Kayıt Ol

Yabancı

Çevrimdışı Sthrad

  • *
  • 19
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Yabancı
« : 08 Ekim 2016, 19:47:56 »
Uçurumun kenarındaki adamın gözleri, siyah renkli başlığın altında saklanan yüz hatları ay ışığı ile hafifçe yıkanırken, altın paralar gibi parıldıyordu.Sürekli esen inatçı rüzgar yün pelerinin altına giriyor, uçları havaya savurarak adamın kum rengi pantolonunu açığa çıkarmaya çalışıyordu.Kemerine astığı kılıç deri çizmelerinin neredeyse ucuna değecekti.Bir elini kılıcının kabzasında koymuş, yağlı deri kının rüzgârla bacaklarına çarpmasını engellemeye çalışırken bir yandan da ucunda dikildiği uçurumdan aşağıdaki düzlükte koşturan atlıları seyrediyordu.Her biri çöl atlarına binmiş kukuletalı üç adam, görüş açısına gireli bir süre oluyordu.Silahlı oldukları kesindi, o silahları kullanmayı da biliyor olmalılardı.Bunun çok bir önemi olmamalıydı.Altın gözlü adam dudaklarını yaladı.Üç süvarinin ölüsü, dünyada canlı hallerinin hayal bile edemeyeceği bir cenaze ateşini yakacaktı.Bu gece yapacağı şeyler belki de son binyılın en büyük savaşını başlatacaktı.Milyonlar ölecekti, tabii eğer milyarlar ölmezse.Yeni bir çağ başlayacaktı, efsaneler ve kahramanlar için.

"Çok eğlenceli olacak." diye mırıldandı, kendini uçurumun ucundan aşağı bırakırken.

Altın gözlü adam neredeyse zamanın başlangıcından beri var olsa da serbest düşüşün verdiği his hiç bir zaman eskimemişti.Gözlerini kapar ve bir kahkaha atarken ters döndü, artık başı yere dikti.Rüzgar, o düşerken yüzünü yalıyordu.Yere yaklaştıkça kahkalarının gücü arttı ve sesi gecenin içinde uluyan kurtların sesine karıştı.Gittikçe hızlandı, yere çarpmasına birkaç saniye kalmıştı ve tam o anda altın gözlü adam yok oldu...ve aynı anda atlı adamların önünde belirdi.Kılıcı elindeydi,bir buçuk metrelik parlak bir çelik parçası ay ışığını içiyordu.Atlar önlerinde aniden beliren adamdan ürkerek şaha kalkmaya ve üzerlerindeki adamları soğuk çöl kumunun üzerine savurmaya başladı.Süvarilerin hiçbiri binicilikte iyi değildi ve hepsi birden küfürler eşliğinde yeri boyladı.

Altın gözlü adam, artık atsız süvariler yumuşak kumun içinde ayağa kalkmak için debelenirken sessizce bekledi.Onları hemen, o anda öldürebilirdi.Kılıcını kısa süreliğine çelikten bir bulanıklığa çevirecek bir darbeyle başlarını boyunlarından ayırmak nefes almak kadar olurdu onun için.Ancak, acelesi yoktu.Ayrıca bir kavgaya girmeyeli uzun zaman olmuştu, sonunda hepsi ölecek de olsa bu üç adam belki, sadece belki, bir süreliğine kendilerini savunabilirdi.

"Kimsin sen?" diye sordu süvarilerden biri.Adamın tıraşsız yüzü sinir ve korkuyla çarpılmıştı.Ayağa kalkmayı ilk başaran oydu, kılıcını çekmişti, rüzgârla hafifçe savrulan pelerinin altından zırhının işlemesiz metal pulları görünüyordu.

"Bir yabancı." diye karşılık verdi altın gözlü adam.Şimdi ay ışığına sırtını dönmüştü, başlığın karanlığı altında sadece tehlikeli bir ışıkla yanan gözleri görünüyordu."Gerçi birazdan ölecek bir adam için isimler çok bir şey ifade etmemeli."

"İşte bu yüzden sana ismimi vermeyeceğim." dedi süvari, ani bir hamleyle ileri, altın gözlü adama doğru atılırken.

Altın gözlü adam kafasını hedefleyen kılıcın altından başını hafifçe eğerek kurtuldu.Duruşu değişmemişti, kılıcının ucu hala aşağı bakıyordu.Süvari, boşa kaçan kılıcı durdurmak yerine yerinde dönüp çeliğin momentumunu artırdı ve bu sefer altın gözlü adamın kaburgalarına saldırdı.Adam, kılıcın üzerinden zıpladı, ayaklarını karnına doğru çekmişti.Birkaç saniye boyunca havada kaldı, üç süvari şaşkın gözlerle onu izliyordu.Normal hiçbir adam o kadar yükseğe zıplayamazdı.Altın gözlü adam yere indiği anda ileri fırladı.İnanılmaz bir hızla hareket ediyordu.Kılıcı o hareket ederken gri bir bulanıklığa dönüştü ve gözün seçemeyeceği bir hızla dövüşmekte olduğu süvarinin kalbine savruldu.Süvari kendi kılıcını tersten savurarak aynı hızda karşılık verdi, iki kılıç çarpıştığında soğuk çöl gecesine kıvılcımlarla aydınlandı ve altın gözlü adamın kılıcı hedefinden saptı.Süvari duraksamadı ve yukarıdan aşağı bir kesme hamlesiyle dengesi bozulmuş adama saldırdı ancak altın gözlü adam kendi kılıcını savurmak yerine ileri, zırhlı süvarinin üzerine atladı.Adam zırhının ağırlığıyla yere doğru devrilirken altın gözlü adam omuzlarına tırmanıp ileri atladı ve iki ayağının üzerine düştü.

"Lanet olsun." diye düşündü zırhlı adam ayağa kalkarken.Kum, zırhının eklem bölümlerinden içeri giriyordu.Adam hem ondan hızlı hem de ondan güçlüydü.Şimdilik hayatta kalmış olmasının tek sebebi rakibin hala bütün gücüyle saldırmamış olmasındandı."Ona denk değiliz."

Altın gözlü adam etrafına bakındı.Şimdi üç süvarinin ortasında duruyordu, her birinin kılıcı elindeydi.

"Üçe bir mi?" diye sordu altın gözlü adam, sesi alaycıydı.

"Savaşta her şey adildir." diye karşılık verdi süvarilerden biri.

Altın gözlü adam bir an için üçünün ortasında duruyordu ve bir an sonra eli konuşan süvarinin gırtlağındaydı, adamı havaya kaldırmıştı.Süvari adamın demirden tutuşunda kıvranıyordu ancak adamın bir parmağını bile hareket ettiremiyordu.Klıcını yavaşça süvarinin kalbine kaydırdı ve döndürdü.Süvarinin bedeni soğuk metal kanını içerken kasılmaya başladı.Ağzı kendi kanıyla köpürmeye başlamıştı.Can çekişen süvariye kum zemine fırlattı ve tekrar arkasını döndü.Hala nefes alan iki süvarinin bakışları birbirinden ancak bu kadar farklı olabilirdi, biri neredeyse ağlayacak gibiyken öbürünün mavi renkli gözleri öfkeyle yanıyordu.

"Hadi." dedi altın gözlü adam, kılıcındaki kanı yerde yatan süvarinin siyah renkli pelerinine silerken.

Süvariler aynı anda cehennemden çıkma zebaniler gibi çığlıklar atarak ve kılıçları başlarının üzerinde saldırdı.Altın gözlü adam kellesini gövdesinden ayırmak için savrulan kılıçların altından kaydı ve iki süvarinin arasından geçti.Hızı bir insan için normal değildi.Bir an için çelik kılıçların ucundaydı ve bir an sonra şaşkın süvarilerin en azından on adım arkasında dikiliyordu.Şaşkın adamlar ona doğru dönerken sırıttı ve kılıcının ucu yere bakarken koşmaya başladı.Bütün bedeni siyah bir bulanıklığa ve kılıcı gri bir parıltıya dönüşürken zincirini koparmış bir fırtına gibi süvarilerin tepesine bindi.Süvarilerden biri kılıçlar savrulduğu anda yere devrildi, kanı havaya saçıldı ve soğuk kumlar sıcak kırmızıyı içti.Bedeni daha yere çarpmadan önce ruhu tenini terk etmişti.

Diğer süvari hala ayaktaydı.Kılıçları, altın gözlü adamla kilitlenmişti, çelikler sürtündükçe ikisinin de yüzüne kıvılcımlar düşüyordu.

"Nesin sen?" diye hırladı, süvari sıkılı dişlerinin arasından.Bütün gücünü vermesine rağmen çoktan tek dizinin üzerine çökmüştü bile.

"Bir tanrı ya da bir hırsız.Fark eder mi?" diye sordu altın gözlü adam, kılıcını ileri iter ve aynı anda geriye zıplarken.

Süvari cevap vermek yerine hırlayarak ileri atıldı ve kılıcını ilk saldırısında yaptığı gibi altın gözlü adamın kafasına savurdu.Ancak yorgun ve hafif de olsa yaralıydı ve hamle olması gerektiği kadar hızlı değildi.Adam başını hafifçe geri çekerek hamleden kaçındı ancak süvari tam o anda giden kılıcı döndürüp tam tersi yönde bir daha savurdu.Hamle işe yaramıştı, kılıç hasmının göğsünü boydan boya çizerek ilerledi.

Soğuk çelik, kumaş ve eti yararak ilerlerken sıcak kan havaya saçıldı.Altın gözlü adam, tek elini yarasına basıtırırken dizinin üzerine çöktü.

"İşte insanları bu yüzden seviyorum." dedi altın gözlü adam acıdan tıslarken.Kılıç fazla derine girmese de yaradan akan kan beyaz gömleğini kızıla boyayacak kadar çoktu."Hayatta kalma içgüdünüz her zaman çok güçlü."

"Cehenneme git." diye karşılık verdi.Kılıcını titrek ellerinde tutarken, ayakta durabilmek için kendiyle mücadele ediyordu.Rakibinin darbeleri bedenine düşündüğünden fazla zarar vermişti.

Altın gözlü adam sırıtarak ileri atılırken, soğuk çöl gecesinin sessizliği süvarinin çığlıkları ile bozuldu.
Işıksız bir gün, bilirsin işte, gecedir.

Çevrimdışı Sthrad

  • *
  • 19
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yabancı
« Yanıtla #1 : 09 Ekim 2016, 17:39:04 »
Koyu kızıl, neredeyse bordo renkli ağır perdeler cam çerçevelerinin kenarına itilmişti.Solgun sabah güneşi parlak camlardan girerek zemine ve duvarlara düşüyor, koyu renkli parke döşeme ile bordo duvarların pürüzsüz yüzeyleri üzerinde gölgeler dans ediyordu.Arka planda çalan hafif bir müzik geniş odada çeşitli mobilyalardan kalan boşluğa doluyordu.

"Lanet olsun." diye mırıldandı, odadaki üç adamdan biri, odadaki ağır sessizliği bozarak.Saçlarıyla aynı renkte siyah bir takım elbise giymişti, koyu renkli meşeden işlemesiz, geniş bir masanın arkasında oturuyordu.Elindeki mührü kırılmış mektuba bakarken dalgalı denizler kadar mavi gözleri kaygıyla gölgelenmişti, tıraşlı yüzündeki ince dudakları huzursuz bir biçimde kıvrıktı."Bunu ona nasıl açıklayacağız?Ya da diğerlerine?"

Mektup bir haberciyle sabahın karanlık saatlerinde, içinde kara haberlerle gelmişti.Bir önceki gece barış görüşmelerinin son ayağını tamamlamak için gönderilen üç elçinin üçü de bu sabah ölü halde bulunduğunu yazıyordu.Çöl kumu ve kendi kanlarının içinde, atsız ve silahları parçalanmış halde.Suçu kimse üstlenmemişti, ortada çıplak toprağın gösterdiğinden öte bir iz yoktu.

"Bu savaş anlamına gelir,Drizzdel." dedi bir başka adam.Masanın arkasında, oturan adamın yanında ayakta dikiliyordu.Gümüş renkli seyrelmiş saçları ve çelik grisi soğuk gözleri ile vakurdu.O da siyah bir takım elbise tercih etmişti, masada oturan dostundan tek farkı onun ceketinin saçıyla aynı renkte ince çizgilerle kaplı olmasıydı.

"Hemen kılıcını çekme, Grayson." diye karşılık verdi üçüncü adam, tok derinden gelen bir ses ve hafif bir Fransız aksanıyla.En azından iki metre boyunda devasa, kara derili biriydi, koyu lacivert bir takım elbisesinin içine sıkışmış gibi duruyordu.Elinde tuttuğu içi koyu renkli sıvıyla dolu bardağı yavaşça sallarken meşe çalışma masasının kenarına oturmuştu.

"Burada durup tarafımıza yapılmış açık bir provokasyonu görmezden gelmemizi bekleyemezsin, Lafayette." diye karşılık verdi gümüş saçlı adam."Bir karşılık verilmeli."

"Kendi kendini provoke etmeni görmezden gelebiliriz, mon ami." dedi kara derili umursamazca."Ortada bir kanıt yokken hiç kimse suçlu değildir.Kurtların bir açıklama yapmasını beklemeliyiz."

"Üç adam öldü!" diye karşılık verdi Grayson.Sesi oldukça yüksek çıkmıştı."Kurtarlarla görüştükten hemen sonra ve kurtların bölgesinden çıkarken.Hapishane kaçkını bir Fransız bile katilin kim olduğunu anlayabilir!"

"Ve monarşi aşığı bir İngiliz bile olayın göründüğünden daha karmaşık olduğunun farkına varabilir!Beklemek zorundayız!" diye karşılık verdi Lafayette.

"Kesin sesinizi, ikinizde!" diye parladı masada oturan adam.Gözlerinde şimşekler çakıyordu."Lanet olası bir savaşın arifesindeyiz."

İki adam da anında sustu.Drizzdel çoğu zaman sakin olsa da öfkesi insanın yüzleşmek isteyeceği türden bir şey değildi.

"Şu an nasıl bir durumun içinde olduğumuzun farkında mısınız?" diye tekrar başladı konuşmaya Drizzdel."Eğer bunun bir meydan okuma olduğunu düşünür ve elimde kanıt olmadan bir saldırıya geçersem, Grayson, yalnız kalırız.Kilise üzerimize çullanmak için bir sebep arıyor ve Gaull'un insanları da ormanlarına girip çıktığımız için huzursuz.Hayır, bir savaş çıkacaksa bile başlatan biz olmamalıyız.Kendi içimizde bile bölünürken dünyayı karşımıza alamayız.Ancak, Lafayette, senin önerdiğin gibi oturup beklemek de bizim için bir seçenek değil.Bu olaya bir kışkırtma olarak bakacak tek adam Grayson değil zira.Birkaç gün ve sonrasında hala harekete geçmemiş olursak herhangi bir şey yapmak için fazla korkmuş olduğumuzu düşünecekler.En fazla birkaç ay içinde sınırlarımızı kemirmeye başlarlar.Ne saldıracağız ne de geri çekileceğiz, hayır, ikisinin ortasında bir şey yapacağız."

"Siz ne öneriyorsunuz?" diye sordu Lafayette, ayağa kalkarken.

"Aslında senin önerdiğinden çok farklı bir şey değil Lafayette.Bir soruşturma." diye karşılık verdi Drizzdel."Ancak bizim adamlarımızla ve bizim gözetimimizde."

"Kurtlar buna karşı çıkacaktır." diye söze karıştı Grayson.

"Hayır.Tatlı küçük patilerini kapalı kapılar ardında istedikleri kadar yere vurabilirler." diye karşılık verdi Drizzdel hafifçe sırıtırken.Bu ifade normalden biraz daha uzun köpek dişlerini açığa çıkarmıştı."Ancak bütün dünya onları izlerken cesaret edemezler."

Drizzdel masanın arkasındaki koltuğundan kalktı ve tozlu camlardan birinin önüne geçti.Ellerini arkasında kavuşturmuştu.

"Lafayette, kurtlarla iletişime geç." diye tekrar konuşmaya başladı Drizzdel."Ve Grayson, meselenin gizli tutulduğundan emin ol."

İki adam başlarını salladı.

"Ya siz, efendim?" diye sordu, Grayson, odadan çıkmak için hareketlenirken.

"Eski bir arkadaş ile görüşeceğim."diye yanıtladı Drizzdel, bakışlarını tozlu camdan kaldırırken."Ve umacağım."



Siyah tahtadan, camsız at arabasının kapısını vurulan üç sağlam vuruş Drizzdel'i daldığı hülyalardan uyandırmak için yeterliydi.

"Efendim." diye seslendi dışarıdan bir erkek sesi, arabanın pirinç kapı kolunu tutup, kapıyı açarken.Drizzdel'in sadık kahyası Andre Nicolas, geriye taranmış ince telli beyaz saçları, av kuşlarını andıran keskin burnu,koyu kahverengi gözleri ve özenle şekillendirilmiş, Drizzdel'e her gördüğünde buz kütlelerini hatırlatan sakalı ile zerafetin vücut bulmuş haliydi."Vardık."

Drizzdel ayağa kalkarken arabanın içine dolan ayın solgun ışığı yüz hatlarını aydınlatıyordu.Arabadan tek ve hızlı bir hamlede aşağı, çamurlu zemine atladı ve topuklarının üzerinde dengede durdu.Etrafa sıçrayan çamura aldırmadı, hem o hem de kahyası uzun çizmeler giymişti.

"Burası mı?" diye sordu, Drizzdel'in eşlikçisi.O sırada Andre'nin kendine uzattığı eli tutmuş, arabadan iniyordu.Yirmilerinin ortasında kuzgun siyahı saçlara sahip bir kadındı.

"Öyle olduğunu umuyorum." diye karşılık verdi Drizzdel, kırmızı taştan binaya bakarken.Viktoryen stilinde inşa edilmiş yapının ön cephesi süssüzdü.Camlar içe doğru gömmeli bir şekilde yapılmıştı.

"Başka bir yer olabileceğini sanmıyorum.Efendi Pendragon bu binayı hep çok sevmişti." diye araya karıştı Andre üçlü apartmanın açık kapısına doğru yürürken."Savaştan sonra hep gelip buraya yerleşmekten söz ederdi."

"Ederdi.Ama Riley savaştan sonra çok değişti." diye karşılık verdi Drizzdel."Buraya hiç uğramamış bile olabilir."

"Sizinde uzun süre önce farkettiğiniz gibi Efendi Pendragon zaten her zaman için bir değişim halindeydi efendim.Yeni fikirler ve duygular onun varlığını pek çoğumuzun varlığını etkilediğinden daha fazla etkilerdi." diye konuştu kahya."Ancak ne bu evi ne de bu evde yaşayanları unuttuğunu sanmıyorum.Ya da bu evde yaşananları."

Drizzdel birkaç saniye boyunca cevap vermeden ıslak, çamurlu zemine baktı, ardından, "Haklı olman için dua ediyorum Andre." dedi.O sıdada apartmanın içine girmişlerdi.Sadece bir lamba yandığı için giriş büyük ölçüde karanlıktı.

"Üçüncü kat efendim.Sekiz numaralı daire." dedi Andre.

"Biliyorum." diye karşılık verdi Drizzdel, sesi istediğinden daha sert çıkmıştı.

"Geçmişinizi unutmak için harcadığınız çabanın tarafınızca ödüllendirilmediği görmek güzel." dedi kahya, bir gülümsenin hayaleti dudaklarında gezinirken.

Drizzdel cevap vermeden yanında eşlikçisi mermer merdivenleri tırmanmaya başladı.Bir dakika sonunda varmışlardı.

8 numaralı dairenin tahta kapısı kızıl renkliydi.Kapının yüzeyine kocaman, parlayan bir güneş kazınmış, boyası da yıllar içinde bakımsızlıktan dolayı yer yer çatlayıp dökülmüştü.Damarlı bir ağaçtan imal edilmiş kapı kolu bir kazık gibi görünmesi için şekillendirilmişti.Üzerine iple bağlanmış birkaç taze sarımsak, ufak pirinçten bir haç ve cam bir şişede birkaç damla su ile görüntüyü tamamlıyordu.

"Mürver ağacından kazık, sarımsak, haç ve kutsal su."diye saydı Drizzdel.Ellerini kapının dökülmüş boyasında gezdirirken kapıdan sürekli olan yüzüne doğru esen rüzgar saçlarıyla oynuyor, kızıl-siyah yünden paltosunun uçlarını hareket ettiriyordu."Ve tabii Tanrı'nın lambası güneş."

"Aradığın yerin burası olduğuna emin misin?" diye sordu Drizzdel'in yanında dikilen kadın.Yeşilin en parlak tonundan gözleri kazıktan bozma kapı koluna bakarken kısılmıştı.

"Kesinlikle." diye karşılık verdi Drizzdel, işaret parmağını beyaz renkli plastik kapı zilinin tozlu yüzeyine bastırırken.

Zilin sesi metalik ve kulak tırmalayan bir zırlamadan ibaretti.Parmağının tuş üzerinde kaldığı birkaç saniye boyunca, rahatsız edici ses önce kapının arkasındaki eve ardından apartman boşluğuna en sonunda da Drizzdel ve güzel eşlikçisinin kulaklarına doldu.Ancak seste yanlış bir şeyler vardı.Drizzdel'in gözlerinin kararmasına ve başının dönmesine yol açıyordu ancak zile basılı parmağını geriye çekmesini engelliyordu.

"Dayan!" diye bağırdı Drizzdel ayakları üzerinde sallanmaya başlayan kadına doğru.Mavi gözleri kan çanağına dönmüştü.

Kadın cevap vermedi ancak zilin sesi güçlendi.Drizzdell ayakta kalabilmek için titrek dizleri ve gözlerinin arkasında çakan şimşeklerle mücadele ederken, eşlikçisi o sırada çoktan yere serilmişti.Drizzdel boş midesindeki safranın ağzına doğru yükseldiğini hissediyordu.Saçlarından bir damla ter gözüne düştü ve gözleri yanarken görüşü bulandı.

"Lanet olsun sana, Riley!" diye küfretti Drizzdel ve tek dizinin üzerine çöktü.Bütün dünyası dönüyordu."Aç şu kapıyı!Pendragon!" diye bağırdı son gücüyle.Ve bir anda her şey başladığı gibi, aniden son buldu.Zilin yakan sesi sustu ve zil tuşu parmağını bıraktı.

Drizzdel hala titreyen dizlerinin üzerinde ayağa kalkıp, yerde yatan kadının kadının başına eğildi.Nefes alış verişleri düzenliydi, yüzünün ince hatları hafifçe buruşmuş ve kuzgun siyahı bukleleri yüzüne dağılmış olsa da iyiydi.Sadece kendinden geçmişti.Drizzdel kapı koluna asılı sarımsağı uzandı ve bir parçasını kopararak baygın kadının burnunun ucunda gezdirdi.Kadının yeşil gözleri anında açıldı ve aynı anda tekrar tiksintiyle buruştu.

"Eliza?" diye sordu Drizzdel.Zilin sesinin onu ne kadar etkilediğini kestirmek mümkün değildi.

"Çek şunu yüzümden." dedi kadın Drizzdel'e tutunurken.

Rahatlayarak tuttuğu nefesi veren Drizzdel kolunu hala zayıf kadına uzatırken sarımsağı yere bıraktı ve onunla beraber ayağa kalktı.

"Sarımsağı yere atmazsan sevinirim." dedi bir ses yavaşça."Bu kadar kalitelisini bulması zor."

Drizzel bu sesi tanıyordu.Sahibini görebilmek için kolunda kadınla hızlıca yerine döndü.Açık kapının önünde duran, yirmilerinin sonunda, siyah saçları yüzüne dökülen, yeşil gözlü bir adamdı.Koyu mavi ince bir kazak ve siyah renkli bir pantolon giymişti.Boynundaki ipin ucunda gümüşten ince bir yüzük sallanıyordu.Kucağında siyah renkli yavru bir kedi tutarken yüzünün ince hatlarına şaşkın bir ifade yerleşmişti.

Drizzdel'in son umudu, işte bu adamdı.

"Merhaba, Drizzdel." dedi kapıdaki adam, kucağında kediyi okşarken.

"Riley, seni piç." diye hırladı Drizzel, cevap olarak, boştaki eliyle alnında biriken teri silerken."Ne halt yediğini sanıyorsun?O zilde neyin nesiydi öyle?"

"Zil?" diye sordu Riley, yüzüne kazınmış şaşkınlık ifadesi daha da güçlenmişti şimdi.

"Evet Riley, zil." diye yanıtladı Drizzdel."Lanet şey, öleceğim sandım."

"Daha önceden yaptığım bir şey olmalı.Kurabiye satan çocuklara karşı bir önlemdi sanırım, gerçi şimdi hatırlayamıyorum." dedi Riley, kucağındaki kediyi eşiğe bırakıp ellerinden biriyle çenesini kaşırken."Ne olabilir acaba?"

"Yanlış gelmiş olma ihtimalimiz var mı?" diye fısıldadı Eliza, Drizzdel'in kulağına doğru.Riley zilin başına gelmiş olabilecek şeyler hakkında kendi kendine konuşurken Eliza' da bu şaşkın adamın bie ırkın son umudu olabileceğine inanmakta güçlük çekiyordu.

"Hayır.Bu Riley." diye yanıtladı Drizzdel."Kendini hazırla."

"Neye?" diye sordu Eliza.

"Pendragon'a.Göreceksin." dedi Drizzdel, kadının kolundaki tutuşu hafifçe güçlenirken.Eliza dehşet içinde onun korktuğunu farketti.

"Riley." diye seslendi Drizzdel, adamın kendi kendine ettiği sohbeti bölerek.İkinci cümlesine başlamadan önce derin bir nefes aldı."İçeri gelebilir miyiz?Konuşmamız gerek."

Eliza havanın ağırlaştığını hissetti.Sanki birileri başının üzerine bastırıyordu.

"Bundan iki gece önce, çölde üç adam saldırıya uğradı." diye karşılık verdi Riley.Bir an önce saf bakan gözlerine tuhaf, tehlikeli bir ışık yerleşmişti.Eliza bir anda kapıyı genç adamın yüzüne kapayıp gitmek için dayanılmaz bir istek duydu."Silahları ve zırhlı olmalarına, kendilerini savunabilecek adamlar olmalarına rağmen üçü de öldü."

Şimdi, sözleri bittiğinde Riley'in gözlerindeki ışık daha da güçlenmişti.Drizzdel istemsizce geriye doğru bir adım attı.

"Nasıl bilebilirsin?" diye sordu Eliza, Drizzdel'in koluna sıkı sıkıya sarılırken.Bir şekilde, hala hayatta olmasının tek sebebinin onun varlığı olduğunu hissediyordu.

"Benden ne istiyorsun, Drizzdel?" diye sordu Riley, titreyen kadının sorusunu görmezden gelerek.Gözlerini, onun gözlerinin içine dikerken, korkuyla etrafına bakınan Eliza, adamın gölgesinin kapının eşiğinde eğilip büküldüğünü farketti.Serbest kalmaya çalışıyor gibiydi.

"Ben...yardımını istiyorum." diye yanıtladı Drizzdel.Delici yeşil bakışlar altında düşüncelerini toplamakta zorlanmaya başlamıştı.

"Ne için?" dedi Riley.

"B-bir araştırma." diye kekeledi Drizzdel.Alnı boncuk boncuk terle kaplanmış, nefes alış verişleri hızlanmıştı."K-katilin kim olduğunu bulmak ve iş savaşa varmadan çözebilmek için."

"Barışçıl çözümler?" dedi Riley."Bir savaş istediğini sanıyordum Drizz.Kan, parçalanmış cesetler, dumanı tüten harabeler ve kulaklarda can çekişenlerin feryatları."

Riley'nin söylediği her sözcük Eliza'nın başının arkasında kör edici şimşekler çakmasına, zihninde korkunç resimlerin canlanmasına yol açıyordu.Bu adam da doğal olmayan bir şeyler vardı.Drizzdel'de yerinde hafifçe titriyordu.

"İkimizde katliamdan payımıza düşeni aldık." diye karşılık verdi Drizzdel.

"Aldık tabii." dedi Riley."Kaç kadını sevgilisinden ve kaç çocuğu babasından ayırdık acaba?Yüzlerce?Hayır, binlerce?"

"Biz sadece insanlarımızı koruduk." diye kendini savundu Drizzdel.Riley'i daha önce de bu halde görmüş olsa da eskiden şimdi olduğu kadar güçlü değildi."Tamamen farklı bir seviyeye ulaşmış." diye düşündü kendi kendine.

"Ya sen?" diye sordu Riley, Eliza'ya doğru.Bakışlarını Drizzdel'in gözlerinden çekip, Eliza'nın gözbebeklerine dikmişti.

"B-ben?" diye karşılık verdi kadın.Neden kekelediğini bilmiyordu.

Adam bir an için kapının önündeydi ve bir an sonra Eliza'nın önünde dikiliyordu.Yüzleri arasında sadece birkaç santim vardı.Adamın gölgesi, Eliza'nın beyaz keten pantolonunun üzerinde geziniyordu.

"Korkuyor musun?" diye fısıldadı Riley yavaşça.

Riley'nin yanıp sönen gözlerinin içine bakarken Eliza'nın dili tutulmuş gibiydi.Hayır, sanki bütün bedeni felç olmuştu.Geriye çekilmek istediği halde yerinden kıpırdayamıyor, cevap vermek için ağzını açamıyordu.

"Korkmalısın." dedi Riley, bir parmağını kadının açıkta kalan boynunda gezdirirken."Sonuçta ben bir canavarım."

Birkaç uzun saniyenin ardından Riley sırıtmaya başladı.Gözlerindeki ışıklar söndü ve kara gölgesi tekrar terlikli ayaklarının dibine çekildi.Drizzdel ile Eliza üzerlerine bastıran elin kalktığını hissettiklerinde kesik nefesleri tekrar düzene girdi.

"İşte bu, Pendragon'du."diye fısıldadı Drizzdel, kadını yere düşmemesi için tutarken.

"Sana yardım edeceğim." diye seslendi Riley, arkasını dönmüş kapının eşiğinde etrafına bakınan kediyle ilgilenmeye başlamıştı.

"Teşekkür ederim." diye karşılık verdi Drizzdel, rahatlayarak.

Sonunda belki hala bir umutları olabilirdi.
Işıksız bir gün, bilirsin işte, gecedir.

Çevrimdışı Sthrad

  • *
  • 19
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yabancı
« Yanıtla #2 : 14 Ekim 2016, 16:36:52 »
"Pendragon." diye fısıldadı siyah, büyük arkalığı işlemelerle dolu tahtta oturan adam.

Çizmeli ayaklarından birini tahtın kolçaklarından birinin üzerinden uzatmıştı.Tozlu pelerini bacaklarının altından koca oturağın ucuna oradan da renksiz mermer zemine iniyordu.Odadaki tek pencereden giren ince ışık demetleri, adamın başlıklı yüzüne düşüyor, uzun saçların çevrelediği çehresinde tek bir sarı gözün karanlık odada altından sikke gibi parıldamasına sebep oluyordu.Dudakları, elinde evirip çevirdiği yarısı solarak rengini kaybetmiş fotoğrafa bakarken ince bir gülümseme ile kıvrılmıştı.

"İzinde geçen on sene." dedi karanlığın içinden bir ses.

"Takdire şayan değil mi?" diye karşılık verdi bir başka ses, aynı kesif karanlığın içinden."On yıl boyunca, bütün gücümüze karşı hayatta kalmış ve direnmiş olması."

"Bedelini ağır ödedi." dedi bir üçüncü bedensiz ses." Fazla zamanı da kalmadı.Zihni çoktan parçalandı.Aslında, hala nasıl hayatta kaldığını merak ediyorum."

"Öfkesi." diye yanıtladı tahtta oturan adam."Lanet piç geçen onlarca seneden sonra bile o kadar kızgın ki, duyguları benliğini parçalanmaktan alıkoyuyor."

"Buna bir son verilmeli." dedi seslerden biri, tekrar karanlığın içinde."O delinin kudretinin nelere kadir olduğunu birinci elden öğrendim."

"Lesarna hepimiz adına konuşuyor." dedi sesler."Riley Elrod ölmeli."

Oda bir anda keskin fısıltılar ile doldu.Onlarca ses aynı anda birbirleri ile konuşuyordu.

"Yapılacak, kardeşlerim." diye karşılık verdi, tahtta oturan adam ayağa kalkar ve fısıltıları sustururken."Sadece izleyin."


Riley, elinde siyah kürklü kedisi, sabah sisinin içinde dikilmiş, elma ağaçlarının dökülmeye başlamış yapraklarını seyrediyordu.Çimen zemin çiğle ıslanmıştı, üzerindeki birkaç sararmış kuru yaprak haricinde, Riley'nin gözleri gibi yemyeşil ve bir zamanlar olduğu kadar parlaktı.Genç adamın saçları uykudan birbirine karışmış, birkaç serseri bukle alnına kıvrılmıştı.Hala yeşil bir yaprak, siyah, ince kazağının omzunda hareket etmeden duruyordu, boynuna astığı kolye göğsüne kadar iniyor ancak nefes alış verişlerine rağmen hiç hareketsiz duruyordu.Belinde eski, deri bir kına sıkıştırılmış kılıç vardı.Gözleri kapanmıştı.

"Uyuyakalmış olabilir mi?" diye düşündü Eliza,Riley'den birkaç metre ötede daha yaprakları sararmamış bir ağacın ana dalına tünemiş halde. Drizzdel'in ricası üzerine, Riley'i gözetliyordu.Adamın kapısının kilidinin sesini duyduğunda, Eliza anında yatağından çıkıp, alelacele giyinmiş ve ayak sesleri ile gözleri hala yarı kapalı adamın sağa sola çarptığında ettiği küfürleri dinleyerek peşine takılmıştı.Kapıdan çıkarken, oraya nasıl geldiği belli olmayan siyah kedisini kucağına almış ve tam olarak aydınlanmamış göğün altında yürümeye başlamıştı Riley.Şimdiyse, neredeyse bir saate yakın bir süredir elma ağaçlarının altında gözleri kapalı bir şekilde dikiliyordu.Aslında Riley'nin o yeşil küreleri saklı tutuyor olması Eliza'yı bir parça da rahatlatmıyor değildi.İçlerindeki ışık öfke ile alev aldığında karşılarında durmak isteyeceği şeyler değildi, Riley'nin gözleri.

Ağaçların arasında hafif bir rüzgar esmeye başladı.Ilık hava Riley'nin saçları ile oynar ve yüzünde dans ederken tozlu dallardan ince bir parça Eliza'nın gözlerine kaçtı.Canı yanan kadın hafifçe küfredip gözlerini kapattı ve yavaşça ovaladı.Bereket versin, gözüne giren her neyse çabucak çıktı ve Eliza bir saniye içinde bulanık da olsa görüşünü geri kazandı.Bakışlarını yerden kaldırıp Riley'e odaklarken kızarmış gözleri şaşkınlık ile açıldı.Riley'nin önünde, başlıklı, tozlu bir pelerine bürünmüş bir adam dikiliyordu.Herifçioğlu bir saniye öncesine kadar orada bile değildi.Eliza'nın içinde tehlike çanları çalmaya başlarken, gökte toplanan kara yağmur bulutlarını farketmemişti bile.

Riley gözlerini açıp gökte toplanan bulutlara baktı.Adamın varlığını birkaç kilometre ötedeki arazi sınırından geçtiğinden beri hissediyordu.

"Riley Elrod." dedi pelerinli adam, Riley'nin karşısında dikilirken.

"Eski düşmanım." diye karşılık verdi Riley, bakışlarını kararmaya başlayan gökten indirmeden."Yine karşılaştık."

Başlığı yüzünü büyük ölçüde örtüyor olsa da adamın yüzüne kazınmış sırıtış açıkça görünüyordu.Bu ve sarı renkli, parlayan gözleri.

"Daha önce karşılaştığımızı sanmıyorum." dedi adam."Efendi Riley."

"Hmm?" diye sordu Riley, başını indirir ve gözlerini adama dikerken."Senden bahsetmiyorum.Yağmur geliyor."

Riley'in umursamaz hali adamın gülüşünün daha da genişlemesine sebep oldu.

"Bu numaralar işe yaramaz.Beni eşlikçinle tanıştırmayacak mısın?" diye karşılık verdi altın gözlü adam, bakışlarını Eliza'nın durduğu ağaca çevirirken.

"O mu?" diye cevap verdi Riley, başını Eliza'yı görebilmek için çevirirken."Eliza!Buraya gel!"

İki adamın da onu hiç çaba sarfetmeden bulması kadını rahatsız etmişti.İstemeden olsa ricaya uyarak üzerinde oturduğu daldan, ıslak, yeşil zemine atladı ve Riley'nin yanına doğru yürüdü.

Adamın gözleri rahatsız edici bakışlarla birkaç saniye boyunca Eliza'nın üzerinde gezindi ardında adam, "Memnun oldum, hanımım Eliza." dedi

Eliza cevap vermek için ağzını açtı ancak bir an önce yanında dikilen Riley şimdi önünde dikiliyordu.Kılıcı, pelerinli adamın çeliğiyle kilitlenmişti.Kılıçlar hafifçe oynadığında havaya birkaç kıvılcım saçıldı.

"Çok güzelsin." dedi Riley.Hala kilitlilerdi."Dikkat çekici.Bu iyi."

"Sen, ne?" diye sordu Eliza, Riley'nin söylediklerine anlam veremeyerek, ancak o daha sorusunu bitiremeden Riley onu susturdu.

"Git.Uzakta ama seni görebileceğim bir yerde dur." diye devam etti Riley, ona bakmadan."Şimdi." diye ekledi, sessizce ama sertçe.

"Dövüşebilirim." diye karşılık verdi Eliza, elini kendi belinde sallanan ince kılıcın işlemeli kabzasına atarken.

İkili Eliza'nın gözleri önünde bir an için bulanıklığa dönüştü.Tekrar görünür hale geldiklerinde altın gözlü adam onlardan birkaç adım ötede duruyordu.Kılıcını hafifçe sallarken Riley cevap vermedi ancak başını çevirip Eliza'ya baktı.Ağzı gülümsüyordu ancak gözlerinde çakan kıvılcımlar başka bir şarkı söylüyordu.Eliza sanki başından aşağı bir el bastırıyormuş gibi hissetmeye başladı, his tanıdıktı.Başını sallayarak koşmaya başladı.

"Ne kadar da...yiğitçe." dedi, pelerinli adam, Riley'e bakarken."Kızı yardım çağırmaya mı gönderdin yoksa sadece kaçıp acınası hayatına birkaç gün daha devam etmeye mi?"

"İkisi de değil." diye karşılık verdi Riley."Sadece, oradan bakılınca, profilden inanılmaz hoş duruyorum."

Ardından ileri fırladı ve kılıcını adamın sol omzundan aşağı, göğsüne savurdu.Altın gözlü adam karşılık olarak darbenin geldiği yönde, sol topuğunun üzerinde döndü ve kılıcın altından geçerek aşağıdan yukarı doğru saldırdı.Riley, boşa kaçan hamlesinden sonra hala hareket halinde olan kılıcını kaldırarak hamleyi karşıladı, keskin çelik parçaları çarpışırken havaya minik kıvılcımlar saçıldı.İki adam da kılıçlarından kollarına yayılan şok darbeleri ile geriye çekilirken, Riley'nin yüzü ifadesizdi, ancak gözleri hafifçe parıldamaya başlamıştı.

"Evet!" dedi, pelerinli adam, kılıcını bir hançer gibi kavrayıp saldırıya geçerken."Bana onu göster.Bana Pendragon'u ver!

Riley başını hedef alan bulanık çelikten, altından kayarak sıyrıldı ve yerinde dönerek kendi kılıcını savurdu.Altın gözlü adam, havadaydı ve kılıcı açıktaydı.Karnını hedef alan hamleden kurtulması imkansızdı.Tam da bu yüzden o havada dönüp ve başı yere bakacak konuma geldiğinde ve çift el tutuşuna geçirdiği kılıcını bir tırpan gibi Riley'nin bacaklarına savurduğunda bütün ağızlar şaşkınlıkla açıldı.Riley bacaklarını korumak için zıplarken kendi saldırısını yarıda kesmek zorunda kalmıştı.Ancak havaya zıpladığı için bir an önce düşmanının olduğu kadar savunmasızdı ve rakibi iki elinin üzerine inip, normal bir adamın hayal bile edemeyeceği bir hızla ayağa kalktığında ve çizmeli tekmesini göğsüne geçirdiğinde, karşılık veremedi.Birkaç adım geriye düşüp iki dizinin üzerine çöktüğünde, tekmenin şiddeti ile Riley'nin çatırdayan kemiklerini Eliza bile aralarındaki mesafeye rağmen duymuştu.

"Bana Pendragon'u göster!" diye haykırdı pelerinli adam.

Hızlı birkaç adımda aralarındaki mesafeyi kapadı ve kılıcını Riley'nin boynuna dayadı.

"Sanmıyorum." diye hırıldayarak karşılık verdi Riley.Bütün konuşmalarına rağmen, kaçınılmaz olanın yaklaştığını hissediyordu.Buradan tek çıkış biletinin o olduğunun en başından beri farkındaydı.

Pelerinli adam kılıcını kaldırdı, tam Riley'nin boynunu hedef almıştı ve hızlıca savurdu.

Eliza, kendi kılıcını çekip ileri atıldı, ancak bir anda başının arkasında çakmaya başlayan şimşekler onu hareketsiz kalmaya zorladı.Gözünün önünden katliamların ve yanmış binaların resimleri canlanırken, kılıcını ıslak çimenlerin arasına düşürdü ve başını tutarak tek dizinin üzerine çöktü.

Kılıcı boş havayı kestiğinde pelerinli adam sırıtarak arkasına döndü.Riley, yeşil gözleri artık tamamen parlak ve çatırdayıp bükülen gölgeler ayağının dibine toplanmış halde on adım ötesinde dikiliyordu.Kılıcının ucundan kan damlıyordu ancak kızıl sıvının sahibi belirsizdi.Konuşmadan ileri atılıp kılıcını savurdu ancak Riley'nin bir an önce durduğu yer şimdi boştu.Pelerinli adamın ağzı kurumaya başlamıştı, korkuyordu.Nerden geldiği belli olmayan ve gırtlağını hedef alan bir kılıç darbesini son anda savuşturdu ve bir başkasının altından geçti.Kılıç her savrulduğunda havayı sahibi belirsiz feryatlar doldurdu.Sanki çeliğin kendini çığlık atıyor, eski bir savaş ve ölüler ile ilgili bir şarkı söylüyordu.

"Arzuladığın şey bu değil miydi?" diye sordu Riley, aynı anda hem her yerden hem de hiçbir yerden.

Kılıç bir kez daha savruldu, bu kez pelerinli adamın göğsünü hedef almıştı.Adam çekildi, ancak yeterince hızlı değildi, artık değildi.Keskin çelik kolundan yakaladı ve kaba yün ile altındaki eti yarıp geçti.O acıyla ulurken, Riley karşılık olarak bir kahkaha attı.Adam tıslayarak kolundaki yarayı kavradı.

"Şimdi, seni öldürmeden önce, kimsin sen?" diye sordu Riley, yoktan var olup adamı gırtlağından yakalarken."İyi görünmüyor.Sanırım önemli bir yeri kestim."

Adam cevap vermeden dişlerini sıkarak kolundaki açık yaraya baktı.Riley iki altın paraya benzeyen o gözlerin derinliklerinde bir şey gördüğünde hafifçe sırıtmaya başladı.

"Ne o?Kendini iyileştirsene." dedi, adamı bütün gücü ile yere çarparken.Pelerinlinin sırtı yere çarparken havaya çimen ve toprak saçıldı.Riley nefesi kesilen adamın başına eğildi.Sırıtırken, gölgesi adamın üzerine gezinmeye başladı."Yapamıyor musun?Bunun için zihninin temiz olması gerekiyor, değil mi?Ama tabii senin şu an tek düşünebildiğin şey benim.Ben ete değil zihne saldırırım.Kırık kemikler kaynar ve kesikler dikilir ama zihin bir kere parçalandığında geri dönüşü yoktur.Beden de kısa sürede onu izler."

Kılıcını iki eliyle başının üzerinde yükseltirken tekrar ayağa kalktı Riley.Soğuk çelik, başının üzerinde solgun sabah güneşinin altında parıldıyordu.

"Son sözlerin?" diye sordu Riley.

"Cehenneme git." diye karşılık verdi adam.

Ve kılıç, ağaçların altını feryatlarla doldurarak indi.Ancak pelerinli, çelik ve çığlıklar onu göğsünden yakaladığında sırıttı.Kan yoktu.Adam ikiye yarılıp can vermek yerine kuruyup çatladı ve sonunda geride sadece bir kül yığını kalıncaya dek ufalandı.

"Bir serap." diye mırıldandı Riley, toz yığınına eğilirken.Yığının içinde, eski, yarısı solmuş bir fotoğraf vardı.Gülümseyen, sarışın, mavi gözlü bir kadın ile siyah beyaz, koluna sarılmış kadın gibi gülen bir adam."Güçlü bir tane." diye ekledi, tozu silkeleyip resmi pantolonun arka cebine atarken.

Tekrar ayağa kalkarak arkasına döndü.Eliza, çimenlerin üzerine çökmüş, nefes almaya çalışıyordu.Kılıcının çiziksiz yüzeyi çiğ damlaları ile ıslanmıştı.Riley yok olup kadının önünde tekrar belirdi, kılıcını kınına geri koyarken.Eğilip, bir elini kadının omzuna diğerini ise çenesinin altına koydu.Bedeni, korkuyla titriyordu.

"Sana benden korkman gerektiğini söylemiştim." dedi Riley yavaşça, kendi gözlerini, kadının yaşlarla ıslanmış gözlerine dikerken.Kıvılcımlar sönmeye ve gölgesi sakinleşmeye başladı."Sonuçta, ben bir canavarım."


İkili, canavar ve kız, elma ağaçlarının altında birbirlerine bakarken, inceden bir yağmur üzerlerine yağmaya başlamıştı bile.
Işıksız bir gün, bilirsin işte, gecedir.

Çevrimdışı Sthrad

  • *
  • 19
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yabancı
« Yanıtla #3 : 10 Aralık 2016, 15:28:44 »
Bu bölüm Riley'nin geçmişi ile ilgili bir flashbacktir.


Son sarsıntının üzerinden bir dakika geçtikten sonra,

"Çıkın çocuklar." diye seslendi Riley, ayaklarının yerini tahta masanın üzerinde değiştirirken, geniş salonun kapısına doğru.`Belinde sallanan yıpranmış kabzanın ucu, çiziklerle dolu parke zemine sürtünüyordu. "Bu gecelik bu kadardı."

Birkaç saniyelik kısa bir sessizlikten sonra "Bitirdiler mi!?" diye bağırarak sordu evin diğer odalarından birinden Drizzdel'e ait, tiz tonlar.

"Öyle umuyorum, dostum!" diye karşılık verdi, Riley, hafifçe sırıtarak. "Gerçi tahta bir dolabın top mermilerine karşı nasıl bir koruma sağlayacağını anlayamıyorum."

Cevap gelmedi ancak bir dolabın döşemesinin dört erişkin adamın altında acı çekerken çıkardığı ses, Riley için yeterli bir cevaptı. Birkaç saniye içinde bütün ekip salonun girişindeydi.

"En azından denemiş olarak ölmek isterim." diye cevap verdi Drizzdel, salona girerken. Toz rengi başlıklı bir pelerinin altında basit bir pantolon ve bir tişört giymişti. Üniforma. Peşinde, saçları eski tavandan dökülmüş sıva parçaları ile lekeli, aksi ve aceleci Grayson, kara derili yüzü bembeyaz kesilmiş Lafayette ve her zamanki gibi sakin ve zarif kahyaları Andre geliyordu.

Riley ve dördü, diğer elli gözcü ile beraber, güney cephesinin en uç noktası olan bu şehri, uzun menzilli silahları taşıyan birlik şehre bir hafta uzaklıkta bekleyen dört tümen askere yetişip şehre ulaşana ve güney çıkışının hemen dışında konuşlanmış mevzilere saldırmak için gelene kadar şehri tutmak için emir almışlardı. Emri veren adamın ne düşündüğünü kimse bilmiyordu. Mareşal Salvatore,elli yarı yarıya silahlı adamı, uzun menzilli top bataryalarına karşı bütün bir şehri savunmakla görevlendirmiş sonra da güney ordularının tamamının yönünü batıya çevirmişti. Bu da yetmezmiş gibi belirsiz günlerde ve gece saatleri, onların ateş gücünden yoksun olduğunu bilen düşman bataryaları şehre mermi yağdırıyordu. Geçen iki haftalık sürede gözcüler birkaç günde bir yerlerini değiştirerek atışlardan korunmayı başarmışlardı ancak atış zamanları belirsiz olduğu için risk hala çok yüksekti. Sadece Riley ikametgahını sabit tutmuş, şehir merkezinde daha evvel vurulmuş, kırmızı renkli eski bir binayı tercih etmişti.

"Bu, bu hafta üç etti." diye mırıldandı Lafayette, salondaki birkaç eski kanepeden birine uzanırken eski mobilya, adamın ağırlığı altında inledi. Tam camın altına konulmuş kanepe, bordo renkliydi ve örtüsünün uçları fırfırlıydı.

"İki." diye düzeltti, Grayson, kılıcının kabzası ile oynarken.Riley'nin karşısına, masanın öbür ucundaki tozlu,işlemesiz sandalyeye oturmuştu. "Pazar günü olan geçen haftaya sayılır."

"Siktir git, Grays." diye karşılık verdi Lafayette, yerinde döner ve başını koltuğa gömerken.

Andre hariç, grubun geri kalanı Lafayette'in tepkisine güldü.

"Bir hafta içinde dört saldırı. Hala zaiyat vermemiş olmamız oldukça şaşırtıcı." diye araya karıştı Drizzdel. Hala ayakta, kapı eşiğinde yaslanmış bir halde dikiliyordu.

"Kumandanlarınız sayesinde." dedi Riley. "Mina ve Rezz olmasa şimdiye çoktan talim hedefi olmuştuk."

"Melek" Wilhelmina Higgs ve "Taşduvar" Rezzan Moore, Riley ile beraber öncü kuvvetin kumandasındaki kaptanlardı. Savaş alanında kendilerini defalarca kanıtlamış askerler olarak, elli adamın liderliğine bir savaş alanı terfisi ile getirilmişlerdi. İntihar görevlerine alışkın Riley kendi dörtlüsü ile sabit kalır ve saldırıları üzerinde yoğunlaştırırken diğer ikisi de her gece saldırıya uğramış binaların haritasını çıkartarak bir sonraki saldırının yerini tahmin etmeye çalışıyor ve buna göre birlikleri güvenli olacağını düşündükleri noktalara dağıtıyorlardı. Sistem şimdiye kadar iyi işlemişti ve iki haftadır hiç ölen yoktu.

"Şans sayesinde." diye karşılık verdi Grayson, sandalyesinin üzerinden. Yere bakarken siyah botlarının uçları tahta zeminde o ayaklarını ileri geri salladıkça tıkırdıyordu. "Tek başına saldırıları üzerine çekmek için yeterli değilsin, Riley. En azından kim olduğunu bilmedikleri sürece."

Riley birkaç gecede bir, tek başına şehrin dışına çıkıp, karanlıktan faydalanarak kapılar ile mevziler arasındaki birkaç kilometrelik mesafeyi aşıyor ve nöbetçilere saldırıyordu. Yine de hazırda emir geldiği anda şehri ele geçirmek için bekleyen üç tabur askere çok zarar verebildiği söylenemezdi.

"Onları dışarıda tutan Melek ve Taşduvar'a duydukları korku. Ama bana duydukları nefret daha başka bir şey. Daha karanlık, daha...yakıcı. Pendragon'un şehirde kapana kısıldığını öğrenecek olsalar, kendi kumandanları bile o askerleri geride tutamaz." diye karşılık verdi Riley, ayaklarının yerini masanın üzerinde değiştirirken. "Ve yanımda adam götürüp onlara fazladan zaiyat verdirmeye çalışmak sadece uzun vadede sonuçlarından pişman olacağımız bir hamle olur. Zira bir gecede kaybettikleri adam sayısı tolere edebilecekleri düzeyi aşarsa bu sefer de dikkatlerini üzerimize ihtiyacımız olandan daha fazla çekeriz ki bu da şehre yürüme risklerini yükseltir. Yani Grays senin anlayacağın, bu yıkıntıların içinde saklanıp, arada bir ölen nöbetçilerin kanları ile yetinmek zorundayız."

Grayson karşılık vermek için ağzını açtığında tartışma belki daha da devam edebilirdi ancak dairenin kapısına savrulan vahşi yumruklar bir anda beş adamın birden susmasına sebep oldu. Duruşları dikleşir ve bedenleri harekete geçmeye hazırlanırken hepsinin yüzüne endişeli ifadeler yerleşmişti. Gecenin bu saatinde, hem de bir saldırının hemen ardından kapılarına dikilen birinin iyi haberler ile gelmediğini bilecek kadar uzun süredir savaşıyorlardı. Sadece Riley, gözlerinde umursamaz bakışlarla sandalyesinde geriye yaslanmış, pelerinin başlığını yüzüne doğru çekmişti.

"Andre, rica etsem." dedi Riley, kapının üzerindeki vuruşlar güçlenir ve hızlanırken. Eşiğin öbür ucunda dikilen her kimse sabrını kaybetmeye başladığı açıktı.

Andre cevap vermedi ancak başını sallayarak, hızlı adımlarla salondan çıkıp kızıl renkli tahta kapıya yöneldi. Vuruşların üçüncü serisi başlarken, pirinç kapı kolu hızlıca döndü ve kapı yağlanmamış menteşelerinin ucunda inleyerek açıldı.

Kapının dışında sarı saçları yüzünün keskin hatlarını açıkta bırakacak şekilde başının arkasında toplanmış, yeşil renkli gözleri sert bakışlarla etrafındaki dünyayı süzen bir kadın, kollarını göğsünde kavuşturmuş halde dikiliyordu. Belinde, yıpranmış işlemesi bir kabzanın içinde bir kılıç, nefes alış verişlerine uygun olarak hafifçe sallanıyordu.

"Wilhelmina, hanımım." diye kadını selamladı, Andre, sesini olması gerekenden biraz daha yüksek perdeden çıkartarak. İçerdekilere toparlanmaları için birkaç saniye kazandırmaya çalışıyordu.

"Riley içeride mi?" diye sordu kadın, selamlamayı görmezden gelerek. Sesinin tonları demir ve bronzdu ve bir kılıcın kenarları kadar keskindi.

"İçeri gel, Melek!" diye seslendi Riley, salondan. "Çaya ve alevler içindeki bir şehrin muhteşem manzarasına sahibiz."

Kadının yüzü Melek ismi karşısında hafifçe asılsa da, Riley'e yanıt vermeden eşikten atlayıp içeri daldı. Andre kenara çekilmeye çalışırken o çoktan birkaç uzun adımda salona ulaşmıştı bile. Kahya kapıyı kapayıp kadının arkasından salona girerken botlarını tahta masanın üzerine uzatmış Riley hariç herkes ifadesiz yüzlerle ayakta bekliyordu.

"Rahatlayın çocuklar." diye karşılık verdi kadın, Grayson, Lafayette ve Drizzdel'in taştan oyulmuş yüz ifadelerine bakarken, Grayson'dan boşalan eski sandalyeye oturmuştu. "Ve bana çay getirin.Boğazım eski bir kemik kadar kuru."

Andre emri yerine getirmek için salondan çıkarken, hazırda bekleyen üçlü de boş koltuklara kendilerini bıraktı. Şimdi ifadesiz yüzler gitmiş onun yerine suratlarına meraklı ifadeler yerleşmişti.

"Ne zamandır astlarıma emir verebiliyorsun, Mina?" diye sordu Riley.Yüzü başlığının altında tamamen gizlenmiş sadece, yeşil renkli gözleri görünüyordu. Göstermese de kadının gelişi Riley'nin hoşuna gitmemişti.

"Çayı teklif eden sendin, değil mi?" diye karşılık verdi kadın, Riley'nin gözlerinin tam içine bakarak. Onun gözleri gülüyordu. Riley'nin bela aradığını bilecek kadar uzun süredir tanıyordu onu. Hatta belki de daha uzun süredir.

Koltuklardaki üçlü yerlerinde gerildiklerini gösterircesine rahatsızca yer değiştirirken masadaki ikili onları umursamadan birbirlerine bakmaya devam etti. Riley başlığının karanlığının altından ve Wilhelmina yüzünde muzaffer bir gülümsemeyle.

"Neden geldin?" diye sordu sonunda Riley, göz temasını bozarak.

"İş için, tabii." diye karşılık verdi kadın. "Şehir merkezindeki büyük binalardan birinde saklanan birileri olduğundan şüpheleniyoruz."

"Ve benden ne istiyorsun?" dedi Riley.

"Gidip bakmanı." diye yanıtladı kadın. O sırada Andre odaya elinde dumanı tüten ince, işlemesiz bir fincanla geri dönmüştü. İki uzun adımda kapı ile ikilinin oturduğu masa arasındaki mesafeyi aşıp fincanı Wilhelmina'nın önüne bıraktı ve tekrar geriye çekildi.

O önüne konulan fincanı eline alırken Riley, "Mümkün değil. Bölge an için bir cehennemden farksız ve tuzaklarla dolu." diyerek kadının isteğine karşı çıktı. Biraz önce ayrılan gözleri tekrar buluşurken, Riley ayaklarını masadan indirip sandalyesinde dikleşti. "Ayrıca, yanlış hatırlamıyorsam orayı tutmaktan sorumlu olan da sendin. Beceremediğin işleri üzerime yıkıp, pisliğini toplamamı bekleme."

"Bu bir emirdir Riley." dedi Wilhelmina, fincanını masanın çizikli yüzeyinin üzerine bırakırken. Oturağının üzerinde gerilmişti zira Riley'nin gözlerindeki kıvılcımlar, belanın ayak sesleriydi.

Riley bir an için sandalyesinin üzerindeydi...bir an sonra ise kılıcının keskin yüzü Wilhelmina'nın nazik boynuna dayanmış halde, kadının önünde dikiliyordu. Başlığı, hareket dizisinin hızı yüzünden geriye savrulmuş ve yüzünü açıkta bırakmıştı. Saçları omuzlarına dökülürken, gözlerinin yeşili parıldamaya başlamıştı.

"Kiminle konuştuğunu unutma, Wilhelmina." diye fısıldaı Riley, kadının kulağına doğru. Kılıcı kadının boğazını kesmeyecek kadar hafif ancak çeliğin keskinliğini hissedebileceği kadar sıkı bastırıyordu.

Kadının yüz ifadesi Riley'nin ani tepkisi karşısında sakinliğini korusa da, ağzının kenarının bir an için hafifçe titremiş olması bile aslında korktuğunu gösteriyordu. Yanlarına gelirken bir risk aldığını bilmesinde rağmen genç adamın ona bu kadar sert bir şekilde karşı çıkabileceğini düşünmemişti. İsteyeceği şey tehlikeli ve zordu, Riley de emirlere uymamakla ün yapmış bir adamdı. Tabii, atışmalar, tehditler ve karşılıklı bağırışmalar olacaktı, ama gırtlağına dayanmış bir bıçağı hayal bile etmemişti. Riley, zeki güçlüydü, ancak mantıklı bulmadığı hiçbir emri yerine getirmeme konusundaki inatçılığı ve eylemlerinin tahmin edilemezliği onu herkes için bir tehdit haline getiriyordu.

"Üstüne kılıç çekmek, ciddi bir suçtur Riley." dedi kadın, gırtlağını kılıca fazlaca bastırmamaya özen göstererek hafifçe yutkunduktan sonra. Riley'nin savaş alanındaki gücü ve düşmanlarına saldığı korku sayesinde elde ettiği dokunulmaz konumunu görmezden gelerek konuşmuştu zira sadece zaman kazanmaya çalışıyordu.

Kullandığı isme karşılık, Wilhelmina konuştuğu adamın artık Riley olmadığının farkındaydı. O sandalyeden kalktığı anda, Riley düşünmeyi bırakmış ve sadece içgüdüleri ile hareket etmeye başlamıştı. Bu durumdayken Riley gözün izleyebileceğinden daha hızlı hareket edebilir, anlama ve tepki verme süresi doğal olamayacak kadar kısalırdı. Onu savaş alanında bu yükselmiş farkındalık içinde gören adamlar Pendragon ismini takmışlardı. Anlaşması ya da müzakere etmesi mümkün değildi. Ya yolundan çekilirdin ya da seni ikiye kesip yolunu kendi açardı.

"Angaryalarla uğraşmaktan zevk alan iki salak olmanız ne seni ne de Rezzan'ı benim üstüm yapmaz, Wilhelmina." diye karşılık verdi Riley. Son kelimeyi dudaklarının arasından bir zehiri tükürür gibi söylemişti. "Ve sırf daha önce canlı çıkmayı becerdim diye tekrar bir cehennemin içine isteyerek yürüyeceğimi sanıyorsan, sandığımdan da büyük bir salaksındır."

"Riley, lütfen." diye karşılık verdi Wilhelmina, gözlerindeki sertliğin yerini yumuşak bir ışık alırken. Bu eski günlerde, savaş yaşamını parçalara ayırmadan ve Penragon'u doğurmadan önce Riley'nin görmeye alıştığı bir ifadeydi.

Bir an için Riley'nin yüz ifadesi titredi.

Riley'i korkulacak bir güce dönüştürse de Pendragon'un da yaşayan diğer her varlık gibi bir zayıf noktası, bir aşil topuğu vardı. Anılar, mutlu olanları, Riley bu haldeyken onu saran öfkenin alevlerini söndürerek kendini kontrol edebilmesini sağlıyordu. Kadının yüz ifadesine bakarken Riley'nin gözlerindeki kıvılcımlar zayıflamaya başladı. Eski günlerden kesitler film kareleri gibi önünden geçerken kılıcının kabzasının üzerindeki tutuşu gevşedi ve ışıklar sonsuzluk gibi geçen bir dakikanın sonunda tamamen kayboldu. Her ne kadar, yüzündeki taştan ifade yumuşamamış olsa da Wilhelmina, artık karşısındaki adamın tekrar Riley olduğunu biliyordu.

"Senden başka oradan canlı çıkabilecek hiç kimse yok, Riley." dedi Wilhelmina.

Taştan yüz ifadesini birkaç saniye daha korudu Riley. Pendragon gitmiş olsa bile öfke hala orada, yeşil gözlerin içindeydi. Birkaç saniye daha  sarışın kadına baktıktan sonra hızlıca geriye çekildi. Wilhelmina rahatlayarak bir süredir tuttuğu nefesini geri verirken, Riley açılmış başlığını tekrar örttü ve yüzünün kumaşın karanlık kıvrımları içinde kaybolmasına izin verdi.

"Bir kez daha, tek bir kez daha, karşıma dikilirsen Melek." diye söze başladı Riley, yüzeyi çentiklerle dolu kılıcı kınına kaydırırken. "Tanrı şahidim olsun, bir daha hiç kimsenin karşısına dikilemeyeceğinden emin olurum."

Ve kimsenin cevap vermesine fırsat bırakmadan arkasını dönüp, peşinde Drizzdel ile harekete geçti.
Işıksız bir gün, bilirsin işte, gecedir.