "Dikkatli konuşmanızı öneririm."

Kristof hafifçe başını salladı. "Dikkat ederim." Sonra etrafına bakındı ve tekrar Goa'ya dönüp gülümsedi. "Ne zaman görüşebilirim kendisiyle."

“Ah evet." dedi ve Kristof'un elini sıkmayı bırakıp Malikaneye doğru yürümeye başladı. "Beni takip edin. Bizi bekliyordu ben gelirken."

Kristof da adamın peşi sıra yürümeye başladı. Bu arada da etrafa dikkatlice bakıyordu. Bu büyük malikaneyi olabildiğince görmek istiyordu.

Malikane iki katlı, büyükçe bir terasa sahip, beyaz taşlardan yapılmış bir yerdi. Uzun zamandır Kristof bu şehirde yaşamasına ve şehir etrafını gezmesine rağmen böyle bir bina görmemişti. Etrafta bolca bitki ve ağaç vardı. Asıl hoşa giden şey, binanın pek çok tarafının Hanımelleriyle çevrilmiş olmasıydı. Bahçenin içinde küçük bir bina daha vardı -ki bu büyük ihtimalle bahçıvanın eviydi. Kristof'un yaşadığı apartman dairesinden çok daha büyüktü. Sonunda malikanenin kapısına doğru tırmanan merdivenlere ulaştılar ve mermer merdivenlerin sonuna geldiklerinde, kapı açıldı. Kapıyı bir hizmetçi tutuyordu.

Kristof şaşkınlığını hayranlığını bir kenara bırakıp hizmetçiye baktı. Tekrar hafifçe gülümsedi.

"İçeri buyrun." dedi Michael. İçeriye geçti ve size bir kapıyı işaret etti. "Orası çalışma odası, sizi bekliyor." Gülümsemesi hala silinmemişti yüzünden. "Görüşmek üzere."

Kristof yavaşça başıyla selam verdi ve odaya doğru yöneldi. Üzerini düzeltti ve kapıyı hafifçe çaldı.

"Girin?" dedi hafif aksanlı bir ses.

Kristof hafifçe kapıyı açtı ve içeri girdi. Hızlıca gözleriyle odayı taradı ve Bay Black'i bulmaya çalıştı.

Odanın karanlık bir köşesinde, büyük koyu kahverengi bir masanın ardında oturuyordu. Sana baktı ve eliyle sandalyeyi işaret etti. "Lütfen, oturun."

Kristof sandalyeye geçti ve oturdu. Tekrar üzerini düzeltti. "Merhabalar, Bay Black. Beni zaten tanıyorsunuzdur. Tanıştığımıza memnun oldum." dedi ve elini uzattı.

"Lütfen, John de." dedi elini uzatıp. Elini geri çektiğinde arkasına yaslandı ve seni bir gözden geçirdi. "Sanırım işin getirilerini biliyorsun, Kristof. Kristof dememde bir sakınca var mı?" dedi.

"Tabi ki. Evet maddi olanaklardan söz etmişti, şey, Bay.."

"Önemsiz biriydi. Şirketimizden... Ayrıldı bir süre önce." yüzündeki ifade bir an ciddileşti, sonra tekrar gülümsemeye başladı. "Madem olanaklardan söz edildi, şimdi sizin yapmanız gereken şeylerden bahsedelim. Üniversitede ne okumuştunuz?"

"Yale Üniversitesi'nde reklamcılık okumuştum." diye cevapladı Kristof

"Güzel üniversite." dedi ve gülümsemesi büyüdü. "Size iş hakkında hukuk denmişti, onun gibi bir şey sayılır. Aslında asıl isteğim, danışmanlarım Michael ve Carmen'in -ve elbette benim, sağ kolum olman. Çay götürüp getirme işi değil elbette. Ben büyük yatırımcılardan biriyim ve Sunatas Şirketinin başındayım, bildiğin gibi. Arkeoloji Müzesine bir kaç arkadaşım dikkatimi çektiklerinde, gerçekten ilgilenmeye değer olduğunu fark ettim. Bu yüzden buradayım. Senden asıl istediğim, reklamcılığını devam ettirip şirketin adını More'de duyurman. Ancak bunların ötesinde, sağ kolum olarak şirket yönetiminde de etkin olabilir."

"Bu büyük bir sorumluluk Bay Black." dedi heyecanlanan Kristof.

"Dürüst olmalıyım, öyle." yüzü hafifçe ciddileşti. "Ancak söylemem gerekir ki, bu aynı zamanda şirketin bazı diğer yönlerini görmenize neden olacaktır. O yüzden kararınızı vermeniz konusunda size biraz zaman tanıyacağım."

"Aslında şirketi tanımak bana yeterdi. Böyle bir teklifi reddedebileceğimi sanmıyorum." Kristof gülümsedi.

"Her zaman seçim hakkı vardır Kristof. Ancak kararlıysan..?" dedi adam.

"Teşekkür ederim John. Sanırım şimdi yapmam gereken sağlıklı bir karar vermek. Görevi kabul etmekten mutluluk duyarım."
John gözlerini kapadı ve bir kaç saniye sessiz kaldı. O sırada odanın kapısı açıldı ve içeriye Michael ve bir kadın girdi. "Carmen." dedi kadın elini uzatırken. Üzerinde takı melbise vardı ve saı saçları topluydu.

Kristof hemen ayağa kalktı ve kadının elini sıktı. Hafifçe başını eğdi.

O sırada Michael hemen yanından seslendi. "Şey, Kristof..."

Kristof o tarafa baktı ve soru sorar bir bakışla "Evet Michael?" dedi ve yüzüne beton çarpar gibi bir hisle yerinden oynadı. Her şey yavaş yavaş kararırken, yere düşüyordu.
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Jean Kristof Douche - Bölüm 1

Bir hafta sonra, kendini bir otel odasında, yalnız başına yatarken buldu Canina. Yavaş yavaş gözlerini araladı ve bir yatağın kenarında, ağzından akan sıvıyı fark etti. Kan. Birden doğrularak koluyla ağzından akan kanı temizledi. Koluna bulaşan kana biraz baktıktan sonra etrafına bakındı.
 
Yatağın üzerinde bir kadın, çırılçıplak ve boğazından kanlar akarak yatıyordu. Giysiler etrafa saçılmıştı. Yerden Otel odasının camından anlaşılıyordu ki, büyük bir otelin üst katlarından birindeydi. Kadının canlı olup olmadığını kontrol ederken bir yandan da neler olduğunu hatırlamaya çalıştı.
 
Kadının gözleri açık bir şekilde, artık kırmızı olan yatak örtüsünün üzerinde yatması ölü olduğunu kanıtlar gibiydi. İşin garip tarafı, son hatırladığı şey sokaktaki kavgaydı. Ve kırmızılı kadın... Yataktan kalkarak odada dolaşmaya başladı, en sonunda pencerenin önünde durarak etrafa baktı.
 
Pencereden Port More'nin büyük kısmı gözüküyordu. Otel Sacred'da olmalıydı şu anda. Çünkü bir kaç büyük binanın arasından Siyah Gölü çok net görebiliyordu. Oda büyüktü, iki ayrılmıştı; Yatak odasının ve hemen bitişiğinde banyonun olduğu oda ile bir masa ile iki tane iki kişilik koltuğun olduğu küçük bir oturma odası. Oturma odasının bir tarafından küçük bir koridor ilerliyordu ki bu koridor odanın kapısı olmalıydı.
 
Odaya göz gezdirerek kendine ait bir şeyler aradı. Giysileri ve küçük bir çanta haricinde pek bir şey yoktu. Ve kadının çantası; karıştırdı. Ruj, makyaj malzemeleri, prezervatif ve para. O sırada yatağın hemen kenarındaki masada bir telefon çalmaya başladı. Parayı cebine tıkıştırdıktan sonra telefonu açtı. hiç ses çıkarmadan arayanın konuşmasını bekledi.
 
 "Alo? Canina?" Bir kadın sesiydi bu.
 
 Canina şaşırarak "Kim arıyor?" diye sordu arayan kadına.
 
 "Benim kim olduğumdan önce, senin kim olduğun önemli. Polisler şu anda, az önceki çığlıkları duyan görevliler tarafından çağırılmış durumda. On dakikadan fazla süren yok. Çıktığında seninle buluşacağım." dedi kadın sesi.
 
 "Ne çığlığı? Neler oluyor burada?" diye bağırdı telefona
 
 "Çok fazla vaktin yok. Beni bul, cevapları alacaksın, ancak şimdi yakalanmadan çık oradan. Polislerden daha önemlisi, bir grup avcı da peşinde. Hızlı ol." dedi ve telefonu kapadı. Sesinde hafif bir endişe var gibiydi. O sırada aşağıdaki caddeden çok belirgin olmayan bir polis sesi geliyordu.
 
Canina telefonu da ceplerinden birine sokarak odadan fırlayarak çıktı. Otelin çıkışını aramaya başladı. Koridorda iki adet asansör vardı. Hemen solda ise merdivenler çok açık bir şekilde gözüküyorlardı. Hiç düşünmeden merdivenleri kullanarak aşağı inmeye başladı.
 
On dakika kadar sonra, Zemin kata inmişti. Ancak polisler otelin kapısındaydılar ve büyük ihtimalle bir kısmı da yukarıdan inmekteydiler şu an. Merdivenlerde polislerin gitmesini bekledi sessizce. O sırada, bodruma inen merdivenlerden birinin ona baktığı hissetti.
 
Bakışları hisseden Canina kimin dikizlediğini görmek için merdivenlere baktı.
 
Küçük bir kız, gülümseyerek bakıyordu. Sonra garip bir gülümseme ve küçük bir kahkaha ile merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Ardından koridordan sağa döndü ve Canina’nın görüş mesafesinden çıktı.

Canina görünmemek için saklandığı merdiven başında kaldı ve polislerin gitmesini beklemeye devam etti.

O sırada asansörden bir kaç polisin çıktığını gördü Canina. Bir görevli ile konuşmaya başladı bir kaç tanesi, bir tanesi ise dışarıya çıktı ve bir kaç tane adli tıp görevlisiyle geri geldi. O sırada polislerden bir tanesi Canina'yı fark etti ve ona doğru yürümeye başladı, eli silahında bir şekilde.
 
Canina fark edildiğini anladığı anda merdivenlerden yukarı doğru üst katlara çıktı.
 
Polis arkasından bağırdı. "Dur! Polis!"

Canina ellerini kaldırarak durdu. Arkasını döndü ve polise baktı.
 
Polis yaklaştı ve kelepçelerini çıkarmaya yeltendi. "Ellerini görebileceğim bir yerde tut!" diye bağırdı. O sırada iki tane daha polisin oraya doğru yürüdüğü fark etti Canina.
 
"Zaten yukarda memur bey" dedi ukala bir sesle
 
"Pekala, dahi." dedi ve senin kolundan tutarak çevirdi ve kelepçeyi ellerine takmak için diğer kolu da indirdi. Canina yapacak bir şeyi kalmadığını fark ederek boşta kalan eliyle polise doğru bir yumruk savurdu
 
Polis yumruk ile hafifçe sendeledi ve ayağı boşa gelince merdivenlerden yuvarlanmaya başladı. Gelen diğer iki polisin silahlarını çıkardığı ve ona doğru koşmaya başladıklarını gördü Canina. Bir el ateş etti bir tanesi, ancak isabetli olmadı.
 
 Canina sersemleyen polise bakarak konuştu "Onları oyala" (Dominate)
 
 Polis birden ayağa kalktı ve arkadaşlarından bir tanesine yumruk attı. Yumruk atılan polis şaşkın bir şekilde bakakaldı, diğeri ise Canina'nın domine ettiği adamı durdurmaya çalışıyordu.
 
 Canina kargaşadan faydalanarak bodrum kata inen merdivenlerden aşağı doğru koşmaya başladı
 
 Bodrum katı iki yöne gidiyordu, sol ve sağ. Bir tanesinden yemek kokuları geliyordu; Diğerinden ise ölüm.
 
Canina birden canının birden makarna çektiğini fark etti. Bu isteğini göz ardı ederek sağda ki koridora gitti. Sağda ve solda bol bol kapısı olan bir koridordu bu. En sonunda ise yarı aralık bir kapı duruyordu. Büyük, demir bir kapı. Kızın buradan gittiğini tahmin ederek aralık kapıdan içeri girdi.
 
Kapı hafifçe bir ses çıkartarak kapandı. Büyük bir odanın içindeydi. Dört adet büyük dolabın olduğu ve odanın ortasında büyük bir kazan bulunan bir yerdi bu. "Kapı her zaman arkadan kapanır zaten" diye mırıldanarak odanın ortasına, kazanın yanına doğru gitti ve içine baktı. Kazanın altında büyük bir delik vardı. Kuyu gibi, kapkaranlıktı.
 
 "Hey kimse var mı?" diye etrafa seslendi. Kuyuya girmek istemiyordu. İçinde "kötü bir his" vardı bu kuyu hakkında. Sesi yankılandı. Ancak geri cevap veren olmadı. "İlla bir deliğe gireceğim yani" diyerek kazanın içindeki deliğe atladı düşünmeden.
 
Düştü, sadece bir kaç saniyeliğine. Ayağı yere çarptığında aslında bir mağara gibi bir yere açıldığını fark etti bu deliğin. Şimdi Mağaranın iki ucu vardı, bir tanesinden az da olsa ışık geliyor, diğeri ise derinler e doğru devam ediyordu. Canina ne yapacağını bilemeden etrafına bakındı. Cebinden bir bozuk para çıkardı ve "Yazı" diyerek havaya fırlattı.
 
Tura geldi. Canina kararlı adımlarla ışıklı tünele doğru ilerledi. Işık, büyük ve hafif paslı bir kapının arasından sızan bir ışıktı. Dışarıdan araba sesleri geliyordu.
 
 Canina adımlarını hızlandırarak pis egzoz kokularına doğru gitti. Sonunda kapıya ulaştı. Loş ışık altında, dışarıdan gelen araba sesleri çok belirgindi artık. Kapıyı koluyla iterek açtı ve caddeye çıktı. Çıkar çıkmaz etrafı kolaçan etti. Polisten çok açık bir büfe arıyordu aslında.
 
Ara sokaklardan biriydi, çok dar ara sokaklardan biriydi aslında. Bir tarafında Sacred oteli çok net bir şekilde gözüküyordu. Diğer tarafta ise farklı bir cadde, karanlık ve susuzluğu giderecek ölümlülerle beraber onu bekliyordu. Ne kadar susadığını fark etti o an Canina.
 
Kan torbalarının olduğu sokağa doğru ilerleyen Canina'nın gözleri hala bir büfe arıyordu. O sırada caddenin karşısında, bir sosisli sandviç satan bir seyyar durdu. Şemsiyesini açtı ve küçük aracın altından çıkardığı kovadan, kızgın yağın içine et boşalttı. Canina orada garip bir şeyler sezdi.

Canina fütursuzca karşıya geçip sosisli satan adama başıyla selam verip eliyle bir tane işareti yaptı. Adam bıyıklarını kaşıdı ve kafasını sallayıp bir ekmek aldı. Arasına kızarmış bir kaç et parçası koydu, işin garibi bu et parçaları sosise pek benzemiyordu. Canina kaşlarını kaldırarak sosisliden bir ısırık aldı.
 
 Adam Canina'ya doğru yaklaştı. "Kim olduğunu biliyorum." diye fısıldadı. "Seni gözetliyorlar. Dikkatli ol." dedi hafifçe.

Canina sosisliden bir ısırık daha aldıktan sonra "Kim beni gözetliyormuş?" dedi.
 
 "Şu gazeteli adam ve arkadaşları." dedi fısıldayarak, elindeki fırça ile köşedeki büfede gazete okuyan adamı gösterdi.
 
"Siktir" diye küfretti sessizce.

"Dikkatlice bak, o adamın belinde bir silah var. Bence hemen gitmeli ve o adamın ağzına etmelisin." diye fısıldadı.
 
"Söylemesi kolay tabi." diye mırıldandı ve ekledi "Dilim damağıma yapıştı. biraz meyve suyu iyi giderdi" dedi adama ve dudaklarını yaladı arsızca.
 
"Kan gibi mi?" dedi
 
"Portakal suyu olmadığı kesin" dedi sırıtarak.
 
"Hmm." dedi adam bir kaşını kaldırarak. Yüzünde bir gülümseme vardı. "Git iç şu adamın kanını hadi. Amma korkakmışsın!" Parmaklarını gözünün önünde şaklattı. "İyi, sen bilirsin. Ben gidiyorum. Onlarla tek başına uğraş." dedi ve arabasını kaldırıp sokakta ilerlemeye başladı.
 
Canina ellerini ovuşturarak "gene kaldın tek başına efendi" diye mırıldandı ve etrafta silah niyetine kullanabileceği bir şeyler aradı. Ancak sokağın ortasında pek bir şey bulamadı.
 
"Yapacak bir şey yok artık" dedi ve gazete okuyan adama doğru yürümeye başladı.
 
Adam, beyaz çizgili siyah takım elbisesiyle basit bir büfeye oturmuş, gazete okuyor ve bir yandan bir şeyler atıştırıyordu.

Adamın yanına giderek "Merhaba" dedi.
 
Adam hafifçe baktı. "Selam." dedi.
 
"Bir dakika benimle gelebilir misin?" diye sordu adama.
 
"Sorun nedir?" dedi adam hafifçe.
 
"Arkadaşım sanırım bir kriz geçiriyor yardıma ihtiyacı var çok önemli" dedi.
 
Adam gazetesine bakmaya döndü. "911'i ara." dedi uursamaz bir tavırla.
 
Canina adama yaklaşarak "Nasılsa öleceksin bari benim için zorlaştırma" dedi cool bir şekilde.

Adam hafifçe gülümsedi, ardından bir kahkaha attı. Bu sırada büfe sahibi sana döndü ve pis pis bakmaya başladı. Canina omuz silkti ve "Sen bilirsin adamım. Ama bu gece senin için pek iyi geçmeyecek" dedi.
 
Büfe sahibi kaşları çatık bir şekilde bakıyordu. "Hey, sen kimle konuşuyorsun öyle?" dedi garip garip bakan gözlerle. Canina takım elbiseli adamdan bakışlarını ayırmadan cevapladı. "Onunla" dedi basitçe.

"O mu? Kimi gösteriyorsun be adam?" O sırada takım elbiseli adam yüzüne baktı. "Büfe sahibinin tadı güzel gözüküyor. Denemelisin bence."
 
Canina şaşırarak "Sen... Büfeci mi? Sosisçi..." diye kekeledi ve birden farkına vardı. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama fena faka basmıştı. Sinirliydi ve açtı. Delirmenin eşiğindeydi. Açlığını bastırmalıydı. Yüzünü büfeciye çevirdi ve gülümsedi. "Önemli değil dostum" dedi. "Senin için değil" dedi ve adam üstüne atladı.
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Meridia Redwood - Bölüm 1

Gözleri yavaşça aralandı Meridia'nın. Hala aynı odada fark etti önce. Uyuya mı kalmıştı, pek emin değildi ancak, ortam şaşırtıcı derecede aydınlık geliyordu ilk halini hatırladığında. Susadığını fark etti. Ancak odada sıvı olarak sadece çiçeğin dibindeki su vardı. Zaten odada genel olarak pek bir şey yoktu; bir masa, bir sandalye, bir yatak ve çiçek vazosu.

Vazoyu kafasına dikti.
 
Bir bitkinin iğrenç tadına sahip olması gereken su, hiç bir tada sahip değildi. Ancak içtikçe, daha korkunç bir şekil aldığını fark etti adam. Toz gibiydi, kuruydu ve susuzluğunu arttırıyordu içtiği şey. Etrafa saçılmış duran giysilerini bir bir üstüne geçirdi ve şansını bir de barda denemek üzere odadan çıkmaya çalıştı.
 
Kapının kitli olduğunu fark etti, odadan çıkamadı. Kapıya omzuyla yüklendi. Kapı açılmadı, ancak bir kilit açma sesi duyuldu o sırada. Kapının kolunu bir daha yokladı, kilidi açılan kapı belki de kendisininkidir umuduyla.
 
O sırada kapı açıldı ve içeriye bir kadın girdi. Gözlerine bakıyordu. "Merhaba." diye gülümsedi.
 
"Selam." diyerek cevapladı onu. Sonra biraz sinirli bir şekilde "Kapı neden kilitliydi?" sorusunu yöneltti.
 
"Sadece bir önlem." diye gülümsedi. "Niye bu kadar sinirlisin ki?"
 
"Uyanıp da kendini bir odaya tıkılmış olarak bulsaydın bahse varım ki sen de sinirlenirdin. Hem ne önlemi? Ben vahşi bir hayvan değilim, bir odaya kapatılmış olsam da."
 
"Hayır, değilsin. Ancak olacaksın." diye arttırdı gülümsemesini. Mavi gözlerini gözlerine kenetlemişti.
 
Gözlerini kaçırmaya çalışırken kadının imalarından huylanarak vazoyu saldırmaya hazır bir şekilde eline aldı.

"Bu kadar rahatsız olduysan tamam, al anahtar sende kalsın." dedi ve anahtarı eline bıraktı. "Beni korkutuyorsun." dedi sakin bir sesle.
 
Adam anahtarı cebine koydu, vazoyu yere attı ve "Özür dilerim." dedi. "Şimdi bütün bunların ne demek olduğunu bana açıklayacak mısın?”
 
Elini, boynuna doğru uzattı kadın.

Elini, adamın boynuna doğru uzattı kadın. Orada bir çift yaraya dokundu ve o dokunana kadar adam fark etmemişti bile yaraları.
 
"Bunlar da ne?" diyerek hafifçe panikledi adam. Sonra da kadının boynunu farketti. Ne kadar güzel ve iştah açıcı duruyordu.

"Sen bizden birisin artık." diye gülümsedi. "Sanırım, susamış olmalısın."
 
"Gerçeği istersen susuzluktan ölüyorum. Ve... biz kimiz?"
 
"Biz kendimize, Kindred deriz. Ancak pek çok adımız var; Langsuyar, Nosferatu, Vampyre, Vampir."
 
Adam afalladı. "Ciddi olamazsın. Ne bu, bir şaka mı? Beni ortaçağ saçmalıklarıyla korkutamazsın."

"Öyle mi?" dedi kadın kaşlarını kaldırarak. "O halde bir deneme yapalım." dedi ve odadan koridora çıktı. Bir kadın çağırdı, sarı saçları beline kadar uzanan, beyaz tenli bir kadın. Ancak kadın, Marc'ı  pek beğenmemiş gibi bakıyordu.

Mavi gözlü kadın yanına yaklaştı Marc'ın ve kulağına bir şeyler fısıldadı. "Seni beğenmedi, beğenmeyecekti zaten. Vampirliğini kullan ve onu kendine hayran bırak. Eğer olduğun şeyi fark edersen, yukarıya gel ve Victoria diyerek bul beni. Belki bu gece bir şeyler yapabiliriz." ve arkasını dönüp odadan çıktı. Topuklu ayakkabılarının sesi yavaş yavaş uzaklaştı. Şimdi odada Kadınla yalnızdın.

Adam gözlerini kadınınkilere dikti. Zihninden onu kendine çağırdı. [Awe]
 
Kadının gözleri birden adamınkiler odaklandı. Gözleri parlıyor ve adama hayran hayran bakıyordu.

Meridia şaşkınlıkla "Haklıymış." diye düşündü. Sonra, susuzluğunun iyice bastırdığını fark etti. Kadının yanına yaklaştı. Kulağına "Beni seviyor musun?" diye fısıldadı.
 
"E-evet." dedi kadın hafif şaşkın ve heyecanlı bir sesle.
 
Kulağından yavaşça boynuna doğru ilerledi. Kadının kokusunu içine çekti. Sonra tekrar kadına baktı ve "Öp beni." dedi.
 
Kadın adamın boynunu öpmeye başladı. Sonra dudaklarına doğru devam etti. Oldukça ateşli bir şekilde öpüşüyordu.
 
Adam bir süre anın tadını çıkardı. Kadını kucağına alıp yatağa fırlattı. Sonra birden durdu. "İyi uykular." diyip kadının boynuna dişlerini geçirdi.

Kadın sanki bundan çok zevk alıyor gizi inildedi. Bir süre... Sonra yavaş yavaş sesi kesildi... Kalbinin sesi duyulmaz ve nefes almaz oldu kadın en sonunda. Susuzluğun bir süreliğine de olsa, dinmişti.
 
Kadının elbisesinden bir parça yırtarak çenesinden damlayan kanı sildi. Sonra, odadan dışarı yürüdü. Merdivenlerden çıktı ve Victoria'yı arar gibi odaya göz gezdirdi. Bulamazsa etraftakilere soracaktı.
 
Barın kapıya en yakın taburesinde oturuyordu. Elinde bir içki vardı ve gayet rahat bir tavırla yanındaki adamla konuşuyordu.
 
İhtiyatlı adımlarla kadına yaklaştı. "Victoria." dedi. "İnanıyorum."
 
"Pekala, Mulder, gidelim o halde." dedi alaycı bir tonla ve Barın kapısından dışarıya çıktı.
 
Meridia "Mulder ha." dedi ve gülümseyerek Victoria'yı izledi.
 
Barın hemen karşısında, kırmızı bir spor arabaya doğru ilerlediler. Bir Ferrari 458 Italia'ydı bu. Kadın anahtarı çıkardı ve senin eline doğru uzattı. "Sürmek ister misin?"
 
Meridia arabayı okşamakta olan sağ elini oynatmadan sol eliyle anahtarı kaptı ve "Lanet olsun, evet!" dedi. Kapıyı açtı ve koltuğa yerleşti. Aklından aslında önce Victoria'ya kapıyı açması gerektiği geçti, ama o kadar heyecanlanmıştı ki, kendini durduramamıştı.
 
Arabanın diğer tarafına geçti ve arabaya bindi. Bir cd çıkardı ve taktı. Sert ve hızlı bir şarkı çalıyordu ki, bu Meridia'nın kanındaki adrenalini arttırıyordu.
 
Ayağının kasıldığını hissetti. "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.
 
"Sür!" diye neşeyle bağırdı kadın. Sesi müzikten zor duyuluyordu.
 
Kadınla aynı anda beynine verdiği komutla ayağı pedala kırarcasına indi. Parmakları şarkının ritmini direksiyona aktarıyordu. Ağzındaki kan tadı ve hız ona delicesine haz veriyordu.
 
Araba deli gibi bir hızla ilerlerken, yavaş yavaş yağmurun başladığını fark etti Meridia. Kadın da fark etmiş gibiydi ancak o dışarıyla ilgilenmiyor, şarkının sözlerini deli gibi bağırıyordu. Bir süre sonra otoyola çıktılar.

Yol ayrımında sola sapıp kıyıya inmeye karar verdi. Hızı kesmeden devam etti ve deniz görününce kayarak durdu.
 
Yağmur yüzünden araba fazlasıyla kaydı ve arkası savruldu birden bire. O an Meridia tüm kontrolü kaybetti ve sahilin kenarındaki yolda kayıp, kaldırıma, sonra da sahile doğru uçtu. Araba bir takla attı ve ters bir şekilde kumların üzerinde durdu. Bütün camlar patlamıştı.

Arabadan sürünerek çıktı ve bir süre ıslak kumların üzerinde yatıp kaldı. Sonra kendini toparladı ve Victoria'ya seslendi. "İyi misin?"
 
Victoria'nın kahkahasını duydu Meridia o sırada. Ancak arabanın içinden değil, kaldırımların oradan

"Nasıl--" diyebildi sadece. Sonra o da gülmeye başladı. Tamamen ayağa kalktı ve Victoria'nın yanına gitti. "Bunu yapmayı da bana öğretecek misin?"
 
"Eğer uçmaması gereken bir şey uçuyorsa ve sen onun üzerindeysen, dışarı atla. Bu en temel kuraldır." diye gülmeye devam etti.
 
"Araba konusunda, umarım senin değildi?" dedi Meridia. "Ödeyebilir miyim bilmiyorum. Aslında, ödeyemem." Kaldırıma oturdu. "Şimdi ne yapıyoruz?"
 
"Araba benimdi, ancak ödemek mi? Onlardan bolca var bende." diye gülümsedi. "Gücünü kaslarına yönelt ve kaslarının güçlendiğini düşün, hızını ve reflekslerini arttırdığına odaklan. Kanını yönelt. Çok daha hızlı koşmayı bu sayede sağlayabilirsin." dedi kadın.
 
"Suda da yürüyebilir miyim?" dedi Meridia, elleri dizlerinde ve gülerek.
 
"Daha yenisin. Zamanı gelince, belki." dedi. "Bu gece başka ne yapmak istersin?" diyerek adamın yanına doğru sokuldu.
 
[Celerity] Victoria'yı kucağına aldı ve sahil boyunca koşmaya başladı. "Sen karar ver."

Kadın adamın kucağından indi ve onu sahile doğru itti. Kaldırımın kenarından, kumların üzerine düştü adam. Kadın da üzerine atladı ve önce dudaklarını, sonra boynunu öpmeye başladı. Ardından adamın üstünü çıkardı ve öpmeye devam etti. Birden bire, kadının yüz ifadesinin değiştiğini gördü Meridia. "Ge-Geliyor!" dedi ve birden bire ayağa kalktı.
 
"Ne- Ne oluyor?" dedi Meridia. Gözlerini halen kadından ayırmamıştı.
 
Victoria kaldırımın kenarına tutunup çıktı ve ileride bir şeye bakmaya başladı. Bir yandan deli gibi çığlık atıyordu.
 
Meridia ayaklandı ve kadının baktığı yöne baktı.
 
Bir adam gördü. Ayakları ve elleri çıplak bir adam… Yürüdüğü yerde, siyah ayak izleri oluşuyordu adamın. Dikkatli baktığında, adamın suratının ardında bir şey olduğunu fark etti. Bu sırada Victoria, sanki yanıyor gibiydi.

[Monstruous Countenance] Adamın yüzünü görmeye çalıştı.
 
Çürümüştü. Aynı zamanda boynuzları fark etti Meridia. O sırada, Victoria çoktan toz olmuş ve rüzgar ile uçmuştu. Adam da durmuştu. Gözlerini Meridia'ya çevirdi.
 
Dehşetle titremeye başladı. "Nesin sen? Ne istiyorsun?" diye sordu. Yumruklarını sımsıkı kapatmış, gelebilecek bir darbeyi savuşturmaya hazır bekliyordu, tabi bu yaratığın ona tokat atacakmış gibi bir görüntüsü yoktu.
 
Gülümsedi. "Ben bir haberciyim. Ve o ölmeliydi. Siz yedinin yolu, diğer kimseye bağlı olmamalı." dedi.
 
"Bir haberci. Kim tarafından yollandın?"
 
"Işık Getiren tarafından… Sizin çağınız yakında başlayacak. Hazırlanın!" O an, adamın kanatları çıktığını fark ettin. Bir kez çırptı ve yükseldi. Ancak uçtuğunu görmedi Meridia, adam ortadan kaybolmuştu.
 
Bir gecede yaşadığı tüm olağanüstü olaylar birden üstüne çöküverdi. Kumların üstüne tekrar oturdu. "Yedi... Yedi de ne boksa artık." diye söylendi. Sarhoş gibi hissediyordu. Artık Victoria yoktu. Ne yapacağını kestiremez halde oturmaya devam etti.
 
Ta ki, Ferrari 458 Italia sahilin kenarında durana kadar.
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Marc Silenciux - Bölüm 1

Çatı katındaki pencerenin kenarında uyandı Marc. Gün bitmek üzereydi ve her zaman olduğu gibi Alexander bir kaç saat sonra gayet rahat görünen çalışma odasına geçecekti. Bu gece onun son şansıydı ve bunu kullanmalıydı. Güneş yavaş yavaş batarken, bir kaç adamın arabadan inip malikânenin kapısından içeriye girdiğini gördü Marc. Alexander'ın ayak işlerini yapanlardan biriydi büyük ihtimalle.

Marc eline dürbünü alıp bulunduğu evin penceresinden malikâneye baktı. Hala deli gibi düşünüyordu. Bugün son günüydü ve harekete geçmeliydi.
 
Bir adam, elinde nemli bir belge taşıyordu. Malikânenin girişine yaklaştı ve kapıdaki görevli ile selamlaştıktan sonra içeriye girdi.

Marc evinin perdesini fark edilmeyecek bir şekilde aralayıp M82 tüfeğini camın önüne taşıdığı bir masaya kurdu. Tüfeğinin dürbününü tam Alexander'ın çalışma masasındaki koltuğa ayarladı ve beklemeye başladı. Namlunun görülmesine imkân yoktu ve tek atıştan sonra bu evden kaçacaktı. Anlaşma tek atış içindi…

Bir kaç dakika sonra, içeri giden adamın, çalışma odasına girdiğini ve bir koltuğa oturup beklemeye başladığını gördün. Alexander bir kaç dakika içinde geldi ve o da karşısındaki koltuğa oturdu. Konuşmaya başladılar. Yavaş yavaş hava kararıyordu.

Ateş etmek için ayarladığı koltuğa oturmasa bile onu görmesi bile yeterliydi. Barrett i Alexander'ın kafasına doğrulttu ve telefonu açıp bir taksi çağırdı. Daha sonra gözünü tekrar silahın dürbününe dayayıp bir yandan da taksinin geldiğini duymak için kulaklarını açtı.

Taksinin sesini bir kaç dakika sonra duydu. Evin önüne doğru yaklaşıyordu. Ancak dürbüne gözünü tekrar dayadığında korkutucu bir şey fark etmişti. Alexander, takım elbisesi ve elindeki viski bardağı ile camın önüne geçmiş, dosdoğruca Marc'a bakıyordu.

"Hadi lan" diye düşündü Marc. Bu işten korkmaya başlamıştı ama işini yapmalıydı. Soğukkanlılıkla tüfeği boynuna doğru biraz eğdi. Korkmuş gibi yapıp çok kısa bir süre için ona güven duygusu vermek istiyordu. Daha sonra bunun işe yarayıp yaramadığını düşünmeden hızlı bir şekilde silahı Alexander'ın kafasına dayadı ve iki kez ateş etti.

Mermiler sanki bir bulutun içinden geçmiş gibi, Alexander'ın gölge siluetinin içinden geçip gittiler.
 
Marc tüfeği toplamadan ortasından kavrayıp hazırladığı çantasını da alarak hemen aşağıya, taksiye koştu. Aşağı indiğinde taksicinin elindeki koca tüfeği görmesine bile izin vermeden arka koltuğu atıp içeri atladı. Taksicinin kafasına ceketinin cebinden çıkardığı Berettasını dayadı ve "Sadece sür! Yaşamak için!" dedi.

Taksici korkudan gaza abandı ancak araba tam olarak hızlanamadan, bir şeye sertçe çarptı. Şöför kafasını çarptı ve bayıldı.

Marc sarsıntının etkisiyle biraz sersemlemişti ama hemen elini çantasına sokup M5 i çıkardı. Çarptığı şeyin ne olduğuna bakmak için bir elinde silahla taksinin önüne ilerledi.
 
Taksinin önü baya yamulmuş ve içeri göçmüştü. Bir ağaca filan çarpmış olmalıydı bunun için ancak yolun ortasında hiç bir şey yoktu. Hatta az önce fark edildiği düşünülürse, sokak olması gerekenden çok daha fazla sessizdi.
 
Sessizlik Marc'ı boğuyordu. Sinirlenmeye başlamış, işvereninin ona büyük bir şeyi açıkladığını düşünmeye başlamıştı. Taksinin çalışıp çalışmadığını kontrol etmek için şoför koltuğuna yöneldi.
 
O sırada birisinin Marc'ın karşısından, Malikânenin olduğu yönden, ona doğru yürümeye başladığını fark etti. Ayakkabısının sesleri resmen yankılanıyordu sokakta.
 
Elindeki silahı her an kaldırılmaya hazır bir şekilde ceketiyle gizledi ve gelene baktı. Öyle olduğunu düşünmese bile gelen bir sivil olabilirdi. Başına bela almak istemiyordu.
 
Karşısından, saçları güzelce toplanmış, siyah takım elbiseli bir adam geliyordu. Adamın elleri ceplerindeydi ve siyah ayakkabıları ile tam bir iş adamı havası veriyordu. Parlayan gözlerini sokağın karanlığında bile görebiliyordu Marc.

Marc, iki şeritli dar denilebilecek bir sokaktaydı. Evlerin hepsi müstakildi ve sokaktaki lambaların bazıları çalışmıyordu. Yine de, şehrin gürültüsünden gayet uzaktaydılar.
 
Bu adam malikânede gördüklerine tamı tamına uyuyordu. Kim olduğu umurunda bile değildi bugün biri kesinlikle ölecekti. Silahını gelen adama doğrulttu ama ateş etmeden bekledi.
 
Adam korkutucu bir kahkaha attı Marc’a doğru yaklaşırken. "İyi hareket Marc. Çok iyi hareket; Ateş etmemen cidden akıllıcaydı. İyice yaklaştı ve neredeyse silahın dibine kadar yaklaştı. Elini uzattı. "Ben Alexander Black. Memnun oldum."
 
Elini tutmazsa korktuğunu anlardı. Korkusunu hiç bi zaman göstermezdi Marc. Silahı diğer eline aldı ve yinede hazır bekleterek soğukkanlılıkla Alexander'ın elini sıktı.

"Korkunu görüyorum, korkunu duyuyorum." dedi Alexander. "Malikâneden bile hissediyordum, kalp atışlarını." gülümsedi.
 
"Ne demek istiyorsun? Kalp atışlarımı duyuyorsun ha?" dedi Marc. Adam besbelli onunla dalga geçiyordu.
 
Alexander'ın gülümsemesi büyüdü. "Ah! Demek işverenin her şeyi anlatmadı." Adım adım adamın etrafında döndü. "O silahı indir, beni kuşunla mı öldürmeyi planlıyorsun?" dedi kaşlarını kaldırarak.
 
"Kurşundan daha fazlası da var. Yıllardır can alıyorum, kurşunlara güvenmemeyi öğrendim" dedi Marc. Şuan yapabileceği pek bir şey olmasa bile belli etmek istemiyordu.
 
"Çaresiz olduğunu asla kabul etmeyecek misin Marc? Düşünelim biraz, Marc Silencieux, Alman kökenli. Yaptığı işlerden sıyrılırken taksi kullanmayı sever, tabi taksi bir 'duvara' çarpmazsa." gülümsemesi birden silindi. "Papa mı tuttu seni, yoksa Joan mı?" dedi ciddi bir sesle.

Marc şaşırmıştı. Bir an tereddüt ederek sordu; "hakkımda bu kadar çok şey bilirken beni kimin tuttuğunu öğrenemedin mi?"
 
"Bu hareketin hoşuma gidiyor. Ya soruyla cevap veriyorsun ya da kesin bilgi vermeden konuşmaya çalışıyorsun." Alexander arabaya yaslandı. "Benim de bir özelliğim var, kurbanlarımla önceden konuşmayı severim." gülümsedi.
 
"Avcı benim, av ise sensin!" Öfkelenmeye başlamıştı Marc. Silahını daha sıkı kavradı, en küçük bir dalgınlığında sadece yaralaması bile yeterdi.
 
Alexander arabaya yaslanmayı bıraktı ve adama doğru bir adım attı. Ellerini iki yana uzatıp avuçlarını gökyüzüne açtı. O an garip bir şeyler olmaya başladı, sokak lambasının altındaki gölgeler arttı, lamlanın camını kapladılar ve sokak gittikçe kararmaya başladı. Loş ışık altında, bir şeyler dolaşıyordu, bir şeyler hareket ediyordu.

"Gerçekten, bundan emin misin?"

Marc sinirden gülmeye başladı "Hayatım ölü bedenlerle geçti, ışık oyunlarından korkacak değilim! Beni sinirlendiriyorsun!" ve öfkesine yenik düşerek silahı Alexander’ın kafasına doğrulttu.
 
O an Marc'ı bacağından bir şey çekti ve yer düştü. Bir şey onu karanlığa sürüklüyordu.
 
Marc yerde sürüklenirken onu sürükleyen kişiye doğru bir kaç kez ateş etmeye çalıştı. Kollarını ve bacaklarını doğru düzgün kullanamıyordu, bir kaç kez kalkmaya çalıştı
 
Sonra o şekli gördü. Sanki sıvı gibi hareket eden bir gölge. Sıvı gibi ama aynı zamanda katı gibi yerden kalkabiliyordu. Marc'ın elinde kalın bir yara açtı ve silahın düşmesini sağladı. Alexander'ın kahkahaları rahatça duyulabiliyordu. "Görüşürüz Marc. Cehennemde görüşürüz."
 
Marc 'keşke bu işe hiç bulaşmasaydım!' diye aklından geçirdi. Korkuyordu. Öldüreceği kişi artık umurunda değildi, etrafına bakıp kaçmak için bir yer aramaya başladı.
 
Bir anda tekrar lambalar ortamı az da olsa ışık saçmaya başladı. Gölgeler bir anda yok oldu. Alexander ise hala orada duruyor ve Marc'a bakıyordu.
 
Marc hızlı adımlarla Alexander’a yürüdü ve tam ona bir yumruk atmayı planlarken durdu. Bir şey söylemeye çalıştı, neler olduğu hakkında bir şeyler sormak istedi ama ağzını açamıyordu bile.
 
"Sana, onun verdiğinden fazlasını teklif ediyorum. Ölümsüzlük. Ama aynı zamanda benim için çalışacaksın."
 
“Ölüm getiren birine ölümsüzlük mü teklif ediyorsun?" dedi Marc gülerek.
 
"Veya ölüm." dedi Alexander soğuk bir sesle.
 
"Benimle dalga geçmeyi bırak! Ölümsüzlükmüş, o ışık oyunları! Beni yaralaman! Ne odluğunu bilmek istiyorum!" dedi Marc bağırarak.

Alexander bir hiddetle Marc'a ilerledi ve onu boğazından tutup kaldırdı. Adamı boğarcasına sıkıyordu. Sonra dişlerini gösterdi. İki uzun köpek dişi… "Şimdi seç." diye hırladı.
 
"Ölümsüzlük neymiş göster o zaman!" dedi hırıltıyla
 
Alexander adamın boğazını bıraktı ve adam yere yığıldı. O sırada, gölgelerden bir adamın çıktığını ve ona yaklaştığını fark etti Marc. Adamın simsiyah, vücudunu saran, İranlı veya o civardaki antik suikastçıların giyindiği garip bir giysi giyiyordu. Marc'ın kafasını tuttu ve boğazına dişlerini geçirdi. Ardından Marc onun kafasını geri çektiğini fark etti. Adam, kolunu kesti ve bir kaç damla Marc'ın ağzına damlattı.

Marc, bayılmadan önce Alexander'ı duydu. "Benim için çalışacaksın, istesen de, istemesen de."
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Oriel Hoshi - Bölüm 1

Yat yavaşa sahile yaklaştı ve durdu. Küçük köprü, iskeleye doğru indirildiğinde, Oriel denizi izliyordu. Yavaşça arkasından birisinin yaklaştığını hissetti, yolculuğu beraber geçirdiği kaptan veya sire'ı olan Cristian olmalıydı bu.
 
Adımların daha da yaklaştığını duyarak, hemen arkasına döndü ve "Sorun nedir?" gibisinden bir bakış attı.
 
"Geldik." dedi, kaptandı bu. "Cristian onu takip etmeni istiyor. Eski bir dostu ile görüşmeye gidecekmiş... Senin her zamanki işini yapmanı istiyor." diye mırıldandı.

"Pekâlâ, kaptan, Cristian'a söyleyin, geliyorum hemen."
 
Kaptan kafasıyla tamam şeklinde bir hareket yaptı ve arkasını dönüp güvertesine ilerledi.
 
Oriel, Cristian'la birlikte yola koyulmuştu. Merakla Cristian'a "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.
 
"Eski bir dostu görmeye." dedi Cristian, her zamanki soğuk sesiyle. Yaşını asla söylemeyen bu adam ona daima mesafeli olmuştu. Bir süre karanlık sokaklarda yürüdükten sonra kaldırımda beklemeye başladılar. "Bizi almaya gelecekler. O zamana kadar sormak istediğin bir şey var mı?
 
"Aslında var. Bu eski dostunla daha önceden tanışıyor muyum?" diye sordu Cristian'a.
 
"Hayır... Kendisi uzun zamandır burada ikamet etmekte. Ancak adını duymuş olabilirsin, Alexander James Black." dedi.

"Hmm... Evet, kulağa çok aşina geliyor. Duymuştum. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse hakkında en ufak bir bilgim bile yok."
 
"Senin ve benim gibi Khaibit'dir o da. Zamanında, ben Ordo Dracul tarikatına dışarıdan yardıma gittiğimde karşılaşmıştık. O zamandan beri, mektuplaşırız." dedi. O sırada siyah bir BMW yaklaştı ve tam karşınızda durdu. Şoför çıktı ve arka kapıyı açtı. "Buyurun efendim." dedi önce Oriel'e sonra Cristian'a bakarak.
 
Arabaya girdiğinde tuhaf bir soğukluk hissetmişti. Araba harekete geçtiğinde biri tarafından izlendiği hissine kapıldı ve bundan rahatsızlık hissi duydu. Nereye gidiyorlardı acaba?

Arabaya bindikten sonra, Cristian Oriel'e döndü. "Eğer sormak istediğin başka bir şey olursa, oraya kadar sor. Orada bolca sessiz kalman gerekebilir." dedi adam. Bu arada ara yola çıkmıştı bile.

"Sadece nereye gideceğimizi merak ediyorum. Kuşkuluyum aslında, biraz da tereddütlü. Aklımda yankılanan tek soru bu sadece."

"Alexander'ın Malikânesine, dediğim gibi. O, gerçekten özel bir kaç parça koruyor." Hafifçe gülümsedi ve Oriel'in suratına baktı. "Evet, o benden de yaşlı ve eskidir ancak ne olursa olsun, Khaibit Khaibittir. Eski huyları değiştiremiyorsun."

Oriel'in merakı daha da artmıştı. Bazı özel parçaları koruma ihtiyacı duyduğuna göre, bunları birilerinden saklamaya çalışıyor olabilirdi. Onun peşinde olan, o özel parçaları ele geçirmek isteyenlerden korumak için...

Bir kaç dakika sonra araba durdu ve kapı açıldı. Oriel'in oturduğu taraftaki kapının ardından, siyah eldivenli bir el uzandı ve Oriel'in elini bekledi.

Oriel bir an duraksayıp Alexander'ı süzdü. Ardından elini uzattı ve tokalaştılar. Tokalaşma esnasında Oriel, Alexander'ın gözlerinde gizlenmiş birşeyi ararcasına baktı tekrar.

Alexander kadının elini öptü ve ardından Cristian'a döndü. "Cristian." dedi Alexander. "Gelmene sevindim. Nadide parçayı görmek istersin herhalde?" Cristian bu anı bekliyor gibi kafasını salladı. "Elbette." ve Oriel'e baktı. "Takip et." Malikaneye doğru yürüdüler ve içeriye girip oturma odasına gittiler. Cristian, nadide parçayı görmek üzere bir yerlere gitti. Şimdi, odada sadece Oriel ile Alexander vardı. "Yeni bir Khaibit'in özelliklerini taşıyorsun." dedi Alexander. "Anlamaya çalışan gözler ve mühürlü bir ağız. Konuşmamak akıllıca." dedi.

"Hmm, demek öyle." dedi bilgiç bir edayla. "Doğrudur, henüz yeni bir Khaibit sayılırım. Çok belli oluyor sanırım yeni olduğum."

"Oldukça" diye güldü. "Sana bir tavsiye veriyim mi?" dedi buğulu bir sesle.

"Neden olmasın?" dedi heveslice. Tavsiyeyi duymak için meraklı gözlerle kilitlenmiş, beklemekteydi.

"Olabildiğince uzağa kaç. Koruma görevleri, gardiyanlık, takip ettiğin gerçekler... İlk fırsatın olduğunda kaç. Çünkü bunların hiç biri bir işe yaramıyor, hiç biri gerçek değil." dedi Alexander.

"Peki, hiçbiri gerçek değilse, kendime çizeceğim yolu nasıl belirleyeceğim ?"

"Kendin bulacaksın. Ben bulamadım, geleneklere bağlıyım. Belki sen özgürleşirsin, belki sen doğrusunu bulur ve cennete ulaşırsın."

"Biraz riskli de olsa denenmeye değer gözüküyor. Doğruyu bulmak için herşeyi yapmaya değer... Ve aklıma takılan, doğruyu bulmak için geleneklerden soyutlanmalı diyorsunuz, peki ya siz neden hala geleneklere bağlısınız ve doğruyu arayıştan vazgeçtiniz?"

"Dokuz yüz yıla yakındır yaşıyorum. Artık umutsuzum, daha fazlasını istemiyorum." dedi adam. "Ve başımı belaya atamayacak kadar önemliyim."


"Şu Cristian'ın görmeye gittiği parçalar... Başınızı belaya sokabilecek tehlikede önemliler sanırım. Yüzyıllardır saklıyor olmanız öyle bir izlenim uyandırdı bende." dedi ve yine o meraklı bakış vardı gözlerinde. Ve kısa bir duraksamadan sonra; "Ve size de hak veriyorum elbette. Merak etmeyin, ben doğruyu bulmak için elimden geleni yapacağım. Doğruya ulaşmak, doğru için savaşmaktan geçer çünkü."

"Bu dünyada doğru yok. Ve sana ikinci tavsiye. Ne bana, ne ona güvenme. Hepimiz büyük birer yalancıyız." Tam sözünü bitirmişti ki, kapı açıldı ve içeriye Cristian girdi.

"Dostum!" dedi Cristian. "Sana hediyeni vermem lazım!" ve büyük bir çanta çıkarıp Alexander2ın masası üstüne koydu. Alexander'a sarıldı ve sana başıyla işaret edip, evden çıktı. Acelesi var gibi, evden uzaklaşmaya çalışıyordu.

Oriel de Alexander'a telaşlı bir ses tonuyla "Tavsiyeleriniz için teşekkür ederim Bay Black." dedi. "Şimdi gitmemiz gerek, tekrar görüşmek üzere" deyip, Cristian'ı takip etti. Hızlı adımlarla odayı terk etti ve Cristian'ı kolundan tutarak, "Neler çeviriyorsun Cristian yine?" diye sordu.

"Benimle böyle konuşma, çocuk." dedi adam hızlı hızlı yürürken. O sırada küçük bir patlama sesi duyuldu Alexander'ın evinden.

Oriel o an anlamıştı. Hayli öfkeli bir edayla "Neden yaptın bunu?!" diye bağırdı Cristian'a.
 
"Beni sorguluyor musun çocuk?" dedi sana dönüp. "Bu dünya, karanlık. İstediğimi aldıktan sonra, başka hiç bir şey umurumda değil. Kimseye güvenemezsin." Adam sert gözlerle sana bakıyordu.
 
"Değer verdiğin biri sanıyordum." dedi şaşırmış bir şekilde. "İstediğin bir şeyi hak etmediğin yollardan alman, Khaibitlerin namı için tam bir facia. Nasıl yapabildin?" dedi, çok öfkelenmişti.
 
"Biz vampiriz. Hala ölümü duygularla yaşıyorsun. Ne bekliyordun, ondan rica mı edecektim?" dedi adam.
 
Öfkesi kısa bir süre sonra biraz daha hafiflemişti. "Şimdi düşünüyorum da, doğru diyorsun. Ben her ne kadar hak edilmeyen bir şeyi ucuz numaralarla almayı tasvip etmesem bile, yapılması gereken buydu belki de." dedi mahcup olmuş bir tonla. "O önemli parçaları aldın değil mi, peki onları ne için kullanmayı düşünüyorsun Cristian?" diye sordu merakla.
 
"Alexander ölmedi. Sen benim için onu öldüreceksin." dedi adam. "Ve onu öldürdüğünde, o zaman, almamız gerekeni alacağız."
 
"O halde o patlama niyeydi peki?"
 
"Bir denemeydi, başarı ihtimalinin yüksek olmadığı bir deneme. Ancak yine de denemeye değerdi."
 
"Alexander anlamayacak mı peki? Bu patlamadan şüphe duyabilir."
 
"Ben olduğumu fark etti zaten. O yüzden ben değil, sen saldıracaksın." eliyle, kadının çenesini tuttu. "Onun masum görünümlü şeylere karşı bir zaafı var." dedi.
 
"Demek öyle. Mantıklı geliyor kulağa, peki izleyeceğimiz strateji tam olarak nasıl olacak?"
 
Cebinden bir kazık çıkardı. "Bunu kalbine soktuğunda, felç olacak. Ardından kafasını kopar."
 
"Tamamen ölmesi için tek yöntem, evet böyle bir şeyi daha önce de duymuştum." dedi onaylayarak. "Peki, o parçaları aldıktan sonra, ne yapmayı düşünüyorsun?"
 
"Bu şehrin Prensi olmayı. Onlar gerçekten önemli parçalar."

"Parçalar o kadar önemlilerse, peşini rahat bırakacaklarını hiç zannetmiyorum Cristian. Öylesine önemli birinin epeyce müttefiki vardır, bu işi yapacaksak daha derin düşünmeliyiz."
 
"O halde gel." dedi ve duvara dokundu. Duvardaki gölge derinleşti. Cristian gölgenin içine girdi ve ardından Oriel de. O gece onları kimse bulamadı.
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Daniel Drake - Bölüm 1

Daniel 67 siyah Impalası ile şehre girdi. Müstakil evlerin etrafında dolaşıyordu şu anda. Ona verilen adrese ulaşmalı ve oradaki aileye- şevkat göstermeliydi.
 
Radyoyu kurcalayan Daniel bir taraftan uygun müzik ararken bir taraftan da adrese ulaşmaya çalışıyordu
 
Bir kaç frekans gezdikten sonra Nirvana'nın Rape Me şarkısıyla karşılaştı. Bu sırada tabelalarda adres kağıdında yazan caddeyi gördü. "Avcı Caddesi". İronik.

Ayağını gaz pedalından çekip arabayı yavaşlatan Daniel yavaşça "Avcı Caddesi"ne saptı. Arka planda çalan müziğe uyumlu bir şekilde mırıldandı "İroni...ironi.." . neşesi fazlasıyla yerindeydi.
 
Sonunda o eve geldi. Amerikan filmlerinde görünen o 'Amerikan Rüyası' müstakil evlerden biri... Küçük çitler, taze kesilmiş çimenler, iki katlı, güzel bir ev.
 
Arabayı evin karşısına parkeden Daniel radyoyu kapattı, arabanın camını açıp cebinden çıkarttığı sigarayı yaktı. bir taraftan zevkle sigara içiyor - ki bu onun her "işinden" önce ve sonra yaptığı şeydi- bir taraftan da evi izliyordu.
 
Bir kaç dakika sonra, bir cip eve yaklaştı ve durdu. Bir adam cipten inip eve doğru yürüdü, anahtarı kilide soktu ve kapıyı açtı.

Adamın eve girmesini bekledi, bu sırada sigarsından son nefeslerini çekiyordu. Sigarasını bitirip izmariti yere atan Daniel silahını ve bıçağını kontrol etti ve arabadan inip yavaşça cipe doğru ilerlemeye başladı. Kafasında halen "Rape Me" çalıyor olsa gerek, hareketleri oldukça ritmikti. Cipi ve etrafını inceledi, gizlenebileceği bir yer bakındı.
 
Arabanın altı gayet yüksek olduğundan oraya girebilirdi... Aynı zamanda içi de oldukça geniş gözüküyordu. Arka kısmının camları sökülmüş ve oralar kapatılmıştı. Bu sırada evde bir miktar ışık yandı, söndü. Üst katta bir ışık yandı ve kısa süre sonra o da söndü.
 
Islık çala çala cebinden bıçağını çıkarttı ve yavaşça arabayı çizmeye başladı. Sonra da bıçağın sırtıyla ön cama vurdu ve alarm çalar çalmaz evin kapısının yakınlarında bir yere gizlendi.
 
Evde hiç bir ışık yanmadı. Yine de, Daniel'in vampir kulakları içerinden gelen hafif tıkırtıları duydu. İçeridekilerin, birisinin arabayı çalmayacağına güveni tam olmalıydı.
 
"Heh, keşke gerçekten çalsaydım." diye düşündü kendi kendine. bu eski numaranın işe yaramayacağı kesindi, başka bir taktik uygulamalıydı.

Elinden geldiğince sessizce cip'e yaklaştı. Daniel üzerindeki beyaz gömleği - ki geçen seferki "iş"inden dolayı sol kolundaki kocaman yırtık hariç kusursuz bir gömlekti- bir parça yırttı. Jip'in benzin kapağını açıp içine tıktı ve zipposuyla gömlek parçasını tutuşturdu. Şimdi tek yapması gereken uzaklaşmaktı. Çitten yan evin bahçesine atladı, güvenli bir mesafeden olacakları izlemeye başladı.
 
Jipin önce içi yandı, sonra motora ulaştığında alevler, küçük bir patlama oldu. Jip yerinden oynadı. Evin içinden oldukça ağır küfürler yükseldi ve ön kapı kırılırcasına açıldı. Bir adam elinde ağır bir silahla dışarı çıkmıştı.

Daniel küfürleri umursamadan bulunduğu bahçenin arka tarafına geçti ve çitten atlayıp avcının evinin arka bahçesine geçti. Evin arka kapısını açmayı denedi, açık olmasını hiç beklemiyordu ama. Kilitliyse bıçağıyla kilidi zorlayıp içeri girmeyi denedi

Kapının kilidi açılmadı. Oldukça iyi kilit ve kapı kullanmışa benziyordu bu avcı. Ancak bir yol daha vardı, hemen yukarıda, ikinci katta pencere açıktı ve bitkilerin sarılarak büyüdükleri tahtalara tutunarak oraya rahatça çıkabilirdi.
 
Daniel tahtaları kullanarak hızla tırmandı ve içeriyi dinledi.
 
Derin bir nefes alma sesi geliyordu içerinden sadece; Heyecan dolu bir ses gibi.
 
Daniel gülümsedi. Eğlence şimdi başlıyordu. Sesin nerden geldiğini tespit etmeye çalıştı.
 
Fark ettiği kadarıyla, pencerenin yakınlarındaydı ses; Sağında veya hemen karşısında. Ancak tam olarak emin olamıyordu.

Normal birisi bir avcı evine dalarken üç kere düşünürdü. Hele hele düşmanının yerini tam tespit edememişken, başka bir yöntem düşünürdü. Ama kibir, Daniel'ı bu kadar ünlü - ve kanlı- yapmıştı. Heyecanla nefes alıp veren kişiye odaklanıp düşüncelerini bulandırdı ve kendisine güvenini sarstı *self doubt*. Hamlesinin başarılı olup olmadığına dikkat etmeden içeri daldı ve hedefini aradı
 
Silahını hafifçe yere doğru indirmiş, başını tutan ve gözlerini kırpıştıran, 35-40 yaşlarında bir kadın duruyordu karşısında. Karşısında Daniel'i gördüğü anda gözleri açıldı ve silahını kaldırdı. "Madcap!" diye bağırdı.
 
"Ta kendisi!" dedi Daniel kadının silah tutan eline tekme savurduktan sonra. Bıçağını kadının boğazına dayadı ve fısıldadı "şşşt... Sakin ol, amacım seni öldürmek değil." Nedense suratındaki sırıtış bunun böyle olmadığını gösteriyordu.
 
Kadında bunu anlamış bir şekilde titriyor ve güvenmeyen gözlerle adama bakıyordu. Bu sırada merdivenlerden bir ses geldi ve adam bir el ateş etti. Daniel kolundan vurulup savruldu. Kadın bundan yararlanıp merdivenlere doğru bir kaç adım attı.
 
Öfkeyle haykıran Daniel silahını çıkartıp kaçmaya çalışan kadına ateş etti -tamamen öldürmek amacıyla-
 
Kadın omzundan vurulmanın etkisiyle sarsıldı ve acı dolu bir haykırışla yere düştü.
 
"Yaptığını gördün mü James? Karını serbest bırakacaktım, eğer yaramazlık yapıp delicesine ateş açmasaydın!"
 
Adam silahı bir kanara bırakıp duvara asılı olan katanayı kaptı ve Daniel'e doğru koşmaya başladı.
 
Daniel herhangi bir saldırı olmasına karşın kenara çekilmek için hazır konuma geldi ve kendisine doğru koşan avcının dizlerine doğru ateş etti.

Ani harekete sonuç olarak, Daniel tam isabet alamadı ve mermi katanaya çarpıp bir yerlere uçtu. Adam katanayı sallayarak kazandığı gücü bu şekilde kaybetti ve katana adamın elinden fırlayarak tavana saplandı. Ardından adam hızlıca döndü ve Daniel'in suratına sert bir yumruk patlattı; zaten pek başka şansı yok gibiydi o durumda.
 
Daniel gelen darbeyi memnuniyetle kabul etti ve karşılık olarak adamın suratına sert bir yumruk geçirdi. Ve eski bir Chuck Norris filminden alıntı yaptı. "Yumruk öyle değil, böyle atılır."

Adamın ağzından ve burnundan kan geldi. Bir kaç dişi fırladı ve diz üstüne çöktü acıyla.
 
Adamın saçlarından tutarak kafasını geriye yatırdı ve boynunu açığa çıkarttı- ki açıkta kalan boyuna bıçağını dayamıştı. "Benim kim olduğumu biliyor musun James?"
 
"La-lanet olasıca Madcap. Seni her yerde aradım piç herif."
 
"Ve buldun da. Benim kim olduğumu biliyorsun ve yine de beni arıyorsun." sanki çok mühim bir konuda düşünüyormuş gibi duraksadı. "Hmm, bu bana ölümü aramak gibi geldi. Demek ölmek istiyorsun James. Öyle olsun. Karın emin ellerde hahahahahahaha!" adamın cevap vermesine fırsat vermeden boğazını kesti.
 
Adam, boğazından kanlar fışkırarak yere yığıldı. Acı çekerek kıvrandı ve öldü. Kadın ise yerde inliyordu.

Bıçağı yalayarak temizleyen Daniel yerden katanayı alıp kıvranan kadına yaklaştı. "Üzgünüm tatlım, benim için çok yaşlısın." Katanayla kadının işini bitirdi. Avcının giysi dolabından güzelce bir gömlek alan daniel mutfağa indi, bir sigara yakıp masanın üstüne dik bir şekilde koydu ve mutfaktaki ocağın gazını sonuna kadar açtı. Hızla evden çıktı, katanayı ve üzerindeki yırtık pırtık gömleği arabasının bagajına atan Daniel, avcıdan aldığı gömleği giydi ve arabasına atlayıp hızla oradan uzaklaştı.
 
Ve o sırada radyo'da bir şarkı çalıyordu. 'Rape Me'

Araba sonunda Ely's Bar'ın önünde durdu. İçeriden baygın gitarın sesi geliyordu, Az önceki 'Rape Me' şarkısından sonra, içeride Grunge çalınıyor olması oldukça güzel bir tesadüftü. Ses, dışarıya kadar taşıyordu.
 
Arabadan indi, avcının dolabından aldığı siyah gömleğini düzeltti ve bagajı açtı. Arabanın bagajında bir sürü saçma eşya vardı, gerekli gereksiz hepsi öylece yatıyordu. Bu yığının arasından bir deri ceket çıkarttı ve giymeye başladı. Daniel Ely's e doğru ilerlerken bir taraftan ceketini giymeye çalışıyor, bir taraftan da cebinden bir sigara çıkartıyordu.

İki salak tip, elektrogitarla bir şeyler yapmaya çalışıyor, Baterideki adam ise onlardan bağımsız olarak kendinden geçmiş bir şekilde, ritim filan dinlemeden oraya buraya vurup ses çıkarmaya çalışıyordu. Otu fazla kaçırıp, hızlarını alamamışlardı anlaşılan. İşin garibi, loş ortamda pek kimse müzikten rahatsız değil gibiydi. Barmen ise kendi halinde, güzel bir kadınla konuşuyordu.
 
Daniel bardaki boş taburelerden birine oturdu ve barmene seslendi; "Hey! Viski." sigarasını yaktı ve etrafa göz gezdirmeye başladı. Bar taburelerinde oturmayı pek sevmiyordu, o yüzden boş bir masa arıyordu.

Etrafta boş masa yoktu, tabi bir kadının yalnız başına oturduğu masayı saymazsak. Barmen o sırada geldi ve bir bardağa viski koydu. "Hey, sen yeni misin burada?"

"Evet, çok mu belli oluyor? Bu aptalların çaldığını bilseydim gelmezdim emin ol." Viskiyi fondipledi ve bir daha koymasını işaret etti.
 
"Çaldıkları mı?" adam kahkaha attı. "Aslında sağlam gruptur, güzel Grunge yaparlar da, bugün bozdular sanırım biraz." dedi duvara bagetlerle vuran bateriste yan yan bakarak
 
"Biraz mı?" gülme sırası Daniel'daydı. "Ot çekince kendilerini Hendrix sanıyorlar." Kafasını salladı. "Yine de, güzel mekânmış. Bu salaklara rağmen dolu."
 
"Müşterilerimiz buraya kafayı tam anlamıyla dağıtmaya gelirler. Gördüğün gibi, bundan daha salaş bir mekân bulamazsın bu şehirde." Barmen gülümsedi. "Nereden böyle?" dedi.
 
"Bir cehennemden, başka birisine." sigarasından derin bir nefes aldı. "Sahibi sen misin?"
 
"Hayır, Robert Gunner sahibi buranın. Gerçi uzun zamandır gelmiyor ama..."
 
"Neden? Eğer her gün böyle tıklım tıklımsa iyi para kazanıyor olmalı, parayı almaya geliyordur en azından." viskisi yenilenirken yine etrafa bakındı.
 
"Yaşlandı diyorlar, ben bilmiyorum. Onun yerine Alexander diye bir adamın danışmanı geliyor para almaya, Alexander Black. Belki duymuşsundur?"

"Alexander kim? Yok hayır duymadım." Elbette duymuştu, Belial's Brood'ın en düşük üyeleri bile bu ismi nefretle anardı. "Demek bu artık onun barı... Ee, o adam neci? Burayı ele geçirdiğine göre, esaslı birisi olmalı."
 
"İş adamı diyorlar, ancak dürüst olmak gerekirse, bence kaçakçının teki. Pek pislik bir herif. Senin gibi adamların öyle kişileri öldürmesi lazım." Senin üzerinde Dominate gücünü kullanmaya çalıştığını fark ettin barmenin.
 
Daniel bardağını yavaşça elinden bıraktı ve gözlerini pörtletti. Robotik bir sesle konuşmaya başladı. "Pislik.Herif.Onu.Öldürmeliyim.Görev.Alındı." Birden küçük bir kahkaha patlattı ve sigarasını boş viski bardağında söndürdü. "İyi deneme, yanlış hedef."
 
Adam gözlerini kıstı, yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. "Göt herif. Daniel değil mi?"
 
"Belki." Yeni bir sigara yaktı. "Sen?"
 
"Michael. Ünün senden önde koşuyor." hafifçe eğildi ve fısıldadı. "Ben ve bir kaç Belial Brood üyesi daha bir isyan için hazırlanıyoruz. Sana göre yeni sayılırız, bir Elder olarak, bize yardım edecek misin?"
 
"Kaç kişisiniz ve planınız ne?" Sonra ekledi. ".. ve bir viski daha."
 
"Dört kişi." dedi. Viski şişesini aldı ve bardağı doldurdu. "Şehirde iki tane eski ve köklü Avcı ailesi var. Önce onlardan başlamayı planlıyoruz." dedi.
 
"Dört kişi. İki Avcı ailesine karşı." Daniel içkisini fondipledi. "Hangi aileler?"
 
"Bir tanesi Dawson ailesi. Şehrin girişinde bir malikânede oturuyorlar. Kadın ve adam. Diğeri ise iki üç cadde ötede diye tahmin ediyoruz. Çünkü arada bir Kindred'lerden bir kaç tanesi oradaki caddede kayboluyorlar."

"Dawsonları bulmak biraz zor olabilir." dedi Daniel düşünceli bir şekilde. " O patlamadan sonra cesetlerin pek tanınacak halde olacağını sanmıyorum."
 
"Yoo, yapmadın bunu değil mi?" dedi gözleri kocaman açılmış bir şekilde. Şaşkın bir şekilde bakıyordu, inanamıyor gibi.
 
"Ne? Geçerken uğrayayım dedim." Sigaradan bir nefes çekti. " James'i ve karısını öldürüp evlerini havaya uçurmak iyiydi de, ciplerini patlatmasa mıydım acaba? Sonuçta gayet güzeldi. Hoş,  Impala daha esaslı ama yine de bir cip ..." Daniel kendi kendine mırıldanmaya başlamıştı.
 
"O halde, tek yapmamız gereken diğerlerini bulmak..." Hala sesinde bir şaşkınlık mevcuttu. "Bu yaptığın gerçekten korkutucu."
 
Daniel birden ciddileşti. "Bak, Michael. Ünüm benden önce gelmiş ama tam gelememiş. Siz üçerli beşerli kendinizce eğleniyorsunuz ama şu sahnedeki aptallardan farkınız yok. Buraya küçük eğlenceler için gelmedim. Öyle bir gün gelecek ki, Dawsonların ölümü sizi şaşırtmayacak. Hayır, bizzat orada olacaksınız." Sigarasını söndürdü ve devam etti. "Şu bahsettiğin avcıları hallettikten sonra, tanıdığın diğer Belial's Brood üyelerine haber ver. Onlar da diğer tanıdıklarına haber versinler. Bu şehre kaos geldi. Sen ve arkadaşların bunun ilk tanıkları olacaksınız. Şimdii..." etrafına bakındı ve öne eğildi. "Tuvalet nerde?"

Adam gözleri açık sana bakıyordu, tek bir kelime söyleyemedi. Sadece parmağıyla barın bir köşesindeki kapıyı işaret etti.
 
"Bir yere kaybolma, daha konuşacaklarımız var." Michael'a göz kırptı ve adamın gösterdiği tarafa doğru ilerledi. Kapıların önünde bir an için duraksadı ve bilerek kadınlar tuvaletine girdi.
 
Kadınlar tuvaletinde, sadece bir kadın makyaj yapıyordu. Üç tane tuvalet vardı ve bir tanesinin içinden sevişen birilerinin sesleri geliyordu.
 
Dar kot pantolon giyinmiş, uzun dalgalı ve siyah saçlara sahip, güzel yuvarlak göğüslere sahip, hafif esmer tenli bir kadındı bu.
 
Kadının yanındaki lavaboya sırtını dayadı ve kadına bakmaya başladı. "Ona gerek yok sanırım." Başıyla allığı işaret etti.
 
Kadın bir kaşını kaldırdı. "Hmm?" dedi hafifçe gülümseyerek
 
"Allık diyorum. Ona gerek yok." Bir kaşını kaldırıp ses gelmeyen tuvaletlere baktı. "Bunlar boş mu?"
 
"Kesinlikle." dedi gülümseyerek. "Yalnız, seninle onlardan birine girmek isteyeceğimi kim söyledi?"
 
"Lavaboların önünde yapmak istemezsin diye düşündüm. " Omuz silkti. "Benim için fark etmez."
 
Kadın Daniel'e doğru yaklaştı, elini Daniel'in elinin hemen yanına koydu. "Asla vazgeçmeyenlerdensin değil mi?"
 
Daniel elini kadının beline doladı. "Tanıştığımıza memnun oldum. Bu faslı geçtiğimize göre..."
 
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Gerard Sullivan - Bölüm 1

Pek çok lambanın patlamış olduğu, dış mahalleler denilebilecek yerleri geçmişti Gerard. Şehir merkezine yaklaştı arabası ve bir köprüden geçti. Köprünün hemen sonunda, pasaj gibi bir şey vardı. Elektronik aletlerin satıldığı bir yere benziyordu burası.
 
Gerard, kamyonetini pasajın önünde durdurdu. Kamyonetten inip, dükkâna girdi.
 
 Yaşlıca bir adam bir saati kurcalıyordu. Adamın içerine geldiğini görünce saati bıraktı. Gülümseyen bir suratla baktı, ancak yüz ifadesi kısa süre sonra değişti. Garip bir ses tonuyla "Evet? Yardımcı olabilir miyim?" dedi.
 
 Gerard dükkânı göz ucuyla süzdükten sonra, yaşlı adama bakarak; "Cep telefonuna ihtiyacım var." dedi sert bir ses tonuyla.
 
"Aa evet, şey, ne gibi özellikler arıyorsunuz?" dedi adam sanki dalgınmış da, yeni uyanmış gibi.

Dükkân oldukça uzun bir şekilde devam ediyordu. Bilgisayar parçaları, telefonlar, piller... Çoğu elektronik eşya mevcut gibiydi burada.
 
"Sağlam bir şey..." Bir an için duraksadı Gerard. Raflardaki elektronik eşyalara bakarak: "Sudan etkilenmeyen bir şey." dedi.
 
"Eh, istediğiniz türde bir şey en yeni ürünlerden biri. Pek çok yeni özelliğe sahip olmasa da, suyun altında yüz metreye kadar dayanabiliyor. Eh tabi, suyun altında konuşmanız pek mümkün değil ama yine de 'ne olur ne olmaz'cılar için gayet tercih edildi." Arkasına dönüp, telefonların bulunduğu cam dolabı açtı ve bir telefon çıkardı. Gerard'a doğru uzattı.
 
 Gerard telefonu eline aldı; arka kapağını çıkarıp pilini inceledi, hafifliğini ölçtü.
"Ne kadar?" diye sordu, gözlerini telefondan ayırmadan.
 
 Çok hafif değildi, ancak kendini belli edecek kadar ağır da değildi.

"Üç yüz yirmi dolar." dedi adam. "Bu sıralar büyük bir indirim var. İki hafta önce bu cihaz çok daha pahalıydı."
 
 Yaşlı adam konuşmasını bitirmeden; Gerard cebinden çıkardığı, biraz yıprandığı ve ıslandığı belli olan 350 doları tezgâha bıraktı.
 
 Adam parayı aldı ve masanın altındaki kilitli dolaptan bir kutu çıkardı. "Aksesuarlar, şarj makinesi vesaire bunun içinde." dedi adam "İyi şanslar". Parayı aldı ve üstünü vermek için kasaya doğru döndü, otuz doları Gerard'a doğru uzattı.
 
 Gerard parayı buruşturup, deri ceketinin iç cebine koyduktan sonra yaşlı adama bir bakış attı:"Şansdan daha fazlasına ihtiyacım var."

 Akabinde kutuyu alıp dükkândan çıktı.  Kamyonetinin arka kapısını açtı, koltuğun altındaki mavi spor çantasını öne çekip fermuarını açtı. İçinden çıkardığı buruşmuş ve ıslak gömleğin cebinden bir cept elefonu çıkardı. Telefon ıslanmış ve ön kasası yerinden çıkmıştı. Arka kapağını açıp, SIM kartını çıkardı. Ardından yeni aldığı telefonu kutusundan çıkartıp, kartı ona taktı.

 Telefonu ceketinin cebine attıktan sonra, çantayı kapatıp yeniden koltuğun altına itekledi.
 
 Bu sırada, yağmur başladı hafifçe.
 
 Kapıyı kapattıktan sonra çevresini bir kez kontrol etti. Sonra yağmurdan sakınmak için ceketinin önünü kapattı, kamyonetin arkasından dolaşarak, sürücü kısmına bindi. Kamyoneti çalıştırırken, bir eliyle de yeni aldığı telefonu kurcalıyordu. Gözünü yoldan ayırmadan, "mesajlar" kısmına girdi. Evvelce gelmiş olan bir mesaja cevap yazmaya başladı:

"Şehre vardım. Herşey yolunda"
 
 Bu sırada bir araba, Gerard'ın arabasının yanından geçti ve hemen karşısında durdu. Bir adam, uzun siyah paltosu ile arabadan çıktı ve yağmura aldırmaksızın Gerard'ın arabasına doğru yürümeye başladı.
 
 Gerard karşısında duran arabayı farkedince yavaşlamaya başladı. Öndeki arabadan çıkan adam kamyonete doğru ilerlerken, Gerard vitesteki elini pantolonundaki tabancaya doğru götürdü.
 
 Adam yaklaştı ve Gerard'ın oturduğu taraftaki camı tıklattı.
 
 Gerard yavaşça camı açarken, bir yandan da tabancanın kabzasını sıkıca kavradı.
 
"Selam." dedi adam ve gözlüğünü hafifçe aşağıya indirdi. "Nasıl gidiyor? Yenisin sanırım şehirde?"
 
 Sinirli bir şekilde adamın gözlerine baktı. İfadesini hiç değiştirmeden: "Evet. Ve izin verirseniz kalacak bir yer bulmam gerekiyor."
 
"Bunu halledebiliriz. Bay Black sizi bekliyor." dedi adam sakince. "Kendisi sizinle bizzat görüşmek istiyormuş."
 
 Gerard'ın ifadesi bir anda şaşkınlığa dönüştü. Şehre geleceği bile belli değildi, Ordo Dracul'dan bile bu görevi bilen oldukça az kişi vardı. Şehrin Carthian prensi nasıl olmuş da öğrenmişti bunu? Tabancasını götürdüğü elini çekti, bakışlarını ileriye doğrulttu: "Pekala, yolu göster o halde." Vitesi bire taktı, arabayı hafifçe hareket ettirdi.

Adam arabasına doğru ilerledi ve bindi. Hızlıca yola çıktı ve Black Malikânesine doğru hareket etti.

 Çok uzun sürmeden malikânenin karşısına gelmişlerdi. Adam hızlıca arabadan çıktı ve Gerard'ın yanına geldi. "Sormak istediğiniz bir şey?" dedi adam kaşlarını kaldırarak. Bir yandan malikâneye doğru kısa adımlarla yürümeye başlamıştı.
 
 Gerard hiç cevap vermeden adamı takip etti.
 
 Malikânenin kapısından içeriye girdiler ve o sırada, soldaki kapıdan bir adam çıktı. Elini uzattı. "Alexander Black." dedi.
 
 Ona uzanan eli gören Gerard, istemeyerek eli sıktı ve kısık bir sesle sordu: "Nereden biliyorsun?"
 
"Çalışma odama geçelim." dedi hafif endişeli bir yüz ifadesiyle. Ardındından arkasını dönerek bir odaya girdiler. Deri koltuklardan bir tanesine oturdu ve tam karşıdakini işaret etti, "Lütfen, otur." Ardından, çalışma odasının kapısının kapandığını duyduktan hemen sonra cevabını verdi. "Hiç bir şey bilmiyorum. Sadece, kısa süre içinde şehrimde pek çok garip şey oldu ve pek çok garip kişi gelip gitti. O nedenle Család bloodline'ından bir kaç kişi tutmam gerekti. Senin geldiğini biliyorum, ancak kim ve ne olduğun sorusunun cevabı, sana ait."
 
"Şehre her geleni ayağınıza mı getirtirsiniz? Yoksa yalnızca aile mensuplarına yönelik bir hareket mi bu..."
 
"Dediğim gibi, yıllardır adım adım geliştirip, düzene soktuğum şehirde oldukça sorunlar yaşıyoruz, son bir aydır. Buraya kadar geldiğine ve kaçmadığına göre düşman olacağını sanmıyorum. Tek isteğim şehirdeki otoriteme karşı bir savaşta bulunmayacağına dair bir anlaşma, aynı şekilde bende senin işlerine karışmayacağım."
 (baya umutsuz durumdalar evet.)
 
 Gerard birkaç saniye çevresine bakındıktan sonra, yeniden prensin göslerine bakarak:
"Şehirde yapacağım işten kimsenin haberi yok, olmayacak ta. Ben de sizin işinize karışmayacağım."
 dedi dişlerini sıkarak.
 
"Bu güzel bir anlaşma. Sizi uyarmama izin verin, şehirde Belial's Brood üyeleri tekrar dolaşmaya başladılar, zaten şehirdeki en büyük sorun bu. Özellikle şu Daniel denilen herif. Dikkatli olun." dedi gülümseyerek.
 
 Prensin sözleri hiç ilgisini çekmemiş gibi, aynı tonda konuşmaya devam etti Gerard; "Bir sığınak istiyorum, limana yakın bir sığınak"
 
"Ticari olan mı, yoksa kuzeydeki yat limanına mı yakın olsun?" dedi Alexander. Ayağa kalktı ve masanın diğer tarafına geçip bir viski şişesi ile iki bardak koydu masanın üzerine.
 
"Ticari liman..."
 
"Pekâlâ." dedi ve masaya uzanıp dolma kalem ile bir kâğıda bir şeyler karaladı. Kâğıdı katladı ve elinde tuttu. O sırada, bir kart çıkarıp adama uzattı. "Bir şeye ihtiyacın olursa arayabilirsin. Önemli bir şey için geldiğini biliyorum, ancak ne olduğunu, şu anlaşmayı yaptığımız için, artık bilmiyorum. Yine de, her şey karşılıklıdır değil mi?" gülümsedi.
 
 Gerard, adama cevap vermeden kartı cebine koyduktan sonra, arkasını dönüp kapıya doğru ilerledi.
 Kapıya geldiğinde durdu, yüzünü çevirmeden sakin bir ses tonuyla; "Benim aradıklarımı karşılayacak bir çözümün bulunduğunu düşünmüyorum. Yine de... İstediğini alacaksın."
 
 Alexander'ın hafifçe güldüğünü duydu. "Görüşmek üzere o halde." dedi Alexander. "Sanırım çıkışı kendin bulabilirsin?"
 
 Gerard, kapıdan dışarı çıktı.
 
 Kapının orada duran siyah ceketli adamlardan bir tanesi silkindi ve "Nihayet." diyip, Gerard'ın çıktığı kapıdan içeriye girdi. Kapıyı arkasından kapadı.
 Gerard'ın hemen karşısında büyük salonun kapısı, sağında ise malikânenin çıkışı duruyordu.
 
 Çıkışa doğru yöneldi Gerard. Malikâneden çıktığında, arabasına doğru ilerledi.
 
 Hiç bir sorunla karşılaşmadı. Malikâneden çıkarken bile onu izleyen bazı gözlerin olduğunu fark etmişti ancak, kimse ona dokunacak gibi durmuyordu. Arabaya bindi. O içeride olduğu sırada, kısa bir yağmur yağmış ve durmuş olmalıydı ki, arabanın üstü ıslaktı.
 
 Arabaya bindi, motoru çalıştırmadan cebine attığı kartı çıkararak inceledi. Ardından liman yakınındaki otele sürdü.
 
 Telefon numarası, herkese gösterdiği işadamı kimliğiyle beraber kartın üzerine yazılıydı.
 Limana yaklaştığında, hafif bir sis kaplamıştı ortalığı. Kısa bir geziden sonra, Limanın üç dört sokak ilerisinde bir otel bulabildi. "Otel Ling"
 
 Otelin kapısına yaklaşıp, arabayı durdurdu.
 
 İçeriden bir adam geldi, arabaya doğru yürüyordu. Belboy olmalıydı.
 
 Gerard arabadan indi, anahtarı bellboy'a attıktan sonra arka kapıyı açıp koltuğun altındaki spor çantasını aldı ve otelin giriş kapısına ilerledi.
 
 İçeri girdi. Hafif loş bir mekândı ve bu saate rağmen lobide birinin oturduğunu görmek şaşırtıcıydı. Uzun, beyaz saçlı bir kadın, bir dergi okuyordu lobideki koltukların birinde.
 Hafif uyuklamaya başlamış olan resepsiyonist Gerard'ı görünce birden uyandı ve "Buyrun efendim?" dedi.
 
 Lobiye doğru yaklaştı Gerard, çantasını yere bıraktıktan sonra elindeki kartı resepsiyonist'e doğru uzatarak:
"Oda istiyorum. Ayarlanmış olmalı..."
 
"Evet, kısa bir süre önce ayarlandı." dedi ve arkasındaki kutulardan bir tanesinden kart çıkarıp masanın üzerine yerleştirdi. "303 numaralı oda. Taşınacak başka eşyanız var mı?"
 
"Hayır" dedi Gerard, kendinden emin bir ses tonuyla. Anahtarı ve yere bıraktığı çantasını aldı, 3. kata çıkmak için merdivenlere yöneldi.
 
 Gerard katlardan çıktığında, ortama sinmiş hafif kan kokusunu kolayca fark etti. Sonunda odasının kapısına geldi.
 
 Anahtarı kapıya sokarken bir yandan bakışlarıyla etrafı kolaçan ettikten sonra, kilide giren anahtarı çevirdi. Kapıyı yavaşça araladı.
 
 Etrafı kolaçan ederken, merdivenlerden, lobide gördüğü beyaz saçlı kadının çıktığını fark etti. Oda ise karanlıktı.
 
 Eliyle duvarda elektrik anahtarını aradı Gerard.
 
 Işık açıldı, Oda geniş ve güzeldi. Dışarıdan kötü bir otel gibi gözükmesine karşın, gayet güzel çıkmıştı. Bir masa, koltuklar, televizyon, yatağın bulunduğu oda ise tamamen ayrı ve sağdaki kapıdan girilen bir yerdi.
 Bu sırada, arkasından bir şeyin geçtiğini fark etti, büyük ihtimalle o kadının.
 
 Kapıyı boştaki eliyle örttü. Çantasını içerideki yatağın üzerine attıktan sonra içindeki şüpheye dayanamayarak kapıya geri döndü, Pantolonunun arkasındaki silahı çıkardı. Kapıya dayanarak delikten koridoru gözledi.
 
 Kadın, tam karşıdaki kapıya anahtarını soktu ve aralayıp içeri girdi. İçeri girme sırasında, gözleriyle kapının deliğine baktığını sandı Gerard bir anlığına.
 
 Gerard panikle kendini kapının sol tarafına attı, birkaç saniye sonra tekrar delikten baktı.
 
 Kapı aralıktı, ancak kadın orada değildi.
 
 İyiden iyiye şüphelenmişti Gerard. Silahını kontrol etti, kapıyı sessizce açıp koridora çıktı. Gelen giden kimsenin olmadığından emin olmak için çevreyi kolaçan etti.
 
 Koridor tamamen sessizdi ve kimse yoktu.
 
 Karşıdaki aralık kapıya doğru ilerledi.
 
 İçerisi tamamen karanlık değildi, hafif bir ışık kaynağı varmış gibi bir loşluk hakimdi ortama.
 
 Işığın nereden geldiğini anlamaya çalıştı
 
 Büyük ihtimalle yatak odasındandı, çünkü odalarda, az ışık yayacak tek şeyin yatakların kenarında bulunan küçük lamba olduğunu hatırladı.
 
 Silahını ileri doğrultarak yatak odasına yöneldi
 
 Kadının yatağın üzerinde oturduğunu fark etti. Sana bakıyordu. Şaşırmamıştı, gayet sakin bir yüz ifadesiyle bakıyordu.
 
 Şaşkınlığını gizleyemeyen Gerard, silahını indirerek tavrını bozmamaya çalışarak sert bir tonla sordu:
"Kimsin? Neden takip ediyorsun beni?"
  Şaşkınlığını gizleyemeyen Gerard, silahını indirerek tavrını bozmamaya çalışırcasına sert bir tonda sordu:
 
"Anna, diyorsunuz bana." dedi, ardından ayağa kalkıp Gerard'ın gözlerine baktı. "Bu şehirde Alexander'ı durdurabilecek nadir kişilerdensin. Gücünü biliyorum, onu hissediyorum. Alexander ölmeli, Gerard."
 Hafifçe gülümsedi. "Sana ne demiş olursa olsun, diğer Covenantların tüm üyelerini teker teker temizleyecek. Sadece hepsinin birleşmemesini istiyor."
 
 Şaşkınlığı git gide artmıştı Gerard'ın. Silahını pantolonunun arkasına koydu, kadına biraz daha yaklaşarak:
"Sen kimsin peki, Alex'in niyetini nereden biliyorsun?" dedi, sorgularmış gibi bir ifadeyle.
 
"Benim kim olduğum önemli değil. Ne bir vampirim ne de başka bir şey, önemli olan Alexander'ın hepinizi öldürmek istediği. Yarım yüzyıl önce bu şehirde olan Carthian hükümdarlığını tekrardan kurmaya çalışıyor." biraz durgunlaştı, hemen ardından konuşmaya devam etti. "Buradan uzaklaşmalıyım, sen de hızlıca benden. Alexander konuştuğumuzu fark ederse, hedef haline gelirsin. Eğer Daniel ile karşılaşırsan, Alexander'ın söylediği Belial's Brood üyesi, onunla kavga etmeden önce konuşmayı dene. Ve özürlerimi ilet."
 
"Peki, ne yapmamı istiyorsun, Alex'i öldürmemi mi?"
 
"Bunu oraya girip, kolayca yapamazsın. Nasıl yaparsın bilmiyorum ancak benimle konuştuğunu fark etmemişse, bir yolunu bulursun. Öyle yada böyle, ya sen onu öldüreceksin veya o seni öldürecek."
 
"Beni neden öldürmek istesin?" dedi gerard, gözlerini kısarak.
 
"Bir elli yıl öncesinde burada sadece Alexander'ın Prensliğini kabul etmiş Kindred üyeleri vardı. Belial's Brood temizlenmiş, kurtlar uzaklaştırılmış, Lancea Sanctum..." gülümsedi. "Kiliselerin küllerinde dans ederek şehirden atılmıştı. Yine aynısını istiyor Gerard. Yine o zamanlara dönmek istiyor ve önündeki en büyük iki engelden birisisin. İkinizle, şimdilik dövüşmek istemiyor. Zamanı gelince..." sustu. Yüzünde garip bir ifade oluştu. "İster inan ister inanma, zamanı gelince, kendi gözlerinle görürsün."
 
 Kadın, sözlerini bitirdikten sonra Gerard kadına bir süre daha baktı. Kadına alaycı bir bakış atarak; "Umrumda değil, işim bitene kadar sorun çıkmasın yeter. Zaten işimi hallettikten sonra, bir daha dönmemek üzere gideceğim şehirden." Arkasını döndü, yavaş adımlarla odanın kapısına doğru yürüdü.
 
"Pekala, Ordo Dracul üyesi Gerard Sullivan, 'işiniz' bitene kadar yaşarsınız umarım." dedi kadın Gerard'ın arkasından, ardından oda bir anlığına aydınlanıp, eski loşluğuna döndü.
 
 Kapıya vardığında; Gerard arkasına, kadının oturduğu yatağa baktı... Oda bomboştu. Kadının kokusu bile yoktu odada.
 
 Anlamsız. Sanki şehri kurtarmaya gelmiş gibi davranıyordu kadın, Gerard'a... Kapıyı arkasından kapatıp, kendi odasına girdi. Odaya girdikten sonra silahını pantolonundan çıkarıp komidinin üzerine koydu. Sonra yatağın üzerinde duran çantasını açtı, ıslak gömleğini ve pantolonunu çıkarıp yere attı. Çantanın dibindeki, kapağı ıslanmış dosyayı alıp içindeki mektubu ve fotoğrafları çıkardı. Biraz inceledikten sonra, montunun cebindeki cep telefonunu çıkararak aklındaki numarayı tuşladı. Telefon çalarken, fotoğraflara ve belgeye göz gezdirdi. Sonunda telefon karşı taraftan açıldı; "İstediğiniz gibi, efendim. Limana bakan bir odaya yerleştim" dedi Gerard. "Yalnız bir sorun var... Şehrin Carthian prensi biraz zorluk çıkaracak gibi..."
#rekt

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
World of Darkness - A City of Shades - Oyun Sayfası - Bölüm 2 - Kan
« Yanıtla #14 : 29 Nisan 2010, 21:16:12 »
Bölüm 2 - Kan


"5. Sulardan sorumlu olan meleğin
şöyle dediğini işittim:
'Var olan, var olmuş olan kutsal Tanrı!
Bu yargılarda adilsin.

6.Kutsalların ve peygamberlerin kanını döktükleri için,
İçecek olarak sen de onlara kan verdin.
Bunu hak ettiler.'

7. Sunaktan gelen bir sesin,
'Evet, Her Şeye Gücü Yeten Rab Tanrı,
Yargıların doğru ve adildir.'
dediğini işittim.
..."

-İncil, Vahiy (16)
#rekt