Evden çıktığınızda çevreye bakıyorsun ve ilk aklına gelen şey bir köy oluyor. Tek katlı veya iki katlı beyaz evler, -en azından eskiden beyaz olduklarını tahmin ediyorsun- çevrede hastalıklı bir yeşilin tonuna bürünmüş orta boylu ağaçlar, yer yer taşlarla kaplanmış fakat geneli çamur olan patikavari yollar...
Kısa bir yürüyüş yapıyorsun adamın arkasında, sonunda dik bir eğimin tepe noktasında duruyorsunuz. Köy bir tepenin üzerine kurulmuş, aşağıya baktığında oldukça geniş bir manzarayla karşılaşıyorsun. Oleg eliyle aşağıyı göstererek anlatıyor:
''Şu aşağıdaki yol Arzamas'a gider. Sanırım senin gideceğin yer orası olurdu, şu küçük kazayı geçirmemiş olsaydın.'' Gösterdiği yerde yokuş aşağı inen toprak bir yol var, ileride grileştiğini görüyorsun yolun, asfalt kaplanmış birkaç kilometre öteden itibaren. Oleg sağ tarafa dönüyor bu kez; yüksek bir dağın zirvesini görüyorsun, bunun dışında bir şey yok. Sol tarafında da gene yokuş aşağı inen iki toprak yol daha görüyorsun, bunlar daha eski ve daha tehlikeli görünüyor diğerine nazaran. ''Şu yollar ise şimdilerde terk edilmiş olan kasabalara çıkıyor. Eskiden oraya Vazyan derlerdi.''
Ardından sana dönüyor; ''Ee, yeşili bulmak için yoluna devam etmeyi mi düşünüyorsun?''