“Blake. Anita Blake. Ama siz kısaca Cellat deyin.”
inceleme Funda Özlem Şeran
Ben demiyorum. Anita da demiyor. Bunu söyleyen, “Anita Blake: Vampir Avcısı” romanlarının yazarı Laurell K. Hamilton. 1963 doğumlu, Amerikalı yazar, 1993 yılında başladığı bu serüveni, araya 21 kitap, dünya çapında bir ün ve sayısız hayran katarak günümüze kadar sürdürdü. Son kitap Kiss the Dead bu sene raflarda yerini almayı bekliyor. Ancak biz Türk okurlar olarak henüz serinin 16 kitabına (son basılan kitap Karakan da dahil olmak üzere) ulaşabildik; çünkü kalan çeviriler henüz tamamlanmadı.
Dünyada ise şu ana kadar 20 adet Anita Blake romanı yayınlandı: Suçlu Zevkler (Guilty Pleasures)– 1993, Gülen Ceset (The Laughing Corpse)- 1994, Lanetliler Sirki (Circus of the Damned)- 1995, Kaçık Kafe (The Lunatic Cafe)- 1996, Kanlı Kemikler (Bloody Bones)- 1996, Ölüm Dansı (The Killing Dance)- 1997, Yanmış Kurban (Burnt Offerings)- 1998, Mavi Ay (Blue Moon)- 1998, Karacamdan Kelebek (Obsidian Butterfly)- 2000, Zincirlenmiş Narkissos (Narcissus in Chains)- 2001, Gökmavisi Günahlar (Cerulean Sins)- 2003, Şeytani Düşler (Incubus Dreams)- 2004, Micah– 2006, Ölümcül Dans (Danse Macabre)- 2006, Harlequin Ölüm Cezası (The Harlequin)- 2007, Karakan (Blood Noir)- 2008, Skin Trade– 2009, Flirt– 2010, Bullet– 2010, Hit List– 2011. Kiss the Dead ise 2012 Temmuz ayında yayınlanacak.
Ayrıca romanlarının dışında, Anita Blake’in Türkçede yayımlanmamış üç kısa hikâye kitabı da mevcut. Açlık’ta (Cravings-2004) Karabasan Rüyalar’dan üç bölümle başka yazarlar tarafından yazılmış üç hikâye bulunuyor. Isırık’ta (Bite-2004) üç orijinal, üç tane de değişik yazarlar tarafından kaleme alınmış öykü var. Garip Şeker’de ise (Strange Candy-2006) biri Anita Blake olmak üzere, Hamilton’ın diğer kısa öyküleri yer alıyor.
Bunun dışında, 2006 yılında Anita Blake’in çizgi romanları da yayınlanmaya başladı. Marvel Comics ve Darbel Brothers ortaklığıyla basılan bu çizgi seriler de, ilk Anita Blake romanının öncesindeki olaylara kısa bir bakış atma imkânı sunuyor okurlara.
[stextbox id=”black”]Roman serisine dönersek…
Minyon denebilecek kadar ufak tefek bir kadın düşünün. Siyah kıvırcık saçları, soluk beyaz teni ve kapkara gözleriyle henüz yirmi dördünde. Vampirler, kurtadamlar ve diğer şekil değiştiricilerle (likantroplar) dolu karanlık bir dünyada kolay bir lokma gibi görünüyor, değil mi? Ama görünüşe aldanmayın; bu lokma boğazınıza takılıp sizi boğabilir. Çünkü o, canavarların korktuğu tek kişi; bir vampir avcısı ve nekromansır, nam-ı diğer Cellat.
Anita Blake, St. Louis, Missouri’de yaşayan ve mesleği ölü diriltmek (nekromansi) olan genç bir kadındır. Doğaüstü güçlerini Animatörler A.Ş. için kullanmanın yanı sıra hakkında ölüm emri çıkan vampirleri infaz etmekte de kullanmaktadır. Ayrıca polisin de çözülemeyen esrarengiz cinayetler için başvurduğu yegâne isimdir. Kısacası; vampirlerin yasal, likantropinin aşısı olan bulaşıcı bir hastalık, ölü diriltmenin ise ücret karşılığı yapılan doğal bir işlem olduğu bu garip dünyada Anita, on parmağında on marifet olan bir hanım kızımızdır. Hanım dediğime bakmayın; kendisi minyon yapısına rağmen kötülerin üzerine cesaretle giden, korksa bile bunu çaktırmayan, vücudunda çeşitli yara izleri barındıran, karatede siyah kuşak sahibi, silahlar konusunda, özellikle de gümüş bıçaklar ve tahta kazıklar hakkında uzman, hazır cevap ve bağımsız bir karakterdir. Bana inanmıyorsanız, Anita’nın tüm seri boyunca öldürdüğü, yaraladığı, haddini bildirdiği, reddettiği ve dize getirdiği onlarca erkeğe sorun.
Evet, vampirler ve türlü (tüylü!) yaratıkların cirit attığı bu şiddet ve vahşet dolu, erkek egemen dünyada Anita bir insan olarak, insan olmayan diğer yaratıkların hakkından gelirken, aynı zamanda bir kadın olarak erkeklerin de ağızlarının payını veriyor. İster onun kalbini kazanmaya uğraşan bir romantik, isterse onu öldürmeye çalışan kötü bir adam olsun; fark etmez. Şehrin efendisi bir başvampir (Jean-Claude) ya da dolunay zamanı zapt edilemeyen güçlü bir kurtadam (Richard Zeeman) olması da önemli değil, Anita’nın cevabı basit: “Bir erkeğin kalbine giden gerçek yol, kaburgalarının arasındaki on beş santimlik metalden geçer.”
Bir kadın olarak çok da romantik olduğu söylenemez Anita’nın. Nişanlısı onu üniversitede terk ettiğinden beri erkeklere ve aşka karşı mesafelidir; özellikle de insan olmayanlarına karşı. Zira şehrin en güçlü vampiri, dört yüz yaşındaki yakışıklı ve çekici Jean-Claude onu hem insan hizmetkârı, hem de aşk kölesi yapmak üzere peşine düştüğünde Anita’nın ‘hayır’ cevabı ve sağlam iradesiyle karşılaşır. Fakat zamanla Jean-Claude’a karşı beslediği hislere yenilmeye başlayan Anita’yı bekleyen asıl sürpriz, bir insan olarak sevimli ama bir kurtadam olarak korkutucu olan Richard’la tanışması olur. Başta Richard’a hayır diyemeyen ama aklı da Jean-Claude’da kalan Anita’yı bundan sonra bolca kafa ve duygu karışıklığıyla örülü tuhaf ilişkiler ve dozu giderek artan bir cinsel gerilim beklemektedir. Anlayacağınız, serinin başında aşktan frijitlik derecesinde uzak duran Anita, ilerleyen olaylar ve artan güçleriyle birlikte hem sekse, hem de poligamiye göz kırpar hale gelir. Bize de son kitaplara doğru, küçük okurların gözlerini kapamak düşer.
Duygusal çalkantıları ve aşk hayatında yaşadığı çelişkilere rağmen Anita’nın değişmeyen tek özelliği vardır; kötü adamı tereddüt etmeden öldürmek, ne kadar korkutucu ya da zor olursa olsun. Polisin özel Bölgesel Olağandışı Soruşturma Takımı ile çavuş Storr’un ve âlemlerde Ölüm olarak anılan kiralık katil Edward’ın da yardımıyla olayları çözerken suçluları da cezasız bırakmaz. Zaman zaman kendi başı da polisle derde girer, hatta FBI’ın onun için özel olarak tuttuğu bir dosya bile vardır. Fakat hiç kimse ve hiçbir şey Anita’yı doğru olanı yapmaktan alıkoyamaz; bu da canavarlara karşı her zaman savaşmaktır. Ancak kimin insan, kimin canavar olduğu sıkça karışmaya başlar; zira kazandığı güçlerle birlikte Anita da o savaştığı canavarlardan birine dönüşmektedir.
Bir insan olarak anneannesinden miras aldığı bir takım özel güçlerle doğan Anita, ölüleri diriltme yeteneğini daha küçük yaşta fark eder. Üniversitede doğaüstü biyoloji okuyan Anita mezun olduğunda Animatörler A.Ş.’nin patronu Bert tarafından işe alınır. Dirilttiği ölüler ve öldürdüğü vampirlerin sayısı arttıkça şöhreti de yayılır; böylece canavarların Cellat’ı haline gelir. Fakat bu kadarla da kalmaz. Bir nekromansır olarak güçleri gün geçtikçe artan Anita, Jean-Claude’un ısırığıyla istemese de onun insan hizmetkârı olur ve gücü iyice artar. Ardından Richard vasıtasıyla şehrin kurtadam çetesinin lupası, yani dişi lideri olur. Bu da yetmez, leoparadamların Nimir-Ra’sı (yine, dişi lider) olur. Artık avladığı canavarların arasında, onlarla arkadaş, hatta onlardan biri olmuştur ve güçleri arttıkça insanlığını kaybetmenin garip çelişkisiyle yaşamak zorundadır.
[stextbox id=”black”]Ayrıntılara inersek…
“Willie McCoy hayattayken uyuzun tekiydi. Ölmüş olması durumunu değiştirmemişti,”
diye başlıyor ilk kitap Suçlu Zevkler ve okuru daha ilk cümlede yakalayan, korkuyla mizah karışımı bu tarz, hiç düşmeyen temposuyla kitabın (ve belki de serinin) sonuna kadar sürüklüyor insanı. İlk kitapta Anita’yla ve onun garip dünyasıyla tanışıyoruz. “Vampirler de İnsandır” yazan rozetler, fare adamlar, baş vampirler, vampir kilisesi, vampirlere karşı olan insanlar, Jean Claude ve onun izleri, Anita’yı sürekli “ma petite” diye çağırıp sinirlendirmesi, Anita’nın kahve bağımlılığı, ilginç kahve kupaları, oyuncak penguen koleksiyonu, Nike ayakkabıları ve korktuğu şeylerin üzerine gitmesi… Hepsi aynı mizahi tarz ve sürükleyici kurguyla bizi ikinci kitap Gülen Ceset’e büyük bir sabırsızlıkla götürüyor.
“Sizin peşinizden ayrılmayan bir başvampirle ne yapardınız? İyi soru. Maalesef, benim ihtiyacım olan da iyi bir cevaptı.”
Anita vaudun rahibeleri, zombiler ve cinayetlerle uğraşırken, bir yandan da Jean-Claude’dan uzak durmaya çalışıyor. Tabii hangisinin daha zor olduğunun cevabını kendisi bile bilmiyor. Olaylar çözülürken gerilim de hiç bitmiyor.
“Sadece iki çeşit vampir avcısı vardır; iyi olanlar ve ölü olanlar.”
Üçüncü kitabın adı Lanetliler Sirki ve bu yeni macerada likatropların tuhaf dünyasına giriş yapıyoruz. Kurtadamların yanı sıra birbirinden tuhaf ‘bir şey’ adamlar ve Richard Zeeman’la tanışıyoruz. Anita yine başından büyük belalara bulaşırken, Richard ve Jean-Claude’la oluşturduğu aşk üçgeninin de mistik güçleri olan bir triumvirliğe dönüşmesini engelleyemiyor. Kendisinin de dediği gibi, “Pek çok kadın, bir tane bile düzgün bekâr erkek kalmadığından yakınırdı. Ben sadece insan olan bir tanesiyle karşılaşmak istiyordum.”
“On beş dakikamı ağlayan bir kurtadama ona zarar vermeyeceğime ikna etmek için harcadım. Hayatım, benim için bile garip bir hal alıyordu.”
Gerçekten de, dördüncü kitap Kaçık Kafe’yle birlikte Anita’nın hayatı daha da garip bir hal alıyor. Yeni cinayetleri çözmek için polise yardım ederken zombilerin saldırısına uğruyor, Richard’ın evlenme teklifine evet derken kıskanç Jean-Claude’un hışmından uzak durmaya çalışıyor. Hayat, Cellat için giderek zorlaşmaya başlıyor.
“Parmağımla dilime dokundum. Hala kanıyordu. Bir vampire Fransız öpücüğü vermenin bedeli buydu.”
Kalbini Jean-Claude’a kaptırırken hayatını da başka bir başvampirden kurtarmaya çalışan Anita, Kanlı Kemikler’de de mücadeleye devam ediyor. O, yeni güçlerinin ve yeni duygularının farkına varırken, biz de farkına varmadan sayfaların sonunda buluyoruz kendimizi.
“Catherine’in akşam yemekli partisinde üç çeşit insan vardı: Yaşayanlar, ölüler ve arada bir tüylenenler. Sekiz kişi içinde altı tanemiz insandı ve onların ikisinden de pek emin değildim, buna kendim de dâhildim.”
Görülebileceği gibi, altıncı kitap Ölüm Dansı’nda durum iyice karışmaya başlıyor. Kim ölü, kim canlı, kim insan, kim değil; Anita gibi biz de karıştırıyoruz. Ancak tek karışan bu değil; Richard’la Jean-Claude arasında gidip gidip gelen Anita’nın kafası her zamankinden daha çok karışıyor.
“Araba iki yaralı leoparadam, iki sağlam leoparadam, iki çok sessiz kurtadam, bir dam üstünde saksağan ve Richard’ın yatak odamı alçılarla doldurmasına yetecek malzemeyle yeni kiraladığım evimin önündeki park yerine yanaştı.”
Yanmış Kurban’da Bölgesel Olağandışı Soruşturma Takımı’nın araştırdığı cinayetler her zamankinden korkunç bir hal alırken Anita engin bilgisi ve üstün güçleriyle yine onlara yardım ediyor. Ancak ona kimin yardım edeceği tam bir muamma. Cevabı vermek ise, artık Anita’yı tanıdığımıza göre basit: O bir şekilde başının çaresine bakar.
“Jean-Claude ahizeyi kulağına götürdü. ‘Yakında St. Louis’de sana bulaşmadan bir canavara hakaret etmek bile mümkün olmayacak, ma petite.’”
Canavar arkadaşlar edinen ve onlarla samimiyeti ilerleten Anita, Mavi Ay’da bu sefer eski sevgilisi Richard’ın yardımına koşuyor. Onu kurtarırken kendini de iyice karışan aşk düğümünün içinde buluyor. Artık sorun sadece kalbini kaptırması değil, insanlığının bir parçasını da kaybetmesi; çünkü bu kitapla birlikte şiddetin ve şehvetin dozu da iyice artıyor.
“Kana bulanmıştım ama benim kanım değildi, bu yüzden problem yoktu.”
Dokuzuncu kitap olan Karacamdan Kelebek’te Anita, okurlar tarafından çok sevilen ve çok da merak edilen kiralık katil Edward karakterinin dünyasına giriyor. Bir yandan daha önce hiç karşılaşmadığı türden canavarlarla mücadele ederken, bir yandan da Edward’ın psikopat katil arkadaşının tacizleriyle uğraşmak zorunda kalıyor. Fakat diğer canavarlar gibi, küstah maçoların da Anita karşısında pek şansları olmuyor.
[stextbox id=”black”]Gerçeğe dönersek…
Anita’yla maceralarımıza burada biraz mola veriyoruz. Şimdi, tekrar soluklarımızı tutup dibe dalmadan önce seriyle ilgili birkaç teknik detaya bakalım.
Öncelikle, Anita’nın fantastik dünyası oldukça ilginç ve kurgusu da sürükleyici. Kahramanın bakış açısından yansıtılan mizahi anlatım hikâyeyi benimsemede önemli rol oynuyor. Özellikle edebiyat, sinema ve televizyon dünyasındaki zayıf kadın karakter imajından sıkılan bir feministseniz kitapları alıp bağrınıza basmanız işten bile değil. Ayrıca doğaüstü konuların zengin bir yelpazede işlenmesi, hatta yeni yaratıkların ortaya çıkması da cabası. Özgünlük, konu, kurgu ve karakterler açısından gayet sağlam bir yapısı var. Dilimize de iyi aktarılmış; fakat nedense kitap dilbilgisi hataları ve yazım yanlışlarıyla dolu. Özellikle serinin sonuna doğru, sanki hiç editör elinden geçmemiş gibi bir izlenim bırakıyor okurda. Öyle ki bu hatalar bir süre sonra göz yormaya ve o akıcı anlatımın üzerine gölge düşürmeye başlıyor. Tabii bir de metnin orijinalinden kaynaklanan dikkat dağılmaları var. Laurell K. Hamilton, sevilen bir kahraman ve sağlam kurgular yaratmayı başarmış; ancak zaman zaman fazlasıyla uzayan betimlemeler ve ‘herhalde araya tansiyonu düşürsün diye koydu’ dedirten gereksiz tasvirler yapmaktan da kurtulamamış. Gerçi yapmakta da haklı sanırım; çünkü seri devam ettikçe kitap kalınlıkları da, gerilim ve cinsel içerikli anlatımların dozu da artıyor. Dolayısıyla bir yerlerde es verip soluklanmak için okura izin veriyor. Bizlere de serinin devamını heyecanla beklemek kalıyor.