Kayıt Ol

Yemek Sanatı

Çevrimdışı Marius

  • ****
  • 1109
  • Rom: 31
  • poor misguided fool
    • Profili Görüntüle
Yemek Sanatı
« : 14 Haziran 2015, 16:59:16 »
Genç adam uzun bir aradan sonra tekrar evde yemek yapmaya karar vermişti. ‘Sabah ne yenir?’ diye düşündü kendi kendine. ‘Tabii ki menemen yenir, ne yenecek lan başka, öyle soru mu olur’ diye cevaplayarak da kendiyle kavgaya tutuştu.

Poşetlerden 2 tane biber, 4 domates, 2 de yumurta ve baharatları çıkartıp tezgaha koydu. Buzdolabından da 200 gram kıymayı çıkarttıktan sonra ritüel tamamlanmıştı; menemen tanrısı hazırdı. Yumurtanın üstünde minik bok parçaları vardı. Organik diye kakalamıştı satıcı. Değildi elbette. Adamın özgüveni sıfırdı, yok almayayım diyememişti ama menemen yapmasını iyi bilirdi. Menemen önemli.

Tavaya baktı sonra, biraz eskimişti. Teflon tavaların çizildiğinde kanserojen etki yaptığı konusunda haberler görmüştü. Tavasındaki çizikleri toplasan köyüne yol olurdu. Acaba bu onu kısa sürede ölüme götürür mü diye doktor olan bir arkadaşına sormaya karar verdi. Çıkardıkları bozulmadan başlamalıydı yemeği yapmaya, düşüncelerini şimdilik boş bir tabağa koydu.

Tabakları tavaya atış sırasına göre dizdi. Düzene önem verirdi ve çift sayıları da severdi. 250 gram kıyma da koyabilirdi ama içinde 5 sayısı vardı. 400 gram da fazlaydı. 222 gram onu çok memnun ederdi ama hassas tartısı yoktu. Gereçleri dizdi. Kıyma, biber, domates, baharatlar, yumurta.

Ocağın altını yakıp tavayı koydu. Kıymayı kavurmak için bir miktar yağ koyarak biraz kızmasını bekledi, sonrasında 200 gram kıymayı yağda kavurmaya başladı. Bu sırada biberleri yıkamış, minik minik doğruydu. Arada kıymayı biraz karıştırmayı unutmadı elbette. Kıyma kavrulduktan sonra olabildiğince ince ve hepsi birbirinin aynı boyutlarda parçalardan oluşan biberleri kıymanın üstüne boşalttı. Koku ağzını sulandırıyordu. Vakit kaybetmeden domatesleri soyarak küp küp doğradı. Yumurtalar organik değildi belki ama domates harika kokuyordu. Biberler piştikten sonra sıra domatesteydi. En sevdiği kısım buydu çünkü kıyma, biber, domates üçlüsünün pişerken çıkardığı koku tam havaya ekmek banmalıktı. Domateslerin suyunu saldığı vakit onları tavada ezmeye başladı. Baharatları minik bir çay kaşığıyla damak zevkine göre yavaşça döktü. Domatesler suyunu çekip pişerken yumurtaları bir tabağa koyup köpürene kadar çırptı. Tamamen homojen bir yapı elde etmişti adeta. Domatesler piştiğinde tabağı alıp yumurtayı tavanın her yerine eşit bir şekilde akıttı. Ağzı tavaya dalmak istiyordu ama beyin ‘brüsss brüssss hoooopp! Sakin ol oğluum, az kaldı...’ diyerek sabrı telkin etti.

Yumurtalar pişmiş, menemen hazırdı. Genç adam şaheserine şöyle bir tekrar baktı. Masaya götürürken sanki elinde Oscar’ı tutuyormuş gibi hissediyordu.

Kendine ‘afiyet olsun’ deyip ekmeği menemene gömdü.
After I count down, three rounds, in hell I'll be in good company.

Çevrimdışı Laughing Madcap

  • ****
  • 960
  • Rom: 51
  • The Oncoming Storm
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yemek Sanatı
« Yanıtla #1 : 25 Temmuz 2015, 01:13:48 »
"Sevgili seyirciler, bir Yemek Sanatı programına daha hoş geldiniz. Bugün basit bir menüyle karşınızdayız; Pilav-Köfte! Evet biliyorum, bir Fetuccini Alfredo değil ama Allah aşkına, onu kim bulmuş da yesin?"

20'li yaşlarını henüz ortalamamış adam kendi kendine kıkırdadı. Yemek yaparken, bir televizyon programı sunuyormuş gibi yapmayı seviyordu. Yemek yapmayı zaten seviyordu, bu şekilde işini daha eğlenceli hale getiriyordu. Temizlik yaparken şarkı söylemek gibi, tuvalette uzun uzun hayaller kurmak gibi bir şeydi bu.

"Malzemeler! Köfte için bir miktar kıyma, soğan, sarımsak, maydanoz ve galeta unu. Galeta ununuz yoksa bayat ekmek kırıntılarıyla da yapabilirsiniz ki ben öyle yapacağım. Pilav için de, pirinç. Evet, çok şaşırdınız, biliyorum."

Dolaplardan derin bir kap çıkarttı ve kıymayı içine koydu. Soğanları, bir diş sarımsağı ve yıkamış olduğu biraz maydanozu ince ince doğrayan adam, göz kararı ekmek kırıntılarından da koydu. Bu karışımı karıştırmaya başladı, bu sırada kendi kendine konuşmaya devam etti.

"Fark ettiğiniz üzere hiç bir ölçü söylemedim. Ben bu yemeği iki kişilik yapıyorum, o yüzden malzemeleri ona göre hazırladım. Hem zaten mutfakta bir süre geçirince, tüm işleriniz göz kararı oluyor. Herhangi bir ölçüye gerek kalmıyor."

Bu kısmen yalandı. Kıyma önceden kalan kıymaydı, gramajını bilmiyordu. Hazırladığı köfte harcına koyduğu malzemeleri ise tamamen kafasına göre koymuştu. Köfte onun işi değildi ama akşam yemeğini hazırlamak onun işiydi. Karıştırdığı kıymaya biraz su eklemek için durakladığında, açık olan televizyonda yayınlanan haberleri dinledi. Plüton'a giden uzay aracıyla ilgili heyecanlı konuşmayı bir süre dinledikten sonra harcı yumruklamaya ve karıştırmaya devam etti.

"Bu işlemi, hazırladığınız harç kulak memesi kıvamı alana kadar devam ediyorsunuz. Kulak memesi kıvamı nedir bilmeyenler için size çok mühim bir püf noktası söyleyeyim. Yavaşça kulak memenizi elleyin. Evet, işte onun gibi."

Köfte kıvama gelmişti ama adamın kafası az önce dinlediği haberdeydi. Plüton hakkındaki bu olay bir iki gün önceden medyaya taşınmaya başladığında da aynı şey aklına gelmişti aslında, insanoğlu her zaman insanoğluydu. Koca evrende bizden başka birilerine rast gelmediğimiz için, evreni kendimize göre sınıflandırmamız, egomuzun boyutunu gözler önüne seriyordu. Plüton'u yıllar önce gezegen olmadığı için küçümsemiştik, şimdi de heyecanla ona doğru koşuyor ve bize kollarını açmasını bekliyorduk. Gerçekten, babaannesinin deyimiyle tam birer eşek sıpalarıydık. Bu olay, Plüton konusundaki iki yüzlülük, adama sınıfındaki insanları hatırlatıyordu. Şu birbirlerinin arkalarından konuşup, hiç bir şey olmamış gibi davranan, kendileriyle aynı şeyi düşünmüyor ya da aynı şeyden hoşlanmıyor diye onları "hırt" olarak nitelendiren insanlar... Adamın midesi bulanınca kendine geldi ve köftenin çoktan kulak memesi kıvamına gelmiş olduğunu fark etti.

Eliyle parçalar kopartıp bir tabağa köfteleri koyan adam, ellerini yıkadı ve dolaptan bir süzgeç çıkarttı.

"Az önce göz kararı hakkında bir şeyler söylemiştim ya hani. Söz konusu pilav ise o dediklerimi unutun. Pilavın göz kararı olmaz. Yazılı olmayan bir kanunu vardır pilavın, annelerden çocuklarına ve onların çocuklarına geçmiş olan, sabit bir formülü vardır. Bire bir buçuk. Bu kadar. Net."

Bir bardak pirinci süzgece döken adam, içinde taş var mı diye hızlıca kontrol ettikten sonra suyu açtı ve pirinçleri bir güzel yıkamaya başladı. Süzgeçten süzülen sular bulanık bir beyazdan daha açık ve berrak bir hale gelene kadar pirinçleri yıkamaya devam etti. Bu sırada, bu bulanık beyaz rengin tıpta kullanıldığı, koleralı hastaların dışkılarının pirinç yıkantı suyu renginde olduğu anekdotunu seyircileriyle paylaşacaktı ama bunu bir yemek programı için pek uygun bir bilgi olmadığını fark edip konuyu değiştirdi.

"Bir bardak pirinci güzel bir şekilde yıkadıktan sonra, önceden yağladığımız..."

Bu sırada tencereye biraz sıvı yağ döktü.

"...tencereye koyuyoruz ve güzelce kavuruyoruz."

Pirinçleri kavururken, pilav yaparken aklına takılan soru yine beyninin kıvrımlarından fırlayıp, kortekse bir güzel yerleşti. Bu pilavı yapmak kimin aklına gelmişti, nasıl yaptı? Bunu ilk yapan kişi kimdi? Adını bilmediğimiz birisi, her gün bir yerlerde muhakkak yenen bir yemeği icat etmişti. Belki sadece basit bir yemekti ama geçmiş zamanlarda birisi, tarihe adını pirinçle yazmıştı. Adı tarihin acımasız rüzgarıyla silindi belki fakat pirinç halen oradaydı. Kendisinin de bir şekilde bundan yıllar sonra hatırlanıp hatırlanmayacağını düşünen adamın bir an canı sıkıldı ve programına devam etti.

"İyice kavrulan bir bardak pirinçlerin üzerine bir buçuk bardak sıcak su ilave ediyoruz. Dediğim gibi, bire bir buçuk. Eğer tek kişilik yapacaksanız yarım bardağa 0.75 bardak oluyor ki bu duruma biz mutfakta bir bardaktan biraz az diyoruz."

Yeteri kadar suyu koyduktan sonra tencerenin kapağını kapatan adam, pilavın olmasını beklemek için arkasındaki mutfak masasına doğru yönelmişti ki masanın etrafında dizili olan sandalyelerden birinin çoktan dolu olduğunu gördü ve istemsizce sıçradı.

"A-a? Abi! Geldiğini duymamışım."

Bir an ağabeyinin neden sırıttığını anlayamayan adam neden sonra tek kişilik televizyon programını hatırladı.

"Ee.. Sen ne zamandır buradasın?"

Ağabeyi yavaşça ayağa kalktı ve elini kardeşinin omzuna koydu.

"Programın başını kaçırdım be Selim, kusura bakma."

Amatör yemek programı sunucusu Selim utandı ve açıklamaya çalıştı.

"Ya abi işte, öyle kendi kendime yemek yapar-"

Ağabeyi Mustafa dolapları karıştırıp bir tava çıkarttı.

"Tamam be Selim, sıkıntı yok. Hepimiz biraz deliyiz, n'olcak? Hem sen niye giriştin ki bu işe, ben yapardım yemeği. Senin sınavın falan yok muydu?"

Selim fırlayıp ağabeyinin elinden tavayı aldı ve ocağın üstüne koydu.

"Tamam abi, yemekten sonra hallederim ben onu. Haydi sen git, üstünü başını değiştir. Bir elini yüzünü yıka, kendine gel. Yemeği ben hallediyorum, haydi."

Ağabeyi Mustafa biran itiraz edecek gibi durdu, sonra parmağını sallayarak cevap verdi.

"O zaman bulaşığa karışmıyorsun. Haydi ben duş alıp geleyim."

Selim, ağabeyinin mutfaktan çıkmasını bir süre izledi. Mustafa iki kardeşin büyük olanıydı ve babaları vefat ettiğinden beri ailenin babasıydı. İki yıl önce anneleri de vefat edince evin annesi olmak da ona düşmüştü. Bir taraftan çalışıyor, bir taraftan da evin giderleriyle uğraşıyordu. Selim, ağabeyini Atlas'a benzetiyordu ve bu konuda gıkını çıkartmamasından dolayı onu kıskanıyordu. İnsan bazen öyle saçma şeyleri dert ediyordu ki kendine, başkalarının nelerle uğraştığını fark edemiyordu bile.

Tavanın altını yakan Selim, tava ısınınca çok az sıvı yağ koydu ve köfteleri tavaya dizmeye başladı. Çok geçmeden köfteler olmuş, pilav suyunu çekmiş, masa hazırlanmış ve iki kardeş masaya oturmuşlardı.

"Haydi bakalım, afiyet olsun."

Mustafa pilavdan büyükçe bir kaşık aldı, sonrasında bir parça ekmek ve bir bütün köfteyi mideye yolladı. Bu sırada Selim bıçağıyla köftesini bölmüş ve aldığı parçayı ağzında çiğniyordu. Yemek borusu Mustafa'nın zorlamalarına dayanamayınca, adam bir bardak su ile tıkanıklığı çözdü ve tekrar nefes alabilmeye başlayınca kardeşine döndü.

"Sabah biri balkondan bağırıyordu sana, o neydi?"

Selim ağzındaki lokmayı yutup cevap verdi.

"Ha o şey ya... Bizim bu üst kattaki Firuze Teyze yok mu? O bağırıyordu. Bunun kedisini çalmışlar da gördün mü diyordu."

Mustafa şaşkın bir şekilde durdu ve tek kaşını kaldırıp sordu.

"E iyi de onun kedisi yoktu ki? Hem kim niye çalsın kedisini?"

Selim omuz silkti ve yemeğine devam etti. Mustafa ise kendi kendine gülüp konuşmaya devam etti.

"Arkadaş hiç mi akıllı denk gelmez bize?"

Bir an ortamda sadece çatal ve bıçak sesleri yankılandı. Sonra sessizliği Selim bozdu.

"Babamın dediği gibi abi. Deli deliyi dakikada bulurmuş."

Attention all planets of the solar federation
We have assumed control.