Yemin ve Öç | İnceleme

yemin ve oc top

“Edilen bir intikam yemini ve sonrasında gelişen macera…” Sanırım bana bu kitabı tek cümle ile özetle derseniz size bunu söylerim. Çünkü olayın başlangıcı ve sonrasında vuku bulan maceranın dile getirilebilecek en yalın hali bu kanaatimce. Fakat içeriği bir o kadar zengin, bir o kadar sürükleyici…

Yemin ve Öç, M. İhsan Tatari adlı yazarın, bir öykü seçkisi için yazmış olduğu kısa hikâyeden ibaretti ilk başta. Ve sonrası ise tamamen fantastik denebilecek bir zaman dilimi içerisinde, şu an sadece hayal meyal hatırlayabildiğim, sarhoşluğundan anca kurtulabildiğim anılardan ibaret. Çünkü, yazarın kendisi aşağıda belirtiyor ama, ben bile şaşkınlıkla izledim kitabın basılı hale kadarki geliş sürecini. Oysa sadece bir bölümlük öyküydü, sonra çok beğenildiği için aynı seçkide yeni bir devam öyküsü gelmişti. Sonra…

Sonra bir baktık e-kitap halini alıyor bu kısa ama kocaman bir dünya barındıran macera. Ve e-kitabı çıktı, birçok olumlu yorum geldi. Sonra okuyucular arasından biri çıktı, ben böyle değil şöyle okumak istiyorum, dedi. İlk başta sadece güzel bir düşünce elbet dedik, çünkü ötesi görünmüyordu ufukta. Ama bunu söyleyen kişi ısrar etti, destek oldu. Tam önümüzde uzanan ve ucu bucağı belli olmayan yolun kapısını araladı. İlk başta o kapıdan sızan ışık ile gözlerimiz kamaştı, bir süre açamaz olduk. Fakat yavaş yavaş alıştık ve o ışıkla birlikte içimizde bir umut yeşermiş oldu.

Acaba?” dedik. “Acaba olabilir mi?..

Biz böyle düşünürken bir yandan kitabın basım hazırlıkları, diğer yandan gelen inanılmaz yardımlar ve emin olun hâlâ daha tam olarak çözemediğim ve benim için her zaman sihirli bir dönem olarak kalacak zaman içerisinde her şey tamamlandı. Artık içimizdeki umut filizlenmiş ve hızla büyümeye başlamıştı. Bu esnada daha büyüyemeden kuruyacak mı acaba diye düşünürken, kapıyı aralayan ve yolumuzu açan kişiden bir cevap geldi. “Kitap basıldı arkadaşlar. Ne zaman alıyorum imzalısından bir tane?!

Sevgili İhsan’ın o anki duyguları ilk başta da belirttiğim gibi aşağı kısımda yazıyor ama ben halen inanamıyordum. Çünkü kitaplar ilk olarak sahibine, yani yazarına gitti. Ondan aldığım ilk izlenimler, filizlenmiş olan kökleri dallandırıp budaklandırmıştı. Çünkü küçücük bir öykü koskocaman bir kitap haline gelmişti…

Ve nihayetinde kitap elime geçti. O paketi ilk açış, kitapları göz ucuyla ilk görüş, sonra ilk dokunuş, kokusunun tek nefesle içime çektiğim ilk an…

Biliyorum biraz garip anlatım oldu ama gerçekten öyle. Hani ilk çocuğunu eline alır ya insan, o duyguyu yaşadım sanki… Kayıp Rıhtım‘ın ilk e-kitabından sonra aynı kitap ile ilk basılı halini görmem emin olun benliğimde tarif edilemez duygular yarattı.

Acayip duygusal geçen birkaç paragrafın ardından kafayı şöyle bir sallayıp kendime geliyorum. “Kendine gelsene, burada kitabın sende yarattığı etkiden insanlara ne? Sen görüşlerini yaz geç.” diye bir içses duyuyorum ve hemen tepeden tırnağa silkinip kısaca olumlu ve olumsuz eleştirilerime geçiyorum.

yemin ve oc
Künye bilgisi için tıklayın.

Öncelikle kitap Unutulmuş Diyarlar evreninde geçiyor. Fakat bu evrenin kitaplarını okumamışsanız ya da adını bile duymamışsanız sakın dert etmeyin! Çünkü yer isimleri haricinde tamamen orijinal bir kurgu sizleri bekliyor. Evrenin içerisinde geçen bir karakter (ki bu Harkle Harpell oluyor) dışında -o da sadece kitaba eğlence katsın diye- her şey farklı bir kurgu ve zemine dayanıyor. Ben kendi adıma Unutulmuş Diyarlar‘ın sadece ilk serisini okumuş biri olarak zerre kadar yabancılık çekmedim ki bir kez daha tekrar ediyorum sizler de çekmeyeceksinizdir…

Bunun dışında kitabın en beğendiğim yanlarından biri hemen ikinci sayfada maceraya başlıyor olmamız. Hani ilk başta kısa ama yeterli bir özet sunulup hemen maceraya geçiş ile direkt olarak bağlanıyorsunuz kurguya. Zaten yazarın sade ve yalın bir dil kullanması ile cümlelerde adaptasyon sorunu yaşamıyorsunuz. Brann adlı barbar ve Korban adlı cücenin buluşması ve daha sonraki asıl maceraları ise gecikmeden karşınıza çıkıyor.

Bana sorarsanız bu kitabın en güzel yanı, sanırım fantastik edebiyat türünün bu kısmını seven okuyucular için inanılmaz bir his yaratması. Çünkü okurken kendinizi adeta üçüncü bir yoldaş olarak ikilinin yanında buluyor ve onlarla birlikte kah eğleniyor kah duygulanıyorsunuz. Yazarın bu konudaki başarısı ve okuyucu üzerinde gösterdiği etki takdire şayan gerçekten.

Şimdi kılıçlı kalkanlı, bir evren tabanı kullanılarak yazılan hikâye olunca daha önceden okuduğumuz seriler ile benzetme yapılmaz mı? Yapılır elbette! Ama kötü anlamda ya da benzeri olmuş manada değil, tam tersine o türü de düşündükçe daha da keyif alasınız diye…

Benim aklıma ilk başta ne yalan söyleyeyim Brann denilince Tanis geldi. Fakat bu düşünce aklımdan anında siliniverdi, UD evreni alt yapı olarak alındığına göre Drizzt olabilir miydi? Başta Brann‘in babasının elinde gördüğümüz çift elli kılıç neticesinde neden olmasındı? Fakat hayır, daha bunu düşünmenize fırsat bırakmadan çürütmesi bir oluyordu hikâyenin devamı…

Sonra aklıma Legolas ve Gimli geldi. Evet, bana sorarsanız illa bir yakıştırma yapılacaksa benzetilebilecek en güzel iki örnek. Brann‘a tam olarak Legolas diyemesek de Korban‘ın inatçı cüce Gimli‘den kalır yanı yoktu! Ayrıca kitabın bir bölümünde geçen şu cümleyi de alıntılayamadan geçemeyeceğim: “Ah şu cüceler! Birini tanıyorsan, hepsini tanıyorsun demektir…” Tamı tamına katılıyorum.

Kitabın sevdiğim diğer bir kısmı ise, betimlemeler ve benzetmelerin harikulade olduğu! Örneğin; çıkan bir çatışma esnasında okuyuculara direkt olarak gerçekçi cümleler ile gidişatı sunması, kavgayı tamı tamına gözünüzde canlandırmanıza neden oluyor. Bu sadece kavga için değil ayrıca diğer bölümler içinde geçerli. Bence kitabın güzel olmasını ve okunurluluğunu sağlayan en önemli etkenlerden bir tanesi buydu.

Dediğim gibi kitapta hoşuma giden birçok şey vardı. Bunlardan bir diğeri, ilginç bir şekilde kitabın ortalarında rastlayacağımız bir yarı-orc neden oluyor. Genellikle içerisinde bu türlü tanınan ırkları (orc, elf, buçukluk vs…) bulunduran kitaplarda bunların melez olanlarını görmemiz işten bile değildir. Hatta Ejderha Mızrağı serisinde baş kahramanlarımızdan biri de yarı-elftir. Şu başta Brann‘e benzettiğim karakter olan Tanis hani. Mesela orada Tanis‘in hayatı boyunca maruz kaldığı küçük düşürücü olaylara dahil oluruz. İnsanlar ve elfler tarafından tam olarak benimsenmiyor, bundan dolayı da bizim gözümüzde acayip melankolik bir izlenim bırakıyordu.

Burada da bahsettiğim olaylar yarı-orca ait. Sevmediğimiz o karakter hakkında bir bölüm var ki; insanlar tarafından aşağılanması, orclar tarafından ise daha da beter hale getirilmesi içerisinde ki öfkeyi git gide ortaya çıkartmış ve her iki ırktan da intikam almaya yemin etmiş bu yarı-orc. Sona yakın maceralardaki kilit isimlerden birisi de bu karakter oluyor diyerek kapatıyorum.

korbanŞimdi kendi kitabımız diye eleştiri yapmayacak mıyız yani? Olur mu öyle pohpohlamakla sadece?! Madem bir inceleme yapıyoruz elbette ki tüm yönlerinden göz atacağız. Yazarın ilk uzun soluklu macerası olduğu için elbette hatalar var, yok değil. Ama eğlenceli konuşmaların arasında unutulup gidiyor resmen, ben birkaç tane yakalamış olmama rağmen devam eden kurguyla birlikte akıldan uçup gidiyor. İyi bir şey aslında, demek ki çok büyük ve dikkate değer değil bu hatalar.

Fakat mesela, bazı cümle akışlarında yaşanan tekrar durumu eksi bir sayı katıyor haneye. Örneğin not aldıklarımdan bir tanesi olan 179. sayfanın hemen başında Brann‘in “Şimdi ona neden Maymuncuk dediklerini anlıyorum sanırım.” diye bir cümlesi geçiyor. Hemen bir sonraki sayfanın başında ise bu sefer Korban‘ın “Şimdi ona neden Maymuncuk denildiğini anlıyorum galiba.” dediği cümleye rastlıyoruz. Aradan çok fazla konuşma geçmediği halde böyle iki cümlenin birbiri ardına gelmiş olması anlam bakımından konuşmaları yutuyor ve okuyucu algısı açısından olumsuz bir sonuç doğuruyor.

Bunun beraberinde samimiyet duygusu biraz fazla gibi. Yeni tanışan iki kişinin bir süre sonra birbirlerine dost diye hitap etmeleri bana pek gerçekçi gelemiyor bir türlü. Yabancılar bu konuda bence çok iyi, direkt olarak aradaki mesafeyi belli bir süre çok iyi koruyabiliyorlar. Fakat ben bu sorunu sadece Yemin ve Öç‘te görmedim. Örneğin; daha öncelerden okumuş olduğum Ozanın Şarkısı adlı kitapta da aynı durum ile sıkça karşılaşmıştım. Bu nedenledir ki, hani tam olarak hata diyemiyorum bu samimiyet duygusuna. Sanırım bizim milletin kanında var bu sıcakkanlı davranma duygusu! Kötü bir şey mi? Haşa! Ben aksini söylemiyorum ama öyle bir evrende ve öyle bir dönemde hele de geçmişini tam olarak tanımadığın birilerine de hemencecik güvenmeyi tam olarak gerçekçi bulmuyorum.

Eğer biraz daha konuşursam İhsan’ın yazmış olduğu yazı güme gidecek. O yüzden bağlıyorum: “Yemin ve Öç” sizin de dâhil olacağınız ve heyecanla eşsiz bir maceraya atılacağınız kapının anahtarı görevini görüyor adeta. Yapmanız gereken tek şey kitabı elinize almak ve kapak sayfasını çevirmek…

Bir ilk olmasının yanı sıra böyle güzellikte ve kaliteli şekilde basılması insanın içini kıpraştırıyor. Umarım sizler de beğenirsiniz. Kitabı almak isterseniz tek yapmanız gereken kayiprihtim@gmail.com adresine “Kitabı istiyorum!” benzeri bir mail atmanız ve dönüş olarak vereceğimiz hesap numaralarından bir tanesine 10 TL yatırmanız. Sonrası,

Sonrası “eşsiz bir macera!”

Hepinize iyi okumalar…


Not: M. İhsan Tatari’nin kaleminden kitabın çıkış hikâyesini okumak için buraya tıklayın.
Not 2: Bu yazı ilk olarak Gölge e-Dergi’nin 37. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.