Kan Muskaları | İnceleme

kan muskalari top

“Kim demiş Anadolu’da ejderhalar yok diye, hatta elf de var, cüce de…”

Ama burada alışıldık kılıç & büyü edebiyatı, salt kaba kuvvete bel bağlamış kaslı kahramanlar ve kendini yormaksızın şaşkına çevirecek büyüler yapan büyücüler, ya da efsanevi güzellikteki elfler, madenci cüceler yok. Kan Muskaları’nı kastediyorum. Hamit Çağlar Özdağ’ın, Tolkien’in Orta Dünya’sını kopyalamamış, tamamen özgün bir dünya oluşturmuş, Anadolu topraklarına yeni anlamlar yüklemiş toplam altı kitap olarak tasarladığı ve ilk üçlemesini yayınladığı eserini.

[stextbox id=”black”]Kahramanlarımız kimdir, kimlerdendir

Kahramanlarımız Devşirme Ocağı’nda eğitim gören, imparatorun tahtından edilmesiyle kendi hocalarının ihanetine uğrayan ve arkadaşlarının katledildiği Talebe Kıyımı’ndan sağ kurtulmayı başarmış sekiz insansı. Liderleri Urdeed, “bir çingeneydi, boynunun solunda başlayıp cepkeninin içine doğru devam eden mavi dövmesi bu gerçeği gururla vurguluyordu. …Esmerliğiyle körüklenen kaya gibi sert hatları koyu renk gözleriyle tamamlanıyor, Anstorra dirlik muhafızlarını bile sanki kelimelere ihtiyaç duymadan sindirebilecek kadar kıpırtısız bakıyordu.” Yarımelf (bana göre ise yarıelf) Mylitsi, “acuzelerin tanrısı olacak kadar uyumsuz, iri ve bir kız için fazlasıyla uzundu, boyu neredeyse han kapıları kadardı.” Dövüşlerde sırtını dayadığı Alekva ise “yeşil gözlü, sarışın bir afetti. Heykel üstadlarının nesillerce didinip elde edemeyeceği kadar narin olan yüzü, elf soyunun yaratıcısını kıskandıracak kadar kusursuz olan vücuduyla bütünleşmişti.

Cüce Dardok vardı sonra; “iki kızın istemeden havaya saçtığı baskın tezat duygusu cücenin tavırlarında can buluyordu adeta. Kendi ırkına göre uzun olan savaşçının sıra dışılığını körükleyen esas özelliği sarışınlığıydı, güneşlerden daha parlak, tayfunlardan daha şiddetli bir sarıyla bezenmişti.” Büyücü Cborrak “1.70 boyuyla on yedi inek yiyebilirmiş gibi bakıyordu. … Kısa siyah saçları ve seyrek sakalı yuvarlak suratını sıkı sıkı sarmalıyordu. Misafirler arasında en olgun duran kişi oydu, on dokuz veya yirmi yaşında olmalıydı.

Ardından Tırpıs geliyordu, “siyamis ırkının bir çocuğuydu o. Irkına “kediadamgiller” diyenler de azımsanamayacak kadar çoktu. Vücutları amansız doğanın tüylü desenleriyle kaplı, dişleri hançerlere rakip olabilecek kadar keskin ve pençelerinin tunç kalkanları yırttığı rivayet edilen ölümcül avcılardı siyamisler.” İnsan çocuğu Fislip ise “masadaki en genç kişiydi, on dördüncü yaş gününü yeni geçmiş olmalıydı. Uzun ya da kısa olma konusunda bile kararsız kalan kahverengi saçları masum dalgalarla süslenmişti.

İlk kitabın sonunda ne olduklarını göreceğimiz Kan Muskaları’nın müstakbel sahiplerinden sonuncusu ise Mikelian’dı, “hiçlik kadar siyah peleriniyle tüm vücudunu gizleyen elfin sadece başlığı açıktı. … Elf olmasına elfti ama soyunun asil duruşunu perdeleyen sinsi bakışları gözbebeklerini sarmalayıp hızlı mimiklerinde can buluyordu. … Yemyeşil gözlerinin aşikâr parlaklığı elfte renk olarak tanımlanabilecek yegâne şeydi.

Bir gece duydukları imdat çığlığı ile başlıyor yolculukları yoldaşların Anstorra’nın tekinsiz sokaklarında; attıkları her bir adım kendilerine yeni bir dost ya da düşman kazandırıyor. Artan tecrübeleri ve becerileri ile beraber, hayatta kalma çabaları yerini imparatorlarını serbest bırakma çabalarına bırakıyor. Ve sonra…

[stextbox id=”black”]1. kitap: Anstorra

anstorra kan muskalari
Künye bilgileri için tıklayın.

İlk kitap olan Anstorra’da farklı ırklardan, farklı karakterlere sahip 8 arkadaş, yaşanan Talebe Kıyımı’nın ardından verdikleri yaşam mücadelesi sırasında olgunlaşıyor, deneyim kazanıyor ve alınan acı derslerle birbirlerinden başka tam anlamıyla güvenebilecekleri kimse olmadığını öğreniyorlar. Yaşadıkları sonucunda kendilerine Kanlı Ozanlar adını veriyorlar. Yeni müttefikler kazanıyor, eski dostlarını, aşklarını ve öyküleriyle büyüdükleri efsane kişileri buluyorlar. Kayıpları da oluyor; acısını asla unutmayacakları kayıplar…

“Kız hiçbir şey olmamış gibi geri döndü, genç müşterilerse içkilerini yudumlamaya başlayıp sabırla beklemeye devam ettiler. Cborrak aklında kıvranıp duran düşüncenin rahatsızlığına dayanamayıp sordu:
“Yahu bizim bu içkileri ödeyecek paramız var mı?”
Kimseden ses çıkmadı ve tüm gözler önceden anlaşmış gibi Urdeed’e çevrildi, genç adam sakinliğinden taviz vermeden cevapladı:
“Ulrin’in cömert bir adam olduğunu umalım.”
Şişman büyücünün suratı değişmedi, kısacık bir duraksamanın ardından sakince birasını kafasına dikti ve çırak kıza seslendi:
“Bana bir bira daha!”

“Derken Urdeed çakılı kaldı öylece, adımları yere çivilenmiş, tabanı toprağa perçinlenmişti sanki. Dizleri titriyordu savaşçının, nicedir böyle korkmamış, hayatı boyunca bu denli katmerli bir dehşetle dolmamıştı yüreği, yolun sonuna mı gelmişti bilmeden? Gözlerini kırpmadan göğe bakıyordu, kuzeyden güneye hızla yol alan varlığa kilitlenmişti zihni. Simsiyah gecenin somut zifiriliğinde Urdeed’in manzarası tertemizdi, ölüme bakıyordu gözleri. Geceleri görebilmeyi ona sunan hediyesi yüzünden Şrokan’dan nefret etmek bile geçti aklından. Yerden iki yüz ayak yukarıda ömrü hayatında şahit olduğu en korkutucu şeyi izliyor, bakışlarını ondan alamıyordu.
Bir Haram cadısı…”

[stextbox id=”black”]2. kitap: Alametler

kan muskalari alametler
Künye bilgileri için tıklayın.

İkinci kitap Alametler’de Kanlı Ozanlar’ın her biri değişmekte, yeni beceriler kazanmakta, güçleri artmaktadır. Bu sefer amaçları, imparatorlarını hapsedildiği yerden kurtarmaktır. Bunun için önlerinde zorlu bir yol vardır. Fakat bu yeni edinilen beceriler ve değişimler, kendilerini ve müttefiklerini şaşırtarak bu toprakları paylaştıkları kimi iyiliğe adanmış yaratıklarca hoş karşılanmamaktadır. Kim haklı, kim haksız? Ozanlar’ın yolu iyiliğin yolu mu, değil mi? Ya bu yolda çekilen acıların karşılığını alabilecekler mi?

“Hülyaların etkisi altında, yattığı yerde çorbasını içiyordu Bakka, zihni düşüncelerinde yüzerken çorbası ılımıştı. Sihir üstadı tunçtan yapılmış çorba kasesini avuçlarının arasına alıp kısacık zamanda çorbayı fokurdattı, Delzar’a karışmasına az kaldığı halde dünyevi zevkleri tatmak yüreğini mutlu ediyordu. Yine de yaşlı burnu eskisi gibi bayram etmiyordu kokularla, içtiği mercimek çorbası tam kıvamında olsa da dilinin yetileri yaşlanmıştı. Çorbanın tarifini batıdaki küçük bir kasabadan aldığını hatırladı, uzun ömründeki ilk lezzet oydu. Biberle süslenmiş tek kaplık ziyafetten birkaç kaşık daha tadıp kaseyi başucundaki sehpaya bıraktı, içeri seslenmeden önce birkaç kere öksürecekti.”

“-Yani karşımızda gerçekten de bir cin mi var?
Genç önder sakin sözlerinin Beizaa’nın yeryüzü başına yıkılmışçasına haykırmasına sebep olacağını tahmin etmemişti.
-Sakın onun adını söyleme!
Ama geç kalınmıştı.
Urdeed’in ağzından kelimeler dökülmüştü bile. Adını duyan saf kötülük efendisinden emir beklemeden hedefine yöneldi. Bütün hızıyla koşuyor, alev saçan gözleri görülemeyecek kadar hızlı olmasını sağlayan bacaklarına yön veriyordu. Cinin hedefine ulaşması bir an bile sürmedi. Derken Kanlı Ozanlar için zaman duracaktı, hepsi aniden başlayıp sertçe esen rüzgarca yalanıyordu, gözleriyse yerden havalanıp yükselen Urdeed’e bakar halde donmuştu. Genç önder cin çarpmasının etkisiyle tıpkı diğer iki dostu gibi savrulmuş, kılıçlarını düşürmüş ve bedeni kaskatı bir halde kilitlenmişken sertçe yere çarptı.”

“Gözlerini uykudan güne açarken esnedi Targas, koskoca cüssesine aldırmıyormuş gibi ani bir hareketle yatağından sıçrayıp bastı zemine sertçe. Yapraklardan ibaretti döşeği, toprağa yakın, tabiata dosttu meskeni. Boynunu esnetti bir güzel, evinin çatısını ören uzun yaprakların sızdırdığı minik hüzmelere gülümsedi. Yavaş lakin ezberlenmiş hareketlerle pençelerini yalayıp yüzüne sürdü ardı ardına, civar yörelerden duvarlara asılmak üzere edinilmiş kilimlere bakarken sabırla temizliyordu suratını.

Bir kediadamgil, yani bir siyamisti Targas, Uzun Orman’ın halkının ormanbeyiydi.”

Ayvalık’a selam eden Vallayk Köyü:
“Duydun mu Arkun, okyanusa açılmaya gemi ararmış bu yabancılar be ya!”
“Deme be, hakikat mi bu?”
“Vay anam vay, akıllarını balıklara yedirmişler ha, gel de gülme be ya!”
“Aman aman, sen gülme Rafsan, köyün bereketi namına sen gülme de balıklar ürkmesin maviliklerin dibinde!”
“Sana mı kalmış benim ne edeceğim be kendini bilmez!”
“He ya, bak tam da kendini bilmez o, doğru dedin Rafsan, aç ağzını, yum gözünü de şu hergele alsın boyunun ölçüsünü!”
“Senin yaran niye gocundu Lakerhulu, nedir kıçında kımkımlanan?”
“Başlatma elalemin kıçından da…”
Sürdü gitti cemaatin şakayla karışık ağız dalaşı, Qinne cevap alamadığıyla kalmış, köylülerin şivelerinde kaybolup gitmişti.

[stextbox id=”black”]3. kitap: İhanetler

kan muskalari 3 ihanetler
Künye bilgileri için tıklayın.

İhanetler ile serinin ilk üçlemesi sonlanıyor. Aradan 10 yıl geçmiştir. Ozanlar, onları ilk gördüğümüz zamana göre çok farklı bir yerdeler. Dünya ikiye bölünmüş halde, son savaşa hazırlanıyor. İşin ilginç yanı, ne kahramanlarımızın tarafında saf iyilik, ne de karşı tarafta saf kötülük var. Amaca giden her yol mubahtır sözünü hatırlatırcasına iyilerle kötüler arasındaki tüm çizgiler ortadan kalkmış. Dünya kan gölüne dönecek, ama savaşın sonucunu iki ihanet belirleyecek.

“Sonunda heves her şeye baskın gelecek, eskiye ait alışkanlıklar günyüzüne çıkacaktı. Aldı Mylitsi eline sazı, vurdu Urdeed kopuzun teline, verdi nefesi Cborrak tulumun gözüne! Parmaklar tellerde uçuşuyor, ağıtlara yakışan buruk kopuz sesi bağın yüreğine sırnaşıyordu. Mylitsi’nin sazının beş teli beş ayrı türkü tutturup ahenkle söylemeye başlamıştı sanki, Cborrak’ın congalasının fırça darbeleriyse resmin gök kısmını boyuyordu adeta. Bazen tiz bir sesle zırlıyor, bazen de savaş boruları gibi heybetle çığırıyordu tulum, efendisinin yüzüyse çoktan kırmızıya kesmişti.”

“Tomarı yerine koydu Ermiş Erust, tanrılar, faniler, Gücün Efendileri, cadılar ve daha nicesi savaşa tutuşmuştu işte; üzülmenin faydası yoktu. Kan nehir olmuş akıyor, canlar birer birer sürülüyordu diyardan. Ne için?
İşte Erust bundan yana dertliydi ya, cevabı da bilmiyordu ne yazık ki. Şrokan’ı uyandırmaksa mevzu, Harp Hüdası ayıldığında bitecek miydi savaş? Kini dinmiş halde mi kalkacaktı Şrokan, silahlarını kınlarına sokup öyle sakince müritlerine mi sarılacaktı? Son savaş diyordu herkes Sessiz Topraklar’ın sınırındaki çatışmaya lakin Erust bu fikri benimseyememişti bir türlü.”

“Adı Avrai, memleketi Kaula’ydı. Doğumundan beri tenine zerk edilen büyülü boya sayesinde yeryüzündeki en koyu siyahla kaplanmıştı bedeni. Karanın en derin sonsuzluğuyla sarmalandığından emindi. Dilini dudaklarına sürdü, vücudunu işleyen dövme iğnesinin alt dudağında bir küpe gibi saplı beklediği yeri okşamıştı hevesle. O an ağzı açılmış lakin aleme siyah dışında başka bir renk görünmemişti. Ağzının içi, avuçları, tırnaklarının altı, kalçalarının arası, dişiliğinin derinleri ve hatta göz ayaları bile karaydı Avrai’nin. Dişler ne yazık ki boya tutmuyordu, bu sebeple çocuk yaşta sökülürlerdi tek tek. Belki de bu sebepten acıya dayanıklıydılar, en büyük ızdırabı gözleri dövme iğnesiyle delinirken çekerler, o günden sonra gerçek bir ‘valana’, yani siyahın çocuğu olurlardı. Bir de renkli gözlü doğan talihsiz tohumlar vardı tabii, eğer siyahı zerk eden dövme işleminden kör olmadan çıkarlarsa hayatta kalmalarına izin verilirdi. Aksi durumda kaderleri ışıksız bir mezarda memat gelene dek yatmaktı. Kaulalıların bedenlerinde tek nokta bile dövme iğnesinden kaçamazdı, ezelden beri gelenek böyle gelmiş, ebede de bu şekilde gidecekti.”

“Hoş geldin yiğidim” dedi Lala Torunog, irfanı zırhından zor görünen gözlerinde şakıyor, dişlerini göstere göstere gülümsüyordu.
“Hoş bulduk lalam, özledik dağı, özledik sizleri.”
Kısa kesti Korlat yanıtını, babasını bekletmek istemiyor, tüm halkının yüreğinde devinen soruyu bir an önce yanıtlaması gerektiğini biliyordu. Nöbetçileri geride bırakıp yürümeye koyuldu yolcular, Lala Torunog da onlarla birlikte inecekti koyağa. Beş yolcunun gelişi dilden dile aktarılıp mihracenin höyüğüne dek taşındı, koyağın cüceleri bir yandan sevinçle dolmuş, meraksa yüreklerinde yaramaz bir çocuk gibi koşmaya başlamıştı. Korlat’ın getirdiği haberi bekliyordu herkes, Gümüş Dağlar’ın cücelerinin kaderi yatıyordu racanın dilinde.”

Kara kavuklu Haram Cadısı Docel’in andı:
“Ben Docel, şerri kovmaya, Rybsar tohumlarını avlamayadır andım. Küreyle hükmedecek, vicdanımla adaleti baki kılacağım. Eğer gün olur düşmandan korkarsam kendi dişlerim etimi kemirecek, dermansız parmaklarım gözlerimi oyacak, deva benden fersahlarca uzak olacaktır! Yeryüzü benden korksun, Haram adı yürekleri kavursun, alem Rybsar’a ebede dek kapalı kalsın!
Andımdır ki, ben Docel, yeryüzünde yürüdükçe şer tohumlarını canlı bırakmayacağım.
Kardeşlerim bana, ben kardeşlerime aidim.”
Sözler bir yıldırım gibi çaktı alemde, kule inledi, gök gürledi, yer selamını kıpırdanarak iletti. Yeryüzü Docel’in yeminini ciddiye almış, küre şefkatini yeni Haram Cadısı’na sunmuştu.

[stextbox id=”black”]Şimdi yorumlarım

Yukarıda Kan Muskaları’nın altı kitaptan oluşacağını söylemiştim. Fakat bu ilk üçleme 4. kitaba herhangi bir soru işareti bırakmaksızın sonlanıyor. Bundan da, ikinci üçlemenin son savaştan bir süre sonrasında ve yeni karakterlerle karşımıza çıkacağı sonucunu çıkarabiliriz.

İlk kitabın başından son kitabın bitiş cümlesine kadar aynı şeyi düşündüm: Bu eser yurtdışına açılmayı hak ediyor. Hamit Çağlar Özdağ, eserinde doğu ve batı kültürlerini mükemmel biçimde harmanlamış. Karakterler öylesine sağlam ve canlı ki, ne nargile içmelerini, tespih çekmelerini ya da mercimek çorbası içmelerini yadırgıyorsunuz, ne de yaptıkları büyüleri veya dillerinden düşmeyen küfürlü konuşmaları. Cümleler, tasvirler de böylesi bir destana layık olduğu üzere şiir havasında yazılmış. Bunu nasıl sağladığını Özdağ’ın kendi cümlelerinden okuyalım:

“Yazarken dilin zenginliğinden faydalanmak bana keyif veriyor. Mesela kötü anlamını içeren bir sürü kelimeyi özenle serpiştiriyorum cümlelere: Melun, lanet, bela, illet, çiğ, afet, felaket, musibet, meymenetsiz, mendebur, gudubet, habis, kansız, acuze, gaddar, kem, şer, fena, nemrut, bed, şom, meşum, beis… Mesela yeri geldiğinde mezar yerine gömüt, sin, kabir, metfen, makber ve kümbet de diyorum.” Kitaplardaki dil zenginliği ile ilgili olarak verdiği örneklerden ve yukarıda yaptığım alıntılardan da anlaşılacağı üzere karanlık bir seri bu.

[stextbox id=”black”]Son söz…

Özdağ ile sohbet etme fırsatım da oldu geçtiğimiz günlerde. Böylesi bir destan için epey bir birikim gerekiyor. Kendisinin birikimini sordum. Ortaokuldan beri FRP oynadığını ve bol bol Türk yazarlardan okuduğunu söyledi. FRP haliyle zengin bir hayal gücünü de beraberinde getiriyor. Kendisi ayrıca, tanıdığım insanlar arasında rüyalarını kâğıda dökecek kadar uzun süre hatırlayabilen nadir kişilerden sanıyorum. Yakında farklı bir yayınevinden bir öykü kitabı çıkacak, o zaman gerçek bir röportaj yapmayı düşünüyorum.

Ve gerçekten son söz ve merak edenlere müjde: Kapaklar ikinci baskıda değişebilir.