Kayıt Ol

Yalnız Bırakılmak

Çevrimdışı Canina

  • ****
  • 1460
  • Rom: 39
  • There ought to be a law against you
    • Profili Görüntüle
    • Canina's
Yalnız Bırakılmak
« : 17 Mart 2011, 16:12:34 »
Bütün hafta sözü edilen buluşmaya gitmek için evden çıkmak üzere idi. Kravatını bağlamış siyah ceketini giyip, beyaz gömleğini siyah kumaş pantolonunun içine sokmuştu. Takım elbiseden nefret ediyordu. Bütün hayatı boyunca etmişti. Aslında nefret ettiği takım elbise değil sadece kumaş pantolondu. Hayatı boyunca kumaş pantolon ona otoriteyi hatırlatmıştı. Giymeye zorlanmıştı salak şeyi. Ve her an nefret etmişti asla rahat olmayan iğrenç kumaştan. Ona göre rahat bir kotun yerini hiçbir şey tutamazdı. Giydikçe vücuduna göre şekil alırdı kot pantolon. Giyici dostu bir kıyafet. İdeal bir tercih.

Her ne kadar çok resmi bir buluşmaya gitmese de evde yaşayan diğer insanlar takım elbise giymesinde ısrar etmişlerdi. Onları da pek seviyor değildi aslında. Onlarda sürekli olarak onu istemediği bazı şeyleri yapmaya zorluyordu. Tahammül ediyordu onlara. Gülümsüyordu yüzlerine. Kavga etmek zorunda kalmamak için. Salak insanlarla kavga etmeyi sevmezdi. Çünkü dünyanın en mantıklı açıklamasını da yapsan salak biri bunu anlamayacak ve kendi beş para etmez düşüncesiyle devam edecektir hayatına.

Müziği, kitapları, filmleri için  hep böyle olmuştu. Ailesi hiçbir zaman onun hoşlandığı şeyleri anlamamıştı. Ne aile ama! Yalnızdı özünde. Yakın ailesi sürekli olarak evde olsa bile yalnızdı. Kendine bir çalışma odası yapmıştı. Evin kullanılmayan küçük bir odası. İçine rahat bir deri koltuk, bilgisayar, televizyon ve geniş bir kitaplık almıştı. Hayatta ihtiyacı olan az sayıda ki şeyler. Ufakta bir balkonu vardı bu odanın. İstediği zaman çıkıp sigarasını içebiliyordu. Böylece biri odasına girdiği zaman “gene leş gibi kokmuş bu oda.” Diye şikayet edemiyordu. Gerçi zaten kimsenin çalışma odasına girmek istediğini düşünmüyordu. Ailesi ondan hoşlanmıyordu oda ailesinden. Karşılıklı bir nefretleşme hüküm sürüyordu aralarında.

Şimdi gidecekleri yer uzak bir akrabanın evi idi. Ve aynı evde yaşadığı gereksiz kişiler ondan “İyi bir davranış” bekliyordu. Bunu hiçbir zaman garantileyememişti hayatı boyunca. Asla bir konuşmanın başından sonunu kestirememişti. Çünkü insanlarla konuşurken onları memnun etmek için yalan söylemeyi sevmeyen biri olarak, herkesin bildiği ama söylemediği gerçekleri insanların suratına vurmayı severlerdi.

Eskiden bir anneannesi vardı. O on sekiz yaşlarında iken ölmüştü. Daha mutlu olduğu bir günü hatırlamıyordu. O kadar nefret etmemişti kimseden. Ama kadın o kadar salaktı ki, ona ettiği hakaretlerden hiçbirini anlamıyordu. Sürekli odasına girer onu rahatsız ederdi. Sürekli ne yaptığını bilmek isterdi. Defalarca döverek öldürmek istemişti yaşlı kadını.. buna gerek kalmamıştı neyse ki. Kendi kendine ölüvermişti. Ve o an gerçekten mutlu olmuştu. Bir yük kalkmıştı omuzlarından. Tahammül etmesine gerek yoktu artık anneannesine. Her şeye burnunu sokan, nefesi leş gibi kokan bir bunak eksik olacaktı etrafından.

Çıkmadan önce kendine bir kadeh viski doldurdu ve odasına giderek orada yudumlamaya başladı. Etrafına baktı. Duvarda kocaman bir Beatles posteri, onun karşısında bir orta dünya haritası vardı. İki duvarı boydan boya kaplayan hoş bir kütüphanesi, boş duvarlardan birinde asılı duran kocaman bir televizyonu vardı. Deri koltuğun yanında ki çalışma masasında ise dizüstü bilgisayarı duruyordu. Yorgun argın işten eve geldiğinde çalışma masasına oturur bilgisayarını açar ve bir şey yazardı. Hayatı boyunca yazmıştı. Yazmaya devam edeceğini düşünüyordu. Bu olmazsa olmazdı onun için. Ve insanlardan nefret etmesinde çok büyük bir nedeni vardı. Çünkü bir şeyler yazarken mutlak bir yalnızlık isterdi. O yazarken birinin onu izlemesini veya yazdığı anda yazdıklarını okumasından hiç hoşlanmazdı. Elleri hızlıydı, biri odaya girer girmez kapatırdı ekranı veya alt sayfalardan birini açardı. Bilirlerdi bir şeyler yazdığını. Ama gene de üstelemezdi çoğu. Onun bütün yazma hevesini kaçırdıklarını bilmeden kapıyı kapatır giderlerdi. Sanki o orada devam edebilecekmiş gibi.

Yazarken yüksek sesle müzik dinler sigara içerdi. Çoğunlukla yanına bir bira veya viski alırdı. Asla rakı değil. Rakıyı keyif için içmezdi. Kafasını boşaltmak için içerdi. Kederini ciğerinden söküp atabilmesi için. Yazmayı bitirdiğinde ya rakı içerdi yada irice bir sarma yakardı. Odanın ışıklarını kapatır karanlıkta otururdu tek başına. Fısıldardı kendisine. Hayal ederdi. Sabah olduğunda herkesin evi terk ettiğini. Onu yalnız bıraktıklarını. Tek başına kaldığını.

Yalnız kalmak istiyor falanda değildi aslında. Arkadaşları vardı. Sevdiği arkadaşları. Aşık olduğu bir kadın vardı birde. Onlarla birlikte olmak istiyordu. Çünkü seçmişti onları. Onları hayatına sokmayı o seçmişti. Kendisine benzeyen insanlardı aynı şeylerden hoşlanıyorlardı ve en önemlisi can sıkıcı değillerdi. Arkadaşlarını fark etmeden o seçmişti. Ailesi için aynı şeyi söyleyemezdi halbuki.

Ailesi sadece aynı sikin ucundan çıkmış birkaç geri zekalıdan ibaretti. Eğer kimse ona annesinin, babasının, kardeşinin, dayısının, eniştesinin, kuzenlerinin kim olduklarını söylemeseydi bu insanlar onun için basitçe bir yabancı olacaklardı. Sokakta ki her hangi birinden farksız. Akrabalık kavramını çok saçma buluyordu. Sadece benzer genleri taşıdıkları için bir grup insanla sürekli olarak iletişimde olma durumu. Tamamen gereksiz. Hiçbir zaman hoşlanmamıştı.

Yalnız olmak istiyordu. Hayır ailesiz olmak istiyordu. Bir zevk adamı. Arkadaşlarıyla yaşayan biri. Ama kimse buna izin vermiyordu. Onu asla rahat bırakmazlardı. Biri ölse diğerleri “onun iyi olduğundan emin olmak” bahanesiyle sürekli onu rahatsız ederlerdi. Ne can sıkıcı insanlar. Bayramlarda veya ev ziyaretlerinde yapılan birkaç yapmacık konuşmadan ibaretlerdi. “Oğlunuzda amma büyümüş.” Diyip gülmek pek bir boka yaramıyor nede olsa.

Kadehini dipledi ama yerinden kalkmadı. Rahat deri koltuğu. Yıllarca oturmanın eskittiği deri koltuk. Eskimişliğinin verdiği dayanılmaz rahatlık. Tam bu rahatlığın keyfini çıkarırken biri girdi içeri. “gene mi odana kapandın sen? Hadi çıkıyoruz, kalk bakalım.” Dedi. Somurttu adam. “Hayır.” Dedi ğekde sevecen olmayan bir ses ile. “Ben gitmeyeceğim.”. Kadın şaşırmıştı. “Bak sen, ne demek gitmeyeceğim. O senin dayın. Geçen sefer oğluyla kavga ettiğin için mi gitmek istemiyorsun? Hadi ama.” Dedi yapmacık bir ses ile.

Kavga mı etmişti? Hatırlamıyordu? Hangi dayısı idi? Hangi oğlu? Ne zaman olmuştu ki bu? Pek umurunda değil. “Hayır gitmeyeceğim. Onları çekecek havamda değilim pek. Gidersem büyük ihtimalle tatsızlık çıkarırım. Siz en iyisi bensiz eğlenin.” Dedi ve içinden ekledi. “Umarım birlikte geberip çürürsünüz.”

Kadın başını salladı ve “Peki.” Dedi. Kadınların klasik sözü. Peki. Eğer bu lafı söylüyorlarsa kesinlikle bir şeye bozulmuşlardır. Daha fazla uzatmak istemezler ama altta kalmakta istemezler. Karşı tarafı da aynı şekilde üzmek isterler. Bu yüzden daha fazla konuşmak istemediklerini belirtmek için “Peki.” Derler. Aslında bu “Peki.”’nin arkasında sessiz bir “Ne halin varsa gör.” Vardır. Ama çoğu hanımefendi böyle bir şey söylemeyecek kadar kibardır değil mi? Değiller inanın bana. Çok daha kötüsünü gördüm.

Dikkatle kapı sesini bekledi. Sonunda kapının çekildiğini duyulunca odasının ışıklarını kapattı ve bir plak taktı pikabına. “Il Barbiere Di Siviglia”. Pavarotti. Gözlerini kapattı ve sigarasından uzun bir nefes aldı. İşte tek istediğim bu. Siktirip gitmeniz ve beni yalnız bırakmanız.