Kayıt Ol

İnsan ve İblis

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #15 : 04 Ekim 2016, 15:18:26 »
Bölüm 16 - Yeni

Altı Ay Sonra

"İnsanın müziğe olan tutkusu nereden gelir, bilir misin?" diye sordu, elindeki şarap bardağını inceliyor gibi görünen adam.

Karşısındaki kişi, koyu tahtadan yapılmış ve yeni cilalanmış olan masanın üstünde bulunan kaptaki çerezlerden dolu bir avuç alırken, başını onaylamaz anlamda salladı.

"Kimileri bir ihtiyaç olduğunu söyler onun. Ruhun gıdası vs. derler. Yanılıyorlar. Müzik dediğin, gerçek müzik dediğin şey, kişinin en hayvani güdülerini açığa çıkarır. Bunun için sert olmasına da gerek yoktur, ne de olsa insan dediğin en çok üzülen hayvandır. Huzur özlemindeki bir hayvan."

Lafını bitiren, kır saçlı, otuzlarındaki adam, karşısındaki sandalyeye çökmüş gence baktı. Dediklerini pek algılamış gibi durmuyor, daha çok çerezlerle ilgileniyordu.

"İyi dedin, abi," diyerek onayladı, geçiştiren bir havayla.

Ancak, gözlüklerin ardına kondurulmuş, çökük ve sanki güneşten saklanmış gibi duran iki koyu göze sahip olan bu garip adamın, ona bakmayı sürdürdüğünü görünce, eklemek zorunda hissetti.

"Kusura bakma, abi. Biraz hızlı gitmişim de..." diyerek, masaya koymuş olduğu bira bardağını gösterdi.

"Söylesene ne iş yapıyorsun?" diye sordu, kır saçlı.

"Öğrenciyim."

"Neden?" diye, keskin bir soru geldi.

Verecek bir cevap bulamayan, koyu kahverengi saçlara sahip genç, kem küm ettikten sonra durdu. Ardından, adama ikinci bir bakış bile atmadan çerez tabağını aldı ve odanın diğer tarafına doğru yollandı.

"Sikik herif..." diye söylenmişti, kendi kendine.

Buraya parti için gelmişti, moruklamış bir adamın garipliklerini dinlemek için değil. Basık basık katlara sahip binada, çok fazla kız olmaması yetmezmiş gibi, bir de bu herif çıkmıştı karşısına. Bir deyiş vardır ya, diye düşündü, kerhane havaya uçsa bize pezevengin siki düşer, aynı onun gibi bir şansı vardı zaten.

İki metreyi zar zor aşan bir tavana sahip katın içinde, masanın yanında dikilen gözlüklü adam, pek de bozulmuş gibi durmuyordu. Tam tersine, sanki gencin ayrılmasını beklemişti. Yanındaki koyu kahverengi deri çantasını cilalı masanın üstüne koydu. Eski zamanlardan kalmış gibi döşenmiş olan odayı şöyle bir süzmüştü bir yandan. Pejmürde abajurlar, eskimiş ve geleneksel desenlere sahip büyük halılar ve yer yer kabarmış tahta zemini ile nostalji havası verilmeye çalışıldığı barizdi. Duvarlarda, bir kaç on yıl öncesinin posterlerini gördü. Çoğu çoktan ölmüş, yaşayanları ise para peşinde albüm çıkarmaya devam eden pek çok grubun posterlerini. Zevksizliğe burnunu bükerek, tel gözlüğünü düzeltti ve kumaş ceketinin cebinden çıkardığı eliyle çantayı açtı. İçinden tam bir şey çıkaracaktı ki, bir şey hatırlamış gibi durdu ve şarabından son bir yudum aldı. Ardından elini çantaya daldırdı ve bir silah belirdi. Siyah, tam-otomatik silahın her bir şarjörünün elli mermi kapasitesi vardı. Önceki modellerde ısınma bir problem teşkil ediyor olsa da, henüz geçen sene çıkan bu üründe, soğutma için son teknoloji kullanılmış ve -ona göre bir tam-otomatiğin olması gerektiği gibi- bu sorun giderilmişti. Aynı zamanda katlanabilir yapısı sayesinde, adamın çantası gibi, küçük yerlere de sığdırılabiliyordu.

Enstrümanını eline alan adam, onun kilidini açarken bir yandan silahı okşadı. Yeni işlenmiş metalin kokusunu ciğerlerine çekerken, uyuşturucunun etkisiyle trans halinde dans eden insan güruhu onu fark etmemişti. Ritüelini bitiren adam, dönerek önündeki hammaddeye baktı. On, yirmi... tam olarak yirmi altı kişi saydı. Tuvalete giren iki kişi daha vardı. Diğer dört katta ise toplam yüz otuz altı kişi daha olmalıydı. Tabii, gelip giden insanlar olmuştu mutlaka ama her zaman bir yanılma payı olduğunu biliyordu.

"Yüz altmış - yüz seksen kişi..." diye mırıldandı kendi kendine "Bakalım kaç nota çıkarabileceğim."

İlk ateşlediği mermi, ses sistemine isabet ederek hoparlörlerin susmasına yol açtı. İnsanların bir kısmı kafalarını kaldırıp, yüksek sesli müziğe n'olduğuna bakarken, bir kısmı bunu fark etmeden sallanmaya devam etti. Bunun üstüne, herkesin dikkatini kendine çevirmesi için adam bir el de tavana ateş etti. İstediği etkiyi yaratarak, kimisi açıkta, çoğu ise uyuşturucunun bir yan etkisi olarak aşırı parlak görünen ışıklardan rahatsız olmamak için güneş gözlüğünün ardına sığınmış gözler, ona çevrilmişti. Henüz binaya gelmiş olan birisi silahı görünce bir çığlık attı. Sarı saçlı kızın bağırışının tizliği, adamın kulaklarını doldururken, vücuduna bir haz dalgasının hafifçe yayıldığını ve kıllarının diken diken olduğunu hissetti.

"Ve açılışı gözleri daha kaymamış bu hanım yapıyor! Çok teşekkürler," dedikten sonra, vücuduna sıktığı altı mermi ile bedeninin yere yığılmasına sebep oldu.

Kan daha ahşap zemine yayılma fırsatı bulamamışken, paniğe kapılan insanlar bağırmaya ve sağa sola kaçışmaya başladılar. Olan bitenin bilinci bir anda üstlerine çöktüğü için, retro diye tabir edilen eşyalara ya da birbirlerine toslayarak koşturuyorlardı.

"Hızlı bir açılış demek," diye düşündü adam "Her zamanki gibi yani."

Silahını kesik kesik ateşlemeye başladı. Her seferinde, bir iki kişi yere düşüyor ve insanların sayısı azaldığı halde bağırışları daha da kuvvetleniyordu. Diğer katlara kaçmaya çalışanları takip eden gözlüklü adam, arada bir ateş etmeye devam ederken, amaçsızca tek bir mermi bile harcamıyordu. Eli tetiğe her gittiğinde, bir acı çığlığı ve onu izleyen pek çok bağırış oluşturmuştu.

Böylelikle zemine kata koşturanları takip etti ve dar, metal çıkış kapısına yığılmış on beş kişiyi gördü. Kesik kesik ateş etmeye devam ederek, onların teker teker yere yığılmasını izlerken, hızlanan kan akışıyla kulakları zevkle zonkluyordu. Kapıdan çıkabilen bir kaç kişi olmuştu ve bağırmaya devam ederek koşuyorlardı fakat onların peşinden gitmedi. Hayır, böyle yaparsa melodi duracak ve ritimsizlik içinde kalacaktı. Bunun yerine, yere saçılmış bedenlerin arasından ilerleyerek ve hala hayatta, inlemekte olanların hayati olmayan yerlerine ateş ederek üst katlara yönelmeyi tercih etti.

Koşturanların sesi yok olmaya yüz tutmuşken, ikinci kata vardı. Saklanan bir kaç kişiyi buldu ve onları da öldürdü. Bir kısmını özellikle sadece yaralıyor ve inleyişleriyle melodinin yaşamasını sağlıyordu. Basit bir katil değildi o, sadece gerektiği kadarını öldürüyordu.

Son kata vardığında, buraya sıkışıp kalmış yüzün üstünde kişi bulmuştu. Tıklım tıklım bir mesai çıkışı otobüsü gibi olan yerde, açığa çıkartılmayı bekleyen tonlarca nota vardı. Saatine baktı. İki dakika elli altı saniye geçmişti.

"Biraz kısa ama büyük final, buna değecek," diyerek, tekrar şarjörü değiştirdi ve gözlüğünü düzeltti.

İki saniye boyunca elini tetikten çekmedi ve yeni koyduğu şarjörün yarısını insanların üstüne boşalttı. Ölen beş kişiden sıçrayan kanlar, diğerlerinin üstüne ve halılara yapışmıştı. Bunun üstüne, güruh geriye kaçılmaya çalıştı ve bir o kadar kişi de ayakların altında kaldı. Korku belirten sesler artık bir koro gibi yükseliyor, erkeklerin kalın bağırtıları kadınların tiz çığlıklarına ahenkle karışarak bir senfoni oluşturuyordu. Adam şarjörün geri kalanını da harcadığındaysa, azalan insan sayısına rağmen sesin şiddeti daha da artmıştı. İkinci şarjörü bitirdiğindeyse, kanlarla ve delik deşik ölü bedenlerle kaplanmıştı zemin. Duvarlara yapışan et parçaları ise sarımtırak, eskimiş boyayla bir tezatlık oluşturuyordu.

Çıkabileceği en yüksek güzelliğe ulaşmış olduğunu bilen adam, bir kaç saniye boyunca hiç bir şey yapmadan, gözlerini kapatarak onları dinledi. Yaşamı işte bu yüzden seviyordu, en büyük güzelliğini sonlanırken belli ediyordu. Yok olan her bir hayat, onun için ayrı bir değere sahipti. Aynı zamanda, bu nefes kesici et yığınlarını haberler aracılığıyla da ölümsüzleştiriyordu. Onuncu senfonisiydi bu ve hepsinden ayrı bir tad almıştı.

"Ne kadar güzel," diyerek, bir iç çekti ve gözlerini, artık son notaları çalmaya hazır şekilde açtı.

Önünde belirmiş bir seksenlerdeki bir siluet, eline vurarak silahını yere düşürdüğündeyse şaşkınlık içinde kalakaldı. Bölünmenin siniriyle bu haddini bilmeze bir tokat indirmek için elini kaldırmıştı ki, kolunu tutan siluet, bir anda sıkarak kemiklerini paramparça ediverdi. Acıyla haykıran adam, doğal olmayan bir şekilde sallanan kolunu tutarak yere çöktü.

Bakışlarını yukarı kaldırdığında, yeşil alevlerle yanan gözlere sahip genç bir adamı gördü. Ona öfkeyle bakıyordu. Yüzlerce, belki de binlerce yılın öfkesinin kudreti, yemyeşil parlayan gözlere ve çatılmış kalın kaşlara oturmuştu.

"Sen de kimsin?" diye sordu, istemsiz olarak huşu içinde kalmış olan adam.

Zira, hayatında bu kadar güzel bir hayvanilik gördüğünü hiç hatırlamıyordu. Bunun yerine, onu boğazından tutarak kaldıran genç, adamı duvara fırlattı. Kafasını çarpan adam, duvardan sektikten sonra yere kapaklandı. Darbenin etkisiyle, sarsıntı geçirerek bilincini kaybetmişti fakat bu, yeşil gözlü genci durdurmadı. Hızla gittiği gibi, adamın kafasını ayağıyla, şiddetle ezerek kafatasının parçalanmasını ve beyninin yere saçılmasını sağladı. Ardından, topuğunu iyice bastırıp, ayağını sağa sola kaydırarak, kalıntıları öğütücüden geçmiş bir püreye benzetti.

Öfkeyle solumaya devam eden Eiros, yeşil gözleri bir tanrının haklı öfkesiyle parıldarken kalabalığa döndü. Sadece elli kadar insan hayatta kalmıştı. Titreyen, sayıklayan ve aynı zamanda gördüklerinin şokuyla hareket etmeye korkan bu kişiler, onun bir kurtarıcı mı yoksa ikinci bir işkenceci mi olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"Artık güvendesiniz," dedi, genç, hala sinirli bir biçimde.

"S-sen, onu öldürdün..." diye kekeledi, genç kızın birisi "Kafasını bir böcek gibi ezdin."

"Evet," diyen Eiros ekledi "Yaşamayı hak etmeyen herifin tekiydi."

Lakabı Katil Şef olan bu adamı, bir süredir arıyordu. Kendisi İblis'in gücünü elde edip, komşusunu öldürerek kaçtıktan üç ay sonra ortaya çıkmış ve ülkenin dört bir yanında kaosa neden olmuştu. Dokuz büyük katliam yapmıştı, toplamda dört yüze yakın kişi bu hasta ruhun kurbanı olmuştu. Bugünle beraber bu sayı artacaktı fakat sonunda, onu durdurmayı başarabilmişti. Kabiliyetsiz polisler adamı bir türlü durduramamış, onun yerine bu yeteneksizliklerini protesto eden eylemcilere müdahale ederek onlarca kişiyi tutuklamışlardı. Neyse ki, Eiros'ta onlardan olmayan bir şey vardı...

"Sen... sen nesin?" diye sordu, bir başkası. Bir genç adam.

"İntikam," diye yanıtladı Eiros, gözleri normal kahverengiliğine dönerken "Bu çürümüş ülkedeki her pisliğin korkuyla tanıyacağı şey."

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #16 : 05 Ekim 2016, 19:09:51 »
Bölüm  17 - Eiros

"Ülkenin ağzına sıçtılar, ağzına!" diyerek, kendi kendine söylenen, orta yaşlı bir adam geçti yanından.

Umursamayan Eiros, yürümeye devam etti. Kızıl ama eskimiş tuğlalarla döşeli zemin, kış güneşini emiyor fakat bir an bile ısınma emaresi göstermiyordu. Yağmurdan dolayı hala ısla ıslaktı taş, yolun kenarındaki toprakta bulunan bakterilerin çıkardığı koku ise burna hoş bir "toprak kokusu" gelmesine yol açıyordu. Huzurlu bir gün olabilirdi, yağmur sonrası rahatlamış hava ve bir kaç gün önce seri katil Şef'in etkisiz hale getirilmesi insanların gerginliğini almıştı. Ancak, deniz hala karayı ve insanları umursamadan çalkalanıyordu. Öfkesi belki de, toprağı betonlaştırmış insanlığaydı, belki de onların yozlaşmışlığına. Ya da toprağı hiç umursamıyor ve burnu havada, kendi halinde bir şeylere bozuk atıyordu.

O an denizi pek sevdi, Eiros. Oldum olası genele uymayan şeylere bir sempatisi olmuştu zaten fakat o anda, daha bir yakın gelmişti. Zira o da, tek bir katilin ortadan kaldırılmasıyla hiç bir şeylerin düzelmeyeceğini biliyordu. Pislik, bu dünyanın her yerine işlemiş, insanların her bir porunu bularak içine girmiş ve bağırsaklarını utandıracak şekilde onları kirletmişti. Özellikle bu ülke, diye düşündü, benim ülkem.

Dilencilerin sıra sıra dizildiği, aralıklarla akbabalar gibi konduğu sahil yoluna gitti. Onlara karşı içinde bir empati belirtisi yok değildi, savaştan kaçan ve sığınacak bir yer arayan zavallılar olarak düşünülebilirlerdi. Ancak, hükümetin kirli bir oyununun parçasıydılar sadece. Uluslararası bencillik platformunda, sevgili diktatörün belli bir kıtaya karşı şantaj için kullandığı piyonlar. İnternet ve şu an konakladığı yer sağolsun, bu kişilerin yaşamına bayağı bir tanıklık etmişti. Savaşın, yoksulluğun ve dışlanmışlığın öfkesiyle, ellerinde kalan üç beş parça şeye can havliyle tutunuyor ve tehdit olarak gördükleri her şeye alev püskürüyorlardı. Doğaldı bu, içinden ve dışından kaç kez sövdüğü bir şekilde doğal. Yine de, ruhuna işlemiş olan, kimilerinin aptalca bir kibirle faşizan diye nitelediği tepkiye ket vuramıyordu; bu ülke onlar için değildi, kendi halkı için kurulmuştu. Gönlü dilerdi ki, sınırsız ve herkesin rahatça yaşayabildiği, yöneticilere ihtiyaç kalmayan bir dünyada yaşasalardı.

Bu yüzden, bu ikilem, onun sinirini bozuyordu. İki ucu boklu değneğin arasında kalmış, ahlakın sınırlarına varmıştı. Pek çok kez olduğu gibi, bu sefer de dünya bencilliğe itmişti onu. Tabi artık her şey farklıydı. Bu konuda bir şeyler yapabilecek güce sahipti...

Bir sigara yaktı ve rüzgarla birlikte oradan oraya savrulan, sahilde patlayan denize baktı. Kaosun, yaratımın ve yıkımın en güzel vücut buluşlarından birini izliyormuş gibi hissediyordu. Esen hava dalgası onu hiç bir şekilde etkilemezken, birisinden aşırdığı gri yağmurluk üstünde salınıp durdu. Dumanı içine belli bir monotonlukla çekiyor ve bir damla bile balgama neden olmadan, zevkle dışarı salıyordu. Vücudundaki değişimler artık daha da belirginleşmişti. Bir kere bile hasta olduğunu ya da öksürdüğünü hatırlamıyordu. Ancak, bir yandan alkol ve tütünün etkisi daha da artmıştı. Nedenini tam anladığı söylenemese de, zamanla aklında bir fikir belirmişti. Sanırım, İblis'in gücünün etkisiyle vücudu belli bir denge halinde sabitlenmiş kalmıştı. Buna etkiyecek olan bir virüs, bakteri vb. anında savunma sistemi tarafından yok ediliyordu. Aynı şekilde, bu denge halinde kalmasından dolayı herhangi bir maddeye direnç kazanamıyordu. Ne kadar sigara içerse içsin ona bir zararı olmamıştı ve her seferinde ilk sigarasını içiyormuş gibi hissediyor, kafası bulanıyordu.

"Mendil alcan?" diyen bir çocuk yaklaştı yanına.

"Başkasına git," diye başından savdı, Eiros.

"Mendil al," diye üsteledi.

"Git be," diyerek, velede döndü genç.

Gözlerinin ve çehresinin her tarafına sinmiş bir kendinden geçmişlik gördü çocukta. Nerede olduğunu ya da ne yaptığını bilmezmiş gibi davranıyordu. Buranın yerlisi olmalı ki, çocuğu gören yabancı dilenciler onu kesiyor ve onun, Eiros'tan uzaklaşmasını bekler gibi bakıyorlardı. Onların bölgesine girmişti.

"Ne kadar?" diye sordu, Eiros.

"Gönlünden ne koparsa," diye, otomatik bir cevap geldi.

Çocuğa gizlice on lira verirken, bir yandan, küçük ve arkadan basık başını tutarak kendine çekti ve konuştu.

"Sana bakanları köprü altına çekersen, bunun iki katı seni bekliyor."

Kendini kaybetmiş salınımından kurtulan, burnuna sümük yapışmış çocuk ona ve verdiği paraya bir anda baktıktan sonra başını olumlu anlamda salladı. Bir yetişkinin aksine, adamın neden bunu istediğini ya da onlarla ne yapacağını sorgulamamış, zor koşullarda yetişen çocukların sahip olduğunu uyanıklıkla kendisine bir zarar gelmeyeceğini anlamıştı.

Ondan uzaklaşmakta olan çocuğu izleyen Eiros, sigarasını söndürdü ve ayağa kalkan diğer dilencilere baktı. Sağı solu, çaktırmadan kesen iki adam ve bir kadın, veledi izliyorlardı. Pek arabanın geçmediği, görece tenha olan köprü altına yaklaştığında hızlandılar. Hareketlenen Eiros, adımlarını sarsakça atarak onlara yaklaştı. İblis'in etkisiyle kas kütlesi arttığı için hala tamamen yeni bedenine adapte olamamıştı.
Anlamadığı bir dilde bağırışlar ve onu, bir çocuğun koşturmasının yaratacağı ayak sesleri izleyince, hızlandı ve koşmaya başladı. Asfaltta ve kaldırımda suların toplandığı, demir destekleri paslanmış köprü altına vardığında, karşısına gür bıyıklı bir dilenci çıktı. Tereddüt etmeden ve hızını kesmeden ona kafa atarak adamı metrelerce geriye fırlattı. Alnı, adamın göğsüne temas ettiği sırada bir çatırdama duymuştu. Büyük ihtimalle göğüs kemiklerinden birkaçı kırılmıştı.

Bunu gören diğer iki dilenciden kadın olanı bir bıçak, diğeri kol yeninin içine sakladığı demir bir sopa çıkardı. Adam ona sopayı savurduğunda, koluyla bloklayan Eiros, durup da imali bir söz söyleme gibi bir salaklık yapmayarak elini çevirdiği gibi sopayı kaptı ve kolaylıkla, yolun karşısındaki kaldırıma kadar fırlattı. Bir yandan, kolunu çevirirken adamı da ittirerek, insanüstü kuvveti sayesinde herifi asfalt yola savurmuştu. Bıçakla üstüne koşturan kadının eline bir tekme atması ise yetmişti. Kırılan elinin acısıyla duraksayan, şalvarlı kadının karnına indirdiği ikinci bir tekme ile onu da bir kaç metre geriye fırlattı. Rengarenk şalvarı açılarak, yağlı, selülitli bacakları ve kocaman beyaz donu açığa çıkmış olan kadın, acıyla kıvranıyor, nefes almaya çalışarak göğsünü tutuyordu. Belki de diyaframı ya da ciğerleri hasar almıştı, belki de geçiciydi.

Eserine bakan adam, bir anlığına duraksadı. Sonunda bu tarz şeyler karşısında eyleme geçebilmek büyük bir tatmin duygusu yaratıyordu. Önceden, ne kadar büyük ya da küçük olduğu fark etmez, bu tarz adaletsizlikleri her gördüğünde içinde bir şeyler ona haykırır ve harekete geçmesini söylerdi fakat bunu bir türlü yapamazdı. İzleyen, tepki vermeyen kişilerden birisi olmaktan nefret ediyordu; olayların gidişatını değiştirebileceği halde, korkudan dolayı suya sabuna dokunmayan kişilerden birisi olmak.

"Sağol, abi!" diyen çocuk, kendisine büyük gelen ayakkabılarını şapadak şapadak vurarak yanına koşturmuştu.

"Ne demek. Kaç verecektim sana?" diye sordu, Eiros.

"Yirmi lira," dedi, çocuk.

Cebinden otuz çıkartıp verdi, adam.

"Abi sen badici misin?" diye sordu, çocuk. Yüzünde saf bir merak ve hayranlık vardı.

"Evet," diye yanıtladı adam "Badiciyim."

"Ne zamandır bizim mekanı aldıydı bunlar. Sonunda sahile geri dönebilecez," dedi, çocuk.

Yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.

"Baban ondan mı dövüyordu seni?" diye sordu, Eiros.

"He," dedi çocuk ve başka bir şey söylemedi.

"Hadi yürü," diyen genç adam, çocuğu kışkışladı.

Canı sıkılmıştı. Yaptığı şeyi, buranın insanlarını daha değerli gördüğünden ya da ülkesini pek bir sevdiğinden yapmamıştı. Tam tersine, kendi evinden kaçtıktan sonra yeni konaklama yeri haline getirdiği semtte geçirdiği altı ay süresinde, daha bir tiksinir olmuştu bu tarz şeylerden. İnsanın, sefalet ile birlikte daha bir aç gözlü ve saldırgan olmasına birinci elden tanıklık etmişti kaç kere.

Bir sigara daha yaktı ve yürümeye koyuldu. Biraz daha medeni yerlere gitmesi işine daha çok yarardı belki. İçinde onu rahatsız eden bir şey vardı zira, Şef'i öldürdüğü sırada daha bir farkına varmıştı. Semtte aylar boyunca yaptığı "temizlik" pek bir işe yarıyor gibi değildi. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, insanlar yine de aynı şeyleri yapmaya devam ediyordu. Kaç tane hırsıza, katile ve bilimum kişiye haddini bildirirse bildirsin, eninde sonunda yenileri ortaya çıkıyordu. Ya yeterince güçlü olmadığındandı ya da işin altında başka bir şeyler vardı. Belki bu gibi insanlar düzeltilemezdi, belki sosyoekonomik nedenler her şeye baskındı ya da yoluna çıkan herkesi öldürmediği sürece bir yerlere varamayacaktı. Ayrıyetten, bu insanları sevmediği halde neden hayatlarını daha iyi hale getirmeye çalışıyordu?

Düşünceler üstüne çöker ve sorgulayışı artarken, bunların eskisi kadar ağır olmadığını fark etti ve fırının tekine girip iki poğaça ile bir çay söyledi. Buralardan gitmesi ve ülkeye açılması gerekiyordu artık. Yanına yerleştiği öğrenci, Umut, ilk başta düşündüğünden daha iyi bir yoldaş olmuştu. İlk başta ona şüpheyle yaklaşmış olsa da, yaptıklarını görünce Eiros'u ihbar etmek gibi bir şeye kalkışmamıştı. Onun da bu dünyayla bir sorunu olduğu belliydi. Ancak, kendi içindeki gücün daha büyük bir şeylere kadir olduğunu hissediyordu Eiros.

Poğaçasını yiyip, çayını yudumlarken sonunda zamanın geldiğine karar verdi.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #17 : 09 Ekim 2016, 17:17:44 »
Bölüm 18 - Eiros İki

"Demek gidiyorsun artık, abi," dedi, ikili koltuğa çökmüş olan Umut.

"Evet, halletmem gereken yeni şeyler çıktı ortaya," diyen Eiros, çantasını hazırlıyordu.

İçine bir süre önce aldığı bir dizüstü bilgisayar ile adaptörünü koydu, ardından öndeki küçük göze telefonun şarj aletini yerleştirdi. Yanına alabileceği, giysi dışında, pek bir şey gelmiyordu aklına. Şehrin içinde olduğundan dolayı yemek alması mantıksızdı, ilaç vb. şeylere ise artık ihtiyacı yoktu. Normal bir kişinin ihtiyaçlarından farklı şeyler gerekiyordu ona, bir kaç ayna koymayı ihmal etmedi. İblis ile ne zaman iletişim kuracağı belli olmuyordu. Onunla konuşmaktan olabildiğince kaçınmış olmasına rağmen, altı aylık süreç içinde bir kaç kez çağırması gerekmişti. Pek de verimli geçtiği söylenemezdi ve bunun kendisinden mi yoksa bu şeytani varlığın doğasından mı kaynaklandığını anlayamıyordu. Biraz anlayabilmeye başlamış olsa da, çok farklı, yabancı geliyordu. Mesafeli mi önemsiyor mu, kendisini küçük mü görüyor yoksa sempati mi duyuyor anlayamıyordu bir türlü.

"Gitmeden önce sana bir şey söylemeliyim," dedi, Umut.

Merak içinde ona dönen Eiros, köşeli yüzlü adamın konuşmasını bekledi. Normalde çok sohbet eden birisi değildi, okula gidip gelir ve ev işlerini hallederdi. Bu esnada ise Eiros ya semtteki birileriyle uğraşıyor ya da internetten araştırma yapıyor olurdu.

"Senin bir ajan ya da o tarz bir şey olduğunu hiç düşünmedim," dedi Umut "Ne olduğunu bilmiyorum ama farklısın."

"Ne açıdan?" diye sordu, Eiros, bu konuşmanın eninde sonunda geleceğini hissetmişti hep.

Bir yandan gerçekleşmesini istememişti çünkü Umut'u öldürmek istemiyordu. Semtteki diğerlerinin aksine, bu çukurdan kendisini kurtarabilmiş ve hayat kurabilmiş birisiydi. Arada bir yüzünde bir hüzün dalgası gördüğü oluyordu, gecenin bir vakti yıldızsız gökyüzüne dalıp giderken ya da okula gitmediği gündüzleri, gereksiz gündüz kuşağı programlara bakarken.

"Tıpta okusam da, bugüne kadar hep doğaüstü varlıklara inandım. Seninle karşılaşana kadar bu sadece bir inançtı, artık gerçek olduğunu biliyorum," dedi, genç öğrenci.

"Peki sence neyim ben?" diye sordu, görüşünü merak eden sakallı genç.

"Bilmiyorum," diye, bir iç çekişle beraber itiraf geldi "İnandığım şeyleri hem doğruladın hem de alt üst ettin. Anlatabiliyor muyum?"

"Hayır, demek istediğin hakkında bir fikrim yok."

"Şeytan," dedi, Umut "Hep kötü diye anlatılır. Alınma ama içinde kötülük var ama sırf bundan ibaret değilsin."

"Normal bir insanım yani?" diye gülümsedi, Eiros. Eğlenmişti.

Kesik kesik gülen Umut, mutfağa doğru bir bakış atmıştı bir yandan.

"Kusura bakma, abi ama normal senin pezevengin olsun," dedi ve ekledi "Dolapta biraz rakı var, son bir tek atalım mı?"

"Hadi getir bakalım," dedi Eiros.

Şu altı ay sırasında ne kadar da değişmişti. Önceden hep bir utangaçlık, çekingenlik üstüne çökmüş olurdu. Artık, kimilerinin değimiyle bir ağır abi gibi konuşuyor ve ilişkilerinde hükmeden taraf oluyordu. Hoşuna gidiyordu da bu durum. Hiyerarşide üst taraflarda yer almak, içinde bir yerlere hoş bir şekilde hitap ediyordu.

Biraz haydari yaptıktan ve bir teneke peyniri açtıktan sonra, küçük rakı sofralarının başına çöktüler. Buzsuz içtikleri, serin rakı hoş gelmişti. Hava soğuk olmasına rağmen, her zamanki gibi sıcak olan Eiros'un içini ferahlatıyordu. Dışarıda çiseleyen yağmur ve arada bir gelen gök gürültülerinin eşliğinde, açık olan televizyondan yayılan akşam haberlerinin sesi küçük salonu dolduruyor ve lambanın sarı, soluk ışığı üstlerine düşüyordu. Geleneksel desenlere sahip halıya bir peynir dilimi düştü ve suyu yayılarak, siyah ile kahverengi örüntüyü kapladı. Yeni yıkanmış halının üstündeki dilimi aldığı gibi ağzına attı Eiros.

"Neden bunu yapıyorsun, abi?" diye sordu, Umut.

Eiros, ilk başta onun korkudan hep abi dediğini düşünmüş olsa da, hürmeten dediğini anlamıştı bir süre sonra. Hep böyle konuşurdu. Arada bir, açgözlülükle kendisine baktığını da fark etmişti. Sahip olduğu güce özeniyordu herhalde. Bunun hoşuna mı gittiğinden yoksa canını mı sıktığından emin olamıyordu Eiros ve ikilemleri sevmezdi.

"Bu eve nasıl sahip oldun, Umut? Öğrenci halinle satın alamayacağın belli," dedi.

Öncelikle kendi sorusuna cevap vermesi gerektiğini, sert ve sorgulayan ses tonuyla yeterince belli etmişti. Belki rakıdandı ama bugün kendisini, insanlara daha bir hükmetmek ister bulmuştu. Normal duygusallığına karşı olarak, bir koğuş ağası gibi soğuk ve içten pazarlıklı olmak istiyordu.

"Babam öldü ve mirası için annemle birbirimize düştük," diye yanıtladı, ona uyan Umut "O başka birisiyle evlendi, ben de evi aldım."

"Kendi annenle miras kavgasına mı girdin?" diye sordu, şaşıran adam.

Onun daha farklı olduğunu sanmıştı.

"Beni yargılıyor musun, abi? Sen ne yaptın, kaç kişiyi öldürdün?" diye sordu, bozulan ve gergince gülen Umut.

"Asla kendi aileme zarar verecek bir şey yapmadım," diye, soğuk bir şekilde yanıt verdi, Eiros.

"Benimki gibi bir ailede büyümedin sen. Alınma ama orta halli bir aileden geldiğin her şekilde belli oluyor. Güçlüyken bile gerginsin, buralarda söz geçirememenin nedeni de bu," dedi Umut ve rakısından bir yudum aldı.

Belli etmemeye çalışsa da sinirlenmişti. Aklına Eiros'u mahalledeki çetelere ihbar edebileceği sayısız fırsat geldi. Belki de bunu yapmış olmalıydı. Eiros ise, onun sözlerinden rahatsız olmuştu. Sohbetin yönlendiricisi olduğunu sanıyordu, oysa hala yol yordam bilmediğini söyleyen bu adam, ona yerini bildirmişti. Ne kadar güçlü olursa olsun, bu yaşam biçimine yabancı olan birisiydi. Hayatın içinden değildi, kimilerinin deyişiyle. Eksikliğini hep çekmiş olduğu bir şey.

En çok rahatsız eden de, onun bu laflarında haklı olduğunu bilmekti. Yine de, kendisiyle bu şekilde konuşulmasına müsade edemezdi. Ancak ne yapacaktı? Altı ay boyunca evinde kaldığı birisine zarar vermek istemiyordu ama gerçeğin yüzüne çarpılması zoruna gitmişti.

"Sen burada yaşamayı gerçek yaşam mı sanıyorsun?" diye sordu, Umut'a dik dik bakarak "Bir bok çukurunun içinde kıvranıp duruyorsunuz. Seninle karşılaştığım gün, bir çocuğu dövmek için çete gibi dolanıyordunuz ve sen de içlerindeydin. Farklı olabilirsin, hakkını vermek gerek. Bir şeylerin farkındasın fakat bunun bilincinde olarak yapıyordun bunu."

"Çok ileri gidiyorsun," dedi, Umut.

"Ben bu salak yerde iyi bir şeyler yapmaya uğraşıp durdum. Gelmiş beni yargılıyorsun, ne haddine?" diye ekledi, Eiros.

Adamın bam tellerine basmak hoşuna gitmişti. Sırf görece yakın bir ilişkileri oldu diye, bu şekilde konuşamazdı.

"Git artık," dedi, Umut.

Sinirden dolayı kızarmış, bardağı tuttuğu eli titriyordu. Gözlerinde bir kırılmışlık ifadesi olduğunu gördü Eiros. Bunu beklememişti. Tam tersine, daha da saldırganlaşarak üstüne atılacağını düşünmüş ve kendisini mücadeleye hazır bir halde bekleşirken yakalamıştı.

Sinirleri bozularak, çantasını sırtına geçirdi ve veda etmeden çıkıp gitti.

---

Bu tarz duygusal patlamalarının artık geçtiğini düşünmüştü, Eiros. İblis ile birlikte güç elde ettiğinden beri, daha çok eylem ve daha az düşünmek vardı hayatında. Oysa şimdi, Umut ile olan kavgası ve bunun yarattığı vicdan rahatsızlığı yüzünden yeniden ortaya çıkıyordu. Evinde o kadar süre kaldığı, yaptıklarına rağmen onu kabul etmiş birisine bunları yapmak ağır gelmişti. Öte yandan, hala içinde o zayıf çocuğun var olduğunu anlamıştı. Fiziksel gücü ne olursa olsun, mental olarak zayıftı ve bunun bir şekilde üstesinden gelmesi gerekiyordu. Sorun şuydu ki, gücün buna çare olacağını sanmıştı ama bunun yanlış olduğu, artık besbelli barizdi.

"Sikeyim!" diyerek önündeki, mantar şeklindeki bir kaldırım taşına tekme attı.

Kırılan taştan fırlayan parça, yakınlardaki bir ağaca gidip ona saplanıp kaldı. Tekrar ve tekrar o ikilemleri yaşamak istemiyordu artık. Bıkkınlık ve geçmişin korkusu onu kaplarken, sırtından bir ayna çıkardı ve gerekli seramoniyi yerine getirdi...

Kızıl bir Ay'ın altında, uzun otlarla kaplı bir alanın ortasında dikiliyordu. Göz alabildiğince uzanan yaylaya benzer yerin, zar zor seçebildiği uzak köşelerinde orman vardı sanki fakat karanlıktan dolayı tam çıkaramadı. Ilık bir rüzgar esti ve burnuna bir yanık kokusu çalındı. Ancak, etrafına baktığında çimenler ve Ay dışında bir şey seçemedi. Kilometreler ve kilometreler boyunca sadece, kızıl çimenler vardı. Eğilip baktığında, bunların aslında şeffaf olduğunu anladı. Camsı yapıları sayesinde, Ay'dan gelen renk olduğu gibi onların içine işliyor ve kısmen yansıyordu.

"Burası da neresi?" diye sordu, İblis önünde belirince.

Dumanlar saçan karanlık bedeni ve yemyeşil gözleriyle ona bakan varlık, bir cevap vermedi. Onu inceliyor gibiydi. Etrafındaki çimenler, üstlerine salınan duman bulutlarından dolayı kararmıştı.

"Senin düzlemin," dedi bir süre sonra, her zamanki kalın sesiyle.

Başka bir zaman olsa, uzun uzadıya bunun hakkında sorular sorabilirdi, Eiros ama bugün değil.

"Neden hala bu git-gelleri yaşıyorum? Bana verdiğin güç ile bunların çözüleceğini sanıyordum."

"Sana öyle bir vaatte bulunmadım," dedi, İblis.

"O zaman ne işe yararsın sen?" diye sordu, sinirleri bozularak sırıtan ve sesi çatallanan genç "Yaşamım şu an daha iyi mi sanıyorsun? Benim bu anlaşmadan çıkarım ne?"

"Genç adam," dedi İblis, parlak gözlerini kısarak "Sen her şeyi yanlış anlamışsın."

"Nasıl?" dedi, Eiros.

"Yaşam iyi bir şey değildir. Bu yanılgıdan kurtulman gerek."

Şiddetli bir rüzgar esti ve camsı çimenlerin bükülerek, yere yapışmasına yol açtı.

"Ne yapmalıyım peki?" diye sordu, Eiros.

Neden olduğunu bilmese de, İblis'le aralarında zamanla, iyi kötü bir bağ oluştuğunu hissediyordu ve açıkçası, şu an, gidebileceği başka kimsesi yoktu.

"Kötülüğünü seçeceksin, sevgili Eiros," dedi İblis, sonraki kelimelerinde sesi iyi gürleşmişti "Ve zamanı geldiğinde, bütün dünya senin önünde titreyecek."

Sağ elini, Kızıl Ay'a doğrulttu. Açık olan elinin ayası, göksel cisme karşılık gelirken elinin içi aynı renkte bir kızıllık ile ışımaya başladı. Yavaşça, çimenlerin birbirlerine çarparak çınlamasına yol açarak yürüdü ve açık ayasını, gencin göğsündeki mühre koydu. Bu sefer canı yanmamıştı Eiros'un, tam tersine hoş bir sıcaklık dalgasının vücuduna yayıldığını hissetti.

"İlk gelişinde kendi gerçekliğini öğrenmiştin. Şimdi git ve diğer insanlarınkini öğren... sevgili Eiros," diye fısıldadı.

Son kelimenin tıslaması hala zihninin içinde yankılanırken, genç adam kendisini tekrar sokakta bulmuştu.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #18 : 10 Ekim 2016, 20:21:19 »
Bölüm 19 - Su

"Katil Şef Yakalandı."

Gazetenin diğer sayfasını çevirdikten sonra, özellikle bol su koyduğu, hafif kahvesinden bir yudum aldı.
"Şanlı polisimiz, bütün ülkede ve uluslararası camiada terör estiren seri katili yakaladı. Göz altına alınmaya çalışırken karşı koyan şerefsiz cani, göğsünden dört kere vurularak öldürüldü..."

Manşete koca koca puntolarla yazılmış olan habere biraz daha göz gezdirdikten sonra, gazeteyi katlayıp cam masanın üstüne koydu. Olayın hasıraltı edilebileceği aklına gelmiş olsa da, olay yerinde bulunan elliyi aşkın kurbanın belki de bir fark yaratabileceğini düşünmüştü. Elbette, bu düşünceleri eninde sonunda bir hayalden ibaretti. Yandaş ya da ana akım medya fark etmeksizin, bütün gazeteler, polise övgüler diziyor ve dünya basınından ülkenin başındaki diktatörü tebrik eden bildirimleri gururla aktarıyorlardı. Uluslararası ilişkilerin bu bariz ikiyüzlülüğü onu iğrendirmişti.

Her şeye rağmen, içindeki küçük bir parça bu sefer gerçekliğin değişmesini beklemişti; sorun da buydu ya. Boşa çıkacağını bile bile umut ediyordu. Bu halinden kurtulmayı sayısız kez denemişti ve her seferinde, ruhundan söküp atmaya çalıştığı umut, daha da güçlenerek geri dönmüştü.

İç çekerek, kahveden büyükçe bir yudum daha aldı. Sıcak sıvı boğazını yakınca, bundan haz aldı. İyileşme kabiliyeti arttığından beri, kendisine bilerek küçük acılar yaşatıyordu.

"Affedersiniz, sizi bir yerden tanıyor muyum?" diyen bir kızın sesini duyduğunda, dudakları hala beyaz kupanın üstündeydi.

Karşısında, sol gözüne siyah bir band takmış olan, incecik bir kız dikiliyordu. Kısa, sarı saçları omuzlarına dökülürken, masmavi gözünde Eiros'un tarif edemediği bir şeyler saklıydı.

"Yok, hayır. Sanmıyorum..." diye yanıtladı, adam, sessizce.

Tarif edemediği bir nedenden dolayı, üstüne bir utangaçlık çökmüştü. Belki de karşısında yarım bir insan görmektendi fakat sadece bununla açıklanabilecek de bir duygu olmadığını biliyordu. Kızın, kavisli burna sahip ince hatlı yüzüne bir narinlik oturmuştu. Bir ormanı çağrıştırıyordu. Batmayan yakın akşamüstü güneşi ile tan kızıllığı bir araya gelerek, hüzün ve sevinci bir araya getirmiş, doğanın içinde doğaüstü bir güzellik oluşturmuş gibi. Koyu yeşil çam ağaçlarının kokusunu alabilecek neredeyse. O an, kızı bütün gücüyle korumak geçti içinden.

"... ama çok tanıdık geliyorsunuz siz de."

Büyükçe göz bebeğine sahip, kara noktanın etrafında berrak deniz mavisi ince bir halka bulunan tek göz ona çevrilmişti. Adam, utanarak kulaklarının yandığını hissetti. Sanki, ruhunun içine bakıyordu kız. Rahatsız olarak, oturduğu yerde kıpırdandı. İkilemler tekrar belirmiş ve ruhunun iki yarısı vahşi köpekler gibi birbirine saldırmaya girişmişti yine.

"Oturabilir miyim?" diye dobraca sordu, kız.

"Elbette," dedi adam.

Ancak aklında pek çok soru işareti belirmişti bile. Bu kızdan neden böyle bir hava alıyordu? Kimdi o ve gözünü nasıl kaybetmişti? Ayrıyetten, içinde belli belirsiz ortaya çıkmaya başlamış olan ve gittikçe kuvvetlenen tehlike hissi de nedendi? Her şeyden önce, kız neden onun masasına oturmuştu; doğru, son aylarda kas kütlesi artmıştı ve yüzünün bakılmaz olduğu da söylenemezdi ama...

Gelen garsona bir filtre kahve siparişi verdi sarışın kız. Konuşurken kısa, dalgalı saçları rüzgardan dolayı yüzünün önüne düşmüş ve saf bir güzellik katmıştı ona. Eiros, aklındaki düşünce girdabı uçup giderken, alık alık onu seyretti.

"Adım Su," dedi, kız.

"Efendim?"

"Madem tanışmıyoruz, o zaman böyle icap etmez mi?" diye sordu, hafiften gülümseyen genç kız.

"Haa," dedi, kaba saba bir tonda "Ben de... Ateş."

Aklına ilk bu isim gelmişti nedense.

"Memnun oldum. Başkentteki eyleme gitmiş miydin, Ateş?" diye sordu, Su.

"Eylem mi oldu? Haberlerde gördüğümü hatırlamıyorum," dedi, genç.

"Altı ay öncekini diyorum. Patlamanın olduğu. Belki orada görmüşümdür seni," diye açıkladı, kız.

"Hayır, o aralar biraz meşguldum," dedi, adam "Bir dakika. Seni haberlerde görmüştüm. Yaralılara yardım ediyordun, gözünde sargı vardı..."

Hala açık olan bir yaraya parmak bastığından endişelenerek sustu.

"Evet, yardım ettim de, haberlere çıktığını hatırlamıyorum. İnternette görmüş olmayasın, bir sürü video vardı. Belki bir tanesinde denk gelmiştir."

Kız bunları dedikten sonra, garson gelerek filtre kahveyi masaya bıraktı. Dostça esen rüzgar, kızın saçlarını yine dalgalandırdı ve Eiros, ne diyeceğini tekrar unuttu. Nedenini gayet iyi bilse de açıklayamayacağını düşünmek istediği bir boşluk, daha doğrusu dinginlik, normalde aşırı çalışan beyninin üstüne çökmüştü. Tatlı bir boşluktu, gayet net bir şekilde hatırladığı ve hayatında tekrar karşılaşmayı ummadığı bir hissiyat.

"... iyi misin?" diyen, kızın sesini duyduğunda tekrar dünyaya döndü.

"Evet evet..." diyen adamın aklına bir anda sayısız düşünce üşüşüverdi.

İçinden gelen atılım fikri, geçmişiyle çarpışıyor ve ona her şeyin tekrar aynı olacağını bağırıyordu. Ancak bu sefer, bitap düşmüş varlığının sesine aldırmadı. Tabii ki, hayatındaki hiç bir şey gibi bunu da kendi iradesiyle yapmamıştı ama bu sefer, kader ona güzel geliyordu. Kendisini akıntıya bırakmak ve suyun içinde boğulmak pek bir çekiciydi.

"Su," dedi, adam, daha emin bir şekilde "Nasıl açıklayacağımı bilmiyorum ama sende bir şey var."

Doğru kelimeleri bulmaya çalışarak durakladı, bir iki kere kekeledi bu sırada. Onu yargılamak yerine, tam tersine pür dikkat kesilmiş kız, sabırla onu bekledi.

"Seninle tanışmam gerekiyormuş gibi bir his!" dedi, sesi yükselen Eiros "Hayır hayır, gereklilik değil. Bunu istiyorum. Sadece ben mi bu kanıdayım?"

Kalbi hızlanmış, güp güp atıyordu. Cevabı beklerken, uzun süredir olmadığı kadar zayıf hissetti kendini. Kısmen nefret etti, kısmense sevdi bu durumu.

Cevap vermek yerine, uzanıp narin ve kendisi gibi ince, uzun parmaklarıyla adamın elini kavradı kız. Gülümsüyordu. Hafiften gamzeleri çıkmış, küçük yüzü adam o an avuçlarının içine almak istedi. Siyah göz bandı bile hoşuna gidiyordu. Hayır, "bile" denecek bir durum yoktu. Zira, onun yaşam dolu mavi noktasıyla oluşturduğu tezatlık en çok hoşuna giden şeylerden biriydi.

Kendisinin de sırıttığını fark etti, köşeli çeneye sahip yüzündeki gülümseme herhalde kulaklarına kadar varıyor olmalıydı. Aptal göründüğünü düşündü ve bunu sevdi. Ancak, bir an sonra bir şeylerin yanlış olduğunu fark etti. Anormal bir şekilde ısınmıştı vücudu, özellikle eli. Bakışları kendi vücuduna dönerken, duman tütmekte olduğunu gördü. Bir an sonra alev aldı ve derisindeki bütün sinir uçları, acıyla ona isyan etti. Acının verdiği öfkeyle kıza döndü, gülümsemesi gitmiş ve yerini hüzünlü bir ifade almıştı. Bol bol gülümsemenin verdiği mutlu insan çizgileri yok olmuştu narin kızın yüzünden, yerlerini zor zamanlarınkine ait olanlar almıştı. Ve sanki ona acıyordu?

Sinirle, kıza bir tane vurdu ve kafasını arka taraftaki sandalyeye vurarak yere düşmesine sebep oldu. Dumanlar görüşünü kaparken, son hatırladığı şey yerdeki mermeri kaplayan kızıllık olmuştu.

---

Soluk soluğa uyanan Eiros, titreyerek ışığı açtı. Karnına bir acı ve pişmanlık oturmuştu. Neden olduğunu ve neye olduğunu bilmeyerek ağlamaya koyuldu. Dünyaya küfrediyordu bir yandan.

"Allah kahretsin!" diye bağırdı, hıçkırıklarla sarsılırken "Orospu çocuğu!"

Bomboş odası, çok soğuktu. Islak yüzünün üşümesine sebep olan ve sonsuza kadar sürecekmiş gibi ısıran bir soğuk. Kendisine söverek, ağlayışını kesmeye çalıştı. Arada sırada aradığı olsa da, sevmiyordu bunu. Hele şimdi, hiç gerçekleşmemiş bir şey için göz yaşı dökecek bir zayıflıktan tiksinmişti. Lise zamanlarından kalma alışkanlıkla, yavaş yavaş yaşları azalttı ve bir süre sonra tamamen durdu. Dakika geçti ve sonunda acısını tamamen gömdü.

Kalkarak, yeni dairesinin mutfağına gitti ve bir şişe viski çıkarıp, bardağa gereksinim duymadan büyük bir yudum aldı. Bilgisayarının başına geçti ve stresle bacağını sallayıp durarak neti araştırdı. Aradığı videoyu bulduğunda, oynatıcıyı durdurdu ve sarışın kıza yaklaşarak baktı. Başkentteki patlamada gerçekten bulunmuştu kız.

Beyninin bilinçaltına işlediği bir saçmalık olabilirdi bu. Gün içinde gerçekten kafeye gitmiş ve sarışın kızı görmüştü sonuçta. Bir yerlerden gözü ısırmış olsa da, hiç konuşmamışlardı. Ona şöyle bir bakıp yanından geçen ince kız, arkasındaki masaya oturarak arkadaşlarıyla sohbete dalmıştı. Yine de rahatsız olmuştu rüyadan. Kızla tanışması gerektiği hissi artık bas bas bağırıyordu ve bunun nedeninin iyi bir şey olduğu kanısında değildi. Daha önce interneti araştırdığında ve sonra bir kaç kez daha 'doğaüstü' herhangi bir şeyle karşılaştığında hasıl olan, İblis'le alakalı gerçekleri bulmasını sağlayan sezgiydi bu.

İblis'le tekrar konuşmayı düşünse de, bundan vazgeçerek viskiyi kaldırdı ve banyoya girdi. Sıcak su, soğukluğu alıp götürürken, suyun altında kendi kendine bir şarkı uydurdu. Doğulu aksanı yaparak eğleniyor, kaba saba laflar sarf ederek, çakma şivesiyle orada bulunmayan insanlara hitap ediyordu.

"Bağyan, ağzınız beş metre, kıçınız on metre, vereyim sikimi elli metre," dedi ve kendi iğrençliğine güldü.
 Sıcak suyun altından çıktıktan sonra, içeri gidip kurulandı. Buharın dağılması için bir kaç dakika bekledi ve tuvalete girdi. Elindeki telefonla oynayıp dururken, bir yandan sertçe ıkındı. Karın kaslarını sıkarak, bağırsaklarını zorluyor ve her bir parça boku vücudundan atmaya çalışıyordu. Gün içinde kakasının gelmesini sevmiyordu. İşi bitince, sifonu çekmeden önce eserine baktı ve neden insanın bu tarz bir şey yaptığını merak etti. Evden çıkmadan önce, avucunun içini ekmek bıçağıyla kesti ve yaranın saniyeler içinde kapanarak iyileşmesini seyretti.

Gün ağarırken, dışarı çıktı ve çoktan açılmış bir fırın bularak kahvaltısını etti. İkram olarak gelen çayı yudumladığı sırada, okula gitmek için servis beklemeye çıkmış liselileri gördü. İçinde bir korku belirdi ve mantıksız olduğunu bilse de, çekingence -ve çaktırmamaya çalışarak- gözlerini kaçırdı onlardan. Gözlerini kapadı ve soluk alış verişini yavaşlatarak, boş yere düşünceleri ile duygularına söz geçirmeye çalıştı. Başarısız olarak, kahverengi gözlerini tekrar açtı.

Karşısında, mavi gözlü kızın dikildiğini sandı bir an fakat bunun farklı birisi olduğunu, ayrıyetten kendisine de bakmadığını hemencecik anladı. Kahvaltılık almaya gelmiş, sıradan bir öğrenciydi.

Adamın göğsüne bir şey oturdu, saatler boyunca da gitmedi.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #19 : 15 Ekim 2016, 20:43:40 »
Bölüm 20 - Devam

Aradan bir kaç gün geçmiş ve Eiros kendisini daha iyi hissediyordu. Küçük dairesine yerleşmişti yerleşmesine fakat hala yakalanmamış olmasına bir yerde şaşırmıyor da değildi. Yoksulluğun ve suçun kol gezdiği Tepe Semti'nden çıktığından beri, içini bir rahatsızlık kaplamıştı. Orada geçirdiği zaman süresince istediği hemen her türlü şeyi gerçekleştirebilmişti; insanları dövmüş, sakatlamış hatta yeri geldiğinde öldürmüştü. Son kısım, yaptığı hızlı başlangıca rağmen olabildiğince kaçınmaya çalıştığı bir şeydi. Bir anlık kızgınlık patlaması yüzünden hak etmeyen birisinin hayatını almak gibi bir şey yapmak istememişti. Bunun mantıklı ya da davranışlarıyla tutarlı olduğundan emin değildi. Tam tersine, tutarsızlık içinde yüzdüğünü biliyordu ve rahatsız ediciydi. Bir düğüm vardı içinde, nasıl çözeceğini tam bilemediği. Bu açıdan, altı ay öncesine göre olduğu yerdeydi yani; düşüncesel ikilemlerin yerini eylemler almıştı sadece. Bu durum bir yana, son aylardaki tek sıkıntısı üstüne çöreklenen çeteler olmuştu fakat Umut'un ona verdiği tüyolar ve normal bir insana göre kat kat güçlü olması sayesinde bunların üstesinden gelebilmişti. Öğrencilerle dolu, şehrin en büyük üniversitesinin bulunduğu bu bölge ise daha meşakkatliydi. Sivil polisler her yerde fink atıyordu. Bir süre önce, bir öğrencinin öldürülmesinin ardından, okulun etrafındaki incecik tellerin yerini koca koca bariyerler ve üstündeki jiletli teller almıştı. Bütün giriş çıkışlara, sağlam ve çirkin demirden, iki metreyi aşan dar turnikeler konulmuştu. Öğrencilerin çoğu, başta garipseseler de, alışmıştı eninde sonunda. Bir kısmı ise hala, her sabah ve akşam küfrederek girip çıkıyordu.

İlk başta okuldaki kimi boşlukları bulmuşlardı. Ana girişlere konulan koca demir kapıların aşağılamasına katlanmamak için, metronun diğer çıkışını kullanmışlardı. Yolun o tarafındaki caddede bulunan, kampüsün iç taraflarına girişi mümkün kılan köprü kapandığındaysa, başka bir köprü bulmuşlardı. O da kapandığında, biraz daha uzaktaki bir bahçenin arkasındaki girişi kullanmışlardı. Ancak zaman içinde, bütün girişler kapatılmış, yıldırma politikası amacına ulaşmıştı. Her biri, potansiyel birer suçlu olarak, okula kaçta girdiklerini ve çıktıklarını, kartlı geçiş sistemine sahip turnikelere bildiriyorlardı. İşin garibiyse, daha önce okulda bir polis, genç bir kız öğrenciye tecavüz ettiğinde bunların hiçbirisinin gerçekleşmemiş olmasıydı. Kız unutulmamıştı ve adına yıllar boyunca anma ile eylemler gerçekleştirilmişti; fakat yönetim konseyi hiç bir yere ne turnike koymuş ne de güvenlik görevlisi dikmişti.

Geçen sene gerçekleşen cinayet sonrası ise, okulu bir kaos ve tepki ortamı bürümüştü. İki siyasi grubun birbirine uyguladığı -ve yönetim ya da öğrenci fark etmeksizin, çoğunluk tarafından göz ardı edilen- nefret dolu şiddet meyvesini vermişti; bir öğrenci öldürülmüştü. Öğrenciler, doğal olarak can güvenlikleri için korkmuş ve topluluklar birleşerek, rektörlüğe, olayların durmasına yönelik bir şeyler yapmaları için imza vermişti. Yerel ve ulusal medya olayın üzerine gitmiş ve baskı yöntemlerini genişletmek için bahane arayan hükümet devreye girmişti. Okulun güvenlik işlerine, resmi olmasa bile fiili olarak, valilik el koymuş ve kukla rektör aracılığıyla, eğitim yerini yarı kapalı ceza evine dönüştürmüştü.

Artık, ne kadar barışçıl olursa olsun, neredeyse hiç bir eylem gerçekleştirilemiyordu okulda. Düşünen ve kendi fikirlerine sahip insanların yetiştiği bir yerin aksine, ülkenin korkutulmuş apolitikliğinin bir parçasıydı. Altmış yıllık geçmişe sahip bir üniversite için, hüzün verici olduğu söylenebilirdi.

Eiros, bu yüzden, kılık değiştirmiş olmasına ve hatta vücut yapısı değişmiş olmasına rağmen kendisini rahat hissetmiyordu. Her tarafta sivil polis kaynaması bir yana, bütün bunlardan bağımsız olarak daha medeni bir yerdi de. Uygarı oynaması gerekliydi.

"Bakalım bugün neler olmuş?" diye düşünerek, internete girdi ve haberlere göz gezdirdi.

Bir yerlerde eylem olmuş, doğuda bir yerde -tekrar- sıkıyönetim ilan edilmiş vs. normal şeyler vardı hep. Bunlara da bir el atması gerektiğini düşünse de, daha zamanı değildi. Şimdilik, bu görece uygar yerde kalmayı ve insanları öğrenmeyi planlıyordu. Son altı ay içinde gördüğü sefaletten sonra, bir değişiklik olacaktı.

Günlük rutinleri tamamlayan adam, kendisini sokağa attı ve kış soğuğunun içine dalarak, bol bol köpeklerin bulunduğu bu yerde gezinmeye başladı. Üstündeki siyah deri ceket, altındaki lacivert kot ve gür sakalı ile tam bir öğrenciydi görünüş olarak. Yavaştan alışkanlık edindiği kafeye giderek, çay içti ve dizüstü bilgisayarıyla uğraştı. Bir yandan, bu modern görünümlü ve uluslararası zincir çakması mekanda etrafına bakıp duruyordu. Düzgün, simetrik ahşap zemini, yağmura karşı gerilmiş brandaları ve küçük, maksimum yolcu alma niyetindeki otobüslerde olduğu gibi dip dibe dizilmiş masaları ile ortalama bir yerdi. Yapaylık kokuyordu. Karşısında yeni açılmış bir dilim pizzacı, onun yanında ise salıları ve perşembeleri "yiyebildiğin kadar ye" kampanyası uygulayan bir midyeci vardı. Kafe ve karşısındaki dükkanlar ile son bulan sokak ise, dar bir caddeye açılıyordu.

İblis'in ona verdiği gücü hala tam anlamıyla algılayamamış olsa da, etrafına bakarak insanlardan farklı bir şeyler hissetmeyi bekledi. Anlaşmalarının en başından beri var olan sezgi gücü sayesinde, kendisine insanları anlamayla ilgili bir güç verildiğini hissediyordu. Ancak bunu nasıl kullanacağı ya da tam olarak ne olduğu hakkında daha ileri bir fikri yoktu. Canını pek sıkmadı buna, zamanla ortaya çıkacaktı nasıl olsa. Daha önceki böyle olmuştu hep.

Etrafındaki kişilerin çehrelerinde ya da giydiklerinde çok durmadan onları inceledi. Fiziksel görünümleri önemsiz olduğundan değil; duruşları, oturuşları vb. detayların ima ettiklerini düşünüyordu. Cuma akşamüstü olduğu için pek bir doluydu bugün. Dersten fırlayan gençler ortama doluşmuş, hocalardan yakınıyor, ilişki tavsiyesi arıyor veya dedikodu yapıyorlardı. Genç kızların güzelliğinin dikkatini dağıtmasına izin vermedi. Bir süre sonra, böyle genelgeçer tarama yapmak yerine sadece bir kişiye odaklanmakta karar kıldı.

Sahte sarışın, kemerli burna sahip güzel bir kız, karşısındaki dümdüz, şimdilerde moda olan cırtlak yeşil saçlara sahip arkadaşına bir şeyler anlatıyordu. Bir süre onları dinledi. "O ondan hoşlanıyormuş da, kız yüz vermeyince triplere girmiş" vs. pek de umurunda olmayan konuşmalar, Eiros için beyaz bir cızırtıya dönüştü. Bilgisayarının ardından, kızın kış güneşinin cılızlığıyla açılmış yüzüne daha çok baktıkça, kendisini daha çok bir transa girmiş gibi hissetmeye başladı. Etrafındaki kişiler ve gürültü yok olup giderken, dünyanın bulandığını duyumsadı ve kendisini akışa bıraktı. Önündeki parlak ekran bile yoktu artık, sadece, dudakları kelimelerle birlikte oynayıp duran bu insan vardı. Hassas, pembemsi, yoğun kılcal damarlı deri parçaları aralanıp, bükülüp dururken, Eiros kendisini gergin hissetti. İçine zar zor fark edilen bir öfke dolmuştu; tanımadığı birisine, bir adama karşı sinirlenmişti. Adamın kim olduğunu, adını, sanını ya da görüntüsünü bilmiyordu. Tek duyumsadığı, yaptığı bir hareket yüzünden ona bozulmuş olduğuydu. Onun gibi güzel birisini bir daha nah bulurdu adam. Kedi ulaşamadığı ciğere pis dermiş, herif de bu yüzden kendisini yok sayıyordu...

Kız, izlendiğini fark ederek Eiros'a gözünün ucuyla şöyle bir bakınca, adam transtan çıkarak, kendisini tekrar kafenin içinde buluverdi. Yüksek sesli bir televizyon açılmış gibi konuşmalar birdenbire beynini doldurdu. Hızlanmış kalbi yavaşlarken, düzene oturmaya çalışan organın yarattığı çarpıntıyla soluğu kesildi ve derince bir kaç nefes alarak durumunu toparladı. Eski hayatında, çarpıntılarla baş etmeye alışmıştı.

Yaşadığı deneyim hem şaşırtıcı hem de bir yandan beklediği bir şeydi. Kızın varlığını dinlemiş olduğunu anladı. Büyük ihtimalle sadece yüzeydeki his denizine dalmış olsa da, ilk kez bir insanın aklından geçen duyguları bu kadar net şekilde anladığını, daha doğrusunu onları yaşamış olduğunu fark etti. Hala o adama sinirliydi mesela. Etkisi azalmaya yüz tutmuş olsa da, kızın kendince haklı tepkisi damarlarında dolanıyordu.
Ilımış çaydan büyük bir yudum aldı ve özgüven ile dolarak, kalkıp hesabını ödedi. İnsanlık denilen bu yeni okyanusa dalmak, yeni şeyler öğrenmek isteğiyle dolup taşıyordu. Bir sonraki hedefi çoktan aklında belirmişti bile; herkesin yiyişmek için gittiği bir bar. Transtan beri kendisini daha bir çekici hissettiğini fark etmişti ve nedenini de tahmin edebiliyordu. Kızın kişiliği, hala onda etkisini sürdürüyordu.

---

Ara sokaklardan birisine kurulmuş mekana vardığında, güneş batmaya yüz tutmuştu. Siyah bir kare şeklinde tasarlanmış, beş metrelik duvarlara sahip bina, eski bir araba servisinden bara dönüştürülmüştü. Bir bakıma korkutucuydu; daha önce içine girmediği bir dünya. Tehlike hissi hoşuna gitti ve kızıl neon tabelanın altından geçerek, içeri daldı. Siyahlar içindeki iki kalıplı feadi, ona tehditkar şekilde dik dik baksa da, bir şey demediler. Bol baslı tekno ritim kulaklarına ulaştı hemencecik. Müzik hafifti. Kimisi yarı dolu kimisi de henüz açılmamış çeşit çeşit içkilerin dizildiği, tahta raflarla bezeli bar kısmı çok da ilginç değildi. Her günün kampanyalarının yazılı olduğu tabelaya göz attı. Barmenden gidip şat ve bira menüsü istedi. Gece daha çökmediği için, cuma olmasına rağmen, henüz kalabalıklaşmamıştı. Siyah deri koltuklar, koyu boyanmış kalın metal duvarların kenarına atılmıştı. Ortada ise pek çok tek ayaklı, yuvarlak masalar diziliydi. Aralarına uzun, başı yuvarlak ısıtıcılar serpiştirilmişti. Dans pisti tarzı bir yer göremedi, demek ki o tarz bir yer değildi.

İçkisi geldi ve açlıkla şatı kafasına dikti, ardından limonu ısırdı. Tuzu sevmiyordu. Birasının yarısına geldiğinde üstüne sıcak basınca, deri ceketini çıkardı ve siyah ile kızıl kare desenlerin birbirine geçtiği gömleği ortaya çıktı. Bir süre önce satın aldığı gömlek, kaslanan vücudu yüzünden üstüne tam oturmuyordu. Omuzları geniş geliyor ve göğüs tarafındaki düğmeler hafiften zorlanıyordu. Biraz daha kalıplı olsa çok komik durabilirdi fakat bu haliyle slim giyiyormuşa benzemişti.

Bir saat sonra, bar iyice kalabalıklaştı. Erkekler kadınlardan biraz daha fazla olsa da, fedailer işlerini iyi yapıyordu. Zaman içinde sayı eşitlendi. Orta bölümdekiler, amaçları belli olarak sohbet ediyorlardı. Ancak oynaşmaları, kenardaki koltuklara dizilmişlerinki kadar bariz değildi. Etrafı umursamayan bir şehvetle gözü kör olmuş erkek-kadın çiftleri, elleşiyor ve öpüşüyorlardı. İşi çok abartan birileri çıktığında ise, barmen, fedailerden birisine sesleniyor ve yaka paça dışarı atılıyorlardı. İşlerini tuvalete götürenlere ise kimse ses etmemişti.

İnsan denizi yavaştan Eiros'u bunaltmaya başladığı sırada, arkadaşıyla sohbet eden kızın tekinin kendisini süzmekte olduğunu fark etti ve karşılık verdi. Normalde asla cüret edemeyeceği bir davranış olsa da, bugün farklıydı. Kıvırcık, kızıl saçlara sahip bir yetmiş genç kadın, yirmi beş civarında olmalıydı. Yüzünde, siyah, kalın bir kemik gözlük vardı ki bu, genç kadına ayrı bir çekicilik katıyordu. Balık eti vücudundan pay almış göğüsleri, siyah kotun altından belli olan dolgun bacakları ile Eiros'un hoşuna gitmişti. Sipariş verir gibi kalktı ve kızın tarafına yaklaşarak, barmene seslendi. Ardından ona döndü.

"Selam," dedi, sakince.

"Merhaba," dedi, kadın.

"İstemeden fark ettim seni, Ateş ben," dedi, emince.

"Arzu ben de," diye yanıtladı kız.

Birlikte geldiği arkadaşı bozulmuş ya da şaşırmıştı fakat ikisi de onu umursamadılar. Kısacık bir süre içinde sohbete daldılar, bir süre sonra öpüşmeye başlamışlardı bile. Kızın sıcacık dudakları, arada bir onu ısırışı Eiros'u tutkuyla dolduruyor ve daha şiddetli biçimde karşılık veriyordu. Hassas tenin bu sıcaklığını kendi dudaklarında hissetmeyi özlemişti. El oyunları işin içine girdiğindeyse, işi aceleye getirmek yerine keyfini çıkardılar. Adam, her anı yaşamak ve doyasıya zevkini çıkarmak istiyordu. Bir yandan, kızı her öpüşü ve her temaslarında, tekrar o transa benzer durumun üstüne çöreklendiğini hissediyor ve tutkusu iyice katlanıyordu. Kafede hissettiğinden daha farklı ve yoğundu trans. Kızdan gelen düşüncelerde sadece cinsel açlık hissediyordu, ki istendiğini bilmek -bu trans durumu olmasa bile- yeterince tahrik ediciydi.

Böylece kah sohbet ederek, kah öpüşüp, elleşerek saatlerini harcadılar. Gece geldiğindeyse, ikisi de daha fazla dayanamaz olmuştu artık.

"Evim yakın sayılır," dedi adam.

"Benimki daha yakın," diye yanıtladı, genç kadın.

Kadrolu araştırma görevlisi olan kız, evinde tek kalıyordu. Bu yüzden, gönüllerinin istediği kadar şiddetli ve yüksek sesle, zamanı öldürüp, birbirlerinin açlığını giderdiler. Arada bir aceleci davranır gibi olduğundaysa, yüzünde oyuncu bir ifade olan kadın onu geriye itiyor ve kendisine ulaşmasını engelliyordu. Adam da ona uyarak, yataktan kalkmaya çalışıyor ve gerisingeri kırışmış çarşafa itiliyordu. Bir süre sonra ise oyun bitiyor ve fırlayarak, kızı kollarına alıyordu. Yeni fiziği sayesinde, daha önce yapamadığı çeşitli şeyleri de denedi adam. İnlemeler dışında pek konuşmadılar. En uzun konuşmalarında, adamın göğsündeki mührün ne olduğunu sormuştu kız; dövme, demişti.

Kucağına alıp dolaba dayadığı kadının bacakları belinin etrafına kenetlenmişken, açlıkla dolu seansları, bir saatin ardından bitti. İkisi de, nefes nefese kendilerini yatağa attılar. Trans hali hala belli belirsiz devam ediyordu. Kadının açık renkli, pürüzsüz bacaklarını sevgiye benzer bir hisle öptü adam. Kadının da ona gülümsediği görünce, yeni bir enerjiyle doldu ve tekrar seviştiler. Sabaha doğru, ikisi de yorgunlukla derin bir uykuya dalmıştı.

Ertesi gün, akşamüstü kalktı adam ve kızın yatakta olmadığını gördü. Mutfaktan gelen seslere bakılırsa, bir şeyler pişiriyordu. Gidip arkadan sarıldı ona.

"İsmin sana çok uyuyor," diyen kadın, gülümsedi ve boynunu büküp, kendisinden on santim kadar uzun olan adamı öperek karşıladı.

"Seninki daha çok bence," dedi, Eiros, öpüşmeleri bittiğinde.

"Açıkçası bir süredir bir şey yaşamamıştım. Pınar, dünkü arkadaşım, çıkalım dediğinde de isteksizdim ama bu kadarı..." diyen kız, önündeki sucuklu yumurtayı karıştırdı ve güldü "Okumam gereken kağıtlar falan vardı."

"Ne kadar süre oldu?" diye sordu, adam.

"Biraz utanç verici," dedi kadın "Uzun süre oldu."

"Benim beş yıl olmuştu," diye, bir an gelen dobralık ve açıklıkla itiraf etti bunun üstüne, Eiros.

 "Oha," dedi, şaşıran kadın "Bir yıl benim."

Eiros da şaşırdı nedense.

"Peki şimdi ne olacak?" diye düşündü, içinden.

Tek gecelik ilişkilere aşina değildi, bunun öyle bir şey olmasını istediği de söylenemezdi.

"Kahvaltı edeceğiz," diye yanıtladı, Arzu.

Bunun üstüne, içinden sandığı şeyi dışından söylemiş olduğunu fark eden adam utanarak sus pus oldu.

İkili, güzel güzel kahvaltılarını ederken pek konuşmadılar. Ardından duşa girip çıktılar. Bir şey olmadı çünkü ikisinde de hal kalmamıştı.

"Bölümün neydi?" diye sordu, Eiros, çıkmaya hazırlanırlarken.

"Kimya demiştim ya," diye yanıtladı, Arzu.

"Yok, hayır. Yüksek yaptığın alan," diye açıkladı, adam.

"Üç Boyutlu Protein Modellemesi."

Bir şey anlamayan Eiros, anlamış gibi kem küm onayladı onu.

"Boşver şimdi onu," dedi kadın "Ne yapacağız diyordun, açıkçası bu ilişkiyi bariz sebeplerden dolayı kesmek istemem ama seni doğru düzgün tanımıyorum bile, sen de beni tanımıyorsun."

Kadının dedikleri ona mantıklı gelmişti. Öte yandan onu tanımak isteyebileceğini düşünse de, bunu dillendiremedi, adam.

"O zaman bu şekilde devam edelim," diye bir öneride bulundu.

"Keep it casual, diyorsun. Bana uyar, numaran ne?" diye sordu, kız.

"Telefon kullanmıyorum."

"Hadi ya? O zaman sosyal medyadan haberleşiriz."

"Oralarda da üyeliğim yok," dedi, adam.

Adamın kaçmak için bahane aradığını sanan, kızıl saçlı kadın, bariz bir şekilde bozuldu. Bunun üstüne, Eiros, bir telefon almaya karar verdiğini söyledi ve kızın numarasını istedi.

"Tamam ama kaçmak yok," dedi, sevinen Arzu "Seninle işim bitmedi."

Evden çıktıktan sonra, tek başına kaldığında, büyük bir rahatlama ile buruk bir sevincin karışımını yaşayan Eiros, yaptığı şeyin üstünde pek durmamaya çalıştı. Ancak bunu başaramadı. Arzu'dan gerçekten hoşlandığı ve bunun karşılıklı olduğu kanısındaydı fakat kadın aralarındaki durumu pek sorun etmediğine göre, demek ki olay tek taraflıydı. Cesurken bile çekingen olmak zorunda mıydı?

Bir sigara yaktı ve dolanmaya koyuldu. Bara tekrar mı gitmeliydi acaba?

---

Bir kaç hafta geçti. Bu süre boyunca, bara gidip yeni birileriyle sevişmek dışında neredeyse hiç bir eylemde bulunmadı ve hala bir telefon da almamıştı. Gerçekleştiremeyeceği sanrıların peşinde koşmak istemiyordu; daha önce çokça onları kovalamış ve her seferinde hayal kırıklığı ile acı içinde kalmıştı.

Kadınlarla çevrili olmaktan dolayı kibirlenmiş, yakışıklı barmeni sevmemişti fakat kaba fedailerle muhabbet kurmuştu. Arada bir, adamlarla içkisini paylaşıyor ve sigara içiyorlardı. Kontrol etmekte daha çok uzmanlaştığı dalınç yeteneğini, onların üstünde de kullandı. Boşluk, şiddet ve yalnızlık hissetti. Az buz sezebildiği, dünyaya karşı dik duruşun altında bir korku da vardı. Yeteneğinin geliştiğini, daha dipteki duygulara da ulaşmaya başladığını çıkardı bundan. Fedailerde dalıncı kullandığı günlerde, insanlara daha bir öfkeyle bakıyor, karşı cinsiyete olan arzusu artsa da bir yandan da aşağılama isteğiyle karışıyordu. Seks yapma istenci ile bunu yapanları aşağı görme el ele gidiyordu. Hoşuna gitmediği için bir süre sonra bunu kesti. Ancak muhabbetini sürdürdü. Konuşmak iyi geliyordu.

Arzu ile iki kez daha karşılaşmıştı. Sözünü tutmadığı için ona bozulmuş olsa da, ikisini de engellemedi bu durum. İlişki tarzları düşünülürse garip değildi. İkinci günün sabahı, hala bir elektrik vardı aralarında; yine de ne kız ne de adam üstüne gitti. "Görüşürüz," demişti kadın, adam da aynı şekilde yanıtlamıştı. Daha sonra anlayacaktı ki, tereddütlü iki ruhun cesaretsizliğinden kaynaklanıyordu. Üçüncü sefer, sevişmelerinde, dalınç sayesinde kızda normal duyguların yanında bir acı hissetmişti. Çaresizlikten dolayı daha yoğun ama boşuna bir çabayla yüklü fizikselliğe iten bir boşluk. Kendisinin ayrı olarak bunu hissettiğinin de ayırdındaydı. Belki de, ikisinin arasındaki -belli belirsiz de olsa- var olan bağdan dolayı, dalınçlarında onu diğerlerine göre daha iyi anlayabiliyordu. Her zamankinden daha şiddetliydi bu son kaynaşmaları. Sabahında ayrıldığında ise, daha bir soğuktu ikisi de. Monoton. İki insanın en yakın bulunabileceği eylemi gerçekleştirip, ardından yabancı gibi ayrılmak adamı daha önce tatmadığı bir boşluk hissiyle yüz yüze bıraktı; bu son haftalardan önce, hep sevgiyle sevişmişti. Sık olduğu söylenemese de, dünya üzerinde başka hiç bir şeyin veremeyeceği bir haz almıştı. Artık daha farklıydı, sanırım bunu da kirletmişti. Tedavi ararken, zehrin daha çok içine batmak bu olsa gerek, diye düşündü.

Arzu'yla üçüncü karşılaşmasından bir kaç gün sonra, bara gitmeyi kesti. Zamanın geldiğinde karar kıldı ve İblis'i tekrar buldu. Gecenin karanlığında, camsı çimenlikte bağdaş kurmuş, oturuyordu. Vücudundan etrafa, belli bir frekansta sabitlenmiş şekilde titreşim yayılıyor ve kara dumanların bir hızlı bir yavaş salınmasına yol açıyordu. Ay yoktu fakat gökte gümüşi-beyaz yıldızlar belirmişti.

"Bu sefer ne için geldin, genç Eiros?" diye sordu, her zamankinden daha hafif bir tonda.

"İnsanları tanımam için yollamıştın beni," diye yanıtladı, adam.

"Bunu yaptın mı?"

"Hayır. Kadınları tanıdım," dedi.

"Neymiş onlar?" diye sordu, gözlerini açmayan İblis.

"Erkekler gibi aç fakat farklı bir şey için. İstenildiğini bilen herkesin olacağı gibi kibirli, kendi acısında kaybolmuş. Daha acımasız. Erkeğin acısını anlamayan..." dedi ve düşünceli bir şekilde ekledi "...belki çirkinleri hariç."

"Sesinde yargılama var, kendine acımayı yargılayabilecek konumda olduğunu düşünüyor musun?" diye sordu, yeşil ışıklar saçan gözlerini açan varlık.

"Yargılamak insanın doğasında, İblis. Benimle dalga geçme," diye yanıtladı, Eiros "Fakat dediklerinde haklılık payı var... düşünmedim değil."

"Oyun oynamıyorum, Eiros. İkiyüzlülüğünün farkında olarak, bundan acı çekerek sürdürüyorsun. Bu beni eğlendiriyor, insanlar ilginç yaratıklar," dedi, kalın sesindeki dürüstlük bariz olan İblis.

"Yalanı ve kendini kandırmayı çıkarırsan, insandan geriye sadece birbirini katleden vahşiler kalır. Bunları bir şekilde idare etmemiz gerekiyor, senin gibi değiliz," diye savundu, adam.

"Doğru, zayıfsınız ve bu zayıflığınız harikalar yaratıyor," dedi, şeytani varlık.

"Bize hayran mısın?" diye sordu, şaşırmayan, hatta bunu bir süredir sezmiş olan Eiros.

"Benim dünyamda işler daha farklı yürüyor, diyelim. İkiyüzlülüğünüzü ilginç buluyorum. Daha ilginci, bu karmaşa içinde kendisine karşı tamamen dürüst olmaya çalışanlar. Bunlar en zayıflarınızdan çıkıyor."

"Beni sınıyor musun, İblis? Tek amacının intikam olduğunu sanıyordum," dedi, kastettiğini kavramış olan adam.

"Hayır, Eiros. Sen zayıftın, yanlış bir dünyada uyuşmaz düşüncelerle var oluyordun. Sana kendin olabileceğin gücü verdim ben ve bu, benim yegane amacıma hizmet ediyor. Gözlem, sadece bir zevk."

"Garip..." dedi, şüphelendiği bir şeyi doğrulamışa benzeyen adam.

"Nedir o?" diye sordu, meraklanan varlık.

"Sanki güç haricinde sizden, İblislerden biriymişim gibi konuşuyorsun," dedi, genç adam.

Bunun üstüne, İblis'in ilk kez kahkaha attığını duydu. Koyu gökte gürleyip, yeri titreten bir sesti. Gülüşünün titreyişini ciğerlerinde hissetti. Kara canlının etrafındaki cam çimenler, patlayıp saçıldı. Karşısındaki varlığın gücünü tekrar anımsarken, istemsiz olarak içi korkuyla doldu.

"Beni yanlış anlama, Eiros. Dediğinde sonuna kadar haklısın, tek bir şey hariç; İblisler diye bir şey yok," dedi, gülüşü yatışmış varlık.

"Nasıl yani? İlk karşılaşmamızda bu tarz bir dünyayı ima ettiğini hatırlıyorum. Hem daha demin, kendi dünyandan bahsetmedin mi?" diye sordu, adam.

"Kendi dünyam var fakat İblisler yok. Görüyorsun ya, sevgili Eiros, ben de senin gibiyim; bir kaçak," dedi, ciddileşen İblis.

"Kaçak mı?" diye sordu, şaşıran adam.

"Evet, kendi dünyamın yasalarına karşı geldim," dedi, İblis "Fakat bu başka zamanın konusu. Gel ve yanımda bağdaş kur, sana göstereceklerim var."

Üstelemek istese de, onun dediğini yapmanın çok daha sağlıklı olacağının bilincinde olan adam, dediğine uydu ve kararmış toprağın üstüne oturdu.

"Gözlerini kapat."

Bir kaç saniye sonra, göğsünde İblis'in elini hissetti adam. Aklında bir kadının ve sokağın görüntüsü belirdi...

---

Gecenin bir vaktiydi, aklı olan herkes uykuya çekilmişti. İzbe sokağın birinde, adamın teki geriye sendeleyerek bir çöp konteynerine çarptı. Üstü kel kafasının, yan taraflarında az biraz saç vardı. Göbeği ise pardesünün altındaki gömleğini şişirmişti. Tam bir ensesi kalın tipi vardı. Eiros, onu bir yerlerden gözünün ısırdığını fark etti.

"Ya-yapma," diye kekeledi.

Gözleri korkuyla genişlemiş, gözbebekleri küçülmüştü. Pislikle kaplı, eskimiş tuğlalardan oluşan duvarların sardığı sokağın köşesinde, bir kadın belirdi. Koyu kahve, dalgalı saçları beline kadar uzanıyordu. Giydiği dar, sportif fakat tarz sahibi gri ceket ise hareketlerini kısıtlamayacak şekilde tasarlanmış olmalıydı. Altındaki slim kotun bir bacağı, siyah olan, gecenin karanlığıyla uyum içindeydi. Diğeri ise kahverengiydi.
"Anlaşmanın bir bedeli olmayacağını düşünmedin, değil mi?" diye sordu, eğlendiği her halinden belli olan kadın.

"Benim öyle bir niyetim yok, sadece kar etmek istedim!" diye inledi, adam.

"Kar kar kar..." dedi, elindeki anahtarı işaret parmağında sallayan kadın "Siz başka hiç bir şey bilmez misiniz?!"

Bunu dediği gibi, anahtarlıkla adamın yüzüne vurarak kesti. Yanağındaki derin yarayı tutan adamın dizleri boşandı ve yere çöktü. Otuzlarındaki kadının vahşetle çarpılmış yüzüne, bir çocuğun oyuncu fakat sadist tebessümü yerleşmişti. Elmacık kemikleri, gülümsemesiyle beraber iyice dolgunlaşmıştı. Eiros, onda bir güzellik olduğunu farketti. Korkutucu fakat aynı zamanda merak uyandırıcı.

"Sana daha çok para veririm, şirketime ortak olabilirsin hatta," dedi, yerdeki adam.

"Canım, olay para meselesi değil. Sadece biraz eğlenmek istiyorum," dedi, kadın "Şimdi izin verirsen, seni öldürmem gerek."

Bunu dedikten sonra, derisi solmaya başladı. Ağzı gerildi ve yüzüne -normalin de ötesinde- çarpık bir sırıtış oturdu. Bütün bedeni, soluk maviye dönmüştü. Saçları elektriklenmiş gibi kabardı ve teninden bile açık bir maviye büründü. Gözleri kızardı ve göz bebekleri ile akı yok oldu. Adam bir çığlık atarken, kadın daha da içten, zevkle sırıttı. Tek eliyle adamı yakasından yakalayıp havaya kaldırdı. Göbekli kodoman, bodur ayaklarını kurbanlık koyun gibi çırpıp duruyordu. Pençeye dönüşmüş olan, sivri, koyu tırnaklara sahip diğer kolunu geriye çekti ve iş adamının göğsüne saplayacak gibi durdu. Adam, sonunun geldiğini bilerek gözlerini kapadı ve dudaklarını oynatarak bir dua fısıldandı. Oysa kadın, son anda kararını değiştirmiş gibi yaparak elini hızla bacağa gömdü. Ardından, aşağı çekerek, üst bacağın etini boylu boyuna yardı. İşinin ehli bir kasap gibi deri ve kas tabakasını iki yana ayırdı. Yere kan sıçrarken, adam daha da çok bağırdı. Kadın da onunla birlikte çığlık attı. Vahşi bir gece kuşu gibiydi sesi. Tiz ve güçlü çığlık ağzından çıkarken, saçları mavi bir alevle parıldadı bir anlığına. Bağırışının şiddetinden, adamın kulaklarından kanlar boşanmıştı. Yüzündeki hin sırıtışı bir saniye bile kaybetmeksizin, adamı yere fırlattı ve vücuduna pençe darbeleriyle girişti. Etini yarıyor, koparıyor ve sert ama titizlik dolu bir biçimde, kas kütlelerini teker teker çıkartıyordu. Eline götürdüğü her parçayı sıkarak kanını içti. Ağzından akan damlalar, soluk mavi derisinde izler bırakarak giysilerine bulaşmıştı. Adam bayılacak gibi olduğundaysa, işaret parmağını boğazındaki toplar damara sapladı. Parmağına giden elinin üstündeki damar, kusan bir solucan gibi dalgalandı ve damara gömülü parmağın uçlarından dokungaçlar fışkırdı. Bir kısmı damarın içinde, bir kısmı derinin üstündeydi. Kılcal damarlara benzer fakat soluk beyaz, yüzlerce dokungaç kıpırdaştı. Bir şey enjekte etmişti. Gözleri tekrar faltaşı gibi açılan kurbanın, bilinci tamamen açıldı. Kadının onu canlı canlı parçalayışı ve yiyişine karşılık veremeden bakıyor, çığlık atmaya çalışsa da ağzından sadece kabarcıklı kan ve tükürük karışımı çıkıyordu. Bir yandan, her darbeyle birlikte bedeni otobüsteki bir kukla gibi sağa sola sallanıyor, titreşiyordu.

Kadın, göbekteki büyükçe yağ kütlelerini iki yana ayırıp kesti ve yere attı. Altta beliren kas parçasını çekip kopardı ve afiyetle suyunu sıkıp, karnına indirdi.

"Çok yağlı ve tembelsin," dedi "Normalde kıçındakiler insanın en büyük kaslarıdır, sendekileri ellemeye bile değmez."

Vücutla işi bitmişti. Hayal kırıklığına uğramış gibi, kızıla bulanmış lacivert dudaklarını büzdü. Ardından, kötü yemekten sonra tatlının gelişini hatırlamış bir çocuk gibi sırıttı ve ağzını şapırdattı. Adamın boynunu yana yatırdı ve testere ucu gibi sıralı, sivri dişlerle kaplı ağzını ona gömdü. Bir yandan kanını içerken, bir yandan da kafasını bir timsah gibi sağa sola sallayarak bedeni kağıttanmış gibi savurup duruyordu. Sulu hırıltılar duyuldu. Yağları ayıklanmış, kasları ise çıkartılıp sıkılmış adamın bedeni bir deri bir kemik kalmıştı. Kadının güçlü boynu ve çenesi her hareket ettiğinde, bir orka tarafından yakalanmış fok gibi bir o yana bir bu yana atılıp durdu. Ancak kadın, kilitlediği kudretli çenesini bir an bile gevşetmedi. Bir süre sonra, vücut fırlayıp giderken baş koptu ve elinde kaldı. Gülümseyen soluk kadının, kızıl gözleri açlık ve beklentiyle genişlemişti. Duvara vurarak kırdı kelleyi. Nezaketle kemikleri temizledi ve kana bulanmış pembe beyni yemeye girişti. Oynaşan bir sırtlan gibi, kesik kesik ciyaklıyıp, hırıldıyordu bir yandan.

---

"Bu da neydi?" diye sordu, iğrenmiş ve şaşırmış olan Eiros.

"Şu an gerçekleşen bir olay. Sen kaçtığın sırada ortadan kaybolan iş adamını hatırlıyorsun," dedi İblis "Onun kardeşiydi."

"Kadının bahsettiği anlaşma ne peki? Niye adamı öldürdü?"

"Bunu öğrenmeni istiyorum. Senden tek bir şey istediğimi söylemiştim, Eiros. Bunu gerçekleştirmek için ilk gerçek görevin bu, senin için de ilginç olacak," dedi, İblis.

"O kadın da senin dünyandan birisi mi? Ya da oradan birisini mi taşıyor?" diye mantık yürüttü, adam.

"İçinde benim dünyamdan birisi var. Yakından tanıyorum," diye onayladı, İblis "Eski bir dost, Empusa."

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #20 : 16 Ekim 2016, 16:49:38 »
Bölüm 21 - Girdap

Ertesi öğlen uyanan Eiros'un ağzında acı bir tat vardı. Sigarayı çok kaçırmış olmalıydı. Evvelsi gece, İblis'ten öğrendiklerinden sonra bir kaç saat daha ayakta kalmış ve bir paket sigarayı bitirmişti. Önündeki görev onu korkutuyordu. Bir yandan içinde bir heyecan yok değildi fakat canlı canlı yenilen adamın görüntüsü aklına her geldiğinde ürpermişti; vahşi ellerce kasların özenle fakat sertçe çıkarılışı, sivri dişlerin kızıla boyanışı ve sırıtan, çarpık yüz. İblis'in ne olduğunu biliyordu ya da anladığını sanmıştı. Oysa bu işler sandığından daha farklıydı. Son aylarda güçlenmişti güçlenmesine, her zamankinden daha hızlı, güçlü ve çevikti, ancak böyle bir karşılaşmanın altından kalkabilir miydi? Kadının, derisini yarıp bağırsaklarını çıkardığını ve karın kaslarını yediğini düşündü bir an. Görüntüyü zihninden silmeye çalışarak iç çekti ve ayağa kalktı fakat bir kaç saniye sonra, tekrar aklına gelmişti. Küfretti, yine aynı şey oluyordu. Gelip duran görüntü, onu pençesine aldı ve gerildikçe gerildi. Ne yaparsa yapsın fayda etmiyor, aklından bu korkutucu hayali çıkartamıyordu. Yok sayamadı, engelleyemedi ya da mantığıyla üstesinden gelemedi. Hayatın gerçeklerinin getirdiği gerginlik karşısındaki yetersizliği onu esir etmişti, yine.

Öfkeyle duvara bir yumruk attı ve göçmesine yol açtı. Sinirle kesik kesik soluyordu. Bu olayın tekrarlayacağını -en azından bu şiddette olacağını- düşünmemişti, güçlenmesi izleyen süreçte zamanla azalmış ve büyük oranda yok olmuştu. Oysa şimdi, yeniden karşısındaydı. Zihni, kendi içinden onu sabote ediyor ve eyleme geçmesini önlüyordu. Bu görüntüyü kafasından çıkarmak için pek çok şey düşündü; yeterince güçlendiğini; pençeler onu yarsa bile iyileşme gücü olduğunu; İblis'in onu bir intihar görevine yollamayacağını; olay işkenceye varırsa, gerekirse kendi hayatını bile alabileceğini vs. vs. vs.

Hiç biri fayda etmedi. Sabahın beyazımsı ışığı, tül perde çekili pencereden içeri doluyordu. Üçlü koltuğu, katlanır masayı ve tahta döşemeleri aydınlattı. Yere çökmüş adam, kafasını avuçlarının içine almış ve gözlerini kapamıştı. Yüzü acıyla kırışmış ve kaşları çatılmıştı. Yarı bilinçli, yarı bilinçsiz yapıyordu bunu. Acısını fiziksel bir şeymişçesine bu şekilde ifade etmesi, onu birazcık da olsa rahatlatıyordu. Bir gerçeklik katıyordu olaya. Fiziksel bir hasarı olsa, başkalarına gösterebilirdi. Bir yara izi olsa, sızladığı zaman onu kavrayabilirdi. Oysa zihninin içindeki bir şeye karşı ne yapabilirdi ki? Anlamıyordu, insanlar. En yakınları bile, zamanında, ona abarttığını ve durumunun aslında iyi olduğunu söylemişlerdi. Üstünde çok durmamasını ve rahatlamasını salık vermişlerdi. O kadar kolay olaydı yapmaz mıydı? Sayısız kez denememiş miydi zaten? Anlamıyorlardı. Yere düşmüş ve ayağa kalkmayı reddeden, dizi hafif berelenmiş küçük ve şımarık bir çocuğu yargılar gibi ona tepeden bakmışlardı.

"Kalk!" demişlerdi, duygusuz gözleriyle.

Anlamıyorlardı.

Bu şeyi istemiyordu. Pek çok sefer, bu olmasa hayatının nasıl olacağını düşlemişti. Çok farklı bir insan olabilirdi. Mesela şu an, istediği bölümü bitirmiş bir şekilde işini yapıyor olabilirdi. Yanında kız arkadaşı olurdu, yakın arkadaşları. Sevdikleri. Hepsini, o elinden almıştı. Başka bir bedende, başka bir hayat; ne kadar güzeldi.

Kaslarını sıkarak ellerini titretti ve dişlerini sıktı. İlki gerçeklik katmak için, biraz da kızgınlıkla, ikincisi ise bilinçsizceydi. Hayatından bezmişti yine. Çare güç değildi, yanılmıştı. Bir kaç dakika sonra ayağa kalktı, o şey gitmiş, daha doğrusu hafiflemişti sonunda. Tabii geçici olarak. Döneceğini biliyordu, her zaman dönerdi.

Bir kahve koydu ve terlemiş olduğunu fark etti. Geceleyin sıcak basmış ve dönüp durmuş, bölük pörçük uyumuştu. Kabus görmemişti, pek rüya gördüğü bile söylenemezdi ama arada böyle gergin uyandığı oluyordu. Şu an yaşadığı da bu gerginliğin meyvesiydi, bunun da farkındaydı. Bu gel gitleri önleyemiyordu ama, elinde değildi. Kontrol etmeye çalıştığındaysa, her seferinde daha da kuvvetlenmişlerdi. Kafasını sallayıp, güne devam etmekte karar kıldı ve gidip kendisine, sütlü sabah kahvesini hazırlamaya koyuldu. Geceleri giydiği, düz beyaz tişörtü sırılsıklam olmuş ve hafiften kokuyordu. Normalde hijyenine dikkat eden bir insan olsa da, o an ter kokusundan rahatsız olmadı. Yeni bedeniyle gurur duymuyor değildi. Ketıl ısınırken, yüzünü yıkamak için banyoya gitti ve aynadan kendisine baktı. Dar tişört derisine yapışmıştı. Altındaki kasları belli oluyordu, en çok da karnındaki altılı kas hoşuna gidiyordu.

Hah, diye düşündü, ömrüm boyunca bunun gibi bir şey için uğraşıp durdum ama gökten inen bir yaratık verdi bunu bana.

Hayatında ilk kez bedeninden memnundu. Yine de içindeki tatminsizlik hissi yok olmamıştı. Çalışmadan elde ettiği için bunu hak etmediğini düşünüyordu. Hem hala çekingen kişiliği vardı. İçine sürüklendiği olayların bir şekilde üstesinden gelebilmişti. Hatta bu konuda bir yeteneği olduğunu bile fark etmişti. Şaşkınlık veren bu bulgu, özgüven olarak ona geri dönmüştü. Kısıtlı bir özgüven. İnsanları korkuyla manipüle edebiliyordu ve fiziksel gücü sayesinde hayal ettiği pek çok şeyi gerçekleştirmişti. Aynı zamanda, görünüşü -ve dalınç yeteneği- sayesinde sonunda cinsel hayatı da durgunluktan çıkmıştı. Neden hala, ruhunun damarlarında bir çaresizlik geziniyordu o zaman? Yanıtı, akılsal olarak çoktan bulmuştu; insanlarla düzgün bir bağ kuramıyordu. Bu tek başına yetmiyordu, duygusal olarak da farkına varması gerekliydi. Bir şeyleri yaşaması gerekliydi, duygusal olarak öğrenmesi.

"İkiyüzlüyüm. Gerçek sorunumun bu olduğunu biliyorum ama hala başka şeylerle uğraşıp duruyorum. İblis'e verdiğim söz olmasa bile başka şeylerle uğraşacaktım... en azından kendimi kandırmıyorum. Ama ne yapsaydım? İnsanların kötülüğünü bir türlü göz ardı edemiyorum. Hayır, bu, benim duygusallığımdan ayrı bir şey. İnsanlar kötü."

Evet, buna inanıyordu kesinlikle. Her şey bir yana, en iyi anında da olsa, en kötü anında da olsa, bir ilke olarak kabullenmişti; insanlar kötüydü. Devlet, mesela, bunun en büyük örneklerinden biriydi. Var oluşunu sürdürmesinin nedeni, insanların yasalar olmadan birbirini yiyecek olmasıydı. Yasalar ise özünde zorlamadan başka bir şey değildi. Başka bir deyişle, insanlar zorlama olmadan bir arada yaşayamıyordu. Gerekli kötülük, diyordu buna Eiros. Daha büyük kötüyü uzakta tutmak için başvurulan kötü. Zaman içinde bu fikri ilerletmiş ve kişi, bir yasa tarafından cezaya çarptırılmasa bile o yasanın kötü olacağı sonucuna varmıştı. Mesela, başkasının malını çalmak yasaktır. Ancak, bir kişi hayatında hiç hırsızlık yapmasa bile o yasanın altında yaşar. Uygulanmasa bile bir tehdit olarak havada dikilir ve göz dağı verir o yasa. Görünmez bir polis gibi, yapacaklarının sonuçlarını fısıldar. Zorlamadır ve her zorlama gibi kötüdür.

Bu farkındalık, kötü ile iyi ayrımının bu tarz konularda bu kadar iyi oturmuş olması, adama acıdan başka bir şey vermemişti. Aynı zamanda, bu gerekli kötüler -sadece devletler de değil- olmadan, insanların çok daha berbat durumda olacağını da biliyordu.

"Nasıl bir varlık ki, kötülüğe başvurmadan hayatta kalamaz? Bir arada yaşayamaz?"

Öfkeye belli bir saygısı vardı dolayısıyla. Toplumun zincirleri arasında en insani duygulardan birinin açığa çıkmasıydı. Saftı. Sahte gülümsemeler ve kendini kandırmışlığın getirdiği nefretten farklıydı. Bütün olumsuz duygular bu şekilde saf da değildi; mesela nefret, hedefindeki kişiyi insanın gözünde değiştiriyordu. Olduğundan daha farklı birisi haline getiriyordu; yanıltıcı. Öfke, böyle değildi. Yalnızlıktan korkan, birbirine muhtaç insanların oluşturduğu düzende ortaya çıkıyor ve gizlenmeye çalışılanı haykırıyordu. Çirkindi, gerçekti. İnsan ilişkilerinin yapaylığının bir belirtisiydi; insanlar, içten içe, birbirlerine tahammül edemiyordu. Bu durum da, en saf duygu olan öfkeyi doğuruyordu.

İşte bu yüzden, insan ilişkilerini geliştirme konusunda içi rahat etmiyordu Eiros'un. Kendisini iki yüzlü, yapay birisi gibi hissetmeden bağ kuramıyordu. Hayatını yürütecek kadar iletişim kuruyordu tabii ki ama daha ötesi tamamen farklı bir konuydu.

"Maskeler takınmış herkes. En küçüğünden en büyüğüne kadar var; ben de dahil. Toplum dediğimiz denizde, bu maskeler kadar yol alıyoruz. Yalanla dolup taşan, diğerlerini ve kendini kandırmak üstüne kurulu bir tiyatro sergileyen canlılarız. Dürüst olmak, maskenin ardını görmek bir işkence."

Bu konuyu uzun zamandır düşünüyordu. Her seferinde daha derinlere dalıyor ve yeni bir keşifle çıkıyordu. Çeşitli duygular içinde karışan ruhu, bir girdap gibi çalkalanıyordu; özlem, tepki, acı, çaresizlik vb. En çok da gerçek tutkusunu akkor bir ateş gibi hissediyordu. Hayat ışığı veren, anlam katan bir ateş değil. Yakan, bütün anlamı yok eden, ruhu küllere dönüştüren sadist ve güçlü bir alev. Küllerin altından, en iğrenç ve kötü şey ortaya çıkıyordu; gerçek.

"Gerçek tutkusunu ilk başta kibirle karışık hissediyordum. Zamanla kibir geçti ve tutkunun yerini saplantı aldı. Ya da baştan beri saplantıydı, bilmiyorum. Gerçeği arayışımdan şüphe etmem, bir nevi bir aydınlanma oldu, acı bir tanesi. Duygularımın esiri olduğumu fark ettim, bana gerçeği gösteren üstün aklım ya da o tarz bir şey değildi. Karamsardım, kötüyü görmeye meyilliydim. Ve onu gördüm, gözlerimi kör edene ve ruhumu çarpıtarak yozlaştırana kadar gördüm. Acısı tarif edilemez. Bitmeyen, tükenmeyen bir çaresizlik tufanı. Dünyada bu gerçeklerle yaşamak zorunda olduğumun korkunç bilinci beni bitirecekti. Kendimi acıtmak, zihnimdeki acıyı alıp götürmek istedim. Bıçağı damarlarıma ve etime saplayıp, akan kanı izlemek. Korku ve hayatımın, yani var oluşumun biteceğinin bilinci buna izin vermedi. Her şeyin sonunda en çok şunun farkındaydım; gerçek ile kötü birbiriyle bağlantılı. Başka bir evrende, başka bir insanlıkta olsaydım, kötünün sadece benim bakış açım olduğunu anlayabilirdim. Bu dünyada ise, beni gerçeğe götürdü. Onu görüyorum çünkü karamsarım. Karamsarım çünkü onu görüyorum. Sonu gelmeyen bir döngü."

"Ne yapacaksın?" diye sordu, aynaya.

Ketıl ısınalı çok olmuştu, soğumaya başlamış olmalıydı. Aynanın karşısında, kendi suratına bakarak dakikalarını harcamıştı. Görüşünü bir an bile ayırmamış ve değişimi izlemişti. Zihni ona oyun oynayarak, bir süre sonra görüntüyü çarpıtmaya başlamıştı. Kulakları uzamış, dudakları incelip yüzünün etrafına yayılmış ve gözleri pörtlemişti. Bir süre sonra bir yaratık bakar olmuştu ona aynadan. Çarpık, iğrenç ve kötü. Gülerek gözlerini kapadı fakat yansıma gözkapaklarının karanlığı içinden ona sırıtınca açtı. Gitti ve ketılın tuşuna tekrar bastı.

"Bir gün daha, oğlum, bir gün daha. Hep böyle. Bir gün daha," diye kendi kendine konuştu.

Yaşamak soluğunu tıkıyordu. Midesi düğümlendi. Dünyadan nefret ediyordu. Hayattan ve bu dünyaya gelmiş olmaktan. Kendi seçimi olmayan o birleşme sonucu, nefret ettiği bir dünyada sevmediği kişilerin arasına kısılıp kalmıştı. Hemen her gün, devam etmek için eski-yeni bir neden buluyordu; isyan, umursamazlık, gerçeği ortaya çıkarma, yeni şeyler denemek...

Kahveyi koyduğu bardağa kaynar suyu boşaltırken, yorulduğunu hissetti. Bir şeyler yapsa da yapmasa da vicdanı rahat etmiyordu. Son aylarda pek çok kötülük etmişti, hayatının önceki bir döneminde ise çok iyi olmuştu. Bir anlam bulamamıştı ikisinde de. Öfkesini bir şeylere, en çok da hak eden kişilere yöneltmek onu rahatlatmamış değildi ama işin sonunda, kendisiyle baş başa kaldığı anlarda vicdanı tekrar çirkin başını deliğinden çıkarıyordu; nefret ettiğin şeyi yaptın, kötü bir şey yaptın. Kötüsün.

Fısıldıyordu ona böyle, bir fısıltı çığlar yaratıyor ve ruhu ıstıraplarla doluyordu. İyilik yaptığındaysa, karşılığında kötülük görüyordu. Bile bile insanlar tarafından kullanıldığı, onaylanma uğruna orospuluk yaptığı fikri yankılanıp duruyordu.

İşin olumlu tarafını görmeye de çalışmıştı. Sonuçta her açıdan yaklaşmıştı olaya. Kötülüğün farkında olarak bir şeyleri değiştirmeye ya da 'gerçek iyilik' - o da neyse artık - yapmaya yeltenmişti. Belki yeterince güçlü değildi, bu yüzden iyilik yapamıyordu. Zihnen en güçlü olduğu anlarda da iyiliği denemişti böylece fakat sonuç değişmemişti.

Bardağı duvara fırlatmayı düşündü. Ardından, saçılan kahveyi kimin temizleyeceğini düşünerek vazgeçti.

"Ruhumun yansımasını bana gösterek, farkında olmadığım bir şeyi yapmadın, İblis. Böyle olduğumu biliyordum. Sadece bu kadar uzun süre kendime maruz kalmamıştım."

Bir süre, kahvesini içerek beyaz, plastik taburede oturdu. Düşünceler yavaşça yatıştı, ikilemler inlerine çekildi ve gün başladı. Saat, ikiyi on geçiyordu. Hiç bir şeyin farklı olmayacağını bilen adam, oturduğu yerden kalktı ve dişini fırçaladı. Sakalının gereğinden fazla uzayan kısımlarını makasla kesti. Soğuk bir duş aldı ve dışarı çıktı. Merdivenlerden indiğinde, inlerinde fısıldaşan düşünceler gitmemişti. Hiç gitmezlerdi zaten, zamanla yerlerini yenileri alırdı veya arada bir, böyle çıkıp ona işkence ederlerdi. Sonra, güçlerini toparlamak için karanlık mağaralarına dönerlerdi. Hiç susmazlardı. Öleceği gün susacaklardı sadece.

"Devam etmeli, güne devam etmeli," diye düşündü, genç adam.

Şimdiden yaşlandığını hissediyordu. Gel gitleri daha bir çekemiyordu artık. Her bir fırtına, yaşama olan tutunuşundan bir şeyler alıp götürüyordu. Organ tacirlerinin bedenini boşalttığı, yol kenarına asılmış bir insan korkuluğu gibi hissetti. Otobüse bindiğinde, Empusa'dan artık korkmadığını duyumsadı. Belki de sonu onun elinden gelirdi. İçindeki, sesini hiç sevmediği bir parça ise, zayıfça, belki de kadının aradığı cevapları ona verebileceğini söylüyordu. Düşmanından medet umuyordu, bir yamyamdan. Kendi çaresizliğine ve her şeyde istemsiz olarak bir çare aramasına sövdü. Bilmiyor muydu, eninde sonunda hepsinin boşa çıktığını?

"Daha önce de yaşadım bunu; bakkaldan, sayısız kadından, hocamdan, patronumdan, iş arkadaşımdan, arkadaşımdan, hatta sokakta yanımdan geçenden bile bana bakmasını ve içinde bulunduğum durumu gözlerimden okumasını istedim. Birisinin çıkıp, beni kurtarmasını. Olmayacak bir umut. Zayıflık."

Umut yoktu. Hayat vardı ve hayat kötüydü. Umutla daha da kirlenmesine ihtiyacı yoktu.

---

Aradan bir hafta geçti. İblis'in görüsünde Empusa ile farkında olmadan bir bağ kurmuş olan Eiros, hala kadını arıyordu. Bu bağın oluşumunda İblis'in ona açıklamadığı bir şeyin etkisinin olduğundan şüphe ediyordu. Doğaüstü olaylar konusundaki sezgisi ile dalınç yeteneği birleşerek, ona hedefinin nerelerde olabileceğini işaret ediyordu; en azından teorisi bu yöndeydi. İblis kesinlikle hesaplı davranan birisiydi, bu kadarını biliyordu. Bu yeni gücü, bir çıkarı olmadan vermesini beklememişti zaten.

Gel gitleri zaman içinde arttı. Daha önceleri, yavaş yavaş ortaya çıkan bu durum, bu sefer bir anda üstüne çöreklenmişti. Kuvvetlenmesi ayları bulan ve -geçici olarak- yok olması ise yıllarını alan süreç, bir hafta içinde hayatının her alanına yayıldı. Uyumadığı ya da Empusa'yı bulmak hakkında kafa yormadığı her an bir işkenceydi. Dönümsel düşünce bombardımanları geliyor ve yakasını bırakmıyor, boğazını sıkıyordu. Morali çöktü genç adamın. Traş olmayı bırakmıştı, sakalları tekrar gürleşmiş ve saçı başı dağılmıştı. Bir evsiz gibi, avare avare dolanıp duruyordu sokaklarda. Sürekli içti. Bilincini bulandırmak tek kaçış kapısıydı.

Yazmayı denedi adam. Eylemlerle ya da düşünmekle çözemediği bu sorunu, belki de içini bir şeylere dökerek bir sonuca bağlayabilir ya da en azından hafifletebilirdi. Bilgisayarda yeterince zaman geçirdiği, ayrıyetten kağıdın verdiği hissi sevdiği için, kendisine büyük, sade bir defter ile dolma kalem aldı. Bir şeyler yazmanın getireceğini düşündüğü rahatlık, eve gidene kadar güleç bir tavır takınmasını sağlamıştı. Şimdiden işe yarıyordu. Odasında, kiraladığı evin eşyalarından birisi olan çalışma masasına oturdu ve boş sayfaları açtı. Kalemi eline aldı ve durdu. İki kelime yazdı ve sildi. Kafasındakileri nasıl aktaracağını düşündü ve bir sigara yaktı, pencereyi açtı. Panik yapmanın gereği yoktu, henüz daha yeni başlamıştı.

Yarım saat sonra, hiç bir şey yazamaz halde önündeki boşluğa bakıyordu. Gözleri bezginlikle kısılmış, karnı sıkışmıştı. Canı sıkılarak ceketini bile almadan evden çıktı ve kendisini kışın soğuğuna attı. Yanından geçen kişilere dik dik bakıyor, onların neler düşündüğü veya ne tarz hayatları olduğu hakkında tahminler yürütüyordu. Kıskandı. Hiç birisi onun gibi değildi. Hiç birisi, olasılıkların ağırlığı altında ezilmenin ne demek olduğunu bilmiyordu.

"Burada kişi mi yazmalıyım yoksa insan mı? Ya da bu karakterin adını kullanayım burada. Ardından hangi kelime gelecek peki...?"

Günü bu tarz şeylerle doluydu. Gel gitleri, her yerdeydi. Onları düşünmeden soluk bile alamıyordu. Yağmur çiselemeye başladığında, düşüncelerinden sıyrılmaya çalışarak bir duraktan otobüse bindi. Kalabalıktı, her kış olduğu gibi, bu sefer de bütün camlar kapanmış ve içerisi ağız kokusuyla karışık karbondioksit dolmuştu. Oturacak yer bulamadı ve ayakta kaldı. Açlığı bastırdığında, dünden beri bir şey yemediğini hatırladı. Kafası bulanmıştı halsizlikten, hoşuna gitti bir yandan fakat düşeceğini hissetti. Sıcak, havasızlık ve karnının acısı bir anda gitti.

"Çocuk kilitlendi..." diyen, boğuk bir kadın sesi duydu uzaklardan.

Görüşünü kaybetmişti. Karanlığın içinden, sesleri zar zor çıkarıyordu. Gözleri tekrar işlev kazandığında, bir koltukta oturmakta olduğunu çıkarabildi. Kalabalıktan dolayı, aracın koridoruna bile çıkabilmeyi başaramamış olan kadife ceketli orta yaşlı bir kadın ona yerini vermişti. İkili koltuğun önündeki dar alanda, sallanan otobüsün savuruşlarına dayanmak için, kapı ile koltukları ayıran bölmenin camına tutunmuş ve Eiros'a bakıyordu.

"İyi misin, çocuğum?" diye sordu.

"İyi," dedi genç, gerisini getirmeye gücü yetmeyerek.

Yan taraftan birisi ona su uzattı ve yavaşça fakat kana kana içti. Biraz kendisine gelmişti fakat bulanıklık hala gitmemişti. Hava alması gerekiyordu, bu kalabalıktan uzaklaşması. Otobüs otuz saniye kadar sonra durunca, inmek için doğruldu. İşten ya da günden dönen, kadın onu izlemişti.

"Ailen var mı, eve gidebilecek misin?" dedi, endişeyle.

Dalınç yeteneği, kendiliğinden devreye girmişti. Kadının endişesinde samimi olduğunu anladı.

"İyiyim, teyze. Sağol, buradan eve varabilirim," dedi, onu yatıştırmaya, biraz da başından savmaya çalışarak.

"Aileni arayabilirim," diye öneride bulunudu, ceketli kadın.

"Burada değiller."

"Kimsesiz misin?" dedi, acıma dolu bir tonda.

Adamın kalbi, bu küçük ama insaniyet dolu içten söz karşısında parçalandı.

"Kardeşimle aynı evde kalıyoruz, öğrenciyiz," diye yalan söyledi, onu yatıştırmak isteyerek.

"Sıcaklık değişiminden!" diyen, yaşlı bir adamın sesi duyuldu "Üstüne kalın bir şeyler giy."

Biraz rahatladığı belli olan kadın, onun iyi olacağından emin olunca tekrar durağa döndü ve otobüs beklemeye koyuldu. Genç adam, bir köşeye gitti ve seyyardan poğaça aldı, yavaşça karnına indirdi. Gücünün tam haliyle döndüğünü duyumsayınca kalkarak, sahilde denizi seyre daldı. Şehrin pisliğinden beslenen organizmalar türemişti suda. Çıkardıkları azotlu gazlar, kesif bir koku oluşturuyordu. Adam umursamadı o an. Düşüncelere, kendiliğinden gelen doğal akışa dalmıştı. Hayatı yanlış yargıladığı hissi bir süredir kafasının bir köşesinde vardı. Bugün yaşadıkları da, hissiyatı tekrar uyandırmış ve perçinlemişti. Küçük şeylere önem verirdi. Büyükleri kadar, küçük anların da kişilerin gerçek yüzünü ortaya çıkardığı fikrindeydi. Metroda, duyarılara kulak asmadan, çıkanların yolunu keserek içeri dalmaya çalışan güruhtan tut, tanımadığı bir insan için endişelenen kadife ceketli kadına kadar.

Cebinden, küçük, plastik bir ayna çıkardı fakat vazgeçerek onu tekrar yerine koydu. Bir sigara yaktı ve ucundaki kızılımsı ateşe bakarken melankoli duygusuna kapıldı.

Çocuk haliyle sahildeydi, yaşı daha on bile yoktu. Ayaklarındaki terliklerin içine sızan kum, ayak parmaklarının arasına dolmuştu. Beş metre kadar gerisindeki sahil yolunda yürüyen, hafif giysili, yanık tenli insanlar vardı. Arada bir, bir bisiklet geçiyor ve yol açmak için çaldığı zırlak zil duyuluyordu. Annesi ve o, kumda dikiliyor ve sessizlik içinde koyu manzarayı izliyorlardı. Çocuk göğe baktı, henüz ışık kirliliğine o kadar maruz kalmamış koyulukta, yıldızlar ışıldıyordu. Ömründe ilk defa bir kayan yıldız gördü ve heyecanlandı. Daha önce bu konuda arkadaşlarına yalan söylemiş ya da çocuk aklıyla kendi kendisini bunu gördüğüne inandırdığı olmuştu; bu sefer ise gerçeğine tanık oluyordu. Kadına bu mucizevi olayı anlatmak için döndüğünde, bir sigara yakmış olduğunu gördü. Dumanı gecenin içinde seçilemeyen sigara, her iç çekişte turuncu turuncu harlanıyor, sonra tekrar sakin kızıllığına dönüyordu. Kayan yıldıztan çok, alevin bu renk değişimi etkiledi çocuğu. Bu heyecanından ona bahsettiğinde, cevabı bir azarlama oldu; sigara çirkin bir şeydi ne de olsa. İçinde güzel bir şey bulunamazdı. Bu fikre katılmasa da, annesinin terslemesine boyun eğmiş gibi göründü ama suskun suskun, sigarayı seyretmeye devam etti.

Sigarasını söndürdü ve biraz, taştan korkulukla denizden ayrılmış sahilde yürüdü. Hareketi seviyordu, aklının dağılmasına ve doğal akışa dönmesine yardımcı oluyordu. Bir süre sonra dinginleşti ve evine döndü. Yatağa girdi ve deliksiz bir uykuya daldı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #21 : 17 Ekim 2016, 19:55:05 »
Bölüm 22 - Bina

Kömür kokan sokaklarda yol alan adam, etrafından geçen insanlara pek dikkat etmeden kendi içine yönelmişti. Bulutsuz gök berrak bir maviliğe sahipti fakat kuvvetle esen rüzgar, açık alana bakan yerlerde kalan insanları savuruyor ve yürümelerini zorlaştırıyordu. Hafif bir uğultu ilçenin tamamında duyuluyordu. Eiros'un bulunduğu kısımda değil fakat ilçenin -ve şehrin- arka tarafında yer alan kısa dağların oraya bakan evlerin bulunduğu mahallelerden, bir kömür dumanı yükseliyor ve arada bir rüzgarla etrafa yayılıyordu. Doğanın arı rengine karışan bu dumanlar, daha görüşü bulanıklaştıracak kadar yoğunlaşmamıştı fakat soğuklar gittikçe kuvvetleniyordu ve bunun -her seneki gibi- kaçınılmaz olduğunu herkes biliyordu.

"Gevrekçi!" diye bağırdı bir seyyar satıcı.

Dikkati dağılan Eiros, açık mavi boyası -özellikle zemine yakın kısımlarda- yer yer dökülmüş, altındaki paslanmış demir açığa çıkmış bir seyyar arabayı ittiren adama baktı. Kırmızı şapkalı adam, onun kendisini izlemekte olduğunu fark etmiş olacak ki durdu ve soran gözlerle baktı.

"Gevrek vereyim mi, yeğenim?" diye sordu, orta yaşlı adam.

"Üç tane ver abi, yanında da üç tane yumurta," dedi Eiros ve çıkarıp parayı uzattı.

"Öğrenci misin?" diye muhabbet etti, adam.

Bir yandan simitleri gazeteye sarıyordu. Gencin dikkatini kağıt parçasının üstündeki yazılar çekti ve onun resmi gazete olduğunu anladı. Karşısındaki adam bir başka sivil polisti. Bu numara epeyce bir eskiydi, hatta halk arasında nam salmıştı. Polislerin çok daha iyi şekilde gizlenebilecekleri bir sürü kılık varken, belli başlı böyle tipler üstünde odaklanmalarına bir anlam veremedi. Her türlü insan kılığına girebileceklerini biliyordu, zamanında buna birinci elden tanık olmuştu. Herhalde, diye düşündü, varlıklarını belli etmek istiyorlar. Aklına yattı bu fikir. "Sizin aranızdayız ve istersek gizlenir, istersek gizleniyormuş gibi yaparız. Her hareketinizi izliyoruz." Verilmeye çalışılan mesaj büyük ihtimalle buydu.

Adama yanıt vermedi ve yarım saniyelik bir süre için gözleri kenetlendi. Aklına bir fikir gelen Eiros, onun üstünde dalınç yeteneğini hafifçe kullandı. Heyecan ve neşe hissetti. Şaşırarak bunun nedenini merak etti çünkü neşenin kaynağı kendisiydi. Sarılı yiyeceği aldı ve uzaklaşarak caddenin karşısındaki bir apartmana girdi. Kendisini göstermemeye çalışarak adamı gözlemeye koyuldu. Kırmızı şapkalı adam, Eiros'un bulunduğu apartmanı bir süre daha izledi  ve ardından, arabayı bırakarak bir kaç adım gerisindeki büyükçe parka girdi. Ortasında yuvarlak bir havuz bulunan parkın çoğunluğu, kızıl çamlar ve rengi kaçmış çimenlerden oluşuyordu. Havuzun etrafındaki taşlık yol ise, parkın dört tarafındaki girişlere doğru uzanıyordu. Hava kirliliğinden nasibini almış kızıl çamların gövdeleri kararmıştı.

Montunun cebinden çıkardığı garip görünümlü bir telefonla konuşan sivil polisin üstünde tekrar dalınç yeteneğini kullanmayı denediyse de bu mesafede başarılı olamadı. Adamın yanına gidip bir köşeye çekerek ağzından laf almak da, polisin dikkatini üstüne çekmek istemiyorsa bir seçenek değildi.

Bir süre sonra konuşması biten polis, tekrar arabasına döndü ve onu parkın içine çekerek binayı görebileceği bir yerde beklemeye koyuldu. Eiros'un binayı terk edip etmediğini gözetliyordu. Köşeye kıstırılmadığını biliyordu Eiros. İstediği an buradan kaçabilirdi fakat polisin bu davranışı ilgisini çekmişti. Polis tarafından arandığını biliyordu ve adam büyük ihtimalle onu bulduğu için sevinmişti. Yine de sıradan bir şüpheli için bu kadar heyecanlanması normal değildi. Kendisini tutuklama girişiminde de bulunmamıştı. Acaba onun güçleri hakkında bir şeyler mi biliyorlardı? Evden kaçtığı gün karşılaştığı polis memuru hayatta kalmıştı ne de olsa. Gerçi o zamanlar gücü daha bu kadar açığa çıkmamıştı ve toydu. Ayrıca kim böyle bir şeye inanırdı ki? Memur olan biteni anlatmış olsa bile üstleri onun bu dediklerini ciddiye almamış olmalıydılar. Hayır, güçlerini bilmiyorlardı. Ancak tehlikeli olduğunu biliyor olmalılar ki, bu sivil onu gördüğü gibi yakalamamıştı.

Empusa geldi aklına. Onu takip etmeye çalışsa da bir türlü yerini tespit edememişti o ana kadar. İçindeki his çok zayıftı ve günler içinde hep farklı yönleri işaret etmişti. Başka bir deyişle çıkmaza girmişti fakat bu durum, aklına bir fikir getirmişti. Belki de polisin ve ülkenin dikkatini üstüne çekmesi gerekiyordu. Öldürülen iş adamının suçunu kendi üstüne yıktıklarını biliyordu; o cinayet için bir numaralı şüphe olarak aranıyordu. Bunun bir hata mı yoksa bir oyun mu olduğuna ilk başta karar verememişti fakat zamanla bir şeyler yerine oturmuştu. Birileri onun üzerinden oyunlar döndürüyordu. Bugüne kadar İblis'le bu konuda konuşmamıştı ve konuşmak isteyip istemediğini açıkçası bilmiyordu. Şu anki haliyle yeterince sorunu vardı... ancak bu Empusa işinin bu oyunla bağlantılı olduğu barizdi ve İblis, onu bulmasını istiyordu. Bulduktan sonra ne yapması gerektiği hakkında bir fikri yoktu. İblis'in kendi dünyasında bir kaçak olduğu -ve vahşi şeytanlarla uğraştığı- düşünülürse, hoş olmayacağı açıktı.

Ne açıdan düşünürse düşünsün, her şeyin cevabı bu Empusa denen şeytanı bulması gerektiğine varıyordu. Bunun için de artık bir yolu vardı. Kendisi Empusa'yı aramak yerine, onu kendisine çekecekti. Çıkarıp bir sigara yaktı ve bir plan yapmaya koyuldu...

---

Bir kaç saat sonra, gün akşamüstünden akşama dönerken hala apartmanın içindeydi. Bir kişi bile gelip de binanın içine girmemişti ki her birinde iki daire bulunan -zemin hariç- dokuz katlı yapı için bu durum anormaldi. Apartmanı kontrol ettiğinde, aşağı tarafa inen ve demir parmaklıklı bir kapı ile kilitli bodrum olduğunu da görmüştü. Bunun dışında, en üst katta çatıya açılan demir bir kapak vardı.

Binadan çıkınca sol tarafta üniversiteye giden bir cadde uzanıyordu. Sağ tarafta ise, bu cadde başka bir tanesi ile dimdik kesişiyor ve parkın girişinde üç yol oluşturuyordu. Kesişmenin kendi tarafında kalan kısmında, bulunduğu apartman sırasının sonunda, üstünde "Kiralık" yazan, sürekli el değiştiren kapalı bir dükkan bulunuyordu. Dükkanın önündeki kaldırımın ucunda, sarı arabaların park halinde etrafına dizildiği bir taksi durağı vardı. Durak ile kendisi arasında ise iki tane daha bina vardı. Kot farkı olan zemin kat daireleri iki seyahat acentası satın almıştı ve çoğunluğu öğrenciden oluşan, servis bekleyen müşteriler önüne doluşmuştu.

Hava biraz daha kararıp da iyiden iyiye akşam belirdiğinde, bir takım ciddi görünümlü adamlar gelip müşterileri ve içerideki personeli oradan uzaklaştırdı. Böylece, zamanın yaklaştığını anlayan Eiros yukarıya çıkarak daireleri teker teker dinledi. En sonunda içinden ses gelmeyen bir tanesini bulduğunda, kilidin hemen yanına bir tekme indirerek tahta kapıyı açtı ve içeri daldı. Altıncı kattaki dairenin içinde pek bir eşya yoktu. Öğrencilere ait olmalıydı. Salonda bir tane üçlü koltuk ile bir kaç sandalye, mutfakta buzdolabı dışında sadece tek bir portatif masa bulunuyordu. Kalan iki odada ise sadece yataklar ve dolaplar vardı.

Salondaki pencerelerden birine yaklaşarak, ışığı açmadan ve tül perdeyi aralamadan üç yol ağzını kesti. Trafik artık tamamen durmuştu. Biraz daha dikkatli bakınca bir şeyler gördü. Parkın önünden uzanan caddenin aşağısında, apartmanın tam karşıdan baktığı tarafta, bir kaç yüz metre uzaktaydı; caddenin ortasında konumlanmış, tanka benzeyen kocaman bir araç. Yanlarında polisi temsil eden koyu mavi bir çizgi vardı. Tepesindeki silah ise biber gazı katılmış suyu basınçla sıkacak şekilde tasarlanmıştı. Toplumsal olaylar için dizayn edilmiş bu araç, kendisini engellemekten öte, gelenleri uzaklaştırmak için getirilmiş olmalıydı. Etrafına pek çok çevik kuvvet polisi dizilmişti. Üç yolun kalan iki kısmında da, yani parka paralel caddenin üst tarafında ve kendi apartmanının bulunduğu sıranın olduğu caddenin sol tarafında, benzer barikatlar bulunduğunu tahmin etti.

"Neyi bekliyorsunuz?" dedi, kendi kendine.

Bunu demesiyle beraber bulunduğu bloktaki bütün ışıklar bir anda kesiliverdi. Binayı ve çevresini karanlık bürürken, barikatta bir boşluk oluştu ve arasından hızla yol alan zırhlı bir otobüs fırladı. Dolmuş ile belediye otobüsü arasında, orta boyutlu bir araçtı. Kurşun geçirmez camları ve patlamalara bile bir noktaya kadar dayanıklı olan metal gövdesiyle, polis teşkilatının son dönemde edindiği harikalardan biriydi. Ardısıra -eski bir model- akrep adı verilen, biber gazı bombası fırlatmak üzere tasarlanmış bir araç izledi. Hızla diğer iki yöne baktığında, kendi bulunduğu caddenin sol tarafından, bir otobüs ve akrebin daha geldiğini gördü. Neyin yaklaşmakta olduğunu bilerek dolaba fırladı ve içini karıştırarak bir atkı çıkardı, ağzına doladı. Bunu yapar yapmaz, camların kırılmasıyla içeri gaz bombalarının düşmesi bir oldu.

"Hassiktir!" diye bir küfür savurdu.

Düşündüğünden daha seri ve düzenli hareket ediyorlardı. Zaman kaybetmeyen Eiros, elini yakan bombaları tuttuğu gibi tekrar dışarı yolladı fakat kısa sürede yerlerini yenileri almıştı bile. Vücudu dayanıklıydı dayanıklı olmasına ama bu kadar yoğun gaza ancak kısa bir süreliğine tahammül edebilirdi. Nefesini tuttu ve kendisini yeterince uzun süre idare edebileceğini umut etti. Aklına bir fikir gelerek duvara düzenli şekilde vurarak parçaladı ve açığa çıkan tuğlaları çekip çıkardı. Kırılmış cama gidip aşağı baktığında, yaştan dolayı görüşü bulanmış olsa da, apartmana doğru koşturmakta olan eli silahlı, zırhlı polisler gördü. Sayıları kırk civarıydı. Yüz kısmında soluk alma aparatı bulunan koca, beyaz kaskları ve siyah, dayanıklı zırhlarıyla aksiyona hazırlardı. Elindeki kızıl tuğlanın bir tanesini bütün kuvvetiyle onlara doğru savurdu. Kimseyi vuramamıştı ve zaten amacı da bu değildi. İlerleyişlerini biraz aksatması gerekiyordu ve bunun için karışıklık yaratacaktı. İnsanüstü kuvveti sayesinde asfaltta patlayıp, dört bir yana saçılan tuğla şarapnelleri onları ürkütmeye yetmişti.

"Bomba atıyor!" diye bağırdı bir tanesi.

Yanıt olarak bir kaç el ateşlendi. Ona yönelmiş mermilerden bazıları iyi hedeflenmemişti ve diğer dairelerin camlarını parçalamıştı. Üstüne gelenlerden ise siper alarak korunmayı başarabildi. Kafa karışıklığının verdiği avantajı kullanan Eiros, vurulmamaya dikkat ederek, seri halde diğer tuğlaları da fırlattı ve patlayan taş parçaları etraftaki park halindeki arabalar ile dükkanların camlarını indirdi. İşe yarıyor gibiydi. İyi donanmış adamların zırhlarını delemese de, onların sağa sola saçılarak durmak zorunda kalmalarına yol açmıştı.
Yolun karşısındaki akrep namlusunu ona doğrulttu ve bir gaz gombası ateşledi. Üstüne hızla gelen bombaya refleksif olarak bir tokat vuran Eiros onu aşağı yolladı. O an üstünlüğe sahipmiş gibi görünse de, diğer akrebin de olaya katılması ile bu durum çabucak değişiverdi. Akreplerin yolladığı bombalar bu sefer daha değişikti. Beklemekten dolayı oksitlenmiş biber gazının rengi turuncuydu ve daha bir yakıyordu. Soluğunu tutmaya devam ederek tuğla atışını sürdürdü fakat bir süre sonra gözlerinin yanmasından hiç bir şey göremez oldu. Atışları kesikleşti ve gittikçe hedeften saptı. Düzeni tekrar sağlamış polislerin ateşi kuvvetlendi ve hassasiyeti arttı. Eiros elinde kalan son bir kaç tuğlayı aşağı yollamaktan vazgeçerek kendisini daireden dışarı attı.

Gazın henüz yeterince sızmadığı merdivenlerde hızla, yüzeysel bir kaç nefes aldı. Ciğerlerini biraz yakmıştı ama yapabileceği başka bir şey yoktu. Aşağıdan gelen ayak seslerine bakılırsa polis binaya girmeyi başarabilmişti..

"Neler oluyor?" diye isyan eden bir ses duyuldu aşağı taraftan "İnsan var binada insan! Ne sıkıyorsunuz, bizi de mi öldüreceksiniz?"

Bunu takiben bir el silah sesi ve çığlıklar duyuldu.

"Cesur!" diye bağıran, acı dolu bir kadın sesi binada yankılandı.

"Çekil be kadın!" diye, polislerden birinden yanıt geldi.

Bu esnada, önden fırlayarak beşinci kattan ona uzanan halkasal merdivenleri yarılamış bir polisin kasklı kafasını gördü Eiros. Heyecana aç, genç polis, diğerlerini geride bırakmış ve koşarak yukarı çıkmıştı.
"Geber lan!" diye bağırarak, elindeki tam otomatik silahı ateşledi.

Eiros'un bacağına iki mermi isabet etti. Bir kaç tanesi de arkasındaki duvardan sekerek sağa sola saçıldı. Seken mermilerden birisi polisin kendi omzunu sıyırmıştı. Bunun üzerine acıyla bir anlığına duraksadı. Büyük bir hataydı. Eğer saldırısına devam etmiş olsa belki bu insanüstü canlıyı indirebilirdi fakat bir anlık duraksama bile Eiros'a yetiyordu.

Merdivenlerin başından aşağı sıçradı ve hala havadayken ayağının tabanıyla polisin göğüs zırhına bir tekme indirdi. Darbenin kuvvetiyle havaya uçup, duvara çarpan adam yuvarlanarak beşinci kata yollandı. Yaralı bacağını acıyla tutan Eiros, diğerlerinin de burada olmasının an meselesi olduğunu biliyordu. Aklındaki planı uygulama vakti gelmişti. Yukarı çıkarak dairenin kapısını tuttuğu gibi söktü ve dönerek gelen merdivenlerin tam orta kısmında, tavanın en alçak olduğu nokta ile zemin arasına güzelce sıkıştırdı. Bu ona biraz zaman kazandıracaktı.

Ardından yukarı fırladığı gibi yedinci kata çıktı. Derin derin iki nefes aldı ve içindeki şeytani güce ulaştı. Gözleri yeşil yeşil parıldamaya başlamıştı. Aşağıya yerleştirdiği kapıya vuran polislerin sesi gelirken, nefes almaya devam etti ve gözlerindeki zümrüdi ışık yoğunlaştı. Hazırdı. İki elini yumruk yaptı ve kendisini geri tutmadan, bütün gücüyle merdivenlere vurdu. Dokuz katlı apartmandan zangır zangır ses dalgaları yayıldı. Taş merdivenlerde bir çatlak oluşmuştu fakat yetersizdi.

"O da neydi?" diye bir ses duydu, aşağılardan.

"Boşver ve şu kapıyı yolun önünden çek!" diye emir verdi birisi.

Eiros, aynı hareketi bir daha tekrarladı ve çatlaklar yayıldı. Aşağıdaki polislerin kafası karışık bağırışları kulağına ulaştı.

"Çekilin!" diye bağırdı birisi.

Bunu takiben ateşlenen silah ile mermilerin tahta kapıyı parçalayışının sesi duyuldu. Yollarındaki engel kalkmış olan polisler yukarı fırladı. Zamanı kalmamış ve yorulmuş olan Eiros, kanayan ellerini umursamadan üçüncü bir kez daha aynı noktaya vurdu ve zayıflayarak bel veren yapının inlemesi binada yankılandı. Hala yeterli değildi. Merdivenin altından baş veren iki polis, silahlarının namlusunu ona doğrulttu ve uyarı yapmadan ateşlediler. Bedeninin çeşitli yerlerine giren mermiler Eiros'un canını yaktı ve bir an yere kapaklanacak gibi oldu. Ancak devam etmekten başka çaresi olmadığını bilerek, gerildi ve başından bir hasar almamayı umarak ellerini dördüncü ve sonuncu kez merdivenlere indirdi. Bu darbeyle birlikte, dayanacak gücü kalmayan yapı, çatlaklardan kırıldı ve gümbürtüyle aşağı çöktü. Merdivenin altıncı kata yakın alt tarafında bulunan iki polis kendilerini geriye atarak kurtulmayı başarabildi. Ancak altıncı kata çıkmakta olan bir kaç polis, üstlerine düşen taşların altında ezilmişti. Toz bulutu dağıldığında, parçalanmış taşların altından kanlı bir yığın ortaya çıktı. Altıncı kattaki polislerden birisi ölenlere, neler olduğunu algılayamadan bakakaldı. Diğeri ise silahını bir çılgın gibi Eiros'a doğru ateşledi. Yüzü korku ve öfkeyle çarpılmıştı.

Yukarıdan, öldürdüğü adamlara bakan Eiros'u sıyıran mermiler hemencecik kendisine gelmesini sağladı. Geriye atılırken pek çok mermi biraz önce bulunduğu noktadan geçerek duvara çarptı. Kendisini kaybetmiş polis, artık kime denk geldiğini umursamadan onun bulunduğunu düşündüğü yere ateş ediyordu. Seken mermilerden pay almamak için sekizinci kata çıkan Eiros vücudunu kontrol etti. Gövdesi ve bir bacağına isabet eden mermiler normal bir insanı öldürebilecek olsa da, onun için zamanla iyileşmeyecek bir şey değildi. Ancak önemli ölçüde zayıflamıştı. Kasları delinmiş bacağı onu yavaşlatıyor ve hasarlı iç organları canını yakıyordu.

Planın bir sonraki adımını uygulamaya geçecekti ki, boğuk bir inilti kulaklarına ulaştı.

"Bu da ne?" diye düşündü.

İnilti tekrarlanırken altındaki zeminin titremekte olduğunu fark etti. Ardından yerde küçük, belli belirsiz bir çatlak oluşarak büyümeye başladı. Yukarıdan kafasına küçük bir toz yığını döküldü. Bir küfür savuran adam neler olup bittiğini anlayarak yukarı fırladı. İnilti, bu sefer daha şiddetli ve tiz biçimde tekrarlandı ve binanın yamulduğunu hissetti. Dokuzuncu kata vardığı sırada alt katlardan bir gümbürtü koptu ve büyük bir deprem oluyormuşçasına bina sallanmaya başladı. Gümbürtü gittikçe daha da yakından gelirken, bedenini zorladı Eiros. Sallanarak, duvarlara çarpa çarpa dokuzuncu katın üstündeki kapağa giden yolu zar zor aldı. El merdiveninden çıktı ve kapağı açmaya yeltendi fakat metal kapak, dengesi bozulmuş binanın gerilimi yüzünden sıkışmıştı. Adamın etrafındaki duvarlar parçalandı ve bina büyük bir gümbürtüyle yıkıldı...

---

Son anda, sıkışan kapağı açarak, yandaki binaya atlamayı becerebilmişti Eiros. Dokuz katlı binanın çökmesiyle beraber havaya kalkan toz, oksijeni sömürerek solurken ciğerlerine doluyordu. Yerde yattı bir süre, yaşadıklarına inanamayarak. Yapının bu kadar çürük olduğunu açıkçası düşünmemişti. Güp güp atan kalbi yavaşlayarak normal düzenine döndü. Kalkarak yüzündeki tozu ve kiri temizledi. Eline kan bulaştığını fark etti. Alnındaki bir kesikten kaynaklanıyordu. Aynı zamanda bedenin pek çok yeri yer yer kesilmiş ve ezilmişti.

Yan tarafa yaklaşarak aşağı baktı. Sadece toz ve taş yığını vardı. Orada burada, bir kol veya bacak parçası molozların altından çıkıyordu. Binada bulunan bütün polisler ve bina sakinleri yıkıntının altında kalmıştı. Sivilleri bu işe karıştırmaktan dolayı biraz rahatsız oldu ve yardım etmek için aşağı inmeyi düşündü fakat kendisini binanın dışına atmayı becerebilmiş polislerin ayağa kalktığını görünce vazgeçti. Topluma müdahale araçlarının ışıkları yıkıntıya çevrildi ve barikatta bekleşen diğer polisler, kurtulanların yardımına koşturdu. Binanın yıkılmasıyla beraber planının geri kalanı da suya düşmüştü.

Bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünürken, uzaktan gelen bir ses kulaklarına ulaştı. Ses saniyeler geçtikçe iyice yaklaştı. Bir helikopterin hızla dönen pervanelerinden kaynaklanıyordu. Karanlığın içinde kafasını kaldırdığında, gökyüzündeki aracın kırmızı sinyal ışıklarını gördü. Yakınlaşan helikopter şiddetli ışığını açarak onun üstüne doğrulttu. Gözleri kamaşan Eiros, onları kısmak zorunda kaldı. Ancak yirmi metre kadar üstündeki araçtan bir karaltının atlayarak çatı katına usulca konduğunu görebilmişti. Işığı kapayıp uzaklaştı araç ve sesi kısa sürede azalarak yok oldu. Aşağıdan gelen arayış sesleri ve yaralıların ona kadar ulaşan iniltileri haricinde hiç bir şey duyulmadı bir süre. Aynı zamanda ışık değişiminden dolayı karanlık daha bir koyulaşmıştı. Onun içinde hiç bir şey göremedi adam, tek bir şey hariç; ona bakan bir çift küçük kızıllık.

"Söylemem gerekirse beni şaşırttın," diyen bir kadın sesi duyuldu en sonunda.

"Empusa..." dedi, Eiros.

"Onunla konuşmaya başlamışsın demek," dedi, kahverengi, dalgalı saçları beline kadar uzanan kadın "Sana başka neler söyledi?"

"Seni ilgilendirmez," diye yanıtladı genç.

"Yapma ama şimdi, biraz konuşalım," diyen kadının, oval yüzüne çarpıkça bir gülümseme yerleşti.

Yavaşça, salına salına çatının kenarında yürümeye koyuldu. Gözleri artık karanlığa adapte olmuş olan Eiros, kadının bir bacağı kahverengi, diğeri siyah olan slim pantolonunu gördü. Üstünde esnek deriden yapılma, sportif, gri bir ceket vardı. Hafif, her an bir başka yöne atılmaya hazırmışçasınaydı adımları. Kadın ile arasına mesafe koyarak, o da aynı şekilde yürümeye başladı.

"Ne hakkında konuşacakmışız?" diye sordu, genç adam.

"Biraz ondan, biraz bundan..." dedi ve ekledi "Daha çok senden."

"Benden mi?" diye sordu, mesafeyi koruyarak.

"Gücünü nasıl elde ettin?" diye sordu kadın.

"Şeytanlara karşı hep ilgili olmuşumdur. Bir gün birisini çağırıp anlaşma yaptım," dedi, gerçeği söyleme gereği duymayan Eiros.

Buradan bir kaçış yolu bulmak için düşüncelere dalmıştı bir yandan. Karşısındaki şeytanın neler yapabileceğini bilmiyordu ve yaralı olmasa bile büyük ihtimalle kendisinden daha güçlüydü. Henüz hazır değildi bu karşılaşma için ve kadını ne kadar oyalarsa, düzgün bir kaçış planı yapabilme olasılığı da o kadar fazlaydı.

"Sen, İblis'i mi bağladın?" diye sordu, bir kaşı kalkan Empusa "Kusura bakma, hayatım ama yalanların çok bariz."

"Bunu nereden anladın peki?"

"İblis hakkında hiç bir şey bilmiyorsun, değil mi?" dedi, gülümseyen kadın.

"Bir kaçak olduğunu biliyorum," dedi, konuşmaya fazla kafa yormayan Eiros.

"Eveet. Ama peki neden kaçak? Hayatının bağlı olduğu bu kişi hakkında neler biliyorsun?" diye sordu, yürümeyi kesen kadın.

"Anlaşmamıza yetecek kadar, gerisine de ihtiyacım yok," dedi, kendisi de yürüyüşünü durdurmuş olan Eiros.

Düşünüyor düşünüyor ama aklına pek bir şey gelmiyordu. Buradan aşağı atlasa en iyi ihtimalle bacakları kırılırdı ve yakalanmaya hazır halde kalıverirdi. Çatıdaki kapağı kadın böyle gezinirken açıp, kaçamazdı da.

"Yine yalan söylüyorsun," dedi, kadın kurnazca "Evet. Aklından geçenleri görebiliyorum... şimdiden İblis hakkında şüphelerin var. Seni neyin içine çektiğini merak ediyorsun ve ona güvenmiyorsun. Nasıl güvenebilirsin ki zaten? Korkuyorsun. Bu dünyada tek olduğundan korkuyorsun."

Onun dediklerinden rahatsız oldu adam.

"Ne yapacaksın, ne edeceksin? Düşüncelerin seni boğuyor ve görüşün bulanıyor... ah, zavallıcık, bu dünyada kaybolmuşsun. Kimse seni kurtaramaz."

Lafını tamamlayan bir yetmişlik kadın transtan çıkmışçasına derin bir nefes aldı ve şehvete benzer bir duyguyla ona baktı. Açlıktı bu. Avını kıstırmış ve bariz üstünlüğünün farkında olan bir avcının sadist tutkusu.

"Bana saldıracaksın," dedi kadın "Başka yolu olmadığını biliyorsun."

Haklıydı. Her türlü olasılığı aklında tartmıştı adam ve bir karmaşa yaratıp, bundan yararlanıp kaçmak dışında bir seçeneği yoktu.

Olabildiğince hızlı hareket etmesi ve dövüşü uzatmaması gerektiğini bilen Eiros, derin derin bir kaç nefes aldı ve gözleri gittikçe kuvvetlenen iblisi yeşillikle parıldadı. Kadın hala tamamen insan formunda, oval ve hafif kemikli yüzünde küçük -ama çarpıklığı hala belli olan- bir tebessümle, onu izliyordu. İleri fırlayarak kadına bir yumruk savurdu. Darbeden kolaylıkla kaçılan kadın, onun ayağına bir çelme taktı ve adam yere kapaklandı. Bundan yararlanmak yerine bir kaç adım geriye gitti ve böylece ona alan yarattı. Adamla oynuyordu. Ayağa kalkan Eiros, bu sefer üstüne koşarak zıpladı ve bir tekme savurdu. Yana çekilip, ayağını havada yakalayan kadın tırnaklarını etine geçirdi ve momentumu kullanarak döndü. Ayağını bırakmadan onu dikeylemesine yere vurdu. Kanlar sızan ayağı hala tutan kadın, Eiros'u fırlatarak bacaya yolladı. Şiddetli çarpma yüzünden hava ciğerlerinden dışarı püskürdü ve bir anlığına nefessiz kaldı Eiros. Neyse ki başını korumayı başarabilmişti.

"Güzel," dedi kadın neşeyle, bereli yanağını tutarak "Ama biraz zayıf."

Kadın onu fırlatmadan önce, diğer ayağıyla yüzüne bir tekme oturtmayı başarabilmişti adam fakat yaralarından dolayı pek bir etkisi olmamıştı.

"Hadi... bu kadarcık değildir umarım," dedi dudaklarını yalancıktan bükerek.

"Bir sus be," dedi, doğrulan Eiros.

Bütün vücudu sızlıyordu. Farklı bir yol bulması gerekiyordu, yoksa bu şekilde devam ederse sonu iyi görünmüyordu. Canlı canlı parçalarına ayrılan adamın görüntüsü aklına gelince bir anlığına içi ürperdi fakat düşünce akışını bozmadı. Hareketleri çok savruk ve genişten alacak şekildeydi adamın. Bir hatası buradaydı. Diğeri ise...

Kadın onun üstüne atılınca şaşırdı ve gard almaya çabaladı. Kollarını başını koruyacak şekilde kaldırdı ve kafasının yanını hedeflemiş bir tekmeden bu şekilde korunabildi. Ancak darbenin etkisiyle beraber bir kaç metre öteye fırlayarak, çatının kenarına kadar sürüklenmişti. Kafasını kaldırdığı esnada, üstüne zıplamış olan kadının bir giyotin gibi havaya kalkmış ayağını gördü ve yana yuvarlandı. Ayak yere indi ve biraz önce bulunduğu yeri ezerek, zemini çökertti. Düşe kalka dövüşmeyi öğrenmiş Eiros, içgüdüsel olarak yan tarafındaki ayağa bir tekme savurmuştu. Ayağa zıplayarak bundan kaçan kadının yüzündeki gülümseme genişledi.

"Güzel!" diye bağırdı ve bir yandan elinin tersiyle bir tokat savurdu.

Yüzüne gelen darbeden kaçamadı Eiros. Tırnaklar yüzünü sıyırarak kesti. Kaşına denk gelen bir tanesi az kalsın gözünü alıp götürüyordu. Geriye kaçan Eiros araya mesafe koydu ve bir yol bulmaya çalıştı. Akan kan gözünün tekinin görüşünü kapıyordu. Eğer kadına yaklaşırsa...

Empusa tekrar üstüne, öncekinden de daha hızlı şekilde atıldı ve adamın dibine girdi. Gardını aldı Eiros fakat kadın ona vurmak yerine, bir çığlık koyuverdi. Bağırdığı esnada bir anlığına kahverengi saçları açık mavi alevlerle parıldamıştı. Kulaklarına bir acı saplanan adam sersemledi ve olduğu yerde kaldı. Bunu bekleyen kadın, elini yukarı kaldırdı ve tırnakları uzayarak karardı. Düşünemese de, içgüdüsel olarak ellerini kafasının üstünde kaldırdı Eiros. Kadının elini hızla indirmesiyle, Eiros'un bloklamak için kaldırdığı kollarının ön tarafı, göğsü ve karnının kesilmesi bir oldu. Giysisi parçalanarak, beş tırnak derisinin içine girmiş ve etini derince yarmıştı. Vücudundan kanlar boşanarak geri çekildi. Ancak kadın durmadı ve diğer elini de adamın baldırına sapladı ve içinde döndürdü. Acıyla haykırdı Eiros ve karşılık vermeye çalıştı fakat darbesini kolayca savuşturdu kadın. Diğer baldırına da aynı işlemi uyguladı ve bacaklarında güç kalmayan adam dizlerinin üstüne düştü. Kesiklerle kaplı kollarını kadına savurmayı denese de, pençelerinin iki savruluşuyla onların da kaslarını kesen kadın, böylece Eiros'un bütün savunmalarını yok etmiş oldu.

Dizlerinin üstünde kamburca dikilen adamın, kolları iki yanına sarkmıştı. Her yerinden kanlar boşanıyordu. Kadın onu tutarak boynunu açığa çıkardı ve işaret parmağını saplamak üzere yaklaştırdı. Ucundan baş göstermiş soluk beyaz dokungaçlar, iğrenç iğrenç kımıldanıyor ve et arayarak heyecanla oynaşıyorlardı.

"Hayır!" diyen Eiros, kafasını yana çekti ve boynuna yönelmiş parmağı ısırıverdi.

Acıyla haykıran Empusa elini geri çekmeye çabaladı. Çene kaslarını iyice sıktı adam ve parmak koparak ağzının içini metalik kan tadıyla doldurdu. Dokungaçların ağzının içinde oynaştığını duyumsayarak hemen tükürdü ve ardından iğrenmeyle öğürdü.

"Kendini bilmez gerizekalı! Sen kimin parmağını kopartıyorsun?" diye kızgınlıkla bağırdı kadın.

Öfkeden gözleri kızıl kızıl parıldıyordu. Gülümsemesi gitmiş ve yerini soğuk, cani bir ifade almıştı. Adamın yüzüne, kanlı bir yığına dönüşünceye kadar üst üste yumruklar indirdi. Bir süre sonra, hıncını almış olmalı ki çarpık gülümseme tekrar yerine geri döndü.

"Bunun bedelini çok ama çok fena ödeyeceksin," dedi, gözleri hinlikle parıldayarak.

Mecali kalmamış adamın kanlı ağzını iki eliyle açtı ve kendisi de kendi ağzını aralayarak bir şeyler yapmaya hazırlandı. Ancak nereden geldiği belli olmayan mavi bir dumanın hızla çatıyı kaplamasıyla işi yarım kaldı ve dikkatini başka yöne çevirmek zorunda kaldı. Kadının kendisini bırakmasıyla yere düşen Eiros, bilincini yitirdi.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #22 : 18 Ekim 2016, 18:17:25 »
Bölüm 23 - Kovalamaca

"Karşı koydum ona ama bedeli ne oldu? Ölmekteyim... ama kadere karşı koydum! Yapabildim bunu, evet, sonunda bir şeyi doğru düzgün başarabildim. Ölsem de umurumda değil, hatta öleyim. Tekrar dünyaya dönmek ve yaşamaya çabalamak istemiyorum. Yoruldum. Gerçekten yoruldum. Yaşamaya çalışmaktan ve bir insan olmaya çalışmaktan yoruldum. Hem insan olmak nedir ki? Diğerleriyle bir arada uyum içinde yaşayarak bütün öfkeni ve tepkini bastırmak mıdır? Önceden olsa evet derdim. Artık pek bir anlamsız geliyor. Nefretim artık bana haz vermiyor. Tepkiliyim ama artık canhıraş bir isyanla bağırasım gelmiyor... o sınırı geçecek miyim? Geri dönüşsüz olanı, gerçek anlamda var olan o tek sınırı geçecek miyim? Geçersem de muzaffer olarak gideceğim en azından.

Son ana kadar yaşama tutunmuş, bütün boktanlığına rağmen ondan vazgeçmemiş; bu da bir şey..."

Yarı kapalı bilinci, derin bir nefesle açılan Eiros gözlerini aralamaya çabalasa da, sadece tek bir tanesini açabildi. Diğeri kaşından akan ve kısmen pıhtılaşmış, cıvık kanla kaplıydı. Bozuk bir et parçası gibi, düzensiz, kahverengi bir tabaka ile kapanmıştı. Her nefes alış verişinde ciğerlerinden sağlıksız bir hırıltı yayılıyor ve beş keskin tırnağın derince yardığı göğsü, hafifçe inip kalkıyordu. Kırılmış kemiklerin altından kırmızı eti ortaya çıkmıştı. Karnına kadar devam eden izler, orada biraz daha yüzeyselleşiyordu. Altılı kas tabakasını kesmiş fakat iç organlara hasar verememişti. Akciğerleri o kadar şanslı değildi. İblis'in gücü ile az biraz iyileşebilmiş organlar yine de hava kaçırıyordu. Göğsü haricinde en büyük darbeyi bacakları almıştı. Kollarındaki iri pazuları birer hareketle kesilmişti fakat bacakları deşilmiş, pembe ve kanlı kas yığını ortaya çıkmıştı. Hareket etmeye çalıştı fakat inleyerek hiç bir şey yapamadı. Hasarlı ciğerleri acıdı.

"Şşş," diye sessizce uyardı, başından dikilen birisi.

Yalnız olmadığını o an ayrımsayabildi Eiros. Fiziğinden bir erkek olduğunu çıkarabildiği kişi, sert kiremitlerin üstünde yatan adamın bir adım ötesinde konumlanmıştı. Gözleri haricinde, bütün yüzünü siyah bir maske örtüyordu. Sıkı kaslara ve çevikliğe yönelik bedeninin hatları, üstündeki simsiyah ve dar giysinin altından belli oluyordu. Kahverengi gözlerinin üstündeki kalın kaşları, doğal bir şekilde hafifçe çatılmıştı. Maskeli adam, tek dizinin üstüne çömelmiş ve bir elini yere koymuştu. Diğeri Eiros'un üstünde, onu korumak istermişçesine dikiliyordu. Bir seksen civarı adamın bütün vücudu gerilmişti. Bir kaplan gibi olduğu yerde pusmuş ve en minik bir uyartı karşısında tepki vermeye hazırdı. Bir şeyi bekliyor gibiydi.

Bulutlu gece göğünün karanlığı içinde, iki katlı bir evin üstünde, onun bacası ile alt taraftaki bahçeden çıkan bol yapraklı bir ağacın arasına gizlenmişlerdi. Evin arka tarafında, bir, en fazla iki katlı müstakil evlerden oluşmuş bir mahalle uzanıyordu. Boyası solmuş olan evlerin eski olduğu belliydi ve her birinin etrafını çeviren küçük bahçeler mevcuttu. Bulundukları yer, mahallenin en son sırasındaki evlerden biriydi. Geçici olarak çatısına saklanmış oldukları bu binanın yan tarafındaki uzunca bir cadde, binanın hemen önündeki geniş bir toprak parçasına açılıyordu.

Önlerindeki yüz metrelik toprak saha bomboştu. Açık alanın bitiminde ise genişçe bir otoban vardı. Gri asfalttan yapılmış otobanın iki tarafında da, bir metrelik beton bariyerlerin üstüne inşa edilmiş üç metre uzunluğundaki teller, giriş çıkışı önlüyordu. Toprak alandan bariyerlere ulaşabilmek için de, bir kaç metrelik dik bir kısmı çıkmak gerekiyordu. Beş şeritli bir otobanın diğer tarafında, hedefleri olan, yirmi katlı apartmanlardan oluşmuş modern bir site vardı. Sitenin içindeki dört bina, aralarında büyük bir mesafe kalacak biçimde eşit aralıklarla dizilmişti.

"Hala peşinizde," diyen bir ses duydu zihninin içinde Eiros "Bu yüzden sessiz ol."

Tehlikeden kurtulmamış olduğunu zaten anlamış olan Eiros, kendisine denilene uydu; yakalanırlarsa hiç bir kaçış şansı yoktu. Sesin aynı zamanda önündeki adama değil, bir kadına ait olduğunu da fark etmişti. Nasıl böyle bir şeyin mümkün olduğunu sorgulama gereği duymadı, cevabı biliyordu.

Bir süre, çatının üstünde beklediler. Pür dikkat kesilmiş maskeli adam, düzenli olarak dört bir yanı kesti. Gecenin karanlığında, bahçelerde dolanan küçük hayvanların çıtırtıları dışında hiç bir şey duyulmuyordu. Yan tarafta uzanan bir kaç metre genişliğindeki caddede, sokak lambalarının loş ışığı altında sadece park halindeki arabalar ve bir kaç kedi vardı. Bir süre sonra kadının sesi tekrar duyuldu.

"Şimdi."

Eiros'u alıp sırtına atan adam dikkatle aşağı sıçradı. Yere indiği sırada hafifçe bir ses duyuldu ve bir an bile zaman kaybetmeyerek koşturmaya koyuldu. Adımları kararlı ve hafifti. Aralarındaki mesafe, boyunun el verdiği ölçüde uzundu ve güçlü bacakları anormal bir hızda birbirinin önüne atılıp duruyordu. Şüphelendiği üzere, onda da doğaüstü bir güç bulunduğunu anladı Eiros.

"Peşinize düştü," diyen kadının sakin ve soğuk sesi duyuldu "Caddenin diğer tarafında, size zıt sıradaki evlerin üstünden ilerliyor."

Maskeli adam arkasına bakma gereği duymamıştı.

"Alanımın dışında, daha da yaklaşması gerekiyor," dedi kadın "İki yüz metre kaldı."

Adam elini, sıkı giysisinin bel kısmındaki bölmeli kemere soktu ve hem geriye hem önlerine bir şeyler fırlattı. Yere düşen küçük nesnelerin ne olduğunu göremedi Eiros fakat onları takip etmekte olan Empusa'yı artık görebiliyordu. Ağaçların çevirdiği müstakil evlerin üstünden usulca sıçrayarak ilerliyordu. Form değiştirmiş kadının soluk mavi derisini ve kızıl gözlerini seçti. Başına bir ağrı saplandı. Ölecekse bu şekilde olmasını istemiyordu. Güçten düşmüş, başkasına muhtaç ve aciz birisi; yatağa düşmüş bir yaşlı gibi.

Onu taşıyan adam hızlıydı hızlı olmasına. Belki sırtında Eiros olmasa kadının hızına bile uyum sağlayabilirdi fakat yükten dolayı yavaş kalmıştı. Empusa hızla aralarındaki mesafeyi kapatıyordu. Gözleri kızıl kızıl parıldıyordu.

"Yak..." diyerek, adamı uyarmaya çalıştı.

Adamın, bacağına uyarı niteliğinde ve acı verici bir şaplak atmasıyla susmak zorunda kaldı. İstese de istemese de, davranışlarına bakılırsa ne yaptığını biliyora benzeyen adama bel bağlamaktan başka çaresi yoktu.

Şeytani kadın sıçrayarak uzun bir ağacın en üst dalına kondu. Dolunay, kara bulutların arasında çıkarak kadını ve ağacı aydınlattı. Bir pençesiyle ağacın gövdesini tutuyordu. Diğeri ise yanında sarkmış, beklentiyle açıp kapanıyordu. Büyük bir nefes alarak ciğerlerini doldurdu. Hemen ardından, toprak alana ulaşmış ve açıkta koşturmakta olan ikiliyi hedefleyerek bir çığlık koyuvermesiyle birlikte, şiddetli bir ses dalgası üstlerine yollandı. Saldırının kuvvetiyle, kadının önündeki daha kısa bir ağacın bir iki dalı kırılmıştı. Adamların gerisindeki binaların camları parçalandı ve yolun üstündeki bir kediye çarpan şok dalgası, onu park halindeki bir arabaya sapandan fırlamış gibi yolladı. Arabanın ön camına tok bir sesle çarpan hayvandan kanlar sıçradı.

Bütün bunların gerçekleşmesi yarım saniye sürmüştü ve dalga hala üstlerine gelmekteydi. Ancak yarı yolda, caddede belirmiş bir enerji bariyerine çarparak durmak zorunda kaldı. Adamın yere attığı küçük toplar rastgele bırakılmamıştı. Ses dalgasının temasıyla birlikte pembe pembe ışıldamaya başlamışlardı. Toprların hemen altındaki zeminden çıkan bir kaç metre genişliğindeki saf enerjiden bir kalkan, Eiros ve adamı korumuştu.

Saldırısının engellendiğini gören Empusa tekrar koşturmaya koyuldu. Bu esnada otobana ulaşan açıklığı geçmiş olan adam, tellere gelmişti. Elinin bir hareketiyle beraber, bileğinin üst tarafından kalın bir bıçak belirdi. Otuz santim civarındaki metal bıçak, giysinin yeninin altındaki bir mekanizmadan çıkıyordu. Elini yumruk yapan adam, keskin bıçağı kullanarak önündeki tellere bir kaç çizik attı ve ardından onları tekmeledi. Sırtındaki Eiros ile beraber geçebileceği genişlikte bir yarık oluşturmayı başarmıştı. Ancak bunu yapmak için zaman harcamak zorunda kalmıştı.

Dişi şeytan toprak alana çıkmıştı ve süratle üstlerine koşturmaktaydı. Her zamanki çarpık sırıtışı yerleşmişti yüzüne fakat bu formunda daha bir insandışıydı.

"Benimsin!" diyerek, kalan mesafeyi kapamak için ileri sıçradı.

Adamın omzundan geriye sarkan Eiros, an be an her küçük detayı gördü. Mavi kadının siyah pençeleri havaya, öldürmek üzere kalkmıştı. Yüzü heyecan ve tutkuyla gerilmişti. Testere gibi dizili sivri dişler, ay ışığıyla birlikte, çarpık gülümsemenin altından parıldırıyordu. Adam hala arkasını dönmemişti. Eiros korktu ve kendisini korumak için kollarını kaldırmaya çabaladı fakat kesilmiş ve hala iyileşmemiş olan kasları yüzünden bunu yapamadı. İnsanüstü bir sıçrayış gerçekleştirmiş olan kadın salise salise gittikçe yaklaşmaktaydı. Beklentiyle kızıl gözler genişledi ve bir yırtıcıya ait olan ağız ısırmak için açıldı... fakat gözlerin baktığı yön son anda değişti. Eiros'a ve onu taşımakta olan adama değil, onların üstüne doğrultulmuştu. Kadının yüzünde küçük bir endişe gördü yaralı adam. Hala havadayken, başını hızla yana çevirdi ve bir çığlık koyuvererek uçuş yönünü saptırdı. Tellerden geçmekte olan avını kaçırdı fakat otobanın diğer tarafındaki apartmanlardan birisinin üstünden kendisine ateşlenmiş olan mermiden, son anda sıyrılarak kurtulmuştu.

"Kaçırdım!" diyen kadının sesini, zihninin içinde tekrar duydu Eiros.

Bir mermi daha ateşlendi fakat Empusa yuvarlanarak bariyerlerin arkasına saklanmıştı bile. Keskin nişancı onu vurmayı başaramadıysa da, adama otobana çıkacak kadar zaman kazandırmıştı. Hiç bir aracın geçmediği ıssız yolda koşturan maskeli adam, bu fırsattan yararlanarak yolu yarıladı.

"Çok hızlı, fazla oyalayamam," diye bildirdi, keskin nişancı kadın "Konumumu çoktan çözdü."

"Gel ve onu al," diye ilk kez konuştu adam "Güvenli bir yere taşı. Ben onu uzaklaştırırım."

Sesinden genç olduğu belliydi. Kumaş maskenin içindeki portatif bir mikrofon-telsiz aracılığıyla iletmişti bunları. Eiros, adamın cesaretine hayran kaldı. Böyle bir dehşetle bilerek ve isteyerek karşılaşmak, herkesin harcı olan bir şey değildi.

"Hayır. Aşağı inmem gerek bunun için. Sizi koruyamam ve kargo birinci önceliğimiz," dedi kadın, bir yandan koruma ateşine devam ederek "Oradan çıkmanın bir yolunu bul."

"Bunu halledebilirim," diye ısrar etti adam.

Otobanı tamamen geçmiş ve diğer taraftaki teli kesmekteydi bu esnada. Empusa, arada bir başını beton bariyerlerin ardından çıkarıyor ve anında üstüne ateşlenen mermilerden korunmak için hemen geri saklanıyordu. Keskin nişancının atış örüntüsünü çözmekteydi.

"Kendin dedin, sonsuza kadar onu oyalayamazsın. Siteye girsem bile bizi takip etmeyi sürderecek. Tabii birisi onu başka yöne çekmezse," diye ekledi.

Lafını bitirdiği sırada, Empusa tekrar otobanın diğer tarafından kendini gösterdi. Keskin nişancı, silahını ateşledi fakat bunu bekleyen şeytani kadın, saldırıdan hemen önce küçük bir çığlık koyuvermişti. Yolladığı ses dalgasından dolayı merminin doğrultusu değişti ve Empusa'yı sıyırarak geçti. Zaman kaybetmeden yolladığı ikinci bir dalga maskeli adamın yanında patlayarak az kalsın dengesini kaybetmesine neden oluyordu. Neyse ki, nişancının üst üste yollamaya devam ettiği mermiler yüzünden tekrar siper aldı ve saldırının devamını getiremedi. Ancak bu karşılaşmayı artık sürdüremeyecekleri belli olmuştu.

"İyi," dedi kadın ve ateş kesildi "Ama şunu bil ki seni almak için geri dönmeyeceğim. Kargoyu alır almaz üsse gidiyorum."

"Pekala," diyen adam, teli tekmeledi ve Eiros'la beraber oluşturduğu yarıktan geçti.

Bir kaç metre yukarıdaki otobandan hızla aşağı indi. Önlerindeki büyük sitenin kendi parmaklıkları da vardı. Bir metrelik tuğlanın üstünde yükselen mızraklardan oluşan, siyah boyalı demir parmaklıkların ötesinde bir kaç ağaç vardı. Bir şey düşündüğü belliydi fakat bu fikirden vazgeçerek Eiros'u, yani kargoyu parmaklıkların dibine bıraktı ve yerini ortağına bildirdi. Çatışmaya hazır şekilde arkasını döndü ve ellerini iki yana sarkıtarak, ikisinden de kalın bıçaklarını çıkardı. Beyaz metallerin keskin kenarlarında belli belirsiz bir pembe ışıltı vardı.

"Eskort görevlerini zaten hiç sevmememişimdir," diyerek, tellerin arasından belirmiş olan Empusa'ya baktı "Gelsene çirkin şey."

Aşağı inmekte olan şeytana korkusuzca atıldı ve koştururken mavi duman bulutu yayan kapsüllerden birisini fırlattı. Ancak bu numaraya çoktan adapte olmuş olan Empusa, ilerlemeyi kesmeden küçük bir çığlıkla kapsülü geri yolladı ve adamın saldırısına ona geri çevirdi. Görüşü kesen dumanın içinde kalmış adamın üstünden sıçrayarak Eiros'a yöneldi. Önünde hiç bir engel kalmayan kadın, kurbanına doğru bir pençesini uzattı fakat toprak zemini delerek fışkıran pembe enerji mızrakları yüzünden geri çekmek zorunda kaldı. Bir an bile gecikmiş olsa, boyları üç metreye yakın ve titreşerek garip bir şekilde vızıldanan mızraklar onu deşebilirdi. Kıpırdayamayacak haldeki Eiros'un üç tarafında da belirmişlerdi ve arkasındaki parmaklıklar ile beraber onu koruyan bir sınır oluşturuyorlardı.

"Bu kadar aptal olacağımı düşünmedin, değil mi, çirkin Ugi?" diyen adam, kadına arkasından fırladı.

Savurduğu bıçaklar ile Empusa'yı savunmaya çekilmeye zorladı. Avıyla kendisi arasına girip duran bu adam yüzünden sinirlenmiş kadın, dişlerini sıkıp, tıslayarak geriye kaçıldı. Hazırlıksız yakalanarak, adamın ne ara döşemiş olduğu belli olmayan bir mayının üstüne bastı. Patlayan mayınla beraber, yerden pembe bir enerji sütunu fışkırdı. Bacağı sütunun içinde kalmıştı. Kanlı eti, yer yer, soluk mavi derinin altından ortaya çıkmış ve patlamadan dolayı bacağı kısmen kararmıştı. Kadın acıyla haykırdı. Basit bir haykırış değil, aynı zamanda bir saldırıydı bu. Üstüne gelen ses dalgasından kaçamayan adam, geriye fırlayarak bir kaç metre sürüklendi. Ayağa kalktığında başlığı açılarak kumral saçlarınını açığa çıkarmıştı. Düz saçlar, çatışmadan dolayı dağılmıştı. Ağzının kenarındaki kanı sildi ve çatılmış kaşlarla kadına döndü. Ona bakmakta olan Empusa, bir şey fark etmiş olacak ki durdu ve hafifçe güldü.

"Ne?" diye sordu, kumral, kısa saçlı adam.

"Hiç... bir an başka bir Ugi ile karşılaştığımı sanmıştım. Basit bir taklitçiymiş oysa," dedi ve hor gören bir tonda, sırıtarak ekledi "Bir kanıbozuk."

Bir şey demeyen fakat sinirlenmiş adam, tekrar kadına atıldı ve bıçaklar ile pençeler çarpışarak etrafa kıvılcımlar saçtı. Kadının yaralı tarafına yüklenerek bir açık bulmaya çalışıyordu.

"Kafanı kaldır," diyen bir ses duydu zihninin içinde, Eiros.

Yukarı baktığında, sitenin parmaklıklarının üstüne nazikçe konuşlanmış bir kadını gördü Eiros. Üstünde siyahımsı, metalik bir zırh vardı. Kafasını, ne tarz bir materyalden yapıldığı belli olmayan siyah bir başlık sarmalıyordu. Göz kısımlarına iki tane yuvarlak, yeşil cam parçası yerleştirilmişti. Sırtında ise bir keskin nişancı tüfeği asılıydı. Ayaklarını parmaklıklara sabitleyerek sarktı ve enerji mızraklarına değmemeye dikkat ederek, Eiros'u koltuk altlarından tutup yukarı çekti. Canı yanmış olsa da ses çıkarmamaya çabaladı adam. Bir an sonra parmaklıkların ardında, sitenin içindeydiler. Atletik ve ince kadın, adamın koltuk altına girdi ve sitenin içinde, olabildiğince hızla çatışmadan uzağa ilerledi.

"O iyi olacak mı?" diye sordu, Eiros.

Adamı tanımıyordu bile fakat kendisini kurtarmak için hayatını riske atmıştı.

"Yaptığı şeyin tehlikesini biliyordu," diye yanıtladı kadın.

"Bir şeytanla savaşıyor. Geri dönmezsek ölecek," diye üsteledi, adam.

"Ugi. Onların adı Ugi," dedi kadın "Ve ölürse bu onun kabahati."

Tartışmanın anlamsız olduğunu anlayan Eiros vazgeçti ve kadına uydu. Onlar yola devam ededursun, savaşın sesi de aynı zamanda uzaklaşıyordu. Çok hızlı hareket etmedikleri için, bunun adamın bir marifeti olduğu sonucuna vardı. Verdiği sözü tutmuş ve şeytani kadını kendilerinden uzaklaştırmayı başarabilmişti. Yine de buna ne kadar devam edebileceği konusunda şüpheleri vardı.

Bir süre sonra, sitenin diğer tarafından dışarı çıktılar. Pencerelerde belirmiş site sakinleri olan biteni anlamaya çalışıyordu. İçlerinden en azından bir tanesi ortada bir çatışma döndüğünü kavramış olacak ki, şehrin içinden siteye yaklaşmakta olan polislerin siren sesleri yankılanıyordu.

Sitenin berisindeki, daha yukarıda kalan caddede park halinde duran üstü kapalı bir dört çekere doğru ilerlediler. Eiros'u, lacivert aracın arka tarafına bindiren kadın, yatmasına yardım etti ve sürücü koltuğuna geçti. Kafasındaki başlığı çıkardığında, elektriklenmiş, turuncuya çalan açık kahverengi saçlar belirdi. Bir kadına göre kısa kesilmiş saçlar sadece omuzlarına kadar iniyordu.

"Dayanabilir misin?" diye sordu, dönerek.

Biraz dolgun yanaklarından, hafif sivri çenesine doğru zarifçe inen yüz hatları ve küçük, kavisli bir burnu vardı. Soruyu sorarken mavi gözlerine endişe değil, soğukkanlılık hakimdi.

"Evet," diye yanıtladı, Eiros.

"Sıkı tutun ve savrulmamaya çalış," dediği gibi gazı kökledi.

Araba süratle harekete geçti ve gecenin içinde ilerlemeye koyuldu. Hızına rağmen, kadın onu ustalıkla kullanarak sokaklar ve caddelerin içinden geçirdi. Bir süre sonra dağ yoluna çıkmış ve şehirden uzaklaşmaktaydılar. İki şerit arasına dizilmiş lambaların sarımtırak ışığı sırayla Eiros'un yüzüne vururken, adam neler yaşadığını düşündü. Bir gün içinde hem polisler ile çatışmış, hem bir şeytan ile yüzleşmiş hem de bu garip insanlarla tanışmıştı. Kimlerdi onlar ve amaçları neydi... düşünceler bulanıklaşırken göz kapakları yavaşça indi ve kendisini arada bir acıyla uyandığı, rahatsız bir uykuda buldu.

---

"Engar nerede?" diyen, kalın bir kadın sesine uyandı.

Motoru hala çalışarak hafif bir hırıltı çıkarmakta olan araba durmuştu. Önünde bir siluet dikilmekteydi. Görüşü bulanıklaşmış ve kafası yerinde olmayan Eiros, neye benzediğini çıkaramadı onun.

"Ugi ile savaşmak için geride kaldı," diye yanıtladı, onu getirmiş olan genç kadın.

Sürücü tarafındaki kapı açıldı ve nişancı kadın araçtan indi. Ardından kendi tarafı açıldı ve ikili onu dışarı çıkararak, her biri bir koltuğunun altına girdi. Sabaha yaklaşan gece en karanlık anındaydı. Aceleyle, toprak yolun kenarındaki bir binaya taşınmaktaydı adam. Tek seçebildiği şey, binanın kocaman çatısı oldu.

"Yine savaşmak için geride kaldı, değil mi?" diye sordu, diğeri.

Cevap olarak diğer kadın onu onaylamış olmalı ki, sitem dolu bir yorum geldi.

"Aptal."

Evin içine girdiklerinde ışıklardan gözü kamaştı adamın ve zaten bulanık olan görüşü hepten işe yaramaz hale geldi. Bir yere yatırıldığını duyumsadı. Kadınlar konuşuyor ve boğuk sesler kulaklarını dolduruyordu. Aynı zamanda kafasının içinde bir çınlama da belirmişti; diğer sesleri bastırıyor ve onu rahatsız ediyordu. Kolunda bir sızı hissetti ve çınlama azalarak kesildi.

"... ışıkları biraz kısın ve bana aletlerimi getirin," diyen, bir adamın sesini duyabildi.

Birileri koşturdu. Büyükçe metal bir alet, küçük tekerlekler üstünde giderken nasıl gıcırdarsa öyle bir ses duyuldu ve öncekinden de güçlü, beyaz bir ışık yüzüne vurdu. Açık olan tek gözünü de kıstı.

"İyi görünmüyor. Neden bu kadar oyalandınız?" diye sordu, adam.

Kısık bir cevap geldi. Adam ışığın önüne geçti ve Eiros'a baktı. Zayıf bir yüze oturmuş simsiyah gözler onu dikkatle inceledi.

"Aslında yeni buluşumu denemek için iyi bir fırsat," dedi.

Ardından bir gaz maskesini Eiros'un ağzına yerleştirdi. Son laftan dolayı endişelenerek direnmeye çalışan Eiros, bir denek olmadığını adama söylemeye çalıştıysa da gazı soludukça bilinci karardı.

"Şşş, sakin ol. Her şey düzelecek..."

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #23 : 20 Ekim 2016, 15:26:03 »
Bölüm 24 - Mağara

Dağlık bölgeye kurulmuş evin büyük tahta çatısına düşen yağmur damlaları, içeride belli belirsiz bir pıtırdama yaratıyordu. Karşıdan bakınca üçgene benzeyen çatının en yüksek tarafı orta kısmıydı. Ardından iki kenarına doğru düzgünce alçalıyor ve ustalıkla eğim verilmiş geniş saçaklar ile son buluyordu. Bu şekilde, ahşaptan yapılmış olmasına rağmen saçaklardan akıp giden sular eve hiç bir zarar vermiyordu. Zaten uzun saçaklar yüzünden loş olan evin içi, kara bulutların güneşi kapamasıyla daha bir kararmıştı. Binanın ortasında bulunan salon, pek bir az mobilyaya sahipti. Yanan bir kaç sarı ışık, kağıt duvarların yanına konmuş heybetli kitaplıkların arasından sağa sola süzülmeye çalışsa da pek başarılı oldukları söylenemezdi. Bu yüzden loşluk daha da kuvvetlenmiş, yerde ve duvarlarda zayıf gölgeler oluşmuştu. Yüksek tavanı ve olabildiğince boşluğuyla, bakan kişiye göre değişerek, ya huzur ya da karamsarlık yaratıyordu. İki hissin ortak yanı, bir bilinmezlik durumu paylaşmalarıydı; nereden kaynaklandığı ya da neye işaret ettiği belli olmayan bir şüphe, bu eve hakim olmuştu. Özellikle yapının ortasındaki geniş salona. Sanki kimselerin bilmediği uzun bir tarihi ve sırları vardı. Binlerce yıl önce rahipler bu koridorlarda gezinmiş ve evrenin sırlarına hakim olmaya çalışmışçasına. Tabii bu sadece bir bakış açısıydı, içeri giren kişi kafasında türlü türlü hikayeler yazabilirdi ve hepsi de büyük ihtimalle aynı ölçüde doğru olurdu.

Geniş alnı ve karemsi bir yüzün her özelliğini çekicilikle taşıyan kadın, oturduğu koltuktan, yer yatağında uzanmış gence baktı. Üstüne siyah boyayla bir takım mühürler işlenmiş bezlerle yaraları sarılmıştı. Bütün bedeninin her tarafı Ugi'yle olan savaşında hasar almış adam, inledi ve alnında birikmiş ter damlalarından bir tanesi karman çorman saçlarının içine süzüldü. Onu izleyen bir doksanlık kadının, çelik mavisi saçları alnından düzgünce geriye yatırılarak başının arkasında at kuyruğu halinde toplanmıştı. Ancak zaptedilmeyi reddeden iki tutam bağımsız olarak şakaklarına düşüyordu. Bir tanesi, kadın elinde tuttuğu içkiyi yudumlamak için başını eğince gözüne girdi. Rahatsız olarak tutamı yana çekti ve eldivenli eliyle nazikçe tuttuğu kokteylden küçük bir yudum aldı. İçine başka malzemeler katılarak yumuşatılmış içkinin tadı, alkolun acısıyla tezatlık yaratacak bir şekilde karışıyor ve ağızda hoş bir tat bırakıyordu. Hoşuna gitmişti fakat acele etmeye gerek yoktu. İşini bilmeyen birisi, bu tada kanarak bir anda yüklenirse, yarım saat içerisinde yüksek alkollu sıvıyla sarhoş olup günü noktalayabilirdi.

Yayıldığı koltukta, bir bacağını diğerinin üstüne, yere paralel konumda duracak şekilde attı. Ayağındaki botları ve üstündeki gri giysileri çıkarma gereği duymamıştı. Koyu gri pantolonu ve saçıyla uyum içindeki açık gri svetşörtü yeterince rahattı. Svetşörtün içinde, üstünden hiç çıkarmadığı siyah zırhı görünüyordu. Boğaza yakın kısmında eski bir çentik mevcuttu. Oradan çaprazlamasına aşağı iniyor fakat vücuduyla orantılı göğüslerine gelmeden duruyordu.

Yeşilimsi içkiyi kaldırıp, işaret parmağı havada kalacak şekilde şöylesine bir salladı. Şimdi bakışlarını bardağa doğrultmuştu. Kafasını eğmesiyle beraber tutamlar, tekrar, usulca hareket etti. Canı sıkılmış değildi, düşünüyordu. Tekrar yerdeki gence baktı. Yatağı, salonun merkezinden aşağıdaki laboratuvara inen güçlü metal kapağın yanındaydı. Neus, evin sahibi ve işvereni, birisinin odasına değil de evin merkenize konmasını özellikle istemişti. Genci gördüğünde bayağı bir heyecanlanmışa benzeyen adam, zaman kaybetmeden gerekli müdaheleyi yapmıştı. Kara gözlü adamın övgüyle bahsettiği "yeni buluşu" işe yaramış olacak ki, ölüme yakın gencin durumu sabitlenmişti. Ancak, kadın yine de bir terslik olduğunu hissediyordu. Neus'u daha önce iş üstünde görmüştü; bir çıkarı olmaksızın, öylesine, hiç tanımadığı birisini iyileştireceğine inanmıyordu. Kötü birisi olduğundan değil -gerçi iyi birisi olup olmadığını da kestiremiyordu- fakat sürekli yeni fikirler pompalayan adamın amaçsız hareket ettiğini hiç görmemiş olmasındandı. Sezgilerine güvendi kadın. Bu yüzden başka bir soru geldi aklına; adam, gencin üstünde ne yapmıştı?

"Kaptan, Engar geri döndü," dedi, odaya giren genç bir kadın.

Eiros'u kurtarmış olan keskin nişancıydı bu. Kafasındaki maskeyi çıkarmış olan kadının saçları, yağmurun getirdiği nemden dolayı iyice kabarmıştı.

"Böyle rahat olduğuna göre tek parça olduğunu varsayıyorum, Kueti," dedi, istifini bozmayan kalın sesli kadın.

"Aşağı yukarı," diyen Kueti, rapor verdi "Gelip kendin görsen daha iyi olur."

Kızın bu soğukkanlı tavrı yaptıkları iş için paha biçilmez bir özellikti. Gerçi, arada sırada canını sıkmıyor da değildi.

Bardağını koltuğun yanındaki halısız ahşaba bırakan kadın ayağa kalktı. Bir altmış beşlik Kueti'ye tepeden baksa da, kaptanı sadece boyuyla yargılamak yanlış olurdu. Bu özelliğinin etkisi vardı var olmasına, ancak kendini hiç kasmadan doğallıkla dimdik durabilmesi, yere sağlam basan adımları ve düzenli olarak yaptığı egzersizler ile kuvvetlendirilmiş bedeni sayesinde her yerde varlığını belli ediyordu. Bir savaşçının sağlıklı fiziğine sahipti. Bütün bu özelliklerinden dolayı olduğundan daha heybetli görünüyordu. Oysa, vücudu çok da hacimli değildi.

İkili, kaydırmalı kağıt kapıyı açtı ve salondan geçerek Engar'ın odasına gittiler. Antrenin hemen solunda kalıyordu. Odaya girdiklerinde, beyaz laboratuvar önlüğünü hala çıkarmamış olan Neus'u adamın başında buldular. Eiros'la işi bittikten sonra ortadan kaybolmuş adamın nereye gittiği ya da kan lekeleriyle kaplanmış önlüğü ne ara temizlediği bir muammaydı. Aynı önlük olduğunu biliyordu çünkü sol yeninde, önceden gördüğü, küçük bir kesik vardı.

Sol omzunu tutan, kumral saçlı Engar yatağında inledi ve gözlerini acıyla kıstı. Omzu ortasından deşilmişti ve deliğin diğer tarafından yatağın örtüsü görünüyordu. Deriyi ve kasları alıp götüren saldırı, kemikleri de parçalamıştı ve kolunu sadece iki ince et parçası tutmaktaydı. Berbat görünüyordu.

"Hareket etme," dedi sakin fakat ciddi bir şekilde, Neus.

Çıkık elmacık kemiklerine sahip uzun yüzünde bir cihaz vardı. Sağ şakağının yanına tutturulmuş metalik alet, yarayı mor bir ışıkla aydınlatmaktaydı. Şakaktan uzanan başka bir demir parçasının ucunda, Neus'un sağ gözünün hemen önünde konuşlanmış yuvarlak bir ekran vardı. Adam elindeki neşteri yaranın üstüne indirdi. Alet etine değince acıyla bağıran Engar, yatakta çırpındı.

"Uyuşturamaz mısın onu?" diye kalın sesiyle sordu, adamı zaptetmeye yeltenen Yugiera.

Engar'ın diğer tarafına da Kueti geçmişti. İkili çırpınan ve karşı koyan adamı olabildiğince nazik davranmaya çalışarak sabitledi.

"Daha bir şey yapmadım bile. Bu kadar acı çekmesi anormal. Tabi..." diyen Neus, diğer eliyle gözündeki cihazın üstündeki bir takım düğmelere bastı.

Bu hareketiyle birlikte, ışığın rengi değişerek maviye döndü. Kadınların zaptettiği adama iyice yaklaşarak, kafasını adamın dibine kadar soktu. Bir şey arayarak bir kaç saniye yarayı taradı. Daha sonra koluna yöneldi ve aynı işlemi uyguladı. Bu esnada Engar tekrar, öncekinden de güçlü biçimde, çırpınmaya başlamıştı. Uyguladıkları kuvveti arttırmak zorunda kalan kadınlar adamı yatağa yapıştırdı.

"Neus! Ne yapacaksan yap artık," diye, acele etmesini söyledi Yugiera.

"Burada da değil... bir dakika," diyen adam, kolu taramayı yarım bırakarak Engar'ın koltukaltına yöneldi "Aha!"
Neşteri bir anda adamın sol koltukaltındaki bir bölgeye sertçe sapladı. Ardından aynı hızla çekti. Keskin metalin ucunda, kanla kaplı krem rengi ince bir kurtçuk debeleniyordu. Neşter, beş santim civarı yaratığın tam ortasına saplanmıştı. İki tarafında da küçük sivri dişler bulunan kurtçuk tısladı ve ağzından yeşil bir sıvı püskürttü. Buna hazırlıklı olan Neus, önlüğünün cebinden çıkarmış olduğu bir tüp ile sıvıyı yakaladı ve başka bir tane daha çıkararak, kurtçuğu onun içine koydu.

"Kueti, çabuk diğer malzemeleri getir," diye buyurdu.

Lafı ikiletmeyen genç kadın fırladığı gibi odadan çıktı.

"Elini yaranın üstüne bastır. Şu şekilde," diyen Neus, Yugiera'yı yönlendirdi "Daha fazla kan kaybetmesini istemeyiz."

"O şeyin orada olduğunu nasıl anladın?" diye sordu, kadın.

"Bayağı basit. Engar gibi dayanıklı bir gencin böyle bir yaradan kendini kaybetmesi normal değil. Kapıştığı sayın Ugi'nin içine bir şey bırakmış olabileceğini düşündüm. Geriye kalan sadece yaratığın yerini tespit etmekti. Yaranın etrafında göremedim ve kan dolaşımında da bulamayınca lenf sistemine sızmış olabileceğini tahmin ettim ve bam!" diye, yumruğunu avucunun içine vurdu adam "Lenf nodlarından birine yerleşmiş olan bay kurtçuk evinden oldu."

Odaya dönen Kueti yüzünden konuşmaları yarıda kaldı. Operasyon için gerekli eşyalarını alan Neus, oracıkta işe koyuldu. Genç adamı yataktan kaldırmak için zaman kalmamıştı. Kenara atılmış yorgan ve sakinleştiriciyle bayıltılmış Engar'ın üstünde yattığı çarşaflar kana bulanmıştı. Steril olmayan ortam, enfeksiyon riski teşkil ediyordu. Ancak adamın kendi icadı -daha doğrusu modifikasyonlar gerçekleştirdiği- gaz bir dezenfektanı sıkması sayesinde endişeye gerek kalmadı.

"İki günde iki ameliyat. Bu gidişle doktora falan dönüşeceğim," dedi bir yandan.

"Mutsuz mu oldun?" diye sordu, Kueti.

"Tam tersine! Teoride öğrendiğin bir şeyi pratiğe dökmek kadar güzel bir şey yok... belki sucuklu yumurta hariç," diyen adam, kıza işaret etti.

Neus'un alnından sarkan, hafif dalgalı ve yağlı saçları geriye çekti genç kadın. Nemli ortamda büyük bir özveriyle çalışan adamın siyah saçları, kısa sürede tere bulanmıştı. Kapkara kömür parçalarına benzeyen ve gözbebeğiyle irisini ayırt etmesi zor, koyu kahverengi gözleri önündeki bedene doğrultulmuştu. Adam hızla çalışırken, cin gibi bir o yana bir bu yana kayıyorlardı. Uzun yüzden sivri çeneye doğru inen damlaları bir bezle silmeyi de ihmal etmedi Kueti. Kumaş bez, tıraş olmayı ihmal etmiş adamın kirli sakalına sürtünmüştü.
Bir süre sonra aletlerle işi biten adam, onları yandaki metal kasenin içine attı ve bir paketi açıp, beyaz tozu yaranın üstüne bol bol döktü. Kanaması durmuş oyuğu bezle sardıktan sonra ayağa kalkarak gerindi ve yumruklarını sevinçle havaya dikti.

"İkide iki!" dedi ve kendi kendine neşeyle tezahürat yapmaya başladı "Ne-us! Ne-us! Ne-us!"

"O iyi mi?" diye endişeyle sordu, Kueti, kaptana.

Yugiera, işaret parmağını başının yanında çevirerek deli işareti yaptı. Onları görse bile umursamamış olan adam, bir süre daha devam ettikten sonra durdu ve döndü. Bir kaç paketin bulunduğu tekerlekli masayı işaret etti.

"Her gün aynı saatte bu tozu yaraya dökün, kaybolan dokunun yerine yenisini koyacaktır. Bezleri yenileriyle değiştirmeyi de unutmayın. Bir melez olduğu için iyileşme hızı yüksek ve enfeksiyonlara karşı dayanıklı olsa da tamamen bağışık değil," dedi ve soluklandı "Şimdi, biriniz bana neler olduğunu açıklasın. Neden bir çalışanım pelte halinde geri döndü?"

"Ugi'yi oyalamak için geride kaldığını söylemiştim," dedi, Kaptan Yugiera.

"Bahane," dedi adam, geçiştirildiğini sezerek "Hedefi güvenlice yakalamak için gerekli bütün aletleri size temin etmiştim. Daha iyi bir sonuçla geri dönmüş olmanız gerekirdi."

"Aslına bakarsan verdiğin tüfekte bir sorun var. Ateş ederken namludan bir parıltı çıkıyor ve yerimi ele veriyor. Bu yüzden Ugi'yi indiremedim," diye açıklama getirdi, Kueti.

"Ne?" dedi, bunu beklemeyen adam.

"Evet."

"Kusura bakma, Kueti. Dizaynda bir sorun olmaması gerekiyordu," diye özür diledi.

"Önemli değil, patron," diye özrü kabullendi genç kadın.

"Bunu bir kenara bırakırsak, Engar neden geride kaldı, Yugi?" diyerek, mavi saçlı kadına döndü "Onunla konuşmuş olduğunu sanıyordum."

"Bunun işe yaramayacağını sen de biliyordun, Neus. Hiç de sinirlenmiş numarası yapma," diye yanıtladı, istifini bozmayan kadın.

"Numara yaptığımı kim söylemiş," diye salağa yattı adam.

"Seni yeterince iyi tanıyorum. Tam da böyle bir şey olmasını bekliyordun, değil mi?" diye, üstüne gitti Yugiera.

"Neden bahsettiğin hakkında hiç bir fikrim yok, bayan alkol. Neden birisini bilerek zarara yollayayım ki?" diye sordu, adam.

"Aklından neler geçtiğini bilemem," diyen kadın durakladı. Adamı laboratuvar önlüğünün yakasından yakalayıp havaya kaldırdı ve kendisine çekerek yüzüne yaklaştırdı. Kaşları çatılmıştı "Fakat bir daha benim adamlarından birisi üstünde bir deneye kalkıştığını görecek olursam, sana haddini bildiririm. Anlaşıldı mı?"

Seri şekilde önlüğün içinden kurtularak başka bir odaya yönelen olan adam, sırtı dönük şekilde bir elini sallayarak "Anlaşıldı anlaşıldı" diye seslendi. Onu durdurabilecek olsa da izin vermeyi tercih etmiş olan Yugi, adamı takip etme gereği duymadı. Mesajı yeterince net şekilde yolladığını düşünüyordu.

"Ee... haddimi aşmıyorumdur umarım ama biraz gereğinden sert çıkışmadın mı, kaptan?" diye sordu, Kueti.

Ekibe henüz yeni katılmış olan kıza bütün bunlar garip görünüyor olmalıydı. Ancak sinirlenmesinin tek nedeni sadece bu olay değildi. Adamın çok iyi bir manipülasyon ustası olduğunun farkındaydı. Tüfeği bilerek hatalı tasarlamış olduğunu öğrense bile şaşırmazdı, ki bundan şüphelenmiyor da değildi.

"Eh, bunu kaldırabilir," diyen kadın, yine kana bulanmış önlüğü yere fırlattı.

Ancak ceplerinde tüpler olduğunu unutmuştu ve onlardan birinin içinde o kurtçuk bulunuyordu. Bir küfür savurarak, önlüğe atıldı ve kaldırdı fakat tüpler çoktan gitmişti. Şaşkınlıkla, ceplerin bomboş olduğunu fark etti. Ne ara yaptığını bilmiyordu ama Neus, kaçarken onları almış olmalıydı. Herhalde laboratuvarına inmiş ve bulduğu yeni örneği incelemekteydi şu an.

"Tilki herif."

Önlüğü yere attı ve üstüne basarak Engar'ın başucuna gitti. Düzenli bir şekilde soluk alarak uyumakta olan genç adam, daha iyi görünüyordu. Ekibinden birisini kaybetmek hoşuna gitmezdi, bu yüzden rahat bir nefes alan kadın tekrar salona döndü. Kueti de peşi sıra gelmiş ve yer yatağında uzanan Eiros'a takılmıştı gözleri.

"Neden onu kurtardığımızı merak ediyorsun herhalde," diye, kızın aklından geçenleri okudu kaptan.

"Evet. Bana diğer Ugilerden farklı görünmedi. Hatta daha bile zayıf," dedi kız.

"Neye dayanarak söylüyorsun bunu?" diye sorguladı, koltuğuna çöken Yugiera.

"Çok savsak. O Ugi'nin insan formunu bile yenemedi," diye açıkladı Kueti.

Onun dediklerini tartan Yugiera, uzun kirpikli gözlerini kısmıştı. Devam etmek için eline aldığı içki bardağını, huyu olduğu üzere, hafifçe salladı ve içindeki sıvının yavaşça kenarlara çarparak inip çıkışını izledi.

"Neus'u göze alarak konuşursam, normal birisi olmasını beklemezdim zaten," dedi en sonunda.

Eiros hala yerdeki rahatsız uykusuna gömülmüştü. Adam, onu hiç bir şekilde rahatsız etmemeleri fakat başında her zaman birisi bulunması gerektiğini salık vermişti. Mühürlü bezlerin amacını bilmiyordu kimse. Ancak önlüklü adamın bir şeylerin peşinde olduğu belliydi. Gözlerini acıyla kıstı yerdeki genç adam ve bir şeyler sayıkladı. Ne dediği anlaşılmıyordu. Ardından onları faltaşı gibi açtı. İçten gelen yeşil alevlerle ışıyorlardı. Kafasını pür dikkat kesilmiş kadınlara çeviren adamın vücudu atılacakmış gibi kasıldı. Yüzü vahşetle çarpılmıştı. Ağzını açarak yeşil bir alev püskürdü onlara doğru. İki kadın da hemen savunma konumuna geçmiş olsa da, alev yön değiştirerek mühürlü bezlerin üstüne çekildi. Gerilerek, kıpırdamaya çalışan Eiros'u olduğu yerde kilitlediler. Bir süre daha çırpınan adam, yavaşça duruldu ve ışıldayan gözlerini kapamadan fakat boş boş tavana bakmaya koyuldu.

"Bu da neydi böyle?" dedi Yugiera, kendi kendine.

Yerdeki kapak birdenbire çat diye açıldı ve Neus'un başı belirdi altından. Gerilmiş kadın, bu beklenmedik hareket karşısında oturduğu yerde hoplamıştı.

"Oldu mu?" diye heyecanla sordu, adam.

Elindeki içki bardağını adama fırlatan kadın bağırdı.

"Hay senin belanı sikeyim!"

Bardaktan eğilerek kaçan adam, tekrar başını çıkardı ve arkasına baktı. Bardak kırılmış ve cam parçalarıyla içki yere yayılmıştı.

"Cık cık cık, senin için özel bir bar odası bile hazırladım. Bana böyle mi karşılık veriyorsun be kadın?" dedi, eğlenerek.

Kan akışı hızlanmış kadın, adrenalinin etkisiyle hızlı hızlı soluyordu. Ödü kopmuş olan Kueti de, odanın bir köşesinde, belinden çıkardığı tabancayı sıkıca kavramış halde dikilmekteydi.

"Siz iki sevgili hanıma bakılırsa sonunda gerçekleşmiş," diyen adam, merdivenlerden çıktı.

Temizlenmiş, sol yeni kesik önlüğü tekrar üstündeydi. Elinde küçük bir prizma tutuyordu. İşlenmiş obsidiyandan yapılmış nesnenin keskin kenarlarına özen gösterek, onu Eiros'un göğsüne yerleştirdi ve bir kalemle üstüne bir şeyler çiziktirdi.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu, tabancayı belindeki yerine yerleştirerek yaklaşan Kueti.

"Arı kovanını dürtüyorum," diye yanıtladı adam.

Eiros'un üstündeki bezlerdeki mühürler ışımaya başlamıştı. Gözündeki parıltı yok oldu ve mühürlerden çıkan ışık huzmeleri prizmanın içine dolmaya başladı. Havada yol alan yeşil huzmeler, bütün doğa kanunlarına aykırı biçimde, maddeleşmişe benziyordu. Salınarak, bükülerek, yavaşça fakat düzenlice prizmaya aktılar. Önce salonun, ardından evin geri kalanının sarı lambaları titreşerek bir süre sonra söndü. Hava iyice kararmıştı ve yeşil huzmeler artık tek ışık kaynağıydı. Büyülenmişçesine izledi iki kadın bu olayı. Laboratuvar önlüklü adam, Eiros'un önünde yere çökerek bağdaş kurdu ve huzmeler akmaya devam etti. Yugiera, yeşilliğin, önlüklü adamın kara gözlerinden yansıdığını fark etti. Basit bir ışık oyunu olsa da, korkutucuydu. Prizma, bir süre sonra yarısına kadar zümrüdi yeşillikle dolunca bir kalp gibi zayıfça atmaya başladı.

"Mükemmel."

---

Zifiri karanlık ve nemli bir mağaranın içinde yürümekteydi. Hiç bir ışık yoktu. Kaba kayaların arasından ancak el yordamıyla, sağa sola takıla takıla, tökezleyerek ilerleyebilmekteydi. Boğucu hava yüzünden zorlukla nefes alabiliyor ve sürekli terliyordu. Garipti. Hiç su içmediği düşünülürse bu kadar terleyememiş olması gerekiyordu. Sahi, ne kadar süredir bu yerdeydi? Hatırlamaya çabaladıysa da, geçmişe dair tek bir anısı bile olmadığını fark etti. Kim olduğu hakkında hiç bir fikri yoktu. Yüzü neye benziyor onu bile bilmiyordu. Bir işe yaramasını umarak elleriyle bedenini yokladı fakat vücuduna değen ellerde bir his yoktu. Kendisine değdiğini, ellerin daha fazla ileriye gitmeyi reddetmesinden anlamıştı. Oysa mağaranın yüzeyine dokunduğunda durum böyle değildi. Sıcak nem damlalarının yapıştığı soğuk ve pürüzlü kayaları hissedebiliyordu. Yüzüne dokunmayı denedi. Yine bir şey hissedemedi ve vazgeçerek ilerlemeye devam etti.

Nereye gittiği ve neden yürüdüğü hakkında bir fikri yoktu. Bir taşa takılarak düştü. Bacağının acımasını beklediyse de, hiç bir şey olmadı. Onun kanayıp kanamadığı merak ederek ellerini dizine götürdü ama doğru ya, kendisini hissedemiyordu. Doğrularak tekrar yürümeye koyuldu. Yürüdü ve yürüdü. Bir ara koşmayı denediyse de bir kaç metre olduğunu tahmin ettiği bir mesafe sonra düşünce bunu bırakmak zorunda kaldı. Canı sıkılmıştı. Bitmek bilmeyen yolun nereye gittiği hakkında bir tahmin yürütemiyordu. Arada bir sağa sola kıvrılıyordu. Bir ara geriye dönmüş bile olabileceğini düşünmüştü. Öğrenmenin bir yolu olmadığını bilerek devam etti. Zamanla boğuk havaya alışmıştı. Artık eskisi kadar rahatsız etmiyordu onu.

Bir süre sonra tekrar koştu. Yolun yapısına az buz alışabildiği için bu sefer daha uzun bir mesafe kat edebilmişti. Ancak ani bir kıvrıma semsert çarptığında acıyla geriye yuvarlanarak, yere kapaklandı. Bir küfür savurarak, sızlayan yüzünü tuttuğu sırada, buruk bir sevinç ve heyecanla sonunda bir şeyler hissedebilmiş olduğunu fark etti. Karanlığın içindeki yalnızlığında, ona büyük bir neşe kaynağı oluşturmuştu. Canı yanıyordu yanmasına fakat hissizlik ile kıyaslandığında kesinlikle tercih edeceği bir şeydi. En azından, ona var olduğunu söylüyordu.

Yeni bir şevkle ayağa kalkan adam, tekrar yola koyuldu. Çıplak ayaklarıyla yerdeki keskin taşlara bastığında canı yanıyor ve yolun başka bir tarafına yönelmesi gerektiğini anlıyordu. Acı verici olsa da, işi biraz daha kolaylaşmıştı. Kötü kısımları, ona zarar verebilecek olan yerleri artık anlayabiliyordu. Bu düşüncelerle, üçüncü bir kez koştu. Ayağının altında süratle akan nemli zemini ve ciğerlerine dolan havayı hissetti. Küçük kesikler tabanlarını acıtsa da, hemencecik doğrultusunu değiştirerek daha güvenli bir tarafa geçiyordu. Vücudunun önüne uzatmış olduğu elleriyle, önüne çıkabilecek bir duvara karşı korunabilirdi. Mağarayı alt etmiş olduğunu düşündü. Yanılıyordu.

Ayağının altındaki zemin birdenbire kesilerek onu boşlukta bıraktı. Tutunabilecek hiç bir şey bulamayan adam, kontrolu kaybederek havada uzuvlarını salladı. Serbest düşüşe geçmişti. Çaresizce çırpınırken, şiddetle yere kapaklandı. Başını kayalık zemine vurmuştu. Sarsıntı ve kafatasının içinde oynayan beyni, ağrıyla ona isyan etti. Bu kadar acıyabileceğini düşünmemiş, hazırlıksız adam kesik kesik nefes aldı. Artık hoşuna gitmiyordu acı. Gözlerine yaşlar dolmuş olsa da, ağlayamadı. Ağlasa belki rahatlardı. Bunun yerine, bir süre sonra, söylenerek ayağa kalktı ve -bu sefer ürkekçe- yürümeye koyuldu. Hala hiç bir ışık belirtisi yoktu. Tam tersine daha bile karanlık olduğuna yemin edebilirdi. Tabii yanılıyordu. En başında ne kadar karanlıksa, hala öyleydi. Canı yandığı için böyle düşünüyordu.

Mağarada yürümeye devam eden adam, artık en küçük bir kesikte bile ürküyor ve tekrar aynı şeyleri yaşayacağından korkarak duruyordu. Eskisine oranla epey bir yavaşlamıştı. Kesintilerle dolu ilerleyişini sürdürürken, düşünecek bol bol zamanı oldu. Neden bunları yaşamıştı? Neden ışık yoktu ve madem ışık yoktu, o zaman kendisine yol gösterebilecek herhangi bir şey var mıydı?

Ne kadar düşünürse düşünsün, ilk iki soruya hiç bir anlamlı cevap bulamadı. Bunları yaşamasının, düşmesinin, kanamasının ve canının yanmasının belli bir nedeni yoktu. Öylesine, bir anlam teşkil etmeden gerçekleşmişlerdi. Buradan yolculuğuna bir şey katabilecek bir cevap çıkmayacaktı.

Işığın yokluğuna dair yanıt da benzerdi; sadece yoktu. Belki başka bir mağarada, başka birisi için olabilirdi. Onların mağaralarına girmeden bunu bilemezdi ki tecrübelerine bakılırsa, bunun bir yolu yoktu. Kendi mağarasında ise kesinlikle mevcut değildi. Buradan da, yolu çekilir kılabilecek bir şey çıkmamıştı.
Üçüncü soru ise, kendisine yol gösterecek başka bir şey olup olmadığı sorusu, kafasını karıştırıyordu. Ona yolunda yardımcı olacak büyüklü küçüklü tecrübeleri olmuştu tabii ki; ayak parmağını bir taşa çarptığında yolunu değiştirmesi ya da koşarsa bir duvara toslayabileceği gibi. Ancak bunların pek de iyi bir örnek teşkil edip etmediği konusunda emin değildi. Koşturmazsa yolculuğu çok sıkıcı oluyordu. Devinimle birlikte yorulmayı, havanın yüzüne çarpışını ve hız hissini seviyordu. Ancak her seferinde, mağarada karşısına yeni bir sürpriz çıkmış ve koşunun sonu acıyla bitmişti. Artık bunu yapmaya korkuyordu. Ne çıkacağını kim bilirdi? Belki yeniden bir uçurumdan düşecek ya da bu sefer karşısına mızrak gibi kayalar çıkarak onlara saplanacaktı. Düşüncesi bile onu ürpertiyordu.

Böyle böyle yoluna devam etti. Temkinle gidiyordu. Adımları en az acı verici patikayı seçiyor ve oraya yönleniyordu. Son ve en şiddetli düşüşünden sonra, gerçek anlamda bir kere bile koşmadı. Ancak onun fikri peşini bırakmadı. Sahip olduğu tek gerçek haz kaynağı elinden alınmıştı. Mağarayı suçladı bunun için, kendi mağarasını. Bu kadar çetin ve acımasız olmak zorunda mıydı? Başkalarının, özellikle biraz da olsa ışığa sahip olanların mağaraları çok daha çekilebilir olmalıydı. Kıskandı onları. Bu düşünceler bir süre ona yolda eşlik etse de, sonunda alevleri titreşerek söndü ve onu terk ettiler. Bu sefer de, daha dayanıklı olmadığı için kendisini suçladı. Daha düzgün bir yapıya sahip olsa, mağaranın zorluklarını rahatlıkla göğüsleyebilirdi...

Bu fikrin yoğunluğu da zamanla terk etti onu ve sonunda, ürkek ürkek yolda ilerleyen aciz birisi haline geldi. Koşamıyordu. Fikir onu yiyip bitiriyor ve arada küçük atılımlar gerçekleştirse de en minik bir acıda hemen duruyor ve sitemle bağırıyordu. Kendisini sakatlanmış ve kirlenmiş hissetti. Mağaranın bitmesini diledi fakat o yürümeye devam ettiği sürece, daha çok uzun bir süre yolun devam edeceğinin farkındaydı; tek bir çıkış yolu vardı. Kendi eliyle gerçekleştirmesi gereken, ki bunu yapmak da istemiyordu. Ne kadar sevmezse sevmesin, kendi mağarasının dışında var olamazdı. Duvarlar, varlık ile yokluk arasındaki yegane sınırdı.

"Bayağı bir acınası durumdasın," diyen bir ses yankılandı mağaranın içinde.

İlk kez başka birisinin sesini duymuş olan adam, afallayarak olduğu yerde kalakaldı. Hayal mi görmeye başlamıştı?

"Bayağı bir gerçeğim," dedi, onun aklından geçenleri tahmin etmiş ses.

"Ne... sen kimsin?" diye sordu adam.

"Görünüşe göre mağarada yankılanıp duran bir sesim sadece," dedi "Hah."

"Sen, beni görebiliyor musun?" diye sordu adam, inanamayarak.

"Sayılır. Biraz sorun yaşıyorum burada ama evet," diye bir yanıt geldi ve ses kendi kendine konuştu "Şunu da biraz sağa çektik mi..."

"Neler oluyor?" diye sordu, adam.

Ancak yanıt gelmedi. Ses onu terk etmişti. Sonunda ciddi ciddi çıldırıyor muydu yoksa?

"Hey!"

"Buradayım buradayım. Prizmada bir sorun var sanırım, neyse. Yıldırım sanırım, değil mi?" diye sordu ses.

"Dediğin kişiyi tanımıyorum," diye yanıtladı adam "Benimle nasıl konuşabiliyorsun? Prizma da neyin nesi?"

"Boşver şimdi bunları. Yolunu tamamlamak istiyor musun, istemiyor musun?" diye bir soru yöneltti, kaynağı belirsiz ses.

"Ben..." diyen adam durakladı "Hayır. Mağara biterse ben de biterim."

"Saçmalık. Bunların hepsi kafanın içinde olup bitiyor; söylemem gerekirse epey sıkıcı bir hayal gücün varmış," dedi ses.

"Hayal mi?" diyen adamın kafası karışmış ve sinirlenmişti "Hayır! Kim olduğunu sanıyorsun sen?"

"Düşündüğümden de çok batmışsın... pekala. Konuşmayı sürdürmek istiyor musun, mağara adamı?" diye sordu, ses.

Biraz düşünerek durdu adam. Sesin dedikleri hoşuna gitmemiş olsa da, bir değişiklikti. Daha önce mağaranın içindeki yalnızlık ve sıkıcılıktan kurtulmanın hayallerini kurmuştu; tabii ki bunları fantezi olarak bir köşeye atmıştı ama şu an, gerçeküstü dediği bu olay gerçekleşiyordu.

"Olur."

"O zaman, sayın mağara adamı, bana bu mağaraya nasıl gelmiş olduğunu söyleyebilir misin?" diye sordu, ses.

"Hayır... " dedi, hafızasını zorlayan adam "Bunu daha önce hiç düşünmemiştim."

"Bir rüyadaymış gibi, değil mi? Rüyaların başını da hatırlamazsın," diye devam etti, ses.

"Evet, aynı onun gibi," dedi, onun dedikleri aklına yatmaya başlamış olan adam.

"Hiç uyudun mu peki?" diye sordu, ses.

Güzel bir soruydu. Takip edemediği bir süre boyunca yoluna devam etmiş olan adam hiç uyumamıştı fakat bir rüyanın ne demek olduğunu biliyordu. Düşününce, yemek yememiş veya su da içmemişti. Bunun dışında, daha önce hiç karşılaşmamış olduğu bir çok kavramı içsel olarak da biliyordu.

"Sonunda bir şeylerin farkına varıyor gibisin, sayın mağara adamı," dedi, tatmin olan ses.

"Bunların bir rüya olduğunu mu söylüyorsun?" diye bir soru yöneltti adam ve sesi titreyerek ekledi "Bütün yaşadıklarım bir şaka mı?"

"Hayır hayır. Görüyorsun ya, çetin bir savaştan çıktın sen. Damarlarında onun zehri dolaşıyor ve bu zehir, seni kendi zihnine hapsetti."

"Ama yaşadığım her şey..." diyen adamın boğazı düğümlendi ve lafın devamını getiremedi.

"Yaşadıklarına gerçek diyebilirsin. Bir nevi. Zehir seni kendi hayatının koridorlarına hapsetmiş durumda. Bütün bu yaşadıkların, asıl hayatının bir yansıması," diye açıkladı, ses.

Ağlamaklı olan adam, gözlerinden akmayan yaşlara küfretti. Duyduklarını sindirmesi çok zordu fakat bir şekilde her şey ona mantıklı gelmişti.

"Bana... söyle bana. Gerçek hayatım da böyle boktan bir şey mi?"

"Bunu bilemem fakat seni ona döndürebilirim. Eğer istersen."

"Ne anlamı var? Bu mağaradan kurtulup, başka bir yere hapsolacağım sadece," diye fısıltıyla karşı çıktı, adam.

"Bir korkak gibi vaz mı geçeceksin, Yıldırım?" diye sordu ses.

"İstediğini söylebilirsin, yaşamanın bir anlamı yok," diye umutsuzlukla tersledi adam.

"Kendini öldür o zaman," diye, ani, soğukça bir cevap geldi.

"Ne?"

"Öldür kendini. Lafının arkasında dur ve işini bitir," diye devam etti.

Denileni garipseyen ve aynı zamanda öfkelenen adam, ağzını bir cevap bulmak için açıp kapayarak durdu. Ne biliyordu da böyle konuşabiliyordu bu kişi?

"Bir cevap bile veremiyorsun, değil mi? Amaçsızca sürüklenip durduğunu, hayatın kölesi olduğunu düşünen birisisin fakat ondan da vazgeçemiyorsun."

"O kadar kolay olduğunu mu sanıyorsun?" diye çıkıştı, adam.

"Hayır... ancak içindeki yaşama güdüsünün hala orada olduğunu biliyorum. Kendini ne kadar kandırmaya çalışırsan çalış o sana sesleniyor. Suçluluğun da bundan değil mi? Bedenine ettiğin ihanet seni yiyip bitiriyor."

"Dediklerin..." diyen adam duraksadı "Doğru. Yine de denemediğimi mi sanıyorsun? Kaç kere denedim, kaç kere! Bir keresinde bile başaramadım. Belki de zayıflığa mahkumum. Belki de dediğin gibi kendi canımı almam gerekiyor ama ikiyüzlülüğümden dolayı bunu yapamıyorum. Bunu anlayabildiğini mi sanıyorsun? Hiç kimse anlamıyor! Yaşam ile ölüm arasına sıkışıp kalmanın verdiği gerilimi hiç kimse hissetmiyor. Ben hissediyorum! Yaşamayı her şeyden çok istiyorum ama elimde değil. Yapamıyorum. Amına koduğumun hayatını yaşayamıyorum."

Soluklandı ve devam etti. Bastırmaya çalıştığı her şey su yüzüne çıkmaya başlamıştı.

"Çıldıracak gibiyim. Acıdan ve sıkıntıdan kafayı yemek üzereyim. Başarısız başarısız başarısız! Her seferinde yenildiğini görmek ve bunun içinde yanıp gitmek nasıl bir duygudur, bilir misin? Varoluşundan nefret etmek fakat sahip olduğun tek şeyin bu olduğunu bilerek ona katlanmak zorunda kalmak; bunun acısı başka hiç bir şeye benzemez. Güçsüz olan anlayabilir ancak bunu. Senin gibi istediğini yapabilmiş kişiler değil. Asıl yaşayamayan, yaşamın zorluğunu ve değerini bilir. Kendini yok etmek uğruna onun içine atılır ama nafile. Yaradılışından dolayı yapamaz onu. Gerçekleştiremez. Saplanır kalır. Zayıftır, zayıf! Ve yaşamak için güç gerekir. Sevgi gerekir. Sevgi için de güç gerekir. Bunları bilmediğimi mi sanıyorsun? Yaşayan insanların hepsinden daha iyi biliyorum çünkü yaşayamıyorum. Bir köşeden hayatı izleyerek onun her yönünü değerlendiriyor ve her şeyini içselleştiriyorum. Her geçen saniye farklı bir yanını anlıyor fakat bir türlü ama bir türlü onun içine giremiyorum... tek bir şey hariç; acısını her türlü çekiyorum. Yaşama dair hissettiğim tek şey bu. Kimisinin payına sevgi düşer, benimkine acı düşüyor ve bunu değiştiremiyorum. Söyle bana, böyle bir hayatta nerede olduğum ne fark eder? Değişim bir yalan sadece. Umut bir yalan. Nefes aldığım sürece bu iğrenç batakta saplanıp kalacağım. Kimse bana yardım edemez."

Sesten bir süre cevap gelmeyince, yenilerek onu terk ettiğini düşündü adam. Gerçeğin karşısında kaçmıştı tabii ki de. Ancak yanılıyordu. Ayağının altındaki zemin yavaş yavaş sarsılmaya başlamıştı. Zamanla sarsıntının şiddet arttı. Dengesini yitirmemek için yanındaki duvara tutunmak zorunda kaldı. Bunun, bir şekilde o sesin işi olduğunu biliyordu. O güne kadar hiç böyle bir şey yaşamamıştı ve şimdi, kendini bilmez o sesin ortaya çıkmasından sonra bir deprem baş göstermişti. Tesadüf olamazdı tabii ki de. Bir küfür savurdu ve haykırdı.

"Şimdi de beni öldürmeye mi çalışıyorsun?!"

Omzuna küçük bir taş parçası düşerek canını yakınca, refleksif olarak yana kaçıldı. Gelen sese bakılırsa, düşen büyükçe bir kayadan son anda kurtulmuştu. Soluk soluğa, hızlanan kalbinin güp güp attığı göğsünü tuttu. Ciğerlerine toz parçacıkları doluyor ve nefes almayı zorlaştırıyordu. Mağara, çıldırmışçasına titreşerek onu öldürmeye çalışıyordu. Başının üstünde bir çatırtı daha duydu ve yuvarlandı. Büyük bir gümbürtüyle çöken tavan parçası, bacağını sıyırarak derin bir kesik açtı ve kanlar saçıldı. Canı yanarak kıstığı gözleriyle, bir çıkış yolu aramak için etrafına baktığında, duvarlarda çatlaklar açılmaya başlamış olduğunu gördü. Hayatta kalma çabası içinde olmasına rağmen, bir şeyler görebildiğini farketmek onu şaşırtmıştı. Neler olduğunu tam anlayamasa da, kurtulmak için bir fırsat arayarak, içlerinden mağaraya ışık sızan yarıklara yöneldi. Çatlaklardan birisi, geçebileceği kadar genişleyince ona doğru koşturmak için hareketlendi. Ancak yerden çıkan taştan bir el, ayağını yakaladı ve onu geriye çekti. Onu başkaları takip etti ve altından çürümüş etin seçildiği kollar adamı sardı.

"Ananı!" diye bir şaşkınlık ve korku nidası koyuverdi.

Taşları tekmeleyerek onlardan kurtulmaya çabaladı fakat sert varlıklara vurduğunda parmakları kırılmıştı. Acıyla ayağını geriye çektiğinde, eller ona daha da kuvvetle yapıştı. Bu, içinde büyümekte olan öfke ve karşı koyma isteğini daha da harladı.

"Hayır!" diyerek, taşlara daha da şiddetle vurmaya başladı.

Kemikleri ezilse ve parçalansa da duraksamadı. İçinde baş gösteren hayvani bir güdü, varıyla yoğuyla savaşmasını haykırıyordu ona. Acıyı kabullenerek saldırısını sürdürdü ve her bir darbesiyle beraber, kendi bedeni ve taş tabakayla kaplı kollardan bir şeyler kırıldı. Mağara hala şiddetle sarsılıyordu. Koruyucu tabakasını parçaladığı uzuvlara vurarak onları geri çekilmeye zorladı. En sonunda, geriye sadece tek bir çift el kalmıştı fakat sarsıntı artarken, yarık kapanmaya başladı. Yarıkların tam karşısındaki, diğer duvara onu yapıştırmış olan el çifti, adamı boynundan boğarcasına çekerek bırakmayı reddediyordu. Öfkeyle arkasına dönen Eiros, karşısında taştan bir yüz gördü. Yer yer parçalanmıştı ve altından kendi yüzünün çürümüş bir versiyonu görünüyordu. Yanmış ve kurtların kemirdiği et parçası, içinde bir iğrenme uyandırdı.

"Gel bana..." diyerek çatallı, yeraltından gelen bir sesle konuştu, taş surat.

Yüze kafa atan Eiros'un alnı acıyla zonklarken, görüşü bulandı. Çürümüş surat güldü.

"Bana zarar vermen beni sadece daha da güçlendirir... kendinden kaçamazsın..."

"Siktir lan!" diyerek tekrar kafa attı Eiros.

O anda, içinde hiç bir girdap ya da ikilem kalmamıştı. Bu şeyi yenmek ve kaçıp, kurtulmak istiyordu. Taş surattan bir parça koparak yere düştü ve altından, çürümekte olan yüzün bir kısmını daha açığa çıkardı. Tutuş gevşemişti. Ancak bir kaç saniye daha beklerse, arkasındaki yarık kapanacaktı. Üst üste kafa darbeleriyle, surata saldırdı adam. Bir yandan bağırıyordu. En sonunda kavrayıştan kurtuldu ve düşe kalka yarığa doğru koşturdu. Çarpacak gibi geldiyse de, bu sefer durmadı. Hava ciğerlerini özgürce dolduruyor, bacakları sakarca ve peltekçe fakat ona haz veren bir devinimle hareket ediyordu. İleri atıldı... ve kendini bir yer yatağında uzanırken buldu. Mağarada aldığı yaraların ağrısı kesilmiş fakat yerini yenileri almıştı. Empusa ile olan savaşından aldığı yaralar. Başını yana çevirdiğinde, bağdaş kurmuş halde oturan bir adam gördü. İki yanında iki kadın vardı. Bir tanesi ortalama bir kadın boyunda, diğeri kendisinden bile uzundu.

"Hoşgeldin, Yıldırım," diye karşıladı onu, adam.

Bu sesi tanıyordu. Mağarada kendisiyle konuşan kişiydi. Aynı zamanda, bilincini kaybetmeden önce görmüş olduğu kişinin yüzüne sahipti.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #24 : 23 Ekim 2016, 21:12:00 »
Bölüm 25 - Orman

Evin önüne çıkmış, etkileyici derecede geniş saçakların altında dikilen Eiros, sabit bir tempoda inen yağmuru izliyordu. İyi işlenmiş odundan yapılma, bir tek dış duvarları beton olan evi çeviren, gür ormandan dolayı nerede olduklarını kestirmesi zordu. Şehrin ardındaki dağlık bölgede bir yerlerde olduklarını biliyordu. Ancak, denize bakan yüzde mi yoksa diğerinde mi bulunduklarını ya da şehrin hangi bölgesine yakın olduklarını tahmin edememişti. Binanın hemen bir kaç metre ötesinden başlayan, koyu yeşil iğne yapraklarla donanmış kızıl çamlar ıslanmıştı. Küçüklü büyüklü su tanecikleri, sivri yaprakların ucunda toplandıktan sonra, su kitlesi artık gerilime dayanamaz hale gelince çiğ toprağa usulca düşüyorlardı. Dikkatini çeken başka bir şey, çamların gövdelerindeki kızıllığın ortaya çıkabilmiş olmasıydı; normalde şehrin kirli havasından dolayı gövdeleri kararmış olan ağaçlar, burada doğal görünümlerini bütün güzelliğiyle sergileyebiliyordu. Medeni şehirden çok da uzak olamayacakları düşünülürse, bu durum garipti. O an, aklını buna pek yoramadı ve nemli toprak kokusunu dolu dolu içine çekti. Doğa, ne durumda olursa olsun, ona her zaman, biraz da olsa huzur vermişti. Özellikle yağmurlu ve kapalı havaların ayrı bir çekiciliği vardı. Karanlık, yağmurun insanı bir düzene sokarak yatıştıran hafif sesi ve yalnızlık; bunlar kendisine pek yakın hissettiği şeylerdi.

"Kahve ya da benzer bir şey ister misin?" diye sordu, yanına gelen Kueti.

Turuncuya çalan, elektrikli saçlara, yine, gözleri kaymıştı Eiros'un. Omuzlara kadar inen düz saçlar, kıza ayrı bir doğallık katıyordu.

"Yok..." diyen adam, kararını değiştirdi "Çay var mı?"

"İçeride olacak," diye yanıtladı, genç kadın ve kapının yanındaki, üstü minderlerle kaplı tahta bir koltuğa çöktü.

Kaydırmalı kapıyı açarak içeri giren Eiros, salonun sağında bulunan mutfağa yöneldi. Kendine geldikten sonra evin sakinleriyle pek bir konuşma şansı olmamıştı. Uyandığından beri, aradan sadece iki gün geçmişti. Onu kurtarmış olan genç adam, Engar, hala yaralarından dolayı yataktaydı. Bilinci daha açılmamıştı. Bundan dolayı biraz suçlu hissediyordu. Son aylarda neler yapmış olursa olsun, onun yardımına koşmuş bir insanın kendisi yüzünden zarar görmüş olması isteyebileceği bir şey değildi. Engar'a karşı küçük bir hayranlık duyduğunu da fark etmişti. Tehlikenin içine korkusuzca atılan ve güçlü birisiydi; imrendiği iki özelliği taşıyordu.

Kueti'nin kaptan dediği çelik mavisi saçlı kadın bir yerlere kaybolmuştu. Onun nereye gittiği hakkında hiç bir fikri yoktu. Evin sahibi olduğunu bildiği Neus ise, tahmin ettiği kadarıyla, laboratuvarına çekilmiş, bir şeyler üstünde çalışmaktaydı. Adamı bir daha görmemişti fakat istediği cevapların onda olduğunu seziyordu. Kendi iç dünyasında yaşadığı o garip deneyimden kurtulmasında büyük payı olduğunun bilincindeydi.

Geriye sadece Kueti adlı keskin nişancı kız kalmıştı. Empusa'dan kaçışları sırasında sergilediği tavırlardan dolayı çok soğuk birisi olduğunu düşünmüş olsa da, aslında kızla anlaşmanın oldukça rahat olduğunu keşfetmişti. Bütün yaşadıklarından sonra, böyle birisine denk gelmiş olması -bir yandan kendisine itiraf etmek istemese de- yüreğine su serpmişti.

Mutfağa varan adam, durgun durgun çayını koydu. Daha tam iyileşmemiş olsa da, artık gündelik işlerini rahatlıkla halledebilir hale gelmişti. Elinde tuttuğu seramik çaydanlığa baktı. Bu ülkeninkilerden daha farklıydı. Şekli değil fakat üstündeki çiçekli işlemelerden başka bir kültüre ait olduğunu çıkarmıştı. Evin kendisi de böyleydi zira. Sürmeli kağıt kapıları ve ilginç çatısıyla, oldukça hoş bir tasarımı vardı. Geniş alanları ve loşluğu sevmişti. Burada huzurlu hissettiğinden değil. Tam tersine, karamsarlığını daha da pekiştiriyordu ki artık bundan zevk almaya başlamıştı. Belki de olayların şokundan dolayı hala gerçekliği kavrayamamıştı. Emin olamadı. Kendi zihninin hükümdarı değildi.

Dışarı döndüğünde, kızın bir şey izlemekte olduğunu gördü. Zırhını çıkarmış olan genç kadın, rahat ve sade giysiler giyinmişti fakat sağ kolunda yüksek teknoloji ürününe benzeyen bir cihaz vardı. Ekranından, eski dijital saatlerin loş ekranını andıran, mavi bir ışık yayılıyordu. Işık huzmesi, genişleyerek, koldan otuz santim ötede hologramik bir ekran şeklini almıştı. Adamın şaşkınlığına, ne çok gizli bir video ne de önceki savaşların bir kaydıydı. İnsanların boş boş konuştuğu ve birbirini çekiştirmek için yer aradığı gündüz kuşağı programlarından biriydi sadece. Bu kadar yüksek bir teknolojinin bu amaçla kullanılması, bir açıdan anormal, başka bir açıdan ise çok mantıklı geldi. Onu kurtarmış olan bu insanların sıradan kişiler olmadığı belliydi. Kendisi için, bilimkurgu olmasa bile sadece dünyanın en gelişmiş yerlerinde görülebilecek bu teknolojinin, onlardan birisi için gündelik, hatta sıkıcı bir araç haline gelmiş olması doğaldı.

"Bir şey mi oldu?" diye sordu, adamın onu izlediğini fark etmiş olan Kueti.

"Hayır. Sadece o cihazı böyle kullanman bir an garibime gitti," diye yanıtladı, Eiros.

"Neden ki?" diye sordu, tam anlayamamış olan kadın.

"Benim geldiğim yerde bu tarz bir şey sadece insanların hayallerinde var," diye yanıtladı adam.

Neden bu lafı kullandığını merak etti; benim geldiğim yer... şu an, kendi ülkesinin sınırları içinde dağlık bir alandaydılar. Oysa, çok farklı bir diyardaki bir yabancı gibi hissediyordu. Misafir olan onlar değil de kendisiymiş ve çoktan, bütün ömrünü geçirmiş olduğu vatanını terk etmiş gibi. Aynı zamanda, kızın tepkisi yüzünden aklında soru işaretleri belirmişti. Dolambaçlı şekilde sormayı düşündüyse de vazgeçti ve doğrudan yaklaşımı tercih etti.

"Bu dünyadan değilsin, değil mi?"

"O kadar belli mi oluyor?" diyen kız, hafifçe sırıttı "Hayır."

Buharlar tüten çayıyla ayakta dikilmekte olan adama, koltuğu işaret ederek davet etti.

"Gel otur."

"Sağol," diyen adam koltuğa geçti.

Minderler beklediğinden daha rahattı. Ne çok sert ne de çok yumuşak. Kız, ekrana geri dönmüş ve şu an kavga etmekte olan iki kişiyi izliyordu. Adam, devam etmek istese de, diyecek bir şey bulamayınca sessizlik uzadıkça uzadı ve bu durumdan rahatsız oldu. Böylece, o da programı izlemeye koyuldu.

"Hanım efendi, hanım efendi! Burası bir aile programı. Bu tarz laflar edemezsiniz," diye çıkıştı, orta yaşlı bir kadın.

Karşısındaki, henüz yirmilerinin başında görünen ve olabilecek en itici şekilde giyinmiş bir kadının ipince kaşları -onu azarlayana da olduğu gibi- çatılmıştı. Geleneksel giyinimli kadına öfkeyle bakıyordu.

"Sen daha bir kaç hafta önce kocanın nasıl da kocalık görevini yerine getiremediğini anlatmıyor muydun? Buraya gelip de, ağlayıp, yakınmadın mı? Utan be utan! Gelmişsin altmış küsür yaşına hala erkek erkek diye ölüyorsun. Benim yaptığım terbiyesizlikse seninki ne oluyor?"

Stüdyodan bir çok şaşkınlık nidası yükselirken, programın sunucusu, biraz fazla makyajlı fakat iyi giyinimli, güzel denebilecek bir kadın onları ifadesiz bir yüzle izledi. Bu tarz tartışmalar onun ve programın yararınaydı ne de olsa.

"A-a! Arlanmaza, utanmaza bak. Karı koca arasında olandan daha doğal ne var, canım?" diye retorik bir soruyla üste çıkmayı başardı orta yaşlı kadın ama bir lafı kendine yedirememişti "Altmış falan diyorsun ama bana. Kırk beş yaşındayım kırk beş. Hem senin gibi otuzuna merdiven dayayıp da evde kalmış bir paçoz değilim. Yirmi beşimde çoktan ikinci çocuğumu doğurmuştum."

Güzel bir kontra-atak sergilemiş olarak, kendinden memnun bir şekilde yerine kuruldu. Yüzünde, karşı tarafa haddini bildirmiş birisinin pis sırıtışı vardı; otobüste yer vermeyen bir genci aşağılayarak, kalabalığın desteğini kazanmış bir yaşlıya benziyordu. Ancak, genç kadın altta kalacak gibi değildi.

"Belli belli. Çocukları pompalayıp durmuşsun ama o kiloları vermeyi unutmuşsun," dedikten sonra, yanaklarını bir kirpi balığı gibi şişirdi "Sonra diyorlar halkımız şişmanlıyor. Senin gibiler yüzünden hep."

Verecek cevap bulamayan hasmı, olduğu yerde sinirle oturup kaldı. Tartışmanın bittiğini sezen sunucu lafa girdi.

"Deniz hanım doğru bir noktaya değindi. Günümüz koşullarında insanımız tembelliğe ve yemeğe hemen atıyor kendini. Bunlara dikkat etmek gerek. Atalarımız ne demiş.."

"O Deniz'in ağzı bayağı iyi laf yapıyor," diye bir yorumda bulundu, Eiros.

"Aynen. Geçen hafta görmeliydin, stüdyoyu kasıp kavurdu," diye yanıtladı, Kueti.

"Her bölümünü takip ediyor musun?"

"Fırsat oldukça," diyen kız şöyle bir iç çekti "Görevlerden dolayı arada bir kaçırdığım oluyor. Patron genellikle bizi rahat bırakıyor ama bir şey istediği zaman da durup dinlenecek vaktin olmuyor. Temposuna alışması pek kolay değil."

"Görevden kastın geçen günkü gibi şeyler mi?" dedi adam ve sıcak çaydan bir yudum aldı.

"Gibi gibi. Senin durumun biraz daha farklıydı," diyen Kueti, cihazı kapayıp ona döndü.

Kız mavi gözlerini ona çevirmişti. Neden olduğunu bilmese de utandığını hisetti adam. Daha doğrusu, biliyordu ama dile getirmek istememişti. Her önüne gelenden hoşlanan bir gönül orospusu gibi davranmayı sevmiyordu; başkasının onayına ve sevgisine muhtaç, aciz birisi. Yakın zamanda, barlarda bayağı bir verimli geçirdiği günler sayesinde, bu huyunu sonunda aştığını düşünmüş olsa da, şu an yanıldığını anlıyordu. Mantıklı olan da bu değil miydi zaten? Dalınç yeteneğiyle başkalarından çaldığı bir özgüvenle hareket ederek, kendi libidosunu doyurmuştu sadece.

Bunları düşünürken, bir yandan da farklı bir şey gözlemledi; bu fikirler aklından -her zamanki gibi- geçip dursa da, eskisi kadar onu rahatsız etmiyordu. Tabii ki de hoş değillerdi fakat en azından kafasını duvarlara vurası gelmemişti.

"Nasıl farklı?" diye sordu, aklından geçenleri çaktırmamaya çalışarak.

Çaktırmamıştı da. Aklından neler geçerse geçsin, büyük bir başarı oranıyla, bunları insanlardan gizlemeyi sürdürebilmişti bugüne kadar. Zaten bu yüzden, zamanında, yakınları ona 'gayet normal olduğunu' söylemiş ve 'bunları aşması gerektiğini' gözlerinde yargılama ve acımasızlıkla salık vermemişler miydi? Bir çok anormal gibi, o da, belirtilerini ustalıkla saklamayı içgüdüsel bir şekilde öğrenmişti.

"Daha önce hiç kurtarma görevine gitmemiştik. En azından ben geldiğimden beri hiç görmedim. Diğerlerine göre daha yeni sayılırım," diyen kız, ekledi "Bunları patronla ya da kaptanla konuşsan daha iyi olur."

"Yugi... neydi?" diye, kalın sesli kadının adını hatırlamaya çalıştı.

"Yugiera. Kaptanın adı bu. Sakın adı hakkında espri yapma," diye uyardı, kız.

"Ne esprisi yapacakmışım ki?" diyen adam, kastedileni anlamamıştı.

"Yugiera. Yugi. Ugi. Bildiğin şeyler işte..."

"Geçen gece de Ugilerden bahsetmiştin," dedi adam.

"Aa, doğru! Sen bunları bilmiyordun," diye hatırladı, Kueti "Tamamen unutmuşum. Ne diyordun onlara sen?"

Eiros, cahilliğinden rahatsız olmuştu. Çok yaygın ve genelgeçer bir şeyi bilmeyen, küçük bir çocuk gibi hissetti kendini.

"Şeytan. Bildiğim en yakın kelime bu."

"Pek de haksız sayılmazsın aslında..." dedi, onun söylediklerini tartan kız "Onlar hakkında neler biliyorsun?"

"Çok değil. İnsanların içine girebiliyorlar ve doğaüstü bir güçleri var," diye, bildiklerini özetledi.

"Tam tersine, Yıldırım, bayağı bir doğallar. Hatta, kimilerine göre, insanlardan daha doğal oldukları bile söylenebilir."

Ses arkasından gelmiş olan Eiros, kapının o tarafa döndü. Ne ara açıldığını fark etmediği girişin önünde, patron denilen kişi, yani Neus dikiliyordu. Uzun ve temiz yüzüne yerleşmiş, iki derin çukuru andıran simsiyah gözlerini adama doğrultmuştu.

"Benimle gel, lütfen," diyerek, daha fazla bir açıklama gereği yapmadan ormanın içine doğru yürümeye koyuldu.

Kueti'ye soran gözlerle baktı, Eiros. Kafasında tabii ki pek çok soru işareti vardı fakat adamın bu ani girişi yüzünden, bir an ne yapması gerektiğini bilememişti. Kaşlarını hareket ettirerek git işareti yaptı, genç kadın. Böylece, muhabbetin yarım kalmış olmasına üzülse de, Neus'un peşi sıra ormana daldı. Üstündeki önlüğü çıkarma gereği duymamış olan adam, sık ve hızlı adımlarla yürüyordu. Nereye gittiklerini ya da neden birdenbire onu çağırmış olduğunu sormak istedi, Eiros. Ya da onun kim olduğunu, ne amaçla kendisini kurtartmış olduğunu. Ancak, sırtı ona dönük ve emin adımlarla ilerleyen adamın yaydığı ciddi hava yüzünden bunların hiç birisini soramadı. Bir yandan, acele etmek istese de, adamdan, o istemediği sürece hiç bir bilgi alamayacağını da sezmişti. Şu ana dek anladığı kadarıyla, Neus, fevri davranıyor gibi görünse de ne yaptığını bilen birisiydi.

İçinden geçtikleri ağaçlık alan, ilk başta, koyu kırmızı ve yeşilin tonlarıyla bezeliydi. Tek bir kelime bile etmeden, evden uzaklaştıkça uzaklaştılar. Zamanla, bulutlar ve sık ağaçlardan dolayı zaten ormana pek giremeyen güneşin ışınları azaldı. Bir yandan, çamlar uzadıkça uzamış ve genç Eiros'un etrafını çeviren devlere dönüşmüşlerdi. Karanlıktan dolayı gözlerinin ona oynadığı bir oyun mu, yoksa gerçek mi olduğunu anlayamasa da, bu heybetli çamların kızıl gövdelerinin gittikçe karardığı izlenimine kapılmıştı. Şehirde gördüklerinden farklı bir şekilde, kirli havadan değil fakat başka bir şeyden kaynaklanıyormuş gibiydi. Sanki bir ormana değil de, bir okyanusun ucubemsi hayat formlarıyla dolu derinliklerine dalmıştı. Kötü ve hoşnutsuz bir sabahın, insanın içine uyumsuzluk salan havası gibi düşman; karanlık ve boğucu.

Hala kesilmemiş olan yağmurun soğuk kavrayışını hissetti. Havanın çok soğuk olmadığına yemin edebilecek olsa da, titremeye başlamıştı.

"Hey!" diye seslendi, en sonunda sorgusuz sualsiz adamı takip etmekten sıkılarak "Neredesin?"

Zira, o düşüncelere dalmışken adam ortadan yok olmuştu. Arkasından bir ses gelince o tarafa döndü. Ellerini ceplerine sokmuş olduğu beyaz önlüğü hala kupkuru olan, siyah saçlı adam, bir kaç metre ötesinde dikiliyordu. Onun ayağındaki ince spor ayakkabılarda çamur bile yokken, Eiros'un kendisi ıslak, kirli ve şimdiden yorulmuştu. Böyle bir şeyi beklememiş olsa da, pek de şaşıramadı. Ormanın derinliklerine girdiklerinden beri, kalbinde bir şey ona tetikte olmasını fısıldıyordu. Yapraksız ve çamurlu zeminde, tekinsiz bir şekilde durmakta olan ev sahibinin görünümü ise hiç bir şekilde içine su serpmedi. Aksine, daha da gerilmişti. Neus'un, orman ile uyumlu, çukurumsu siyah gözlerine, okuyamadığı fakat içini ürpertecek derecede keskin bir bakış sinmişti. Daha önce sadece İblis'te görmüş olduğu bir şeye sahiplerdi; tarih öncesi bir kudret.

"Ormanın dokunuşunu hissediyorsun, değil mi?" diye sordu, Neus.

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu, takırdayan dişlerine hakim olmaya çalışan genç.

"Senin burada olduğunu biliyor," dedikten sonra, bakışlarını dev ağaçlara çevirdi "Fısıltılarını duyamıyor musun?"

Kara gözlü adamın sözlerinin ardından, ağaçların arasından sert bir rüzgar eserek genç adama çarptı. Ne ağaçların dalları rüzgarla birlikte sallanmış, ne de tek bir yaprak oynamıştı. Neus bile, daha demin, ortalama bir insanı yerine sabitlemeye yetecek güçteki akımdan en ufak bir şekilde etkilenmiş gibi durmuyordu. Siyah saçlarının bir teli bile yerinden oynamayan adam, bir heykel gibi hareketsizce dikilerek, Eiros'u izlemekteydi. Sadece, çukurların içindeki kara gözleri oynuyordu. Gencin giysileri, şiddetli hava akımıyla birlikte dalgalanmış ve savrulmamak için ayaklarını çamurlu zemine saplamak zorunda kalmıştı. Yalnız, onu korkutan bu olmamıştı. Kuvvetli rüzgarın taşıdığı bir kelime kulaklarını doldurmuştu.

"Eiros..."

Binlerce farklı kişi tarafından fısıldanmış bu tek kelime, ahenksiz bir cızırtı içinde karışarak iliklerine kadar ürpermesine yol açtı. Zira, canlılara ait değildi bu kelimeler. Ne kadar doğal ya da ne kadar doğaüstü olursa olsun, ister bir Ugi, ister bir insan, herhangi bir canlıya ait olamazdı. Bunu, sürekli çalışan aklından ya da yaşadıklarından dolayı değil, bir canlının içgüdüselliğiyle anlamıştı. Var olmaması gereken bir şeyler, onun varlığına dokunmuştu.

Rüzgar, bir kez daha, bu sefer daha kuvvetli esti. Adamın ayakları kaydı ve bir tanesini geriye çekerek, ıslak çamura düşmemeye çabaladı. Yağmur damlaları, ölümün ötesinden gelen rüzgardan etkilenmeden, normal bir hızda yüzünü dövmeye devam etti.

"Eiros..."

Fısıltı bu sefer daha sert, tehdit edici bir tondaydı. Burada hoş karşılanmıyordu.

"Beni neden buraya getirdin?!" diye bağırdı adama.

Sesi, amaçladığından daha yüksek çıkmış, boş görünen fakat bir şeylerin dolandığı hissiyatını bir türlü içinden atamadığı ağaçlıkta yankılanmıştı. Pek çok kişi bir anda dikkatini ona çevirmiş gibi hissetti ve olduğu yerde büzüştü.

"Bana niye soruyorsun? Bunu anlayabilmeni sağlayacak bir gücün yok mu?" dedi Neus.

Adamın neyi kast ettiğini ilk başta anlayamamış olsa da, dalınç gücü aklına gelince durakladı. Başka insanların hissettiklerini anlayabilmesini sağlıyordu fakat şu an ne işine yarayabilirdi ki? Ölüler ile iletişim kuramazdı ki... yoksa öyle miydi? Deneyip denememesi gerektiği konusunda kararsız kaldı. Hoş bir şey ile karşılaşmayacağı barizdi. Neus'a baktı, bir cevap isteyerek. Ancak, diyeceğini demiş olan adam, onu izlemeye dönmüştü. Bir karşılaşmanın son ve en kritik anlarını takip ediyormuş gibi.

Ondan da bir yardım gelmeyeceğini anlayan Eiros, yalnız olduğunu fark etti ve onu neyin beklediğini öğrenmenin tek yolu olduğuna karar vererek, içindeki Ugi gücüne uzandı; İblis'in varlığıyla temas etti ve dalınçsal kuvvetin yavaş yavaş vücuduna sızmasını sağladı. Görüşü bulandığında, etrafındaki ağaçların şekilleri titreşerek yavaşça soldu. Bomboş bir yerde buldu kendini. Dünyayla iletişimini sağlayan fiziksel duyuları onu terk etmişti. Tek başınaydı.

Ormanla ya da orada bulunan şeyler her neyse, onlar ile bir bağ kurmaya çabaladı. Derin bir sessizlik karşıladı onu. Ancak, sessizliğin ötesinde hayat dolu bir şeylerin varlığını sezebiliyordu. Hayat, doğru kelime değildi aslında fakat daha iyi oturan bir şey bulamamıştı.

Önceki tecrübelerinden, bu sessizlik bariyerini aşmanın tek bir yolu olduğunu biliyordu. Böylece, bekledi. Dakikalar birbirini kovaladı ve yavaşça, hislerin sisi aralanmaya başladı. Yaşam ile ölüm arasındaki bariyer inceldi.

Adam, normal bir dalınçtan çok daha yorucu olan bu çabaya, kendisini zorlayarak devam etti. Sessizlik yok olurken, farklı farklı kişilere ulaştığını duyumsadı. İlk başta sayıları sadece bir kaç taneydi. Bu kadar farklı zihne dokunmak, enerjisini tüketmeye başlamıştı. Yine de bağlantıyı kesmedi ve o devam ettikçe, sayıları artarak, ardı arkası kesilmeyen bir çığ gibi büyüdüler. Ayrım yapabileceğinden çok daha fazla sayıda bulunan bu varlıkların hisleri, zihnini doldurdu. Kaldırabileceği miktarın üstüne geçmeye başladılar. Artık, çok daha fazla zorlanıyordu. Rahatsızlıkla ve kendini koruma içgüdüsüyle geriye çekilmeye çalışsa da, dehşet içinde, bunu yapamadığını fark etti. Ruhlar, onun bağını fark etmişler ve bırakmayı reddediyorlardı. Şiddetle, adamı kendilerine çektiler. Açlardı. Korkutucu derecede açlardı. Ayların ardından sonunda yiyecek bulmuş yırtıcılar gibi pençelerini ona geçirmişler ve onu paramparça etmek için sabırsızca bekleşiyorlardı. Kontrolunu kaybeden Eiros, boş yere, kavrayıştan kurtulmaya çabaladı. Binlerce, belki de daha fazla varlığın gücünün üstesinden gelemiyordu.

"Ugi... " dedi, ruhlar topluluğu "Ugi'yi bize ver."

"Ne?" diye, şaşkınlıkla düşündü, Eiros.

İlk kez, bir dalınç sırasında sadece hisler değil fakat açık ve net kelimeler ile karşılaşmıştı.

"Bize ver!" diye, vahşice çığırdı binlerce ruh "Bize ver! Ona ihtiyacımız var!"

"Hayır," diye düşündü Eiros.

Planlı ya da mantıksal bir nedenden ötürü vermemişti bu cevabı. İçindeki bir şeyler, ona, istenileni asla yapmaması gerektiğini söylemişti. Neden olduğunu anlamamış olsa, bu hissin doğru olduğunu biliyordu. Tabii ki, her seçim gibi, cevabının bir bedeli oldu.

Şiddetle bağıran ruhlar, zihnini işgal etti. Duvarları parçalanmış bir kaleyi dolduran, gözünü vahşet bürümüş yağmacılar gibi, adamın varlığına zorla girdiler ve onların sesi dışında başka bir şey duyulmaz hale gelene kadar adamın düşüncelerini tıkadılar. Korunamadı ya da kaçamadı bu durumdan. Kendi varlığından kaçamazdı ya. Ruhların, çaresizlikten doğan düşmancıl açlıkları eziciydi. Adam onlarla savaştı savaşmasına fakat bir kişi, ne kadar güçlü olursa olsun, bu çarpıklığa karşı bir şey yapamazdı. Böylece her bir köşeye sızdılar ve onun içinde aç köpekler gibi gezindiler. Bağırıyor, çağırıyor ve istediklerini vermezse, onun sonunu getireceklerini söylüyorlardı. İşgali durdurmayan adam, dayanmaya çalıştı. Saldırıya katlanmak ve aklını sıyırmamak dışında yapabileceği bir şey yoktu. Direndi böylece, gidişatı değiştiremeyen ve hiç bir kurtuluş yolu bulunmayan birisinin yapacağı gibi. Kararından, onları reddetmiş olmaktan dolayı pişman olur gibi olduğundaysa, acısının içinde seçimine daha da çok bağlandı. İnat ya da dirayet, sebebini bilmese de, devam etti. Binlerin gücünün onu kavuruşuna ve varoluşuna maruz kalmaya devam etti.

Böylece, ne kadar ararlarsa arasınlar, bir şey bulamayan ruhlar, geldikleri gibi, anice, adamın ruhunu terk ettiler.

Dalınçtan çıkarak, kendisini tekrar ormanda bulan Eiros, yerde yattığını fark etti. Yüzükoyun çamurun içine kapaklanmıştı. Titreyerek doğrulmaya çabalasa da, çok güçsüz düştüğü için tekrar düştü. Bir kolundan destek alarak, kafasını kaldırdı ve hala olduğu yerde dikilmekte olan Neus'a baktı. Aklından çok şey geçse de, söyleyecek bir şey bulamadı. Kirlenmiş hissediyordu; ruhu tecavüze uğramış gibi fakat aynı zamanda, büyük bir sınavdan başarıyla çıkmışçasına bir gurur dolanıyordu içinde.

"Ne gördün?" diye sordu, Neus.

"Ben..." diyen adam, söylenebilecek tek kelime olduğunu fark etti "Çaresizlik."

Bir şey demeyen adam, onun yanına gelerek, koltuk altına girdi ve kalkmasına yardım etti "Burası, bir zamanlar Ugilere konukçuluk yapmış ruhlar ile dolu. Hayatlarını ve umutlarını kendilerinden başka şeylere bağlamış kişiler... yaşamaya korkarak, yaşam ile ölüm arasına sıkışıp kalmış olanlar. Gittiğin yolda devam edersen, senin sonun da böyle olacak."

Eiros, bakışlarını, şaşkınlıkla önlüklü adama çevirdi.

"Benim ne gibi bir yolda olduğumu nereden biliyorsun?" diye sordu, mağarada yaşadıkları konuşma aklına gelerek ekledi "Ne gibi şeyler yaşadığımı bildiğini nasıl iddia ediyorsun?"

"Hakkında çok şey bilmeme gerek yok, sadece önemli kısımlar yeter," diyen Neus, delip geçen kara gözlerini ona kenetledi "Hep böyle olmadı mı, Yıldırım? Ugi'yi kabullenmiş olman sadece başka bir kaçış değil mi? Varoluşun korkusuna dayanamadın ve bu yüzden bir kurtarıcı aradın. Dışarıda ya da kendi içinde, fark etmez; hayatı kolaylaştıracak bir kestirme."

Bir şey demek için ağzını açmış olsa da, bir şeyleri anlamış gibi durakladı ve onu kapadı. Gözlerini yukarı doğrulttuktan sonra, tekrar Neus'a baktı. Adamın çukurumsu gözlerine, ne yargılayan bir soğukluk ne de dostane bir sıcaklık hakimdi. Yalnızca, inkar edilemez bir gerçeğin kararlılığı yatıyordu.

"Hangisini seçeceksin? Mayışıklığın tanıdık kolları mı, yoksa yaşama cesareti mi?"

Yorgunluktan dolayı bir an sessizlik içinde kalan Eiros, ağzını daha aralamadan önce, vereceği cevabı biliyordu. Neus, onu bıraktı ve kendi ayakları üstünde dikilen genç adam, Yıldırım, bir-iki adım attıktan sonra onu yanıtladı.

"Yaşamayı seçiyorum."

Arkasını döndüğünde, adamın önlüğünün cebine bir şeyi yerleştirmekte olduğunu gördü. Ne olduğunu seçemedi fakat çubuğa benzer nesnenin metalik, sivri ucu hafifçe parıldamıştı.

"O da ne?" diye sorduysa da, adam onu geçiştirdi.

"Güzel güzel! Bunu seçmene sevindim," dedi heyecanlı bir tonda ve canlılıkla gülümseyerek ekledi "Hadi o zaman, daha yapacak pek çok işimiz var. "

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #25 : 25 Ekim 2016, 19:51:42 »
Bölüm 26 - Gün

Kolay olmayacağını biliyordum. Kararı verdiğim sırada, bunun tamamen farkındaydım; zor olacaktı, hem de çok zor. Nasıl desem, nasıl açıklasam? Bunu herhangi tek bir olaydan ya da bilinçli olarak ürettiğim bir mantıktan dolayı bilmiyordum. Tam tersine, zorluklarını daha yeni yeni öğreniyorum fakat yine de, o seçimi yaptığım sırada bütün bunların geleceğini bir şekilde biliyordum. Yaşamanın bir mantık olayı olmadığını, cesaret istediğini, uzunca bir süredir, içten içe seziyordum. Neus'un sözleri benim için sadece bir uyanma çağrısı oldu. Daha önce farkında olmadığım ya da düşünmediğim bir şeyi söylemedi bana. Ancak, sözlerinde bir keskinlik vardı. Doğru zamanda, doğru şekilde verilen bir mesajdı. Hayatımın başka bir evresinde bana bu sözleri sarf etmiş olsaydı, belki de onu hiç umursamazdım ya da başka bir zamanda çok daha istekli bir şekilde ona katılırdım. Seçenekler, olabilecekler sonsuz ve benim buradaki kontrolum sınırlı. Bunu hissediyorum. Kendi hayatımın akışı üstünde neredeyse hiç kontrolum yok. İblis ile olan anlaşmayı yapan ben değilmişim gibi geliyor. Doğru, seçimi ben yaptım ve onun ardından gelen iyi-kötü her bir eylemi ben gerçekleştirdim. Yine de... hiç gerçek gelmiyor. Bütün o insanları öldürdüğümde hissettiklerim ya da aldığım o yaralar, uzak bir zamanın anısı ya da televizyonda gördüğüm bir çocukluk hatırası gibi; belli belirsiz de olsa, benimle bir alakası olduğunu anlıyorum fakat renkleri solmuş. Durum böyle olunca, yaşayasım da gelmiyor. Yanlış anlaşılmasın, verdiğim kararın sonuna kadar arkasındayım. Bu, arada kalmışlıktan ve bağımlılıktan sıkıldım, ancak, bu kontrolsuzluk hissiyatı hala pençelerini etime geçirmiş durumda. Bu verdiğim kararın da, benim kontrolum dışında gerçekleşmiş olmasından korkuyorum.

Komik, değil mi? Özgür iradeye inanmayan birisi olarak, seçimlerden ve kontrolden bahsediyorum. Bunların yalan olduğunu bilerek, hala onları düşünmeye ve aramaya devam ediyorum. Bulamadığım için de korkuyorum. İnsan olmak belki de böyle bir şeydir. Bilemiyorum. Belki de, gerçeğin kendisi olmasa bile yalanın verdiği sıcaklık yeterli olacaktır.

Yürüyorum. Kendim olayım ya da olmayayım, yoluma devam ediyorum. Düşerek de olsa, korkarak ve çekinerek de olsa bunu yapıyorum. Şimdi, o kadar sürenin ardından tekrar koşmayı deneyeceğim. Kulağa bir dönüm noktası ya da sürpriz bir dönüşüm gibi geliyor, değil mi? Koşmayı denediğimde ya düşeceğim ya da bunu başararak, bu engeli de aşmış olacağım. Rüzgar kulaklarımda çınlayacak ve temiz hava ciğerlerimi doldurarak, hayatı iliklerime kadar hissetmemi sağlayacak. Ancak, burada bir sorun var. Bu engeli aşsam bile, yine de her şeye çözüm olmayacak. Korkaklık değil bu, cesaret de değil. Sadece, en yalın haliyle bilgi ve tecrübe. Eskiden olsa, büyük ihtimalle şu an iddia ettiğim şeye karşı çıkardım. Bağırır ve çağırır ( Kimi kandırıyorum, tabii ki de bunu yapmazdım. Sonuçta, ben bir korkağım. Bütün tepkimi içimde yaşardım. ), elinden uçup gitmekte olan sahte bir umuda tutunan her kişinin yapacağı gibi, karşı çıkardım. Oysa, artık daha iyi biliyorum. Bunu söylediğimde yaşlanmış gibi hissedeceğimi bilsem de -ki bunun da düşüncesi beni korkutmuyor değil- yine de edeceğim;
Hayat, asla ve asla bitmeyecek bir çabadır. Hiç bir başarı ya da hiç bir gelişim, kişiyi ilerideki zor ve mutsuz zamanlarından korumaz. Belli bir duygu, bir fikir ya da bir eylem şekli de bunu gerçekleştiremez. Hiç bir şey yapamaz! Hayat karşısında çaresiziz. Onun umursamaz acımasızlığı karşısında o kadar zayıfız ki, yaşamak düşüncesi, bütünüyle ele alınırsa, öyle korkutucu ki, kan damarlarımdan çekiliyor.

Yaptığınız her bir hata, seçtiğiniz ya da seçmediğiniz her bir eylem, yaşadığınız her bir acı ve hasar, ölene kadar sizi takip edecek. Bu yüzden, ölmekten çok sakat kalmaktan korkuyorum ya. Yaşamı, ölmekten çok daha korkutucu buluyorum. Öyle ki, bütün haşmeti ve uçsuz bucaksız enginliğiyle onu düşündüğümde, kalbimde bir şeyler sıkışıyor.

Ancak, bana acımayın. Bu, istediğim en son şey olur. Şu an, en güçlü anlarımdan birinde söylüyorum bunu. Zayıflığımın içinde, şu an dediğimi reddedebilir ve teselli ya da destek için, acıyan birinin ilgisini arayabilirim. İlgi için, insanın gururunu kıran o acıma dolu gözlere katlanabilir ve kendimden nefret edebilirim. İnsanın zayıflığını yüzüne vuran o gözlere olan tepkimi bastırarak, kendi yaralarımı yalamak için yanınıza yaklaşabilirim. Kuşkusuz, bir insanın düşebileceği en kötü durumlardan birisi değil fakat bütün bu ilerlemeci toplum ve eski "gereksiz" değerleri yıkanlar ne derse desin, insan gurur olmadan yarım kalır. Onur, şan ya da şeref tarzı bir şey ayrı bir konudur, gurur ayrı bir konudur. Kibire dönüşmediği sürece, bir insanı ayakta tutan ve güven veren en temel şeylerden birisidir. Gerekli temellerle kuruldu mu, kişi her şeyden alınarak onu bozmadığı sürece, güzel bir şeydir.

Bunu biliyorum çünkü gururumu, bilerek ve isteyerek ayaklar altına aldım.

İyileri sevmiyorum. En azından bu dünyanın iyilerini.

Böyle anlarda, kendimi gerçeğe ve değişime daha yakın hissediyorum. Çaresizlik kokan ve oradan oraya savrulan ruh haliyeti olarak ortaya çıkan bir değişim değil. Kişiyi daha bütün hissettiren bir tanesi. İkisi arasındaki farkı biliyorum çünkü temeli zayıf bir insan olarak, ömrüm boyunca dışarıya bayağı bir kafa yordum. İblis ile olan karşılaşmam da, bunlardan sadece bir tanesi. Beni, bilerek ve bencilce, bu kadar etkilemesine izin verdim. Kötü olmam için bana bir bahane sağladı o sadece. Kötü olmayı bir nihai hedef olarak gördüğümden ya da iyilikten nefret ettiğimden değil. Karşıma iyilik timsali bir doğaüstü güç çıksa, bu sefer de adaletin en ateşli savunucu olabilirdim. Hayır hayır, ben ne iyiyim ne de kötü. Skalada yer almıyorum. Sadece, zayıfım. Kendisini kurtaracağı sürece, her yola baş koyabilecek ve herkesi takip edebileek birisiyim. Kişiliğimin eksikliği de burada ortaya çıkıyor zaten. Bütün insaniyetime, ömrüm boyunca edindiğim çeşitli bilgilere, arada bir yaptığım gayet yerinde gözlemlere ve zekama rağmen, yine de bir hiçim. Benliğim yok. İsteklerim ya da arzularım yok. Bir robot gibi, devam ediyorum.

Arkadaşlarım varken, onlar bana gayet iyi bir insan olduğumu söylerdi. Her türlü plana ve programa ses çıkarmadan uyardım. Herkesi dinler ve isteklerini dikkate alırdım. Onlarla birlikte üzülür ve sevinirdim. Bir anlamda, mükemmel bir arkadaştım. Sorun da burada. Mükemmel diye bir şey yoktur. Sahteydim. Bir maske ya da bir tiyatro oyunu, ne denirse densin, bariz bir şekilde sahteydim. İnsanların bunu anlamamış olmasına şaşırıyorum açıkçası. Belki de, mükemmel bir şekilde iyi değil de, mükemmel bir şekilde insanı oynamış olduğum için anlayamadılar. İyi niteliklerimden bahsetmiştim. Biraz da kötülerden bahsedeyim.

Çok acımasız davranabiliyordum. İnsanlar dedikodu mu yapardı? Hemen katılırdım çünkü bana kötü olabilme şansı verirdi. Bunun yargılanacak pek çok tarafı olsa da, arada bir kötü olmak istemiş olduğum için yargılarsanız, bunu kabullenemem. Her insanda vardır bu duygular ve sağlıklı her birey, biraz kötüdür. Ne kadar ayıplanırsa ayıplansın, ne kadar engellenmeye çalışılırsa çalışılsın, insanlar küçük kötülükler yapacaktır. İblis'in dediği gibi, kötü olarak neyi seçeceğimizi bilmek önemlidir zaten. Her neyse. Çok acımasız olabiliyordum çünkü içimdeki bütün bastırılmış isteklerin, bir şekilde dışarı çıkması gerekiyordu. Yakınlarıma karşı ne kadar iyiysem, onların sevmediği kişilere karşı da -değişen düzeylerle birlikte- o kadar kötü olabiliyordum. Tabii ki de, sadece lafta. Bir eylem ya da benzeri bir şey yapmadım. Yaptığım en kaba şey, sevilmeyen kişilere selam vermemek olmuştur herhalde. Sonuçta, bu kötülük de pek gerçek bir şey değildi. Kendi içimden gelen bir istekten dolayı kötülük yapmıyordum.

İşte burada, iş biraz karışıyor. Kötülüğümü ifade edebilmem, daha çok sosyalleştiğim lise zamanıyla çakışıyor. Önceden, pek sosyal olmadığım için, insanlara dışarıdan bakarak onları yargılama şansım oluyordu. Birisi dedikodu mu yapmış ya da başkasının arkasından mı konuşmuş? Hemen, haklılığın verdiği kendini beğenmişlikle, o insana tepeden bakarak "kötü" diye yaftalardım onu. Bilmezdim ki, sosyalliğin doğal olarak getirdiği şeylerden birisi olduğunu. Bu yüzden, sosyalleştiğimde hazırlıksızdım. Mükemmel bir insan değildim artık. Tabii, o zamanlar bunun bir maske olduğunu ve bir ahlak makinesi gibi davrandığımı, sadece bir yalandan ibaret olduğumu bilmiyordum. Bu yüzden, suçluluk hissettim. Öyle suçlu hissettim ki, en küçük bir düşünceden ve başkası hakkında ettiğim en minik bir laftan dolayı o kadar azap çektim ki, kendimden nefret eder oldum. Daha önce de ediyordum gerçi ama bu sefer yeni bir nedenim vardı. Kötü bir insandım ben. Başkalarını çekiştirip duran ve ikiyüzlülükle dolup taşan birisiydim.

O zamanlarda, aklımın ardıyla anladığım ve gerçeğe yakın tek bir şey varsa, o da bunun zayıf olmamla bir bağlantısı olmasıydı. İnsanların yüzüne karşı kötülük yapmayı çok istiyordum çünkü kötülüğü güç ile bağdaştırmıştım. Daha sonra bu fikrim değişti ve kişilerin yüzüne kaba olamadığım için, arkalarından kötü kötü konuştuğum ve düşündüğüm fikri, bana hakim oldu. Burada, artık o çok iyi işleyen ahlak makinesi tıkırdamaya ve sarsılmaya başladı. Güç ile bağdaştırdığım kötü kavramına karşı, zayıflıktan doğan bir kötülük kavramı baş gösterdi. Bu ikilem, hangisinin doğru olduğunu bir türlü anlayamamam ve insanlara, bir ahlak abidesi, bir şeytan gibi yaklaşıp durmam, zaten bozulmakta olan dengemi iyice koparıp attı. Artık, maske parçalanmaya ve makine takılmaya başlamıştı.

Kavramlarım iyice bulanmıştı ve iyi mi kötü mü olduğumu bilemiyordum. Derken lise bitti ve sosyal çevremden koparak, eve tıkıldım. Devam etmiş olsaydım, belki de zamanla bu ikilemli halime bir çözüm bulabilirdim. Daha doğrusu, hayatın doğal akışı içinde kendi kendime düzelebilirdim fakat öyle olmadı. Çevremden koptum ve tekrar, asosyalliğin içine çekildim. Geleceğimin belirsizliği ve iletişimsizliğin kendi eksileri de bunun üstüne binince...

İblis'le karşılaştığımda, böyle bir haldeydim. Gökte ve yerde aradığım bir gücü, bir çözümü ve bir yolu, ayaklarıma kadar getirmişti. Kafamın iyice bozuk olduğu bir gün gelmiş olsa, beni hazırlamak için ayna ile işkence etmesine gerek bile kalmazdı. Aynı zamanda, bozulmuş bu makinenin iyice çöküşünü de beraberinde getirdi. Kendi amaçları ve istekleri olmayan, sahte bir insana adamıştı gücünü. Bunu anlayabildiğini sanmıyorum. Karşısında, toplum tarafından terk edilmiş ve zayıf, aynı zamanda bundan dolayı öfkeli birisini görüyor sadece. Oysa, bu gücü pek de hak ettiği gibi kullanamam. Onunla en büyük iyiliği ya da kötülüğü yapabilirim fakat hala, bir insan taklidi olmaktan öteye geçmemiş olurum.

Doğrudur, içimde insanlığa karşı bir nefret var. Bir yabancı ve dışarıdan bakan bir gözlemci olarak, gereğinden daha kuvvetli şekilde üstüne ahlak kazınmış bir makine olarak, pek çok pisliklerini görüyorum. Kendi yarattıkları değerler ile onları yargılıyor ve kendi yarattıkları değerler ile onları suçlu buluyorum. Bu yüzden, İblis'in aklındaki intikam için -o, bu nedenden olduğunu bilmese de- elverişli  bir araç olabilirim ama işin metafizik boyutunda, bir intikam almamış olacağım. İntikam, kişisel sebeplerden ötürü gerçekleşen bir şeydir. Bencildir ve insancıldır. Ben, bir insan değilim. Henüz değilim. Sadece, insanları kendi araçlarıyla yargılayan bir makinayım. Bu yüzden, alacağım herhangi bir intikam, benim değil, insanlığın kendisinin olacaktır. Onları öldürürsem, bu benim kendi nefretimden kaynaklanmayacaktır. Nasıl kaynaklanabilir ki? Duyduğum bu nefret bile, benim değil.

Abartıyorum tabii. Kendimi acındırmayı ve ben de dahil, herkesi kandırmayı çok iyi beceririm. İşin sırrı, bunu bilerek yapmamam. Böylece, kendim de söylediğim yalana inanıyorum ve inandırıcılığı kat kat artıyor. İşin gerçeği, bir makine olsam da, hayatı yaşayamamış birinin öfkesi ile nefretine sahibim. Bu da, insani bir şey. Bu yüzden, İblis'in beni seçmekte çok haklı olduğu söylenebilir. Beni, kendimden bile iyi tanımış olduğu bile iddia edilebilir hatta. Bunların gerçek mi, yoksa yalan mı olduğunu söyleyemem. Henüz kendimi tanımıyorum ama istekliyim.

Bir insan olmayı istiyorum. Öfkesi de, sevgisi de kendi isteklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan. Bunu istiyorum. Daha çok dallandırıp, budaklandıramam. Bu hali iyi. Zaten, daha nasıl uzatabilirim ki?

---

Ahşap masanın üstüne eğilerek, iki büklüm olmuş yakışıklı genç adam doğruldu ve günlüğüne baktı... böyle bir şey bekliyordunuz, değil mi? Hayır hayır, daha buradayım. Sadece, bardan bir içki kapmak için ayrılmıştım. Merak ediyorsanız, bira içiyorum ve saat gecenin üçü. Her zamanki gibi yağmur yağıyor ve bunun dışında, ortalık sessiz. Bar da çok ilginç bu arada, Kueti'nin dediğine göre, Neus, onu Yugiera'nın isteği üzerine tasarlamış. Her türlü içki var ama bir çoğu, benim için çok kuvvetli. İblis'le olan birleşmemden beri alkol vb. şeyleri eskisi kadar iyi kaldıramıyorum. Bu yüzden, bira içiyorum.

Sözü açılmışken, yazdığım bu şey bir günlük de değil. Yani, günlüğe benziyor ama öyle bir şey tutma huyu olan birisi değilim. Daha önce yazmayı denemiş olsam da, pek de bana göre olmadığını fark ettiğim için bıraktım. Arada sırada, tekrar denediğim oluyor ama benden düzgün bir hikaye ya da şiir çıktığı söylenemez. Roman ise epey bir uzakta. Tek düzgün kotarabildiğim şey, yazım kurallarıdır.

Şu anda yazdığım, günlük olmayan ama günlüğe benzeyen şey, Neus'un ısrarı üzerine oluşturduğum bir şey. İlk başta, aklımdan geçenleri görmek için yazdırdığını sandım ama öyle olmadığını, istersem, bir kere yazmayı tamamladıktan sonra, o günkü kağıdı yakabileceğimi bile söyledi. Garip adam doğrusu fakat saygı duymuyor da değilim. Önceden olsa, onu kendime rol modeli olarak alır ve aynı Neus gibi zeki bir bilim adamı olmaya çalışırdım. Gerçi, bilim adamı olduğundan emin değilim. İcat ettiği cihazlar ve Kueti'nin hakkında anlattıklarına bakılırsa bilimle alakalı birisi fakat sadece bununla da sınırlı kalmıyor.

Uyuz adam. Zaten başıma bir ton iş çıkardığı yetmezmiş gibi, şimdi de kendi düşüncelerimi yazmak için uğraşıp durduğum bu kağıda da sızdı. Onun hakkında konuşmayı reddediyor ve güzel, tatlı Kueti hakkında bir iki şey yazmayı yeğliyorum. Bir liseli gibi hissettiriyor olabilir, hatta dalınç gücüyle barda yaşadıklarımdan sonra bunları yazmam da biraz utanç verici ama Kueti, yavaş yavaş aklımda bir yer edinmeye başladı. Tutunacak birisi aramamdan mı, erkekliğimden dolayı güzel bir kadın gördüğümde etkilenmemden mi, yoksa gerçek anlamda ondan hoşlandığımdan mıdır bilemiyorum ama ona karşı bir şeyler hissettiğim kesin. Belki de, hissettiklerim gerçek mi değil mi diye endişelenmeyi bırakmalı ve sadece yaşamalıyım. Kulağa kesinlikle güzel geliyor ama daha hazır değilim. Kat etmem gereken uzun bir yol var ve bir ilişki bunun o kadar uzağında bir yerde ki...

Zaman zaman, kendi iç dünyamda çok kaybolmuşum gibi geliyor. Düşüncelerine çok dalan ve bunun ceremesini çeken birisiyim, bunu bilmediğim zannedilmesin. Ancak, pek çok kişi, insanın iç dünyasının ne kadar da güzel olduğundan ve aklın gücünden bahsedip duruyor. Karşılarına çıkıp da "Sen ne biliyorsun lan, denyo!?" diye bağırasım geliyor bazen. Benim kadar düşüncelerle uğraşan ve onların ne kadar da boğucu olabileceğini bilen birisi, asla bu tarz laflar etmez. Aynı cümleyi, kelimesi kelimesine aynı söylese bile, bu adamların kast ettiği şeyi söylemez. Evet, insanın akıl gücüne inanıyor ve değerli bir şey olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda, günümüz dünyasında hala pek çok kişinin kafasını yeterince kullanmadığını düşünüyorum. Yine de, mantık ve akıl her şeye çözüm değildir. Putlaştırılmamalıdır. Hiç bir şey putlaştırılmamalıdır zaten. Gereğinden fazla büyütülerek, ilahi bir konuma getirilen her şey lekelenir. Mesela---

---

"Ne yapıyorsun?" diye sordu, yanında bitmiş Kueti.

Kızın ayak seslerini hiç duymamış olan Eiros, kağıdın üstüne kapanarak, onu kızın gözlerinden sakladı ve arkasına döndü.

"H-hiç. Neus, günlük tutmamı söylemişti. Dediğini yapıyorum," diye yanıtladı, çekingenlikle.

Kendisi hakkında oldukça kişisel olan bu bilgileri öğrenmesini istememesi bir yana, kız hakkında yazdıklarını kesinlikle göremezdi.

"Peki, seni yalnız bırakayım," diyen Kueti, arkasını dönerek gitmek için hareketlendi.

"İki dakika dursana," dedi, kızla konuşmayı seven Yıldırım "Biraz sohbet ederiz."

"Olur ama dışarı gel bence, hava çok güzel," dedi genç kadın ve esnedi.

Dediğine uyan Eiros, kağıdı cebine tıkıştırmayı ihmal etmeyerek, kızın peşisıra dışarı yollandı. Geniş saçakların altında bekliyordu kız. Siyah gövdelerinin kenarları, ayın ışığıyla koyu gri bir tona bürünmüş bulutlarla bezeliydi gökyüzü. Onların arasındaki bir boşluktan görünen, bembeyaz bir hilal, aşağıdaki yeryüzüne ışığını saçıyordu. Bu gece, normalde olduğundan çok daha parlaktı. Evi çeviren anormal ormanın bir etkisinden midir, yoksa doğal bir sebepten midir bilinmez, neredeyse bir dolunay kadar belirgin olan ince hilal, utanmazca kendisini sergiliyordu.

"Ay çok güzel," dedi, Kueti.

"Evet," diye onayladı, Eiros "Gereğinden fazla güzel."

"Neden böyle bir şey dedin ki?" diye sordu, kız.

"Bilmiyorum," dedi, adam.

Gerçekten de, neden böyle bir söz sarf ettiği hakkında fikri yoktu. İçinden gelmişti.

"Hiç bir şey, bu kadar gösterişli olmamalı. Şuna baksana," dedi ve hafifçe gülerek hilali işaret etti "Daha tamamlanmamış bile. Yine de, olmadık bir şekilde parıldayıp duruyor."

"İyi de," dedi, mavi gözlerini ona çeviren kadın "Tam ya da eksik olması önemli değil. Güzel mi, değil mi?."
"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" diye sordu, Yıldırım.

Kueti, başını sallayarak onu onayladı ve tekrar, kraterlerle kaplı ayı izlemeye koyuldu. Sözlerinde bir flört ya da benzeri bir ima yoktu. Aklına geleni söylemiş olan, basit bir insanın güzelliği vardı sadece. Cinsellikle alakalı bir güzellik de değildi bu; bir insan olaraktı.

Yıldırım, bir kelime bile etmeden kızla birlikte ayı izledi. İki insan arasında sözsüz bir anlaşma vardı o an. Mantıkla ya da sonu gelmeyen diyaloglarla kurulmuş bir durum ya da önceden planlanmış bir şey değildi. Sadece, o an öyle istedikleri için, ikisi de ayı izlemişti.

"İçki ister misin?" diye sordu, bir süre sonra, Eiros.

"Olur," dedi, bir türlü gözünü uyku tutmamış kız "Hafif bir şeyler olsun."

İçeri yollanan adam, kendisine ve kıza birer bira çıkardıktan sonra, tekrar dışarı döndü. Hava, daha bir serinlemiş gibi gelmişti. Tenekeyi Kueti'yi uzattı ve yağmuru izlerken, ahşap verandaya çökmüş olan kızın yanına oturdu. İkisi de, tıslayan metal tenekeleri açtıktan sonra tokuşturdular.

"Neye?" diye sordu, Kueti.

"Hilale," dedi, Yıldırım.

Adam, kana kana büyükçe bir yudum aldı. Gecenin soğukluğundan ve o anki ruh halinden dolayı, kolay kolay sarhoş olacak gibi hissetmiyordu. Kız ise, normal bir yudumla yetindi.

"Bir şey itiraf edeyim," dedi, adam.

Turuncuya çalan saçlara sahip kız, bakışlarını ona çevirdi. Onun ne kadar da güzel olduğunu düşünen Eiros, bir anlığına lafını tamamlayamayacak gibi olsa da, devam etti.

"İlk başta seni bir soğuk nevale zannetmiştim ama bayağı kafa bir kızmışsın."

"Benzer bir şeyi Engar da söylemişti", diyen Kueti, ekledi "Görev sırasında şefkatle dolup taşan birisi olarak davranmamı beklemiyordun herhalde."

"Yani, hayır ama Engar'ı geride bırakmak konusunda hiç bir sorunun olmaması garip gelmişti," diye yanıtladı, Eiros.

"Bu ekibi daha pek tanımıyorum. Sence de normal değil mi?" diye sordu, Kueti.

"Sanırım normal. Bu işlerden pek anladığım söylenemez, sonuçta bir paralı asker değilim," dedi, genç adam. Birasını yudumladıktan sonra, konuşmayı sürdürdü.

"Engar'ın yaraları nasıl?"

"Yakında bilinci açılır," diyen kız, daha fazla açıklama yapma gereği duymamıştı.

Bu tavrı, çok soğuk geldi adama. Kıza olan sempatisinde bir delik açılmıştı. Sessizleşti. Ancak, Kueti bundan rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. İçkisini usulca yudumlayarak, ayı seyretmeye devam etmişti.

"Ben kaçayım," diyerek ayağa kalktı, tenekeyi bitiren Yıldırım "Yarın gene Neus beni zorlayacağa benziyor."

"İyi geceler," diye onu uğurladı, Kueti.

---

Son dediğim yarım kaldı. Devam etmeyi isterdim ama bunu yapamam. Bu şekilde, kaç tane kağıdı yazıp yazıp yırttım. Seni de harcamayı istemiyorum.

İyileri sevmiyorum.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #26 : 28 Ekim 2016, 21:21:51 »
Bölüm 27 - Şelale

Üstüne sertçe inmekte olan serin suların altındaki adam, kontrolunu kaybetmemek için kendisini zorladı. Yere paralel bir şekilde uzanmış ve sadece elleri ile ayakları zemine değiyordu. Omuzlarıyla aynı hizadaki kolları ne çok fazla ne de çok az açılmıştı. Sırtı, karnı, bacakları, bütün bedeni bir an bile eğilip bükülme emaresi göstermeden sabitlenmişti. Böyle de olmak zorundaydı. Normal çalışmasının arasına serpiştirilmiş olan bu "dinlenme" anları, karın ve çevresindeki kasların gevşemesini önlüyordu. Belki dayanabilirdi de buna fakat kasılmış bedeninin üstüne inen su kitlesi, zaten zor olan işini daha da zorlaştırıyordu. Şelaleden aşağı akarak, her saniyede daha da hızlanan su tanecikleri, bir araya geliyor ve üstüne bombardıman gibi düşüyordu. Bunun, normal bir su ya da normal bir şelale olmadığı barizdi. Zira, kendi bildiği haliyle su, böyle davranmazdı; serbest düşüşe geçen sıvılar bir araya geleceğine daha da çok dağılır ve büyük, ağır toplar gibi, bir kişinin üstüne inmezdi.

Bir anlığına dengesini kaybedecek gibi oldu ve bacakları titredi. Bir kaç santim aşağı kaymış ve dengesi bozulmuştu. Hemececik kendisini toparlasa da, yüzüne yediği bir yeşil elmayla canı yandı ve karşısında oturmakta olan Neus'a öfkeyle baktı. Formu her bozulduğunda bu şekilde davranmıştı adam. Yüzüne isabet eden meyveler yüzünden hassaslaşmış burnundan akan kana aldırmamaya çalıştı ve ağzından nefes almaya başladı.

"Acıkmış olabileceğini düşündüm!" diye bağırdı Neus, bundan zevk aldığını bildirircesine sırıtarak.

Doğru bir noktaya, bilerek, parmak basmıştı. Eiros, saatlerdir, şelalenin altında çalışmaktaydı. Ormanın içinde bir yerlerdeki bu şelaleyi ilk gördüğü andan itibaren, doğal bir yapılanma olmadığını anlamıştı. Suların aşağıya iniş örüntüsü bir yana, ilk başta, her renkten oluşan kayalar insanın gözüne çarpıyordu. Yeşil, mavi ve kırmızının ana hatları ile bunların karışımından oluşan kayalar, hayranlık vericiydi. Islanmış olan büyük taşlar, doğal bir şekilde cilalanmışçasına parıldıyordu. Üç ana parça, bir santim bile aralık kalmayacak şekilde birbirinin içine geçmişti. Yani, on metrelik şelalenin altındaki küçük gölden yukarı yükselen kayalık alan, girintili ve çıkıntılı olmakla beraber, aslında tek bir parçaydı. Üç ana bölge -mavi, yeşil ve kırmızı- birbirine yaklaştıkça, sahip oldukları renkler birbirinin içine geçerek yeni bir sentez oluşturmaktaydı. Örneğin, yeşil ile kırmızının arasındaki bölgede, sarının farklı tonları dizilmişti. Bütün bu cümbüş, doğadaki her bir rengi içeriyora benziyordu.

Busıradışı gölcükte, Neus'un talimatları doğrultusunda çeşitli hareketler yapıyordu.

Yere paralel tuttuğu kafasını indirerek, altındaki mavi zemine bakan Eiros, yeşil elmaya uzanmaya davrandığında, şelaleden düşen kocaman bir su kitlesi kafasına çarptı ve yere kapaklanmasına yol açtı. Bu esnada göğsü meyveye çarpmış ve ıslanarak kayganlaşmış olan yiyecek, yuvarlanarak aşağıdaki gölcüğün içine düşmüştü. Eski filmlerdeki acıklı bir çocuk karakter gibi arkasından bakmakla yetinmek zorunda kaldı. Yapabileceği bir şey yoktu zira.

Daha önce de cevabını bulmaya çalıştığı bir soru işareti, tekrar aklında belirmişti; Neus, nasıl oluyor da, bu bombardıman altında düzgün bir yol izleyebilecek şekilde fırlatıyordu o meyveleri? Daha önce yolladıkları da, hedefi tam on ikiden vurarak, Eiros'un yüzüne oturmuştu. Sadece bununla da kalmıyordu. Ortalama bir insanın üretebileceğinden çok daha fazla kuvvet vardı arkalarında. Adamın canını epey bir yakmıştı her darbe. Gerçi, şu an Ugi gücünü kullanmadığı içinde olabilirdi bu.

İblis'in ürettiği o sıcak ve kuvvet dolu enerjiyi düşününce, adamın içi bir hoş olmuştu. Azıcık da olsa, tekrar onu kullanabilmek için neler vermezdi. Sadece bir kez bile ulaşsa, rahatlayacak ve keyfini çıkaracaktı. Gücün o sarhoşluk verici tadı içini dolduracak ve bütün gerginliği uçup gidecekti. Ancak, bunu yaparsa, onun pençelerinden kurtulamazdı.

Başka bir şey düşünerek, kafasını dağıtmaya çalıştı. Neus'un bu kadar çok elmayı nereden bulduğu gibi. Şelaleye vardıklarından beri durmaksızın, her hatasında yüzünün ortasına bir elma yemişti fakat adamın cepleri dolu değildi ya da yanında bir çanta getirmemişti. Yakınlarda bir elma ağacı da yoktu.

"Ayağa kalk ve devam et!" diye azarladı onu, Neus.

Soğuk kayaların üstünde uzanmakta olan Eiros, düşüncelere dalmış ve yapması gerekeni unutmuştu. Adamın bağırışıyla beraber kendine gelerek doğruldu. Üşüyordu. Ugi gücü, şu an içinde dolanmadığı için bedeni yavaş yavaş eski haline dönmeye başlamıştı. Bu sonuca, onu döven ve dinlenmesine fırsat vermeyen sular sayesinde ulaşmıştı; bir ay önce olsa, böyle bir durumda ne dengesi bozulurdu ne de, şu an olduğu gibi, soğuktan dolayı ürperirdi. Detoksifikasyon süreci işe yarıyordu demek ki. Ne kadar sürdürebileceğini bilmiyordu gerçi. Her bir saat, İblis'in çağrılarına kulak asmamak daha da zorlaşmaya başlamıştı. Ugi'nin bunu bilinçli mi, yoksa bilinçsiz mi yaptığını bilmiyordu fakat onun gücüyle bağını kestiğinden beri, bu ihtiraslara kapılır olmuştu. Zihnen arzulaması bir yana, bünyesi istiyordu. Hücreleri ona bağırıyor ve İblis'in gücünü tekrar kullanmasını söylüyordu.

"Acınacak bir haldeyim," diye düşündü.

Ancak, kendisine acımamıştı. Bunun sadece başka bir kaçış olacağının gayet iyi farkındaydı.

Neus'un ona öğretmiş olduğu gibi, bir ayağını diğerinin hafifçe önüne getirdi. Ellerini, kafasının yanlarını koruyabileceği bir hizaya kadar kaldırdı. Kolları gerilmiş ve üstüne inebilecek herhangi bir darbeye karşı hazırlıklıydı. Vücudu, uzun süreli aralıksız çalışmanın etkisiyle yorulmuş ve ağrımaya başlamıştı. Kendisini pek esnek ya da atik hissettiği söylenemezdi. Değil di de, zaten.

Bir yumruk çıkardı havaya. Hedeflediği gibi, önünden geçerek yere inmekte olan büyükçe bir su kitlesine isabet etmişti. Yerçekiminin etkisiyle alt tarafı genişlemiş ve üstü incelmiş olan, anormal boyuttaki damla, adamın yumruğuyla beraber patladı. Saçılan su damlacıkları, genci ve etrafını zararsızca dövdü. Daha önceki seferlerde olduğu gibi, hoşuna gitmişti bu his.

Neus, antrenmanın bu kısmını, 'Su Boksu' diye adlandırıyordu.

"Anlatacak pek bir yanı yok, Yıldırım, şelalenin altına geçiyor ve inmekte olan su damlalarını yumrukluyorsun," demişti, çok normal bir şeymişçesine "Ancak, hangilerini hedef alacağına dikkat et."

Adamın neden böyle bir şey demiş olduğunu, ilk başta, anlayamamıştı. Bütün su damlaları gözüne aynı görünmüştü. Ne yaptığını anlamaya çalışarak, yarım yamalak bir iki yumruk savurduktan sonra, bu soru işareti yok olmuştu. Zira, aşağı inen damlaların hepsi aynı renkte değildi. Fark etmesi zor olsa da, küçük farklılıklarla üç renge bölünmüşlerdi. Mavi, kırmızı ve yeşil. Her bir renk, kendisiyle uyuşan kaya parçasının üstüne inmekteydi. Başka bir deyişle, öncelikle, hedef olarak bir renk belirlemesi gerekiyordu; maviyi seçmişti.

İş bununla bitmemişti tabii ki. Neus'un göstermiş olduğu gibi konumunu almış ve seri bir şekilde yumruk çıkarmıştı. Elinden geldiğince davranmış olsa da, darbelerinin çoğu hedefi ıskalamıştı. Bir kısmı renkli olsa da, damlaların çoğunluğu, normal bir suyun olacağı gibi şeffaftı. Renkli ile renksiz damlaları ayırt etmesi kolay değildi. On metrelik şelalenin tepesinden çıktıkları yolda, zemine her yaklaştıkları santim için daha da hızlandıkları düşünülürse, iyice imkansız bir hal alıyordu. Bu sebeple, uzunca bir süre boyunca, şansın ona sağlamış olduğundan daha fazla renkli hedefi tutturamamıştı. Herhangi bir damlaya vurmuş olması bile, büyük oranda, kendi çabası değil de bir olasılık sonucuymuş gibi geliyordu.

Krizleri sırasındaysa, renkli ya da renksiz hiç bir damlayı vuramamıştı. İçindeki bağlantıyı açmamak ve tekrar İblis'in gücünün verdiği mayışıklığa dönmemek, aktif olarak çok fazla enerjisini yiyiyordu. Önündeki işe odaklanamıyor, hatta çevresine bile dikkat edemiyordu ki bu durum sinirlerini yıpratmaya başlamıştı. Algılarının keskinliği normal bir insanınkinin çok daha altına iniyordu. Yine de, asıl rahatsız edici olan bu değildi. Tekrar, o şeyin boyunduruğu altına girmeyi istiyordu. Bir kerecik daha, ne olur ki, diye düşünüyordu, tek bir seferden zarar gelmez. Bırakabilirim.

Korkmuştu. Bu kadar ezici bir hissin onu ele geçirmesinden korkuyordu. Gönlü istediğince kullandığı sırada bunu fark etmemişti fakat şimdi kurtulmaya çalıştığı için, bütün ağırlıyla bağımlılığı hissediyordu. Vazgeçerse olabileceklerden de korkuyordu; daha güçlü ve kuvvetli bir şekilde, Ugi'nin gücüne bağlanacaktı.
Buna dayanmak için harcadığı çaba yüzünden, krizler esnasında başka bir şey yapamaz hale geliyordu. Neus'un seslenişleri, onu dünyaya döndürmüştü her seferinde.

"Bu da renksiz," dedi, genç adam, kendi kendine.

Bu sefer, hedefi tutturduğunu zannnetmişti. Morali bozuldu. En azından on küsür saatini harcamış olsa da, hala doğru düzgün bir ilerleme kaydedememişti. Ugi gücüne bir ulaşabilse, refleksleri hızlanacaktı fakat bunu yapamazdı. Yaptığı her şeye ihanet ederek, tekrar bağımlılığın kollarına atlamak olurdu bu.

Altındaki siyah, şort mayo haricinde üstü tamamen çıplak olan adam, ileri çıkarmış olduğu kolunu, aynı hızla geri çekti. Kaslı, hacimli vücudu ıslanmış ve üstüne düşen damlalar yüzünden hafiften maviye dönmüştü. Çıplak, nasırsız ayakları, kayalarda sık sık kayıyor ve sendelemesine yol açıyordu. Dengesini korumak için kendisini zorlamasından dolayı, tabanları aşınmıştı.

Etrafına bakındı. Sağında, şelalenin sınırı vardı. Kendisinin bulunduğu yerin tam karşısındaki ana kaya parçasına, kırmızı damlalar inmekteydi. Onun solunda, kendisinin bulunduğu mavi bölge ile kırmızının kesiştiği melez renkli bölgeden çıkıntı yapan, diğer ana kaya, yeşildi. Mavi ile kırmızı, şelalenin dibinde kalırken, o biraz daha uzak bir konumdaydı. Buradan, ona inen damlaların rengini seçemiyordu. Kimilerinin yeşil olması gerektiğini bilse de, her biri aynı gibi gelmişti.

"Ne yapıyorsun?" diye seslendi ona, şelalenin diğer tarafındaki kuru bir bölgede oturmakta olan Neus "Bu gidişle, hiç bir şeyi vuramayacaksın!"

"Kırmızı damlaları bile görebiliyorum!" diye yanıtladı, kayaları döven suyun içinden sesini iletmek için o da bağırıyordu "İlk geldiğimde, kendi önümdekileri bile zar zor seçebiliyordum. Ben de düşündüm ki..."

"Ne?" diye bağırdı, onun lafını bölen adam "Kimin kanını içebiliyorsun?"

"Kırmızıları diyorum. Kır-mı-zı! Onları..."

"Kangren mi oluyorsun?!" dedi, onu hala anlayamayan Neus.

"Ananın örekesi!" diye bir küfür savurdu, Eiros.

"Cık cık cık, sana hiç yakıştıramadım," dedi, bu sefer kendisine söyleni çok iyi şekilde duymuş olan Neus.

"Madem dediğimi anlıyorsun, ne uğraştırıyorsun be?" diye çıkıştı, genç.

"Aynı soruyu sana sorabilirim, Yıldırım. Sana ne dediğimi hatırlamıyor musun?" dedi, cebinden bir yeşil elma çıkaran Neus.

Tekrar bir darbe bekleyen Eiros, istemeden gerildi. Adamın yolladığı meyvelere karşı bir türlü korunamıyordu. Ancak, beklediği şey gerçekleşmedi. Bunun yerine, önlüklü adam, elmayı ısırarak afiyetle yemeye koyulmuştu. Adamın neyi kast ettiğini düşündü. Ona, önemli olabilecek bir ipucu vermemiş yada herhangi bir püf noktasından bahsetmemişti. Neden bahsettiğini anlayamadı.

"Doğrudan anlatılan bir şeyi anlamayan kişilerdensin demek ki," diye iç çekti, Neus "Pekala. Ancak, sana ne olduğunu söylemeyeceğim. İşin bittiğinde yanıma gel."

Bunu dedikten sonra, yerinden kalkarak şelaleden uzaklaşmaya başladı. Eiros, onun nereye gittiğini ya da tek başına eve nasıl varabileceğini bilmiyordu. Bu yüzden endişelenecek gibi olsa da, adamın sözleri onu daha çok rahatsız etmişti. Ne demek, çoktan olayın püf noktasını söylemişti. Ne kadar düşünürse düşünsün, aklına herhangi bir şey gelmiyordu.

Canı sıkılsa da, hayvani damlalara yumruk savurmaya devam etti. İşine yarayabilecek herhangi bir şey aramayı da sürdürdü fakat çabaları boşunaydı. Bu şekilde, saatlerini harcadı. Gündüz, geceye döndü ve hava iyice soğudu. Suyun altında nefes almak bile hepten zorlaşmıştı. Verdiği her nefesle birlikte, havada küçük bir buhar bulutu ortaya çıkıyordu. Durmaksızın hareket etmesine rağmen titriyordu. Darbeleri iyice zayıflamış ve yavaşlamıştı.

Neus, ay en parlak anına ulaştığında geri döndü. Gördüğü şeyden memnun olmuşa benzemiyordu.

"Bugünlük yeter," diye seslendi, Eiros'a.

Bağırmamış olmasına rağmen, sesi gayet net bir şekilde genç adama ulaşmıştı. Hayal kırıklığı ve sabırla karışık bir tonu vardı.

"Ha-hayır," dedi, titremekten dişleri birbirine çarpan adam.

Bir yumruk savurdu ve kaçırarak, dengesini yitirdi. Yere kapaklandı. Dondurucu su darbeleri sırtına, beline ve kafasına indi. Kalkmaya çabalasa da, kasları ona itaat etmedi. Yanıyorlardı. Dışarısının soğukluğuna rağmen, vücudunun içi akıl almaz bir sıcaklıkla yanıyordu. Saatlerdir, aralıksız bir şekilde çalıştırdığı kaslarında enerji kalmamıştı. Oksijensizlikten fermentasyona başvurmuş olan doku, laktik asitle dolup taşmıştı. Depoladığı karbon kaynakları bittiği için, kendi kendisini sindirmeye başlamıştı.

"Devam etmekle eline ne geçecek? Neden bunu sürdürüyorsun? Bugünlük vazgeçmen ve yarın tekrar gelmen mantıklı değil mi?" diye sordu, Neus "Boşuna kendine yükleniyorsun. İlk günde bu şelaleyi fethedebilen kimse çıkmadı daha."

"Canım istemiyor," diye yanıtladı adam.

Dizini kendine çekerek, yere elinden geldiğince sağlam bastı. Tekrar dengesini kaybetmemeye çalışarak doğruldu. Soyulmuş ayakları kanıyor ve akan kızıl sıvı, suya karışıyordu. Elde etmediği fakat onun olan kaslı bedeni, ay ışığını yansıtıyordu. Dolgun göğüs kasları ve karnındaki altılı sıra sırılsıklamdı. Geniş omuzları ve hacimli kolları, harcadığı çabadan dolayı kızarmıştı.

"Bu kadar mı?" diye sorguladı, Neus "O kadar soruya vereceğin tek cevap, bu mu?"

"Evet."

"Belki de sandığım kadar çaresiz değilsin," diye yanıtlayan adam, sırıttı ve cebinden bir elma çıkararak ona fırlattı.

Bu sefer, daha nazik davranmıştı. Eiros'un yüzüne çarpmak yerine, kolayca yakalayabileceği bir şekilde yollanmıştı. Açlıkla havada kaptığı meyveye bakan adam, bir an, gözlerinin onu yanılttığını zannetti. Zira, elmanın rengi maviydi. Herhangi bir mavi de değil. Şu an, üstünde bulunduğu kayalıkla aynı tonda bir maviydi.

"Bu da ne?" diye sordu.

"Ağrılarına veya üşümene yardımcı olmaz fakat seni bir süre daha ayakta tutabilecek bir şey. Merak etme, yapay değil," diye yanıtladı adam ve ekledi "En azından belli koşullar altında yapay değil."

Ne ima ettiğini anlamasa da, elmadan bir ısırık aldı adam. Tadı, normal bir elmanınkine benziyordu. Hayır, sadece benzemiyordu. Bir elmanınkiyle aynıydı fakat sadece en şekerli olanlarınki gibi tatlıydı. Meyvenin içi, dışı ile aynı renkteydi. Isırıktan sonra, Eiros, vücudunda bir değişim ya da benzeri bir şey hissetmedi. Bir enerji patlaması ya da benzeri bir şey yaşamamıştı. Gerçi, böyle bir şey beklemiş olması, büyük ihtimalle, fantastik şeylerle zamanında çok fazla ilgilenmiş olmasındandı. Sonuçta, bir yiyeceğin kana karışarak etkisini göstermesi için, belli bir süre geçmesi gerekiyordu.

"Son bir şey daha var, Yıldırım," dedi, arkasını dönmüş ve gitmek için hareketlenmeye hazırlanan adam "Aradığın şey, gözlerinin önünde. Bakıyor ama göremiyorsun. Görmeye çalıştığın için, göremiyorsun."

"Ne demek..."

"Hoşçakal! Yiyeceğini de bir anda bitirme. Bir daha buraya gelmeyeceğim," diyen adam, hızla uzaklaştı.

Elindeki koçana bakan Eiros, yapabileceği başka bir şey kalmadığını bilerek, kızararak pembeleşmiş omuzlarını silkti ve koçanı da ağzına attı.

Ertesi sabah da, aradığı püf noktasını bulamamıştı. Bedeni bir yerden sonra yanmayı kesmiş ve hissizleşmişti. Aslında onun işine yarayabilecek olsa da, tepki zamanı iyice uzadığı için bir süre dinlenmeye karar verdi. Neus'un onu izlerken oturmuş olduğu alana çıktığında, bir kayanın, normal ve koyu gri bir tanesinin ardına gizlenmiş bir çuval elma buldu.

"Demek bütün o meyveler buradan geliyormuş," dedi kendi kendine "Bir şeylerin garip olduğunu biliyordum!"

Adamın elmaları nereden bulduğu hakkında aklında pek çok teori oluşmuştu. Uzay-zamanı bükerek, göründüğünden daha çok şey alabilen bir cep ya da ışınlanma gücü gibi uçuk şeyler düşündüğü bile olmuştu. Son aylarda yaşadıkları düşünülürse o kadar da uçuk sayılmazlardı belki. Oysa, kayanın ardına gizlenmiş bir çuval kadar basit bir şeydi gerçek. Ne büyüleyici bir yanı vardı ne de ortaya çıkan bir gizemin oluşturduğu değere sahipti.

"Benimle taşak mı geçiyorsun?" dedi ve sinirleri bozularak güldü.

Kahkahası arttı ve yankılanarak çevreye yayıldı. Eğlenmişti. Neus'un, kendisine has, oldukça acımasız bir espri anlayışı vardı.

"Bir dakika..."

Zihninin içinde bir şimşek çaktı. Acaba, adamın demek istediği şey bu olabilir miydi? Evet, kesinlikle buydu. Hatta başka bir anlamı olamazdı.

"Tabi ya..." diyerek, elmalara girişti.

Çuvaldaki meyveler üç renge sahipti. Yeşil, kırmızı ve mavi. İlk başta, Neus'un yediklerinin normal yeşil elmalar olduğunu zannetmiş olsa da, yanılmış olduğunu anladı. Bu üç rengin hepsi, kayalıklarla uyuşuyordu. Diğer iki rengi ellemeden, sadece mavileri yedi. Ne olduklarını bilmese de, adamın rastgele bir şekilde ona bu mavi elmalardan birisini yolladığını düşünmüyordu.

Mavi elmalardan, karnı doyana kadar yedi ve biraz dinlendikten sonra, öğlen vakti, tekrar mavi kayanın üstüne geçti. Güneş banyosu ve yiyecekten aldığı enerji sayesinde titremesi geçmişti. Ağrıları ve yanmaları azalmıştı azalmasına fakat hala canı yanıyordu. Bu konuda yapabileceği bir şey yoktu, sadece devam edebilirdi. Öyle de yaptı.

Neus'un öğretmiş olduğu esneme, gerinme, dayanıklılık vb. amaçlara sahip hareketleri yapmak için arada bir duraklamak ve kısa süreli dinlenmeler haricinde, bütün gününü Su Boksu yapmaya harcadı. Dinlenmeleri sırasında mavi elmalardan yemeyi de ihmal etmemişti. Susadığında, ağzını açması yetiyordu.

---

Üç kişi, evin dışındaki verandada oturmuş çene çalıyordu. Girişin iki yanındaki koltuklara dizilmişlerdi. Bir tarafta uzun patron Yugiera, diğerinde yeni ayağa kalkmış Engar ve yanında Kueti vardı. Çelik mavisi saçlı kadın, bir tanesi yere paralel kalacak şekilde, bacak bacak üstüne atmıştı. Sargılı ve askıda olan kolu, hareketsiz bir şekilde önünde sallanan Engar'ın, kalın kaşları çatılmıştı.

"Dediğini anlıyorum, kaptan ama sana katılmıyorum. Böyle bir şeyin olması imkansız," dedi ve ekledi "O takım, bu sezon şampiyon olamaz."

"He canım. Zaten aldıkları üç atak oyuncusu da yedekte durup bekleyecek," diye yanıtladı, istifini bozmayan kadın.

"Ugi sınırı olduğunu zannediyordum," dedi, konuşulan konuyla çok fazla alakası olmayan Kueti.

"Her oyuncu türüne göre değişiyor o. Hem federasyon sezon arasında sınırı değiştirmekten bahsediyor," diyen Engar, sağlam elini, uzun ve kumral saçlarının arasında gezdirerek onları geriye attı "Aldığınız o ataklar tamamen israf olacak."

"Yüzündeki o malca sırıtışı sil istersen," dedi, Yugiera "Sezon arasında alınan kararlar, sezon sonuna kadar yürürlüğe konmuyor."

Engar, bu tartışmayı kazanabilecek gibi durmuyordu. O da, taktik değiştirdi.

"Her neyse. Bir şampiyonluk da bari sizin olsun. Hepsini biz alacak değiliz ya," diye, göğsünü kabarttı "Köylü möylü, sizin de sevinmeniz gerekiyor sonuçta."

"Anlıyorum..." diyen Yugiera, bacağını indirerek dik bir pozisyona geçti "İkinci bir kez komaya girmek istiyorsun."

Bunu derken, bir elini diğerinin avuç içine vurmuş ve ardından parmaklarını kütletmişti. Ancak, Engar bu tehditle yılacağa benzemiyordu.

"Beni o Neus denen pısırıkla karıştırma," diye yanıtladı, gözleri alev alev.

İkisi de birbirine dik dik baktı bir kaç saniye. Oralı olmayan Kueti, etrafı seyretmeye devam etti. Kaptan ile Engar'ın kavgalarına alışmıştı artık.

"Nasıl belirleyelim?" diye sordu, gözlerinden, beklentiyle kendisini zar zor yerinde tuttuğu belli olan Engar.

"Yaralı birini dövecek havada değilim," diye yanıtladı, sadistçe sırıtan Yugiera "Şimdilik."

"Geri mi basıyorsun, kaptan?" diye alaylı bir şekilde sordu, Engar "Anlıyorum anlıyorum. Benim gibi birisiyle, kendi kaptanı bile, bir yerden sonra uğraşamaz. Sonunda vazgeçmiş olmanı anlıyorum."

"Uğraşılmaz birisi olduğun konusunda haklısın, velet," dedi Yugiera "Taş-kağıt-makas."

"Öyle olsun," diye, onu onayladı Engar.

Bu seferki kapışmaları, böyle olacaktı demek ki. Anlaşmazlıklarını, genellikle bu şekilde, o anki koşullarda yapabilecekleri bir yarışma yoluyla sonuca vardırırlardı. Çok nadiren, sadece diyalog yoluyla anlaştıkları olmuştu. Bunu en başta garipsemiş olan Kueti, zamanla alışmıştı.

İkili, oturdukları yerde doğrularak pozisyon aldı. Birbirlerine hala inatla bakıyorlardı. Başlamak için, karşıdakinin bir hareket yapmasını beklediler. İnsanüstü hıza ve algıya sahip bu iki kişi, rakibin herhangi bir açığını yakalamaya çalışıyordu; bir mimik, bir parmak seğirmesi veyahut benzeri bir şey. Düşmanın hangi hareketi yapmayı planladığını belli eden bir işaret.

En sonunda, Yugiera bir elini havaya kaldırdı. Başının tepesine kadar yükseltmişti. Engar da, onu taklit ederek elini kaldırdı.

"Taş!" diye bağıran kadın, onu hızla indirdi.

Aynı şekilde, kendi elini de indirdi Engar fakat onu bir acı dalgası karşıladı. Sağlam elini, sakat tarafındaki eline çok sert vurmuş ve hala iyileşmekte olan omzunu sarsmıştı.

"Kağıt!" diye, tekrar kaldırmış olduğu elini indirdi, Yugiera.

Bir yandan, şeytanice sırıtıyordu. Karemsi yüzüne yayılmış olan gülümseme korkutucuydu. Ancak, acısına ve şaşkınlığına rağmen, Engar geri basmadı. Elini tekrar indirdi ve omzundan bir acı dalgası daha yayıldı.

"Makas!" diyerek, son darbeyi indirdi ikili.

Eller, galibin kim olduğunu belirlemek üzere ortaya geldi.

"Ben kazandım," diye sevindi, Engar.

Makasa karşı taş gelmişti. Keskin nesneye karşılık, semsert ve kesilemez bir cisim.

"Bence asıl kazananın ben olduğumu rahatlıkla söyleyebiliriz," diye cevap verdi, gülen kadın "Yaran açılmış, gerizekalı".

Bir küfür savuran Engar, kadının haklı olduğunu fark etti. Acıyla sarsılan kararlılığını pekiştirmek için, her seferinde daha da sert hareket etmiş ve gereksiz bir şekilde kendisini yaralamıştı.

"Bu yüzden, asla benimle yarışacak bir seviyeye gelemeyeceksin," diye eğlendi, mavi saçlı kadın.

Böylece, kapanmış olan tartışma tekrar açıldı ve ikili, yine, birbirlerine laf sokma yarışna girdi. Geldiğinden beri kaç kez incelediği ormanı, tekrar incelemeye koyulan Kueti, bir çayın güzel gidebileceğini düşündü. Nasıl olsaydı acaba? Elinde pek çok çeşit bitki vardı. Bu saatte papatyalı gitmezdi fakat belki portakal ile karıştırabileceği bir... dikkatini, uzaklarda belirmiş bir şey çekince düşünceleri dağıldı. Bu şeyi tanıyordu.

"Kaptan..." dedi.

Hala tartışmakta olan kadın onu duymamıştı.

"Sandalyenin koltuktan daha iyi olduğunu iddia etmek aptallıktır!"

Kadının, söyledikleri arasında sonucu olan bu tek cümleyi yakaladı kız. Tartışmanın ne ara buraya gelmiş olduğunu anlayamayarak, bu sefer daha yüksek sesle, kendisini tekrarladı.

"Kaptan."

"Ne?!" diyen kadın, bakışlarını ona çevirdi.

"Döndü," diye yanıtladı, parmağıyla ormanın içerisinde bir yeri işaret eden kız.

Dediği yöne bakan Yugiera ve Engar, ilk başta bir şey göremediler. Keskin nişancı genç kadının görüşü, doğal bir sebepten ya da nişancılık geçmişinin getirdiği tecrübeden dolayı, onlarınkinden daha iyiydi. Ancak, bir kaç saniye sonra demek istediğini görmüşlerdi.

"Bu o mu cidden?" diye sordu, Engar "Hatırladığımdan daha..."

"Evet, o," dedi, Yugiera ve şaşkın bir tonda ekledi "Neus ona ne yaptırdı?"

Bir şey demeyen kız, izlemeye devam ediyordu. Bildiği Eiros'tan ( yoksa Yıldırım mı demeliydi, Neus öyle diyordu ona) çok daha farklıydı. Bir hafta içerisinde bu kadar değişmiş olabileceğine inanmak pek de kolay değildi.

"Neus'a haber verin," diye emretti, Yugiera.

"Buna gerek yok, Yugi," dedi, kapının önünde belirmiş olan Neus.

Kara çukurlara benzeyen gözlerine, iş üstündeyken beliren o canlılık ve ciddiyet oturmuştu.

"Ona ne oldu?" diye sordu, Kueti, adama.

"Ben de bunu merak ediyorum," diyen önlüklü adam, verandadan toprak alana çıktı.

Sakin fakat tedbirliydi. Başkası olsa bunu anlayamazdı fakat adamla yıllarını geçirmiş olan Yugiera, en azından bu kadarını biliyordu.

Çok hafifçe çiseleyen yağmur sayesinde, normalde olduğundan daha kuruydu bugün toprak. Adam, biraz ilerledikten sonra Eiros'u beklemeye koyuldu ve ellerini ağzının önünde birleştirerek seslendi.

"Elmaları sevdin mi?!"

Sesindeki alaycılığa rağmen, Yugiera, bir merak işareti sezmişti; Neus bile rahat değil, diye düşündü.

Bir cevap vermeden devam etti, genç adam. Yüzündeki ifadeden ne hissettiği anlaşılmıyordu. Bir süre sonra, Neus'un yanına geldi ve hiç duraksamadan ilerlemeye devam etti. Saçakların altında bekleşen üçlüye doğru yönelmişti. En sonunda, yanlarına vardı. Gözlerinde, normalde bir insanda olmaması gereken bir ifade vardı.

"Eiros," diye sordu, Kueti "İyi misin?"

Sözlerinde evham ya da endişe yoktu. Hayatta kalmaya çalışan birisinin içgüdüsel dikkati vardı; Yugiera, bu hisse kapılmıştı.

"Kendinde değil gibi. Neus, neler oluyor?" diye sordu, Yugiera "Bir şeyler yanlış."

Bunu sadece o hissetmiyordu. Diğerleri de, bu genç adamda bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmişti. Kolu sakat olmasına rağmen Engar, geriye fırlayıp gardını aldı. Bıçakları yanında olmadığı için kendisine küfretti. Yugiera, gerilmiş ve atılmak için bekliyordu. Kueti'nin eli, belindeki tabancaya gitmişti.

Adam, ağzını açtı. Yugira, tekrar bir zümrüdi alev veya benzeri bir şey çıkmasını bekledi.

"Allah'ını seven bir ekmek versin."

Ardından, geriye düşerek, sırt üstü, tahta zemine yığıldı. Köşeli yüzü, bir haftadır tıraş olmamanın verdiği sık sakallara rağmen incelmişti. Hacimli vücudu gitmiş ve yerini daha ince bir tanesi almıştı. Hala kaslıydı kaslı olmasına. Kazandığı kütle, bir haftada yok olacak cinsten bir şey değildi fakat spor salonlarında kendisini şişirmiş birisine benzemesine neden olan hacim yok olmuştu.

"Kurumuş gitmiş," diye bir yorumda bulundu, başında dikilen Engar.

Yanına gelerek, çömelen Neus, cebinden bir elma çıkararak Eiros'a uzattı. Zar zor açtığı gözünün ucuyla bunu gören genç adam, sert bir şekilde adamın eline vurdu ve meyve fırlayıp gitti.

"Al onu, münasip bir yerine sok!" diye bağırarak söylendi "Elma elma elma. İçim dışım bitki oldu. Senin yüzünden hayatım boyunca bir daha elma yiyemeyeceğim. Hayır, sadece elma da değil. Bir daha meyve yiyemeyeceğim!"

"Sağlığı gayet yerinde göründü bana," dedi Engar "Onu taşıdığımda da bu kadar zayıf olsaydı keşke."

"Sen..." dedi, Eiros, onu tanıyarak.

Minnet ve hayranlık duyguları karıştı içinde.

"Bu mu şimdi?" diye sordu, Engar "Hayatımı bunun için mi tehlikeye attım?"

Bir yandan, yüzünde meraklı bir ifadeyle, Eiros'un kafasının yanını ayağıyla dürmüştü. Yerdeki bir böcekle oynar gibi bir tavrı vardı.

"Bana pek de öyle sıradışı gelmedi," diyerek, Neus'a döndü.

Onun sorusunu cevapsız bırakan Neus, Eiros'un kalkmasına yardımcı oldu ve onu içeri, salona götürerek koltuğa oturmasına yardımcı oldu. Diğerleri geride kalarak, onları yalnız bırakmıştı. Neus'un yalnız çalışmayı sevdiğini biliyorlardı. Mutfağa gittikten sonra, elinde büyük bir tepsi yemekle dönen adam, onu Eiros'un önüne koydu. Kıtlıktan çıkmışçasına, ki aslında bu benzetme yanlış sayılmazdı, yemeklere saldırdı, Eiros.

"Gücü hiç kullandın mı?" diye sordu, ciddi bir tonda, önlüklü adam.

Ağzına bir kızarmış tavuk tıkıştıran genç, cevap vermeye çalışsa da anlamsız kelimeler çıktı. Zorla yutkundu ve buzlu çaydan büyükçe bir yudum alarak, boğazını temizledi. Herhangi bir görgü kuralı ya da benzeri bir şey umurunda değildi o an.

"Hayır. İblis'in gücünü hiç kullanmadım," dedikten sonra tekrar yemeğe döndü.

"Neler yaşadın?" diye sordu, Neus.

Bir yandan yemek yerken, bir yandan -aralıklarla- konuşmaya devam etti, genç adam.

"Su Boksu -- bir süre sonra dediğini anladım -- bariz olanı görememek hakkındakini --" doğru düzgün bir cevap vermek için yemeğe arada verdi "İlk başta benimle dalga geçtiğini zannetmiştim. Daha doğrusu, özellikle beni uğraştırmak için şifreli konuştuğunu. Pek de haksız sayılmam, bilerek bana cevabı söylemedin ama bunun için seni suçlamıyorum. Kendim fark etmem gerekiyordu ki en sonunda anladım."

"Nasıl becerdin bunu?" diye bir soru yöneltti, kara gözlü adam.

"Bıraktığın çuvalı bulduğum sırada dank etti. Senin -itiraf etmesi biraz utanç verici ama- o elmaları hep fantastik bir şekilde ortaya çıkardığını düşünmüştüm. Basitçe bir çuvaldan geldiklerini öğrendiğimde neler hissettiğimi anlayabilirsin. Şaşırdım ve biraz da hayal kırıklığına uğradım. Sonuçta, böyle bir gizemin ardından bu kadar basit bir şey çıkmış olması hiç de tatmin edici değildi fakat düşününce, bunun aslında gerçeğin doğasına çok da uygun olduğunu fark ettim. Yani, hayat dediğin şeyde gerçekler basittir ama kişi, bazen bunları göremez çünkü istediği cevap orada yatmaz. Anlatabiliyor muyum? Antrenman da böyle bir şeydi. Püf noktası arayıp durdum ama sen, bana, bir püf noktası olmadığını söyleyip durdun. Haklıydın da. Bir mantık ya da zeka oyunu değildi bu sonuçta."

Lafına ara veren adam, buzlu çaydan bir yudum daha aldıktan sonra devam etti.

"Kısaca, renkli olan damlaları seçmek için tek ihtiyacım olan şeyin içgüdü olduğunu anladım. Onları bulabilmemi sağlayacak bir numaraya ya da öyle bir şey yoktu. Bir kestirme aradığım halde böyle bir şey yoktu. Zaten, beni böyle bir şeye sokmanın amacı da bu değil miydi?" diye, bir soruyla dediklerini tamamladı.

"Kısmen," diye yanıtladı, Neus "Fakat eksiklerin var."

"Nö gibi?" diye sordu, kızarmış bir ekmek somununu bölmeden ağzına sokarak bir ısırık alan Eiros.

"Hepsini açıklamayacağım, Yıldırım, kusura bakma ama bunu yapmak gibi bir amacım yok. En başından beri de olmadı fakat şunu söyleyebilirim; gerçek hakkında yaptığın genelleme eksik. Antrenmanın sırasında, kayaları inceledin mi?"

"Evet. Üç renkleri var; mavi, kırmızı, yeşil. Birbirleriyle kesiştikleri bölgelerde yeni renkler ve tonlar da ortaya çıkıyor."

"Doğru fakat sadece bu kadar mı?" diye sorguladı, adam.

Yemeyi bırakan Eiros, hafızasını zorlayarak düşündü ve gördükleri arasında, söylenmeye değer başka bir şey aradı. En sonunda, böyle bir şey bularak, tekrar konuştu.

"Üçünün de kesiştiği yerdeki renk beyazdı."

"Evet. Yalnız, böyle olmaması gerekiyor. Bir maddenin üstündeki bütün renkler birbirine karıştığında, ortaya beyaz değil siyah çıkmalı. Böyle bir şey, sadece ışıkta olur," dedi, kara gözlü adam ve devam etti "Aynı zamanda, mavi, yeşil ve kırmızı, görünür ışığın üç ana rengidir."

"Üstünde bulunduğum şeyin, bir madde değil de, ışık olduğunu mu söylüyorsun?" diye sordu, meraklanmış genç.

"Hayır hayır. Ne biri ne de diğeri. Ya da her ikisi. Aynı zamanda, eklemem gerekiyor, Yıldırım," dedi, Neus "O kayaların rengi, üstlerine düşen sudan dolayı oluşmuş bir şey değil."

"Değil mi?"

"Hayır, değil. O renklere sahipler çünkü içten gelen bir özellik sonucu öyleler. Yani, şelalenin renkleri sonucu sonradan boyanmamışlar," diye açıkladı, adam.

"Aynı renkli damlaların, aynı renkli kayaların üstüne düşmesi sadece bir tesadüf mü yani?" diye sordu, Eiros "Böyle bir şey imkansız."

"İmkansız değil. Tam tersine, doğada tesadüfler çok büyük bir rol oynar. Bunu unutmasan iyi olur," diye yanıtladı adam "Fakat bu sefer, yanılmıyorsun. Bu, bir tesadüf değil. Kayaların, maddenin yanı sıra, ışığın da özelliklerini sergilemesi sonucu, üstlerine düşen damlalardan bazıları kayaların rengine sahip oluyor. Başka bir deyişle, kayalardan yayılan renkli ışık, onlara düşen kimi su damlalarından yansıyor. Su, kayaların rengini değiştirmiyor. Kayalar, suyun rengini değiştiriyor."

"Düşününce... dediğin mantıklı geliyor ama bir şey kafama yatmıyor. Renkli damlacıkları yumrukladığımda etrafa saçıldılar ve içlerinden hiçbirisi rengini kaybetmedi," dedi, Eiros.

"Dikkatlisin," diye, onu övdü adam "Sana, o kayaların ne bir madde ne de bir ışık, ya da her ikisi olduğunu söylemiştim. Suya geçen ışık, içinde maddeleşiyor yani. Boyama gücüne sahip, duruma göre ışıma ya da emme ve yansıtma gücüne sahip bir şey düşünebiliyor musun?"

"Pek değil," diye itiraf etti, Eiros "Hayal etmesi çok zor."

"Aynen öyle!" dedi, Neus "Fakat yine de, bu bir gerçek. Kavraması ne kadar zor olursa olsun, var olan bir şey."

"Anladım. Yani ne her gerçek çok basit ne de her gerçek çok karmaşık," diye ona katıldı, genç adam "Sanırım gereğinden fazla genelleme yapıyorum."

Neus'un beklemiş olduğu gibi, belli şeyleri çok çabuk kavrayabilen birisiydi, Yıldırım.

"Orası sana kalmış bir şey," dedi, Neus ve gitmek için ayağa kalktı.

"Son bir sorum var," dedi genç adam.

Kara saçlı adam, ona döndü.

"Elmaların içinde ne vardı? Doğal olduklarını söylemiştin ama sana inanmıyorum. Bir hafta boyunca devam edebilmemin başka bir açıklaması yok," dedi, Eiros.

"Onlar mı?" diyen adam, güldü "Sadece rengi değişik elmalardı."

"Ne yani?" diye sordu, şaşırmış Eiros "Hiç bir katkı yok muydu?"

"Hayır," diyen adam, başka bir şey eklemeden uzaklaştı.

Eiros, afallamıştı. Bir hafta boyunca devam edebilmesinin tek sebebinin, o elmalardaki enerji verici bir madde ya da benzeri bir şey olduğunu düşünmüştü. Kendi azmi ve isteği sonucu bunu yapmış olabileceği aklına hiç gelmemişti.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #27 : 05 Kasım 2016, 19:44:03 »
Bölüm 28 - Krizalit

"İki ay önceki halimi düşününce korkuyorum, Kueti. Tekrar, o, dünyadan kaçan ve kendini kapamış kişiye dönüşmek istemiyorum," diye içini döktü, genç adam.

"Boşuna endişeleniyorsun, Eiros. Bayağı bir yol kat ettin," diye yanıtladı, elindeki bitki çayını yudumlayan kız.

Verandadaki alışageldik sohbetlerinden birine dalmışlardı yine. Tepedeki güneşin ışınları, insanın içindeki hoş bir ılıklık bırakırcasına düşüyordu yeşil yeryüzüne. Rüzgar, temiz ve serin dağ havasını getirerek çok ısınmalarını önlüyordu. Ancak, her şey sorunsuz değildi. Uzaklardaki bulutlarda çakan mavi şimşekler, yaklaşmakta olan bir fırtınanın habercisiydi. Yine de, şu an bunun için endişelenmelerini gerektirecek bir durum yoktu ortalıkta. Rüzgar, bulutların yaklaşmasını önlüyordu.

Artık iyileşmiş ve günlük antrenmanlarını yapmakta olan Engar'a baktı, Eiros. Onunla bir sebepten dolayı pek konuşmayan genç adam, tek eli üstünde şınav çekiyordu. Atletik bedeni ter taneleriyle kaplanmış ve güneşin ışınlarıyla parıldıyordu fakat düzenli bir şekilde soluk alıp veren Engar, çok da yorulmuşa benzemiyordu. Dakikalardır, sadece yere koyduğu elini arada bir değiştirerek bu harekete devam etmekteydi.

"Sana bunu dememe bozulmuyorsun, değil mi?" diye sordu, her zamanki sakin havasında olan kız.

"Neye bozulmuyorum?" diye yanıtladı, ona anlam veremeyen adam.

"Eiros. Gerçek adının Yıldırım olduğunu biliyorum ama Eiros demek nedense daha çok hoşuma gidiyor," diye açıkladı, Kueti.

"Ah..." dedi, anlayan Eiros "Önemi yok. Neus'un gerçek adımı nereden öğrendiğini bile bilmiyorum fakat benim için fark etmez."

"Neden bu ismi seçtin peki? Kimliğini korumak için kullanmadığını söylemiştin. Neydi..." diye düşünmek için durakladı biraz "... hatırlayamadım ama Arzu'nun sana başka bir isimle hitap ettiğini ve Eiros'un senin diline yabancı olduğunu söylemiştin."

"Doğru," diye yanıtladı, Eiros.

"Kişisel bir konuya mı parmak bastım?" diye sordu, onun sessizliğini isteksizlik olarak alan Kueti.

"Yok, hayır... sadece ben de tam bilmiyorum. Sanırım geçmişimden uzaklaşmak istedim. Farklı bir isim kullanmak -- bunu bana İblis vermiş olsa bile."

"Anlamını hiç sordun mu ona?" dedi, çayını yudumlayan kız.

"Aklıma hiç gelmedi," dedi, adam.

"Bir ara sorsan iyi edersin. İsimler önemli şeylerdir," diye yanıtladı, dimdik ileriye bakan genç kadın.

Yaptığı hareketi tamamlayan Engar, onlara yaklaştı. Üstündeki beyaz tişörtte, yer yer ter lekeleri vardı.

"Oh, ne güzel!" dedi, enerji dolu bir tonda "Ben çalışayım, siz öyle keyif çatın."

"İşkolikliğin kötü tarafı," dedi Kueti "Diğer herkesi tembel olarak görmek olmalı."

"Ov... bugün huysuzsun," dedi, yaralanmış gibi kalbini tutan Engar.

"Ben mi?" diyen Kueti, hafifçe sırıttı ve mavi gözlerine muzip bir ifade çöktü "Hayır, canım. Sadece son görevdeki gibi kıçını -kelimenin tam anlamıyla- yırtmanı istemiyorum. Çalışmaya devam et bu yüzden."

"Eh... şey, boşver şimdi onu," diye geçiştirdi, hafiften kızaran Engar "Hadi. Dinlenmen bittiyse kalk. Yapacak daha çok şey var."

"Tamam," diyen Eiros, ayağa kalktı ve Kueti'yle vedalaştı.

İkili, büyük çatılı evden uzaklaşarak ağaçların içine girdiler. İki ay önce ruhlarla karşılaştığı yer gibi içini ürperten ve ona korku salan ağaçlığın aksine, ormanın bu tarafları çok daha... doğaldı. Kendini rahat ve yerinde hissediyordu. Gözlerini kapadı ve gerinerek temiz havayı bol bol içine çekti.

"Bakıyorum Kueti'yle aran iyi," dedi, Engar.

Gözlerini açan Eiros, sık ağaçlık alanda çalıları yararak giden adamın sırtını gördü. Yüzü, görüş alanının dışında olduğu için adamın aklından geçenleri anlayamamıştı.

"Öyle. Sohbeti hoş," diye, ortalama bir yanıt verdi.

"Öyledir. Onun kadar rahat birisini bulmak pek kolay değil," diye onayladı, Engar "Özellikle sen geldiğinden beri daha bir konuşkan oldu. Önceden bu tarz şakalaşmalara pek yanaşmazdı."

"Öyle mi?" diye sordu, adamın konuşmayı nereye getirmeye çalıştığını kestiremeyen Eiros.

"Öyle. Bu yüzden, beni iyi dinle," diyen Engar, yürümeyi kesmeden başını ona çevirdi ve kahverengi gözlerini ona dikti "Neus'un neler karıştırdığını bilmiyorum. Kaptanın da umurunda gibi görünmüyor ama eğer eski dengesiz hareketlerine döner ve Kueti'ye zarar verecek bir şey yaparsan, sana herhangi bir Ugi'nin yapabileceğinden çok daha kötü şeyler yaparım. Anladın mı?"

"Anladım," diye yanıtladı, içinden gelen belli belirsiz öfkeye kulak asmamaya çalışan Eiros.

Adamla neden pek yakın olmadıklarını bir kez daha hatırlamıştı. Böyle sert ve zorba çıkışlar yapan kişileri sevmiyordu. Bu gözdağını hak edecek bir şey yaptığını da düşünmüyordu. Ancak, bu tarz olumsuz düşüncelere saplanıp kalamazdı. Şimdiden, göğsündeki o nahoş düğümlenme hafiften kendini göstermişti.

"Ne yapacağız şimdi?" diye sordu, Engar'a.

"Bunu sorduğun iyi oldu. Sana, gerçek bir silah kullanmayı öğreteceğim."

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #28 : 07 Kasım 2016, 17:59:47 »
Bölüm 29 – Krizalit İki

Ormanın yapısını gayet iyi biliyora benzeyen kumral saçlı Engar'ı takip eden Eiros, kendisini açık ve çimenlik bir alanda buldu. Kilometreler boyunca uzanıyormuşçasına bir izlenim bırakan alanın dört bir tarafı, koyu çamlarla örülüydü. Çayır ne kadar büyükse, orman ondan onlarca kat daha uzundu. Kuytu yeşilliğin sınırları kestirilemiyordu. Aynı zamanda, dağlar da ortadan yok olmuştu ve geniş düzlük, insanı ne yakan ne de üşüten, rahat bir havayla kaplıydı. Değişmeyen tek şey, ufkun ucunda belli belirsiz görünen gri bulutlardı.

Şehir dışındaki bu yerleri bilmese de, böyle bir şey fiziksel olarak mümkün olamazdı. Bütün bunların Neus'un bir eseri olup olmadığını merak etti. Hayatının yakın zamanlarında tecrübe ettiği üzere, dünya bildiğinden çok daha farklı şeyleri içeriyordu. Var olduğuna asla ihtimal vermediği şeyleri sanki doğuştan biliyormuşçasına kabullenmek zorunda kalmış ve evrenin insanoğlunca bilinen bütün kurallarına aykırı şeylere tanıklık etmişti. Rahatsız edici bir şekilde, nadiren heyecanlanmıştı bu değişimler karşısında.

“Yeni yerler görmek ve yeni şeyler tecrübe etmek, ha? Hah. Bundan daha ötesi olamazdı herhalde. Bana keyif vereceğini düşünmüştüm... sanırım, asıl sorun doğada ya da insanoğlunda değil. Bende,” diye düşündü.

Yine de, buna saplanıp kalamazdı. Eskisi gibi nedenselliği suçlayarak bir yere varamayacağını biliyordu. Böylece, önündeki işe tekrar döndü.

Karşısında dikilen Engar, ellerini birleştirdi. Bu hareketiyle beraber, kendisi ve Eiros'un hemen önünde, yerden iki adet kılıç şeklinde pembe enerji demetleri peydahlanmıştı. Hazırlıksız yakalan Eiros hafiften irkildi.

“Sana bir zarar vermez. Eline al,” dedi, Engar “Neus'un dediğine göre savaşmaya içgüdüsel bir yatkınlığın varmış. Doğru mu, değil mi göreceğiz.”

Eiros, tereddütle kılıcı kavradı. Korktuğundan değil fakat aklında sorular olduğundandı. Sorsa mı, diye düşündü. Gereksiz merakı her zaman hoş karşılanmıyordu. Hele karşısında, kendisini sevmeyen bu kişiden bilgi, yani bir medet ummak fikri hiç hoşuna gitmemişti. Ancak, öğrenmesinin tek bir yolu vardı.

“Daha komplike bir şeyden başlayacağımızı sanmıştım,” dedi, kendi kılıcını çekip çıkarmış Engar'a.

“Altı aylık mı doğdun?” dedi, Engar.

Söylenilene bir anlam veremeyen Eiros, ona boş boş baktı. Çok sıradan bir şey söylemiş gibi, ona bakmaya devam ediyordu Engar.

“Zamanı gelince diğer silahlara geçeceğiz. Tabii, bu aşamayı geçebilirsen, ki ortalama birisine göre hızlı gelişmiş olsan da, o kadar da etkileyici değilsin,” dedi.

“Anladım,” diyen Eiros, çift elle kılıca sarıldı.

“Dakika bir, gol bir!” diye azarladı, Engar “Daha bir kılıcı tutmayı bile bilmiyorsun ama gelip de 'gelişmiş silahlara' geçmek istediğini söylüyorsun. Bir Swalzer ile iki dakika içinde hem kendini hem de yanındaki müttefiklerini parçalardın sen.”

“P-pardon,” diye özür diledi, Eiros.

Engar iç çekti ve yanına geldi. Onun bileklerini tutarak, doğru tutuş pozisyonunu gösterdi. Ardından, tekrar yerine geçti. Eiros'tan bir kaç metre uzaktaydı.

“Normalde partnerli çalışma için henüz çok erken fakat çok sevgili Neus'un isteği üzerine, seni hızlandırılmış programa başlatacağım. Yapacağın şey basit; darbelerimi bloklamaya çalış ve yapabildiğinde karşılık ver.”

Bunu dedikten sonra, sıçramaya hazır bir jaguar gibi pozisyonunu aldı. Anında atılarak aradaki mesafeyi çabucak kapadı ve kılıcını Eiros'a savurdu. Tepe Semti'nde yaşadıklarının getirisi olarak, her an saldırıya uğramaya hazır olan Eiros, onun darbesini engelleyebildi. Çarpışan enerji demetlerinden kıvılcımlar fışkırırken, kulak tırmalayan tiz bir çınlama duyuldu bir anlığına. Metalin metale çarpmasına benzese de, daha rahatsız ediciydi.

Kılıca yüklediği kuvveti arttıran Engar, onu geriye çekilmeye zorladı. Kilitlenmeden kaçmaya çalışan Eiros, filmlerde hep görmüş olduğu o hareketi denedi; Engar'ınkiyle kenetlenmiş kılıcını kuvvetle aşağı indirerek, hasmının silahını da kendisininkiyle beraber sürükleyip, yana savurmaya çabaladı fakat burnuna yediği sert bir kafa darbesiyle beraber silah elinden fırlayıp gitti.

“N'aptığını zannediyorsun?” diye sordu, Eiros'a.

“İşe yarayabileceğini düşünmüştüm...” diye, açıkladı, genç adam, kanayan burnunu tutarak.

Empusa'yla yaşadıklarından sonra acıya daha dayanıklı olacağını düşünmüş olsa da, canı hala feci şekilde yanmıştı. Sanırım burnu çatlamıştı.

“Asla gösteriş yapmaya çalışma,” dedi, azarlayan bir tonda Engar “Asla amacı gösteriş olan kişilerin yaptığı şeylere de güvenme. Gerçek bir savaşta, en basit piyade bile seni çoktan öldürmüş olurdu.”

“Peki...” dedi, içinde beliren öfkeyi bastıran Eiros.

Burnu umurunda değildi. Aktif olarak İblis'in gücünü kullanmasa da hala hızlı iyileşiyordu. Ancak karnı, ağzından çıkan kelimeyle beraber kasılmıştı. Yüzü yandı ve kulaklarının kızardığını hissetti. Kalbi de hızlanmıştı. Bunun ne demek olduğunu biliyordu; kızgınlıktı.

Umursamamaya çalışarak, kılıcını kaptı ve Engar'a dönerek, tekrar pozisyon aldı. Oysa, genç adam hala ona bakıyordu.

“Aklında bir şey varsa söyle. Bana dürüst davranmayan kişileri sevmem,” dedi, gür kaşlı genç.

“Yok bir şey,” diye geçiştirdi, Eiros.

Ona inanmadığı açıkça belli olsa da, üstelemeyen Engar geriye çekildi ve tekrar antrenmana koyuldular.

Hala öfkeli olsa da, bütün dikkatini önündeki işe vermek zorunda kalan Eiros, kısa zamanda olan biteni unuttu. Odaklanması biraz zor olmuştu ve bedel olarak bir kaç yara bere almıştı. Ancak, enerji demetleri -tahmin ettiği üzere- Empusa'yla olan savaştaki gibi keskin değildi. Yine de, deli gibi acıtıyorlardı. Hatta, bir süre sonra Engar'ın istese onu bu küt silahlarla öldüresiye dövebileceğine emin olmuştu. Yine de, kumral adam ilk baştaki kadar sert değildi. Burnuna yediği darbeden akıllanan Eiros, tekrar şaşalı bir hareket yapmaya yeltenmemişti. Adam hakkında ne düşünürse düşünsün, şu anda işini gayet iyi yapmaktaydı.

“Bugünlük bu kadarı yeter,” dedi, Engar.

Saatler geçmişti. Yerinden zerre oynamamış güneş, hala gökyüzündeydi. Bunu yeni fark etmiş olan Eiros, kendisini bu kadar dikkatsiz olduğu için fırçaladı. Tabii ki de, bu ormanda hiç bir şey normal olmayacaktı. Normal.... yanlış kelimeyi mi kullanmıştı? Neus, ona büyük ihtimalle, bunun aslında pek normal bir şey olduğunu söylerdi şu an.

Ondan daha eğitimli olsa da, Engar da terlemiş ve görünüşe göre biraz da yorulmuştu. Yanında getirdiği iki havludan birisini alarak yüzünü silerken, diğerini de Eiros'a uzattı.

“Swalzer ne?” diye sordu, ellerini tekrar çırparak kılıçları yok etmiş olan Engar'a.

“Kullanması zor bir kılıç,” diye yanıtladı, adam.

“Hepsi bu mu?” diye sordu, neden terslendiğini anlamayan Eiros.

“Tabii ki de hayır fakat aslında bunu umursamıyorsun, değil mi?” diye tersledi, kahverengi gözlerini ona doğrultarak.

Genç adam, haklıydı. Ayaküstü sohbet etmek istemişti Eiros sadece. Salak. Neden, birisinin, hele ki Engar gibi 'hasarlı olmayan' birisinin onunla zorunlu olmadan konuşmak isteyebileceğini zannetmişti ki? Böyle bir şey düşünmek için kendisini pek de bir şey zannetmiş olması gerekirdi...

“Anomaliyi kullanan, büyük bir kılıç. İlgini çektiyse bir gün bir tanesini gösterebilirim sana,” dedi o sırada, Engar.

Şaşıran Eiros, bir an ne diyeceğini bilemeyerek ona baktı. Adamın ona karşı takındığı sert tutum gitmişti. Tam anlamıyla sıcak davrandığı söylenemese de, en azından o an kendisini hor görmüyordu.

“Olur,” diye yanıtladı “Ama anomali de ne?”

“Neus sana hala açıklamadı? Vay be. Adam neden seni bu kadar bilgisiz bırakıyor anlamıyorum doğrusu,” diye bir itirafta bulundu, Engar “Fakat Neus söyleme gereği duymadıysa, bir bildiği vardır. Bundan sana bahsettiğimi de ona söyleme.”

“Tamam,” diye onayladı, Eiros ve yüzünü, kurulamak üzere havluya gömdü.

Daha bir kaç saat olduğunu tahmin ettiği bir süre önce çatlamış burnu, hiç acımamıştı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #29 : 10 Kasım 2016, 23:58:16 »
Bölüm 30 – Krizalit Üç

Bir Ay Önce

“Neus'un bana gösterdiği o şey, o orman, asla unutabileceğim bir şey değil. Beni en çok etkileyen şey, sanırım yaşadığım tecrübenin doğaüstülüğü değildi. Hayır, ruhların gerçekten var olmasından korkmadım. Beni asıl dehşete düşüren, ne kadar yozlaşmış olduklarıydı. Sanki... nasıl açıklasam? Öfke ve nefretten oluşmuşlardı. Hiçbir güçlü taraf yoktu onlarda. Tepkilerinde, bağırıp çağırmalarında sadece çaresizlik vardı. Kaçış vardı! Yanlış bir kaçış. Günün sonunda yatağına çekilip de, kafanı dağıtan güzel bir kitap okumak gibi bir kaçış değil. Geçici değil, kalıcı bir şeydi bu. Dünyaya sırtını çevirmek ve hayattan korunmak için tek bir şeye tutunmak; bağımlılık.

Doğaüstü çok abartılıyor. İnsanın kendisi varken, hiç bir ruhtan korkmam.”

Artık, yazmayı bir alışkanlık haline getirdiği günlüğün başından doğrulan Eiros, oturduğu tahta sandalyede gerindi ve uzun süre masanın üstüne eğilmekten dolayı kasılmış sırt kaslarını esnetti. Bu yazılar kesinlikle kendisine iyi geliyordu. Her zaman morali düzgün kalkmıyordu masa başından. Tam tersine, çoğu zaman gerginliği gitmemiş oluyordu fakat içinden bir yük kalktığını da hissetmiyor değildi. Neler neler yazmıştı oraya. Hiç kimseye anlatmadığı ve düşünmeye bile korktuğu şeylerden, uzun zaman önce başından geçmiş olaylara kadar pek çok şey vardı.

Başka bir deyişle, kimsenin bunu okumasına izin veremezdi. Arada bir, Neus gizlice odasını karıştırıyormuş gibi bir hissiyata kapılsa da, bu yönde hiç bir kanıt yoktu. Zaten, bu his zamanla geçmeye başlamıştı. Adamın neden ona bunu yaptırdığını aşağı yukarı anlayabiliyordu; cansız bir nesneye de olsa, içini dökmek insanı rahatlatıyordu. Ancak, gerçek bir sohbetin yerini tutmadığı da barizdi.

“Belki de, bütün büyük yazarlar sadece mutsuz ve iletişim kuramayan kişilerdi,” diye düşündü.

“İçeri girebilir miyim?” diye bir ses duyuldu, arka taraftan.

“Elbette,” diye yanıtladı, Eiros.

Daha bakmadan, gelenin kim olduğunu biliyordu. Turuncu saçlı Kueti'nin sesiydi bu; sakin ve stresten olabildiğince uzak. Hafiften kıskanmıyor değildi.

“Kusura bakma, odam biraz küçük,” diye lafa girdi, adam.

“Evet,” diyen kız, yer yatağının üstüne çökerek bağdaş kurdu “Ama bir oda bulabilmiş olman bile büyük bir şey. Neus'un, Engar'ı spor salonunun yarısını 'bağışlamaya' ikna ettiğine inanamıyorum.”

“Bu Engar, ondan sanki huysuz bir çocukmuş gibi bahsediyorsun,” dedi, Eiros kirli sakalını kaşıyarak “O kadar kötü birisi mi?”

“Kötü demezdim...” diyen kız, durakladı “En iyisi kendisine sorman.”

“Pardon. Amacım dedikodu yapmak değildi,” dedi, Eiros, utanarak.

Gerçekten de, amacı bu değildi. Sadece, kendisini kurtarmış olan genç adam hakkında diğerlerinden -çoğunlukla Kueti'den- pek çok şey duymuştu fakat onunla ne zaman konuşmaya çalışsa, adam kendisini ya terslemiş ya da savuşturmuştu. Çok üstelediği söylenemezdi gerçi; bir, iki denemeden sonra vazgeçmişti.

“Dedikodu mu?” diye mırıldandı Kueti, dağınık örtünün üstünde kıpırdanarak.

Kendisine mi öyle gelmiş mi bilmiyordu fakat sanki kızların gözleri bir anlığına parıldamıştı.

“Boş ver,” dedi, konuyu değiştirmeye çalışan adam.

“Hayır hayır, iki laftan bir şey olmaz,” diye üsteledi genç kadın.

Sesinde sanki heyecan vardı. Roller tersine dönmüş ve şimdi ikna edilmeye çalışılan taraf, Eiros'un kendisi olmuştu, ki dürüst olması gerekirse bu pek de zor bir şey değildi.

“Eh iyi, anlat bakalım,” diye gülümsedi adam.

“Öyle olmaz şimdi, gel dışarı çıkalım,” dedi, kız ve ayağa kalktı.

Eiros ve Kueti, odanın portatif, kağıt kapısını kapama gereği duymadan salona çıktılar. Eiros'un odası, evin ortasındaki geniş salonun arka tarafındaydı. Evin sol-arka köşesindeki Neus'un ve sağ-arka köşesindeki Kueti'nin odası arasında uzanan yer, normalde koridor olmak üzere tasarlanmıştı fakat -öğrendiğine göre- sonradan Engar'ın isteği üzerine bir spor salonuna çevrilmişti. Ancak, evin köşelerindeki diğer iki oda, Yugiera ve Engar'a ayrıldığı için, kağıt duvarlar yerinden hareket ettirilmiş ve spor salonu küçültülerek Eiros'a yer açılmıştı. Böylece, Neus'un hemen yanındaki yerde, Eiros -diğerlerinden daha küçük olsa da- kendi yerine sahip olmuştu.

Evi tasarlayan her kimse, onu takdir etmek gerekiyordu. Duvarların değiştirilebilirliği sayesinde, ihtiyaca göre ev yeniden düzenlenebiliyordu.

Dört bir tarafı kocaman kitaplıklarla dizili salonda, yavaşça ilerlediler. Salonun ortasında, mahzene inen bir yer kapısının çevresine koltuklar dizilmişti. Evde yaşayanlar için bir toplanma ve sohbet yeriydi. Yemek yemek için buraya geldikleri de oluyordu fakat Eiros'un bu tarz anlarda rahat ettiği söylenemezdi. Bir yabancı ve misafir olarak, kendisini fazlalık gibi hissediyordu. Yemeğini -küçüklüğünden gelen bir alışkanlıkla- büyük lokmalarla çabucak yiyerek, bir an önce dışarı çıkıyor ve gece göğünün rahatlatıcı havasını soluyordu.

“Bu kitapları hiç okudun mu?” diye sordu, Eiros.

Tozlu ve uzun kitaplıklar, dopdoluydu.

“Hayır. Neus'un zevki pek bana hitap etmiyor,” diye yanıtladı, atletik kız “Neden sordun? Senin ilgini mi çekiyor?”

“Bilmiyorum ki. Çoğunun dilini bile anlayamıyorum, anladıklarımınsa içindeki kavramları çözemiyorum,” diye yanıtladı, Eiros.

“Ah, doğru. Arada bir bizim dünyadan olmadığını unutuyorum. İstersen Venda'yı sana öğretebilirim,” diye bir öneride bulundu.

“Venda... sizin dilinizin adı herhalde?” diye, akıl yürüttü, adam.

“Evet. Öğrenmesi pek de zor değil. Sonuçta herkes tarafından anlaşılması için türetilmiş,” diye, doğal bir yanıt geldi.

“Neden?” diye sordu, Eiros.

Ağzından bir şey kaçırmış olduğunu fark eden Kueti, gözlerini de kaçırdı ve kitaplardan birisine uzandı. Rastgele bir sayfa açtı.

“Gel,” dedi, bir kaç adım uzakta dikilen gence.

Bir seksenlik, eskisine göre daha zayıf olsa da, hala kaslı Eiros yaklaştı. Kendisinden daha kısa olan kıza tepeden bakıyordu. Turuncuya çalan kahverengi saçların hoş bir kokusu vardı. Ne olduğunu çıkaramadı.

“Bu kelime,” dedi genç kadın ve eskimiş sayfalardaki bir sembolun hemen altına işaret parmağını koydu “Üç harften oluşuyor.”

Sırasıyla harfleri göstererek, konuşmaya devam etti.

“Şu kenarı kıvrımlı olan 'En'. Kareye benzeyen ikincisi 'Ka'. Sonuncu ise 'Ro',” diye açıkladı “Bir araya geldiklerinde, aynı şekilde okunuyorlar.”

“Anladım, yani sessiz harfler tek başına bulunamıyor,” diye akıl yürüttü, Eiros.

“Sessiz harfler mi? Onlar da ne?” diye sordu, şaşıran Kueti.

“Enkaro'daki N, K, ve R mesela,” dedi, Eiros.

Bu kadar bariz bir şeyi açıklaması garibine gitmişti fakat daha önce cevabını bulamadığı bir soru, tekrar aklında belirmişti.

“Düşününce, sizinle nasıl oluyor da iletişim kurabiliyorum? Farklı bir diyardan olduğunuzu söylemiştin bana,” dedi, bu sıradışı durumdan işkillenen genç adam.

“Ah, orası basit. Üstümüzde senin dilinde konuşmamızı sağlayan bir kine var,” dedi, Kueti.

“Kine mi?” dedi, anlamayan adam.

“Neydi ya?” diyen Kueti, omuzlarına inen saçıyla bir süre oynayarak “Tılsım, efsun... büyü. Senin dilinde bu tarz bir anlamı olmalı.”

“Benim konuştuğum dili anlamanı ve o dilde konuşmanı sağlayan bir büyü demek,” diye mırıldandı Eiros, kendi kendine.

Ancak, kendisine bir soru yöneltildiğini zanneden Kueti, mavi gözlerini kırparak onu onayladı. Aklına bir şeyler oturmayan genç adam, çenesini kaşıdı.

“Daha demin dediğin sözcüğü, kine demiştin, o zaman neden çevirmedi?” diye sordu ve ardından başka bir soruyla devam etti “Ayrıca bu büyüyü, Kineyi bana ne ara yaptınız ki dediklerinizi anlayabiliyorum ve neden sizin dilinizde yazılanları anlayamıyorum?”

“Haha, yavaşla biraz,” diye güldü, genç kadın “Dediğin her şeyin cevabını bilmiyorum ama elimden geldiğince yanıtlamaya çalışacağım. Kine sözcüğünü bizim kültürümüze ait bir şey olduğu için çevirmedi. Büyü demiş olabilirim ama kine tam anlamıyla büyü değil. Her şeye sihirli bir çözüm ya da cevap sağlamıyor.”

“Nasıl çalışıyor?” dedi, kendini tutamayan Eiros.

Buraya geldiğinden beri, bu garip insanlar ve dünyaları hakkında edindiği en kapsamlı bilgi buydu. Doğru, büyü tarzı bir şey kullanıldığını hep düşünmüştü fakat bir şeyin olasılıkları hakkında spekülasyon yapmak ile gerçeği öğrenmek tamamen farklı şeylerdi.

“Bana öyle meraklı gözlerle bakma, öğretmen falan zannedeceğim kendimi,” diye sırıttı, Kueti.

“P-pardon,” diyen Eiros, kalbinin hızlanmış olduğunu fark etti.

Gereğinden fazla heyecanlanmıştı. Gerçi, utanmış olsa da, pek de kötü olduğu söylenemezdi. Uzun zamandan beri, ilk kez bu kadar gerçek bir diyalog kurmuştu. Öğrenmek sadece işin cabasıydı.

Vereceği cevabı düşünen ve saçıyla oynayan kızı izlerken, kendisi de düşüncelere daldı. Meraklı bir kişiliği olduğunu biliyordu ve bir şeyler öğrenmeyi her zaman sevmişti. Bugüne kadar, ona bir güç edinebilme aracı olduğu için böyle hissetmiş olduğunu düşünmüştü. Belki de, gerçeğin tamamını göremiyordu. Belki de, ona bir iletişim aracı olduğu için sevmişti. Yoksa her ikisi miydi? Her ikisinden dolayıysa, hangi yüzdelerle ayrılıyordu bu nedenler?

Psikanaliz yöntemi hakkında bildiklerine göre, kendisine güç verdiği için öğrenmeyi sevme olasılığı daha yüksekti. Sonuçta, dünya hakkında bir şeyler bilmek, geleceğe hazırlıklı olmasını sağlıyordu.

Öte yandan, küçüklüğünden beri insanlarla düzgün iletişim kuramamıştı fakat derslerde farklı davranmış olduğunu biliyordu. İlkokul hocasını sık sık soru bombardımanına tuttuğu olmuştu, ki adamın bundan hoşlandığını da fark etmişti. Kendisini teşvik etmişti, hocası. Toprak hoca, gayet iyi birisiydi. Ardından gelen kadın ise, onun yanından bile geçmiyordu.

“Bay Süperzekayı tatmin edemiyoruz herhalde!” diye azarlamıştı kadın onu “Senin seviyene erişemediğimiz için kusurumuza bakma. Ya da bu kadar soru sorduğuna göre, belki de aşağıda olan sensindir, Bay Gerizekalı.”

Sınıfın ortasında, azarlayan ve küçümseyen bir tonda bağırmıştı bu sözcükleri ona. Beşinci sınıfa bile gitmiyordu. Sınıfındakiler, hocanın tonunda eğlenceli bir şeyler bularak kadına katılmış ve kendisine gülmüşlerdi. Otuz küsür kişinin, kulağının dibinde patlayan kahkahalarını hala hatırlıyordu. Yerin dibine girmek ve bir daha oradan çıkmamak istemişti...

Neden insanlar bu kadar sığ olmak zorundaydı ki? Elinden tek zevk kaynağını da almışlardı bu hareketle. Orospu çocuğu kadın, sadece cesaretini kırmakla kalmamış, aynı zamanda onu alay konusu da etmişti.

“... Eiros... Eiros, iyi misin?” diye sordu, Kueti.

“Ha?” diyen adam, düşüncelerinden sıyrılarak, kendisini tekrar salonda buldu.

“N'oldu, bir yerin mi ağrıyor?” sorguladı, genç kadın.

“Evet, başıma bir ağrı saplandı,” diye yalan söyledi “Biraz otursam iyi olacak.”

Koltuğa çöktü. Sorusunun cevabını hala bilmiyordu. Güçten mi yoksa iletişimden mi, bilgi edinmeyi seviyordu? En son ne düşünüyordu ki? Hatırlayamayınca, hafızasını zorladı... yüzdeleri bulmaya çalışıyordu. Güç neden...

Olmuyordu. Düşüncelerin akışı kesilmişti.

“Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu, hala ayakta dikilen Kueti.

Sesinde endişe vardı. Bunun sadece bir baş ağrısı olmadığını biliyormuşa benziyordu. Ya gerçeği anlamışsa? O zaman, Eiros ne yapardı? Hayır, konuşmaması gerekiyordu. Bilemezdi o. Başkası bilemezdi. Kimsenin bunu görmesine izin veremezdi.

Güç neden...

“Ağrı biraz kötü oldu, ayıp olmazsa biraz odama gideceğim,” dedi genç, ifadesiz bir yüzle.

“Ne demek, sen rahatına bak. Konuşmak istersen dışarıdayım. Engar hakkında...” diye devam ediyordu fakat lafın gerisini dinlemeyen Eiros, teşekkür ederek kalktı ve odasına döndü.

Kız bir şeylerden şüphelenmiş olsa da, sırrını gizlemeyi başarabilmişti.

Ne düşünüyordu? Bilgi. Bilgiyi neden düşünüyordu? Güç mü, yoksa iletişim arzusu kaynaklı mı olduğunu. Bunu neden bulmak istiyordu? Ayrıca nasıl bulacaktı?

Psikanaliz, güç için olanı destekliyordu.

Asosyalliği ise, iletişim için olanı.

“Güç neden...” gerisi neydi? “Güç neden...”

Bir yerde hata yapıyordu. Zihninin zorlandığını hissetti. Düşünce akışı bir türlü sürmüyordu. Zorladı.

Güç mü iletişim mi? Hangisi? Hangisi? Hangisi?

Dişlerini sıkarak, kapıyı kapadı ve başını avuçları içine alarak yere çöktü. Bilemiyordu. Birisine karar verse her şey çözülecekti ama karar veremiyordu.

Hangisi?

Hangisi?

Hangisi?


Bu soru tekrar tekrar zihninin içinde yankılandı. Boş vermeye çalıştıysa da, bunu başaramadı. Ayağa kalktı ve kağıt duvara giderek, üstündeki bir tuşa bastı ve ses yalıtımını açtı. Kapıyı da kilitledi. Böylece, kimse onu bu şekilde göremez ya da duyamazdı.

Arkasını döndü ve evin, dışarıyla içerisi arasındaki sınırı oluşturan beton duvarın dibinde çöktü.

Hangisi?

Dizlerini kendine çekti ve başını tekrar avuçları içine aldı.

Güç mü?

İletişim mi?


Hala düşünmeye çalışsa da, düşünemiyordu. Bırakmaya çalışsa da, bırakamıyordu. Zihni, doğal olmayan, sağlıksız bir şekilde zorlanır ve kısır bir döngüye saplanıp kalırken, ölmeyi diledi. Buna katlanmak istemiyordu. Hayatının geri kalanına bu şekilde devam edemezdi ama vaz da geçemezdi. Ölürse her şey bitecekti. Kaçış yoktu.

Böylece, katlandı. Dakikalar geçti. İyi olacaktı. Devam etmesi gerekiyordu. Hayır hayır hayır! Bu şekilde olmazdı. Odadan çıkması ve bir şeyler yapması gerekiyordu. Daha önce olduğu gibi, kendisini tekrar bu kısır döngünün içine bırakamazdı. Kalktı ve yalıtımı kapadı. Ardından kapıyı açtı.

“Hey, Kueti, orada mısın?” diye seslendi.

“Mutfaktayım!” diye bir yanıt geldi “Ağrın geçti mi?”

“Evet...” diye cevapladı, Eiros.

Mutfağa yollanarak, yemek hazırlamakta olan kızın yanına vardı.

“Hangisi...?”

Zihninin içinde, kendi kendine sormuş olduğu bu soruyu görmezden gelmek ya da cevaplamaya çalışmak yerine, bu sefer kızla sohbete girişti.

“Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu.

“Olur.”