Leibowitz İçin Bir İlahi | İnceleme

leibowitz icin bir ilahi top

“Leibowitz İçin Bir İlahi” Walter M.Miller Jr. tarafından yazılan, 1960 yılında ilk kez basılıp 1961 yılında Hugo Ödülü’nü kazanmış bir eser. Artık kitabın bir Hugo kazananı olduğunu bildiğinize göre kitap hakkındaki beklentilerinizi yükseltmeye başlayabilirsiniz. Zaten endişe etmenize pek gerek yok, çünkü hayal kırıklığına uğramanız bir hayli güç.

Kitap Fiat Homo, Fiat Lux, Fiat Voluntas Tua isimli üç bölümden oluşuyor. Aslında kitabın bölümleri ilk olarak birbirinden bağımsız olarak dergilerde basılmış. Yazar sonradan Fiat Voluntas Tua bölümüne dönüşecek olan The Last Canticle isimli hikayeyi yazarken, üç hikayeyi tek bir kitapta toplama kararı almış ve bazı ufak değişikliklerle üç hikayeyi(novella) tek bir kitapta birleştirmiş.

Kitabın her bölümünün kendi içinde vermeye çalıştığı ayrı bir mesaj ya da daha doğru ifade etmek gerekirse işlediği bir tema var. Bu temayı daha iyi anlayabilmek için yazarın daha önce yayınlanmış bir kısa hikayesinden (The Ties that Bind) bir kısım okumakta fayda var. Çünkü kitabın temasıyla birebir örtüşüyor. Alıntı şu şekilde;

“All societies go through three phases…. First there is the struggle to integrate in a hostile environment. Then, after integration, comes an explosive expansion of the culture-conquest… Then a withering of the mother culture, and the rebellious rise of young cultures.”

Alıntıyı yaklaşık olarak şu şekilde çevirmek mümkün.

“Bütün toplumlar üç evreden geçerler… İlk olarak düşman bir ortamla bütünleşme çabası vardır. Bütünleşmeden sonra, kültürün patlayıcı yayılması gelir- fetih… Sonra ise ana kültürün solması ve isyankar genç kültürlerin doğuşu.”

Miller kitabında bu 3 evreyiı ve bu 3 aşamanın olası sonsuz döngüsünü kitabındaki 3 bölümde işlemiş.

Kitaba tekrardan dönelim. Maceramız Alev Tufanı olarak da bilinen nükleer bir savaş sonrası Utah yakınlarında bir çölde kurulan bir manastırda başlıyor. Yalnız şöyle bir gariplik var ki bu manastırın tek varlık gayesi insanlığa ait olan bilgi mirasını korumak. İlk bakışta dini bir tarikat için sıradışı bir amaç gibi gözükse de ilerleyen sayfalarda dünyanın o anki konumunu daha iyi anladıkça tarikatın varlığının ya da tarikatın üstlendiği misyonun ne kadar elzem olduğunu rahatlıkla anlıyoruz.

İlk sayfalarda Alev Tufanı’ndan sonra dünyanın nükleer silahların kullanımından dolayı büyük oranda çölleştiğini öğreniyoruz. İnsanlığın açlık, sefalet, mutasyonlarla mücadele ettiği bu Karanlık Çağ’ı olduğundan daha da kötü yapan belki de tek şey insanlığın bu duruma verdiği tepki. Bu dönemde insanlık yıkımından dolayı kendisini suçlayıp öz eleştiri yapmak yerine suçu bilime ve bilimin gelişmesine ön ayak olan kitaplar ve bilim adamlarına atmayı tercih ediyor. Okur yazar olmanın bile suç sayıldığı bu dönemde insanlar bulabildiği bütün kitapları yok etmeye başlıyorlar. Zaten bu olaylar silsilesi de Leibowitz tarikatının kurulmasına ön ayak oluyor. Leibowitz insanlığı kendi kendisinden kurtarmaya karar veriyor ve bulabildiği bütün kitapları, yazılı eserleri kurtarıp çoğaltmayı gaye edinen tarikatını kuruyor.

leibowitz icin bir ilahi
Künye bilgileri için tıklayın.

Kitabın Fiat Homo(İnsan Olsun) isimli ilk bölümü yukarıda bahsi geçen nükleer felaketten yaklaşık 600 yıl sonra başlıyor. Kitabın ilk bölümü biraz üzücü hatta yürek parçalıyıcı. İnsanlık kendi sebep olduğu Nuh Tufanı’nı atlatmayı başarmış ama bu küçük zafer pek ucuza mal olmamış açıkçası. Radyosyonun sebep olduğu çoraklaşma yüzünden insanlar çok az ürün yetiştirebilmekte ve hemen herkes açlık tahlikesiyle karşı karşıya. Aradan geçen onca zamana rağmen halen daha mutasyonlu çocuklar dünyaya gelmekte ve okuma yazma bilen insan sayısı çok az. Daha da kötüsü Leibowitz tarikatının rahipleri kitapları kopyalayıp çoğaltıyorlar ama içerikleri hakkında en ufak bir fikirleri dahi yok. Tarikatın kurucusunun yazmış olduğu alışveriş listesi, bir temel bilimler kitabından çok daha önemli olabiliyor rahipler için. Cehaletle savaşmayı amaçlamış bir topluluğun cehaletiyele yüzleşmek biraz şaşırtıcı hatta sarsıcı bir deneyim oluyor okur için. İlk bölümde bu trajikomik durumlar ya da kara mizah diye tarif edilebilecek durum ağırlığını bir hayli hissettiriyor. Gerçi bütün olumsuzluklara rağmen rahipler asla umudunu kaybetmiyorlar. Gelecekte insanların kitapları kullanabileceğini umarak kitapları canla başla koruyup çoğaltmaya çalışıyorlar. Hiç göremeyecekleri bir gelecek için tohumlar eken tarikatın hayatta kalma savaşı diye özetlenebilir ilk bölüm.

Fiat Lux (İnsan Olsun) isimli ikinci bölümde ise yüzyıllardır beklenen ikinci Rönesans sonunda yavaş yavaş da olsa gerçekleşmekte. Tarikat üyeleri artık çoğalttıkları kitaplar üzerinde düşünmeye başlamışlar ve insanlık eski buluşlarını yeniden keşfetmekle meşgul. Bu olaylarla eş zamanlı olarak da insanlar kabile topluluklarından şehir devletlerine geçmiş durumdalar ve ikinci bölümde politika yavaş yavaş işin içine girmeye başlıyor ve olası bir kilise devlet çatışması sinyalleri veriliyor.

Fiat Voluntas Tua (Tanrının İstediği Olsun) isimli son ve bana göre en güzel bölümde ise insanlık, sonunda günümüzdekine yakın hatta daha da gelişmiş bir teknolojik seviyeye ulaşmış durumda. Bu bölümde yazar ötenaziyi kullanarak bilim ve din savaşını çok özgün bir biçimde işlemiş. Bu kısımda güzel olan yazarın herhangi bir tarafı haklı göstermeya çalışmaması. Kendi argümanlarını gayet makul bir şekilde savunan bir doktor ve rahibi kullanarak yazar fikirlerini belirtmiş. Kazanan bir taraf yok ama önemli olan da bu değil zaten. Siz kitabı okurken durup düşünmek zorunda kalıyorsunuz ve bence yazarın asıl amaçladığı da bu. (Bu bölümü okurken yazarın intihar ettiğini aklınızda bulundurun bence.)

Son kısımda ayrıca yazının başında da belirttiğim medeniyetler doğar, büyür, gelişir ve kendini yok eder argümanının doğruluğu ya da kaçınılmaz olup olmadığı sorgulanıyor. Bu bölümde cevabını beklediğimiz soru ise şu: Nükleer silahlarına kavuşan insanoğlu bir kez daha kendi kendini yıkımın eşiğine getirecek mi? Bir Battlestar Galactica hayranı olarak bu bölümden inanılmaz keyif aldığımı belirtmem lazım. Bölümü okurken aklıma sürekli “All of this has happened before and it will all happen again.” sözü geliyordu. Kitabın finali beni fazlasıyla tatmin etti beklediğimi ve hatta daha fazlasını buldum diyebilirim.

Kitabın eksik ya da kötü bir yanı yok mu peki? İlk kısım için biraz sıkıcı ya da durağan diyebilirim. Belki biraz sıkılabilirsiniz okurken ama tavsiyem sabretmenizdir. Zaten ikinci ve üçüncü bölüme geçtikten sonra sıkılmanız bir hayli zor. Çünkü sürekli düşünmek, yazarın argümanlarını sorgulamak, karşı argüman oluşturmak veya en basitiyle taraf seçmek zorunda kalacaksınız.

Şöyle bir durum var yalnız, kitap genel olarak Katolik Kilisesi manastırında geçtiği için karakterlerin çoğu papaz ya da din adamları. Bu sebeple İncil’den alıntılar ve Latince cümleler havada uçuşuyor kitap boyunca. Yayınevi elinden geleni yapmış ve bu Latince cümleleri cevirmiş ama çoğu zaman bu yeterli olmuyor, bana yetmedi en azından. Kitap boyunca zaman zaman rahipler sanki kendi aralarında konuşuyorlar, bense dışardan bakıyorum gibi hissettim. İncildeki hangi ayetten, hangi kıssadan ne sebeple bahsettiklerini zaman zaman anlayamıyordum ben. Bir yerlere gönderme var da ben kaçırıyorum hissi zaman zaman oluşuyordu bende. Bu yüzden arada kitaptan dışlanmış gibi hissetmeniz mümkün.

Üzerinde gerçekten düşünebileceğiniz bir şeyler okumak istiyorsanız şans verebileceğiniz bir kitap “Leibowitz İçin Bir İlahi”.