Festival Günceleri -1-


2 NİSAN CUMARTESİ


MADE IN POLAND/POLONYA YAPIMI

Made in Poland, dostluğu yücelten suni senaryoların aksine, insanın en yakınındakilerin birer birer nasıl “kahpeleştiğine” değindiği için bile övgüyle bahsedebileceğim bir film. Mevcut değerleri sorgulamanın insanı ne kadar uç noktalara taşıyabileceğini ve meşakkatsiz olanı seçip düzene ayak uydurmanın herkese bir müddet sonra tatlı gelebileceğini iddia etmesi bakımından da öyle… Ne var ki bu, Made in Poland‘ın aksayan yönleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Przemyslaw Wojciezsek, ne olduğuna karar veremeyen bir film çekmiş: Öfkeyi yücelten, anarşi yanlısı bir film mi bu? Alternatif bir devrim hayali mi? Parçalanmış aileleri bolca gözyaşı ve alkol eşliğinde perdeye yansıtan bir dram mı? Tarantinesk bir gangster hikâyesi mi? Yoksa sert çocukla çıtkırıldım kızın aşk hikâyesi mi?

[stextbox id=”black” float=”true” align=”right”] “Filmi bir punk şarkı gibi yapmaya çalıştım. Çok sert, çok hızlı olsun ve bolca değişik bilgi içersin istedim.”

Made in Poland, bunların hepsi olmaya çalışan, hatta bu uğurda pek çok karikatürize karaktere de yer veren bir film. Üstelik filmi siyah-beyaz çekmek atmosfere zarar veren bir seçim olmuş.

Şimdi sözü yönetmene bırakıyorum. 2 Nisan Cumartesi günü Fitaş’ta gösterilen filmin ardından yönetmen Przemyslaw Wojciezsek’le bir söyleşi yapıldı. Bu söyleşiden derlediklerim:

made in poland Przemyslaw WojciezsekMade in Poland benim dördüncü filmim. Kalıpların dışında hikâyeler anlatmaya çalışıyorum. Daha deneysel bir sinemayı tercih ediyor, filmografimde oraya doğru gidiyorum. Ticari sinemadan gitgide uzaklaşıyorum. Gördüğünüz gibi, filmin aslında alışılagelmiş bir hikâyesi var ama ben araya farklı elemanlar ekleyerek bunu bölmeye gayret ettim. Hikâyenin bir taraftan gerçekçi, bir taraftan da grotesk olmasını istiyordum. Filmi bir punk şarkı gibi yapmaya çalıştım. Çok sert, çok hızlı olsun ve bolca değişik bilgi içersin istedim. Genelde bir filmde olduğundan daha fazla.

Karakterlerin gerçek karakterler olmasındansa tipleme olmalarına gayret ettim. Tıpkı tarot kartlarındaki gibi: Bir kraliçe, bir soytarı vesaire. Bütün hikâye çok limitli bir alanda, bir mahalle içinde geçiyor. Filmin siyah-beyaz renk tercihini ve aralardaki animasyonları da bilerek böyle yaptım.

Hâlihazırda karanlık bir hikâye bu. Dolayısıyla, Tarantino’dan da esinlenerek, gangster karakterler komik olsun istedim. Ama seyirciler bundan hoşlandı. Sosyal eleştiri içeren bir filmde insanlara eğlenceli bir şeyler de sunmak güzel oluyor. Filmdeki gangsterler gerçek değil, çizgi roman karakterleri gibiler; ama bence hikâyede işliyor.

Filmi on-bir on iki bölüme ayırdık. Özellikle son bölüm döngüyü tamamlasın istedik. Filmin finali, filmin başlangıcına benziyor, ama artık Bogus’u takip eden biri var. Film boyunca Bogus kendine bir usta arıyor ama filmin sonunda kendisi usta oluyor. Bir çırak ediniyor…

Senaryoyu birkaç sene önce yazdık ama filmi yapacak para bulamadık. Senaryoyu tiyatro oyununa uyarladım. Bunu önce Polonya’da bir tiyatro oyunu olarak seyircilerle buluşturduk. Çok da başarılı oldu. Böylece filmi çekebildik.

Esin kaynaklarıma gelince… A Clockwork Orange benim en çok sevdiğim filmlerden biri. Ama Polonya Yapımı’nda doğrudan esinlendiğim film Made in Britain. Alan Clarke’ın 1980’lerde çektiği bir televizyon filmi. Ayrıca Tim Roth’un oynadığı ilk film.”

MEEK’S CUTOFF/KESTİRME YOL

Yönetmen Kelly Reichardt ilk iki filmi Old Joy ve Wendy and Lucy ile ismini duyurmuş, seyirci kitlesini ikiye bölmesine rağmen kendi kemik kitlesini edinmişti. Recihardt’ın yeni filmi Meek’s Cutoff, halefleriyle benzer soruları sorduğu, minimalist senaryosuna bu meselelerin ışığında yön verdiği hâlde, bu sefer türler arasında gezinen bir yapı belliyor ve hedefi tam on ikiden vuruyor. Meek’s Cutoff, bir yol filmi olmasının yanı sıra bir hayatta kalma filmi: Filmin karakterleri, tabiatın onlara savaş açtığı seyahatleri sırasında su bulabilmek, yorgunluktan veya güneşin kavurucu sıcaklarından dolayı bayılmamak, yola devam edebilmek ve tabii hedeflerine varabilmek… kısacası yaşayabilmek istiyorlar.

meeks cutoffjpg

[stextbox id=”black” float=”true” align=”left”] Meek’s Cutoff bir yol filmi olmasının yanı sıra bir hayatta kalma filmi.

Meek’s Cutoff, hikâyesiyle de karakterleriyle de minimalist bir western. Michel Williams’ın duygularını yüksek sesle haykırmayan, gücünü alçakgönül-lülüğünden alan performansıyla, Bruce Greenwood’un bilinçli karikatürize performansının çakıştığı sahneleri izlemek büyük bir keyif. Yönetmenin oyuncu yönetiminde gayet başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Uzun sözün kısası Meek’s Cutoff, kendine hedef bellediği her şeyi hakkıyla yerine getirebilen bir film. Ne var ki, söz konusu hedeflerin her seyirciyi yakalayıp yakalayamayacağını bilemeyiz…

beyoglu iksv

IL GRİDO/ÇIĞLIK

[stextbox id=”black” float=”true” align=”right”] Sevgilisi Irma tarafından terk edilen Aldo, zavallı küçük kızını da yanına alıp umutsuz bir yolculuğa çıkıyor.

Sinema tarihine damgasını vurmuş yönetmenlerden Michelangelo Antonioni’nin eski dönem, siyah-beyaz filmlerinden biri olan Il Grido‘da bolca karakter tanıyor ve bolca mekâna uğruyoruz. Antonioni’nin mahareti, bu verimliliğe rağmen cümbüşsüz -hatta sade ve ağırbaşlı- bir film yapabilmesi. Sevgilisi Irma tarafından terk edilen Aldo, zavallı küçük kızını da yanına alıp umutsuz bir yolculuğa çıkıyor. Aldo’nun Irma olmadan da kendi ayakları üstünde durabileceğini, mutlu olabileceğini, kısacası Irma’sız bir hayattan da haz alabileceğini kendine kanıtlama mücadelesini görüyoruz film boyunca. Senaryodaki her şey, bu mücadelede yerini bulan unsurlar olarak arz-ı endam ediyor. Il Grido, Antonioni filmografisine başlamak için en ideal seçim olmayabilir, ama yönetmenin en gözde yapıtlarını izleyip mest olduktan sonra uğranacak hoş bir durak.

MISTÈRIOS DE LISBOA/LIZBON’UN GİZLERİ

Raol Ruiz’in yönettiği ve festival için İstanbul’a gelip 2 Nisan Cumartesi günkü gösterimden evvel kısa bir konuşma yapan Carlos Sabogha’nın senaryosunu yazdığı Mistérios de Lisboa, Sabogha’nın da vurguladığı gibi, bir roman uyarlaması. Bu bilgi, filmin neden böyle uzun olduğuna (dile kolay 266 dakika) anlam vermemizi sağlıyor. Belli ki Camilo Castelo Branco’nun yazdığı romanın girift yapısına müdahale edilse, hikâyenin katmanları incelir ve dengesi bozulurmuş – ki sinema tarihinde böyle örneklere çokça tesadüf ettik.

Mistérios de Lisboa‘nın bolca esrar ve ölçülü bir mizah içeren dünyasında, karakterlerin birbirlerine samimiyetle hatta pişmanlıkla anlattığı hikâyeler büyük önem arz ediyor. Bu hikâyelerde neler mi var: Çingeneyken peder olup çıkanlar, suçluyken asil bir kahramana dönüşenler, aşkı için ölen ve öldürenler, hayatlarını bir müddet sonra kendilerinin bile inandığı yalanların üzerine inşa edenler, hatta hakikatin bir yanılsama olduğunu savunanlar, daima seyahat eden ve bulundukları her yerde bambaşka birer kimlik ve bambaşka hatıralar bırakanlar…

Mistérios de Lisboa izlenesi bir yapım.

#

3 NİSAN PAZAR


KRAY/THE EDGE

Kray2010Rus yönetmen Alexey Uchitel’in çektiği Kray ‘dört dörtlük’ bir film. Hatta festivalde izleme fırsatı bulduğum birkaç film arasında, dört dörtlük damgasını tereddütsüz yapıştırabildiğim tek film. Irkçılık gibi bugüne dek sinemada defalarca işlenmiş olduğu hâlde ‘demir leblebi’ olmayı sürdüren bir konuyu, tıkır tıkır işleyen bir senaryoyla ele alıyor. Alman olduğu için nefret edilen, hatta ölmesi arzulanan; kamptaki Ruslara hiçbir zarar vermediği, hatta bebek Pashka’nın yüzünün gülmesini sağlayan tek kişi olduğu hâlde dışlanan, hor görülen Elisa’nın hikâyesi bu. Elisa’yla yakınlık kuran ‘sözde başrol’ Ignat da nefret oklarının hedefi oluyor. Ve Elisa’dan hoşlanmasına rağmen Ignat bile -alkolün de etkisiyle- şu cümleyi kurmaktan kendini alamıyor: “Seni daha en başından öldürmem gerekirdi.”

Uchitel yeri geldiğinde seyirciyi kampın durgun kasvetine dâhil ediyor, yeri geldiğindeyse gerim gerim geren bir sahneyle filmin tansiyonunu yükseltiyor. Ve ister zımba gibi bir aksiyon, ister absürt bir komedi, isterse de buz gibi bir savaş filmi olsun, her nevi senaryoda kendine ağırlıklı olarak yer bulan ‘aşk’ı cıvıklıktan uzak bir üslupla, lafı ağzında gevelemeden anlatıyor. Tüm bunların yanı sıra Kray, kendi atmosferini yaratmakta çok başarılı. Seyirciyi filme yabancılaştıran neredeyse hiçbir sekans yok.

#

YOU ARE HERE/BURADASINIZ

Paradokslar/çelişkiler, absürt deneyler, “yolda olmak”, kimlik, enformasyon, sistem, bilmeceler vesaire… Daniel Cockburn’ün filmi You Are Here cılız bir hikâyeyi takip ettiği için, söze akla getirdiği çağrışımları sıralayarak başlamak daha doğru. Kafası karışık (hatta belki de kafa karışıklığından sanatsal bir haz örmeyi vazife edinmiş) yönetmenin bu deneysel filmi, yer yer belgesel görselliğine bürünürken, yer yer bilimkurgu-macera filmlerine selam çakan ama hiçbirini adabıyla yapamayan ‘beceriksiz’ bir film.

#

MIRAL

Özellikle 2007 tarihli filmi The Diving Bell and the Butterfly’la gönüllere taht kuran Julia Schnabel’in yeni filmi, seyircilerin çoğunu hayal kırıklığına uğrattı. Meselesi olan bir film bu: İsrail-Filistin sorununu anlatmak gayesiyle yola çıkıyor. Geçmişte siyaset dolayısıyla yaşanan acı olayları görselleştirerek insanların gözünü açmayı ve dünyaya bir çözüm önerisi getirmeyi vazife belleyen filmlerden bazıları gibi Miral da, gerekli sinemasal olgunluk ve zarafetten yoksun bir film. Bunu, yer yer bir sanat eseri olmaktan büsbütün uzaklaşıp seyirciye, “Şu an bir belgesel izliyorsunuz,” diye haykıran sahneler de kanıtlıyor.

Hikâyenin kuruluğunu bilhassa kamera kullanımındaki dinamizmle gidermeye çalışan Schnabel, maalesef bunu da tam olarak başaramıyor. Hatta filmin ilk yarısında maruz kaldığımız bol keseden yakın planın ve durmaksızın sallanan kameranın birtakım seyirciyi rahatsız etme ihtimali de yüksek.

[stextbox id=”black” float=”true” align=”left”] Özellikle 2007 tarihli filmi The Diving Bell and the Butterfly’la gönüllere taht kuran Julia Schnabel’in yeni filmi, seyircilerin çoğunu hayal kırıklığına uğrattı.

Miral’la ilgili en olumlu yorumum, oyunculuklar konusunda olacak. Baba-kızı canlandıran Alexander Siddig ve Freida Pinto çok iyiler. Rollerini benimsemiş, etkileyici ve gerçekçi bir performans ortaya koymak için ellerinden geleni yapmışlar. Gene de Filistinli bir karakter olan Miral’ı Hintli Freida Pinto’nun canlandırmasını tuhafsamadığımı söyleyemem elbette.

Sonuçta Miral, İsrail-Filistin meselesinin geçmişini ve bugününü anlatmaya önem verdiği kadar incelikli bir sinema filmi olmak için de çabalasaydı bambaşka bir eleştiri okurdunuz eminim.

#

4 NİSAN PAZARTESİ


buz sesi film iksv

LE BRUİT DES GLAÇONS/BUZ SESİ

Bir önceki filmi Combien tu m’aimes? de festivalde gösterilen 1939 doğumlu Fransız yönetmen Bertrand Blier’in son filmi Le bruit des glaçons kendi kanseri tarafından ziyaret edilen alkolik roman yazarı Charles Faulque’ın absürt hikâyesini anlatıyor. Çoğunlukla kısıtlı bir mekânda -Faulque’ın evinde- geçen film, bu umulmadık ziyaretin ardından tuzla buz olmuş hayatının parçaları birleşen Charles ve Louisa’nın kendi kanserlerine karşı verdikleri akıl almaz mücadeleyi, kara mizaha da yanaşan bir senaryoyla resmediyor. Hayat, aşk, aile, mutluluk gibi kavramlara dair çıkarımlar da yapan film, elbette bu kavramlara dair taptaze laflar etmiyor, ama yerli yerinde dinamizmiyle, seyirciye sunduğu ‘güzel bir doksan dakika’ vaadine ihanet de etmiyor…

GÜLE GÜLE

Zeki Ökten’in 1999 tarihli bu güzide filmini ilk kez beyaz perdede seyretmek hoş bir deneyim oldu. İşin içinde Zeki Alasya, Metin Akpınar, Yıldız Kenter gibi usta oyuncular da olunca, söylenecek pek fazla şey kalmıyor aslına bakarsanız. Özellikle Alasya-Akpınar ikilisi bizim için öyle çok şey ifade ediyor ki, o naif performanslarını huşu içinde seyretmemek elde değil. Fakat Güle Güle, Fatih Altınöz’ün kaleme aldığı senaryoya da çok şey borçlu. Altınöz en basmakalıp mizansenlerde dahi o kadar mahir ki, film ve roman göndermelerinin ve kaliteli mizah anlayışının da katkısıyla, ortaya eli yüzü düzgün bir metin çıkmış. Zeki Ökten de bu metnin hakkını vermiş elbette.

beyoglu sinema iksv

LAST NIGHT/SON GECE

Massy Tadjedin’in yönettiği Last Night, her şeyden önce üç meşhur oyuncusuyla dikkatleri cezbediyor: Keira Knightley, Eva Mendes ve Sam Worthington. Pek çok seyirci filmde güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin, pek de kafa yormayı gerektirmeyecek bir senaryo refakatinde, işveli edalarla veya karizmatik tavırlarıyla salındığı bir film izleme beklentisine giriyor hâliyle. Ben de Last Night’ı bir “izle-unut filmi” izlemek ve unutmak için tercih ettim. Tam bu noktada, “Ne var ki büsbütün yanılmışım. Last Night bundan çok daha fazlası. Yenilikçi üslubu, dokunaklı hikâyesi ve seyirciye adeta filmin içerisinde soluk alıp verdiren atmosferiyle şüphesiz bir başyapıt,” demek isterdim.

Maalesef durum böyle değil. Last Night sadakati sorgulayan ve birine ihanet etmek için ille de ondan soğumuş olmanın gerekmediğini, hatta son derece mutluyken, her şey eskisinden daha iyi giderken, anlık duyguların ve ilkel dürtülerin etkisiyle, birini her şeyden çok arzulamanın yakıcılığıyla, insanın sadakatten fersah fersah uzaklara savrulabileceğini iddia eden bir film… Çok de heyecan verici sayılmaz, değil mi?

[stextbox id=”black” float=”true” align=”right”] “Last Night, aşk ve sadakat arasındaki bağı sorgulamak için çıktığı yolda mütevazı bir rotayı takip ediyor.”

Last Night çok kötü bir film değil, çünkü Tadjedin büyük bir hikâyenin peşinden koşmuyor. Aşk ve sadakat arasındaki bağı sorgulamak için çıktığı yolda mütevazı bir rotayı takip ediyor. Üstelik Eva Mendes ve Sam Worthington’un vasat performanslarından çıkarabildiğimiz kadarıyla oyuncu yönetimine dair özel bir kabiliyeti olmayan yönetmenin elinde iki cevher var: Keira Knightley ve Guillaume Canet. (Canet’in aynı zamanda bir yönetmen olduğunu ve son filmi Küçük Beyaz Yalanlar’ın festivalde gösterimde olduğunu hatırlatalım.) Filmi çekilir kılan da, bu iki oyuncunun uyumları ve yetkin performansları. Knightley ve Canet senaryoya bakarak kendi çıkarımlarını yapan ve performanslarını bu çıkarımlar doğrultusunda şekillendirip filmi kurtaran isimler.

Her şeye rağmen, Tadjedin’in bunun ardından çekeceği filmlere Last Night’tan kaynaklanan bir önyargıyla yaklaşmamamız gerektiğini düşünüyorum. İran asıllı bu Amerikalı yönetmen, belki de ikinci veya üçüncü filminde bizi hayrete düşürecek denli hayranlık uyandırıcı bir yapıt ortaya koyabilir…