Ozanın Şarkısı | İnceleme

ozanin sarkisi top

“İnsanoğlu savaşmayı bir erdem zanneder ve ölümü de karanlık. Ama bilmezler ki ölüm bir dosttur bize hayatla sunulan, savaş ise karanlıktır gözleri boyayan.”
Göktuğ Canbaba

Türk geleneğinde fantastik öğeler olarak adlandıracağımız türün başlangıcı genellikle Orta Asya’ya dayanır diyebiliriz. Oğuz Kağan’dan Gılgamış’a, Ergenekon’dan Alper Tunga’ya kadar birçok destan sayabiliriz. Üç aylıkken konuşan, altı aylıkken yürümeye başlayan ve iki yaşındayken ava çıkan o gözü pek delikanlıların özellikle evleneceği kızları bulma kısmı da en etkileyici anlardır…

Aslında bu destansı masalları bir kenara bırakırsak türün bizim ülkemizde kendisine ait bir yer etmesi hala daha tam anlamıyla olgunlaşmış bir meyve değil. Her ne kadar 1769 yılında Giritli Aziz Efendi’ye ait olan Muhayyelât-ı Aziz Efendi’nin Türk tarihinde yazılmış olan ilk fantastik metin olarak geçse de günümüzde bunun olguları görülmüş değil. Şu anda birçok kitapçıda fantastik edebiyat türünün tanınmaması, bu türdeki kitapları genellikle çocuk masalları reyonlarında ya da dünya edebiyatı bölümlerinde rastlanılması işten bile değil.

İşte böyle bir durumda bile ülkemizde ciddi anlamda yer etmiş ve edebi nitelik taşıyan eserler yazılmaya, yaşatılmaya devam ediyor. Özellikle kendi dünyasını yaratıp kendi karakterleri ve ırkları ile yeni bir evren yaratan yazarlarımızın az sayıda olması bizleri her ne kadar üzse de yavaş ve temkinli adımlarla karşımıza gelmeleri bu duruma tezatlık oluşturmakta…

Bunlardan, kendi dünyasını oluşturmuş ve kendi ırkları ile tamamen yeni bir evrenle karşımıza gelmiş yazarlarımızdan biri de Göktuğ Canbaba. Yazının devamında bahsedeceğimiz kitabı ise Haziran 2007 yılında çıkmış olan Kuzey Kıtalar Efsaneleri’nin ilk kitabı; Ozanın Şarkısı.

Ozanın Şarkısı, Göktuğ Canbaba’nın ilk kitabı. Kitabın en güzel yanlarından biri başta bahsettiğim tamamen yeni bir evren örgüsü. O bildik dünyadan çıkıp yazarın kendi hayalinde yaratmış olduğu dünyayı gezmek insana apayrı bir heyecan katıyor. Elbette her hikâyenin, her kurgunun kendine ait has bir güzelliği, bir çekiciliği var. Lakin bizim türümüzde bunların en başında yeni bir evren devreye girdi mi tabiri caizse tadından yenmiyor.

Şimdi biraz da Ozanın Şarkısı’ndan bahsedelim. İsimle başlamak istiyorum öncelikle. İngilizceye çevirdiğimiz zaman artık frp dünyasının istiklal marşı olarak görülen ünlü grup Blind Guardian’ın efsane şarkısı “The Bard’s Song” anlamına geliyor. Garip olan bunu kitabı bitirdikten sonra fark etmiş olmam. Arkadaşlar arasında konuşup kitabın özetini geçerken bir anda aklıma gelip ağzımdan çıkmış sözcüklere kendim de şaşırmıştım. Bu hoş tesadüfün kitaba daha da çekicilik kattığına değinmeden geçmemek gerek.

Fakat beni asıl bu kitaba çeken isimle paralel giden konusu oldu. Çünkü gerçekten Ozan Galenar’ın şarkı söylemesiyle başlıyor hikâyemiz. Birkaç yol arkadaşının başından geçen olağanüstü maceraları konu alıyor diyebiliriz kısaca. Bu yol arkadaşları birbirlerinden tamamen farklı kişilikler olarak çıkıyor karşımıza. Her biri aslında kendisini arıyor bu yolculukta. Kendi geçmişlerine iniyoruz kitabı okurken, onlarla birlikte görüyoruz gerçekleri. Yolculukları devam ettikçe onların kendilerini buluşlarını gözlemliyoruz…

Künye bilgileri için tıklayınız.
Künye bilgileri için tıklayınız.

Peki kim bu yolcular? Nedirler ne değildirler? Hepsini az sonra kısa şekilde özet geçeceğim. Benim ilk dikkatimi çeken, zaten en başta da anlatılan Kızkardeşler’in öyküsü. Kızkardeşler dediğimiz olay aslında gündüz ve gece. İşte hikâyede ilk olarak gündüz ve gecenin oluşumunu anlatarak başlıyor. Beş kızkardeşin çektiği çileyi, insanların onlar için tuttukları yası ve asıl karakterlerimizden biri olan Eryns’in onlar için üzülmesiyle giriş yapıyoruz hikâyeye…

Eryns; Kiralan adlı büyücülük dersleri verilen bir adada tam olarak altı yıl eğitim görmüş, bunun sonucunda toprağın ve değişimin simgesi olan kahverengi cüppeyi giymeye hak kazanmış bir büyücüdür. Adada geçirdiği yıllar boyunca yaşadıklarını düşünüp adadan ayrılmaya karar vermesiyle yolcuğa başlıyoruz.

Sonrasında bir yarı-kan olan Flarian ile tanışıyoruz. Yarı-kan denilen bu ırk, orman kişileri ile insanların birleşmesi sonucu doğanlardır. İnsan olmadıkları zarifliklerinden ve vücut yapısı ile giyiniş tarzından direkt olararak belli olur. Flarian bu serideki ikinci önemli karakterimiz diyebiliriz. Genellikle baştan sona ağırlıklı olarak Eryns ve Flarian’ın etrafında döndüğünü görüyoruz olayların. Özellikle Flarian’ın geçmişine dikkat edin diyerek bu konuda daha fazla bilgi verip olayın tadını kaçırmamak adına sessizliğimi koruyup diğer karaktere geçiyorum.

Bu sefer bahsedeceğimiz karakterimiz ise yaşlı druid olan Marlas’ın yağmalanmış bir kervan yolunda kardeşi ile bulduğu İnya Yıldıztozu. Kendisiyle oldukça barışık ve dünyaya barışçıl şekilde bakan İnya, Kuzey Kıtalar’ın kuzeyinde bulunan Sisli Ormanlar diye adlandırılan ormanlarda yaşıyor. Serüvenimize biraz sonradan katılsa da aslına ne kadar önemli bir rol oynadığını ve gruba neşe kaynağı olduğunu belirtmeden geçmemek gerek.

Ve son olarak asıl karakterlerimizden olan Thalian Narwen Sul’den bahsedelim. Bu karakterimiz de bir Arbex İzleyeni. Arbex; onurun, adaletin, iyiliğin temsil edildiği bir tanrıdır ve Arbex İzleyeni dediğimiz bu kişiler kendisinin yolunu benimsemiş ve onun izinden giden, yaptığı her türlü işi ilk olarak tanrısına göre değerlendiren kişilerdir. Thalian’da aynı Eryns gibi Kutsal Kale adı verilen bir yerde izleyen olmak için eğitim görmüş ve yine Eryns gibi artık kendi yolunu bulmasının gerektiğine kanaat getirerek yolculuğa çıkma isteğiyle dolmuştur. Böylece onun da diğer yolcularımız arasında yerini alana kadar ki maceası başlamış bulunmaktadır.

Bu kısa bilgilerle beraber asıl karakterlerimiz hakkında az da olsa bilgi sahibi olmuş olduk. Tabii sadece bu kadar mı diyeceksiniz? Pek tabii hayır. Arada çok farklı ve kesinlikle es geçilmemesi gereken birçok karakter var. Örneğin Liirin, Culhab ve Nothna, yolcuların birleşmesinde önemli rol oynayan Buzkan, Thelisis, benim en sevdiğim karakterlerden birisi olan Ujilaf, kötünün de kötüsü olan kraliçe Shavaleian ve daha şu anda aklıma gelmeyen birçoğu…

Kurgu ise daha çok yolcuların kendilerini tanımaları için yola çıkmaları fakat sonrasında planlarının o yolculukta yaşadıkları deneyimler ile değişikliğe uğrayıp kaderlerinin aynı yerde bulunmasıyla devam ediyor oluşu aslında… Hatta son bölümlerde kendilerine bir isim bile alıyorlar. Peki bu isim ne mi? Eh, o da romanı okumaya başladığınızda göreceğiniz bir bilgi. Her şeyi söyleyip işin sürprizini kaçırmamak lazım değil mi..?

Biraz da kitabın çıkmış olduğu yayınevinden, yani Ankira’dan bahsedelim. Ankira maalesef artık yayın hayatına devam etmeyen bir yayınevi. Yayınevinden daha çok Boğaç Erkan’ı görememek üzüyor beni. Tek cümle ve iki kelimeyle “Helal olsun.” denecek bir adamdır çünkü kendisi. Tek başına bir yayınevini kurup ciddi anlamda şu anda ülkemizde büyük bir kitle tarafından heyecanla takip edilen serileri dilimize kazandırmak bunun yanında böyle bir kitabın çıkışına sebep olmak takdir edilecek bir durum. Keşke devam etseydi de çıkacak ikinci kitabı da bu yayınevinden görebilseydik.

Gelelim beğenilere ve eleştirilere… Göktuğ Canbaba’nın cümleleri bağlayış tarzına hayran kaldım diyebilirim. Nedeni ise cümle başlangıçlarındaki o sanki sonu bağlanamayacak duruş fakat hemen ardından bu düşünceyi tamamen çürüten mükemmel bir nokta. Gerçek anlamda kendimi ne kadar da zorlarsam zorlayayım asla başaramayacakmışım gibi gelen cümle kuruluşları ile bayağı bir imreniyor insan. Ayrıca taklitçilik olayından da sakınması ve bizi bir an olsun, “Şurası sanki şu kitaptaki, şu bölüme benzemiş.” düşüncesi içerisine sokmaması, ilk kitabı olmasına rağmen ne kadar ustaca bir iş çıkardığının kanıtı.

Ozan Galenar’ın anlatışa başlayışı ve bitirişi ile tamamen bildiğiniz bir şarkı dinlemişiz hissiyatı alıyoruz. Sanki gerçekten de bir hana gitmişiz ve oraya bir ozan gelmiş de bize bir hikâye anlatıyormuş gibi… Sonundaki bitiriş ve kapanış ise insanı daha da meraklandıran, hani ilgisini çekmeyen bir insanın bile sırf oradaki meraktan devam kitabını okuyacakmış izlenimi veriyor.

Ama tabii her ne kadar sevilse de birkaç eleştiride bulunmadan geçemeyeceğim. İlk olarak yazı karakterlerinin boyutlarından dem vurmak istiyorum. Bir kitabın okunmasını kesinlikle zorlaştıracak boyutlarda yazı boyutunun kullanılması ister istemez okunurluk hanesine eksi bir sayı yazmakta. Sayfaları daha az tutmak için midir yoksa başka sebepten midir bilinmez ama bu kadar küçük puntoların kullanılması bence yanlış bir seçim olmuş. Özellikle okuduğunuz bir kitabı bitirdikten hemen sonra bu kitaba geçtiğinizde aradaki punto farkı kendini hemen belli ediyor…

Birkaç mantık hatasına da rastladım. Aslında mantık hatası demek yanlış bir ifade olabilir. Daha ziyade sürükleyiciliği bozan ya da rahatsız eden birkaç durum gördüm. Örneğin kırkıncı küsur sayfalarda Flarian’ın yiyecek bir şeyler hazırlandığı söyleniyor ve daha sonra hiçbir şey olmamışken, “Hemen hazırlanıp yola koyuldular.” gibi bir cümle geçiyor. Elbette hazırlanmak ifadesinin içerisinde kahvaltılarını etmek de dâhil edilebilir fakat “Kahvaltılarını yaptıktan sonra hazırlanıp…” ya da “Yemeklerini yedikten sonra hazırlanıp yola…” diye devam etse sanki bütünlük açısından okunurlukta daha hoş bir tını bırakabilirdi. Aynı şekilde rahatsızlık veren durumlardan birisi de çok fazla birbirlerine sarılma bunun yanında şaşırma ünlemlerinin gözükmesi. Hani sarılma olayının biraz fazla dikkat çektiğini bir süre sonra fark ediyor insan. Farklı bir şekilde kullanılsaydı ya da o kadar çok yakınlık gösterilmese daha mı ukala bir tavır gibi gözükecekti, o da çok ayrı tabii. Romanın süregelen kurgusuna göre baktığımız zaman bazen bizim düşündüklerimiz, şu anda olandan çok daha kötü sonuçlar doğurabilir diyerek bu faslı da geçiyorum.

Kitabın editörlüğünü Doğanay Yola ve Boğaç Erkan, redaksiyonunu ise Can İbanoğlu ve Umut Cepken üstenmiş. Editörler işlerini ellerinden geldiğince iyi yapmış. Çok fazla eksiklik yoktu. Kapak da bir şahaneydi hani… Ünlü illüstratör Kerem Beyit’in ellerinden çıkma bu kapağın eminim okunma payındaki oranı etkilemiştir.

İşte öyle böyle derken bu kitabı da bitirmiş olduk. Göktuğ Canbaba yakın zamanlarda yeni kitabıyla ve farklı bir kurgusuyla karşımızda olacak. Şu anda daha fazla ayrıntı yok ama kitap için görsel hazırlayan Ertaç Altınöz’ün söylediklerine bakılırsa, kemerlerimizi sıkıca bağlayıp heyecanla beklememiz gerek!

Ayrıca Kuzey Kıtalar Efsaneleri’nin devamı ne zaman gelecek bilinmez fakat çıkacağı konusunda da şüphem yok. İnanıyorum ki Ozan Galenar akşam olunca bambukasını tekrar eline alıp bizim efsane savaşçılarımızın türkülerini söylemeye devam edecek…

Kitabı beğenmeniz ve en az benim kadar heyecanla okumanız dileğiyle,

İyi okumalar…