Beni Eve Götür | Ray Bradbury

take me home


ray bradbury k
Ray Bradbury
yazar

Yedi ya da sekiz yaşlarındayken, dedemlerin Waukegan, Illinois’deki pansiyonuna misafirler tarafından getirilen bilimkurgu dergilerini okumaya başladım. Hugo Gernsback’in “Şaşırtıcı Hikayeler”inin (Amazing Stories), canlı ve dehşetengiz kapak tasarımlarıyla aç hayal gücümü beslediği yıllardı. Bir zaman sonra, içimdeki yaratıcı canavar, 1928’de, Buck Rogers’ın ortaya çıkmasıyla büyüdü ve sanırım o sonbahar, boşboğaz bir deliye dönüştüğüm zamandı. Öyküleri nasıl tükettiğimi ifade etmenin tek yolu buydu. Hayatın ilerleyen dönemlerinde, bütün gününü duygularla geçirebildiğin ateşli dönemler çok nadir oluyor.

Şimdi geriye baktığımda, arkadaşlarım ve akrabalarıma ne tür bir dert olduğumu fark ediyorum. Bir delilik nöbetinin üstüne mutluluk, onun üzerine coşku, onun üzerine histeri krizleri geliyordu. Hayatın o akşam sona ereceğinden korktuğum için sürekli bağırıyor ve bir yerlerde koşturuyordum.

Sıradaki çılgınlığım 1931’de Harold Foster’ın, Edgar Rice Burroughs’un “Tarzan”ından esinlenen çizgileri ortaya çıktığında gerçekleşti ve ben bir anda Bion Amca’mın evinin yanında Marslı John Carter’ı keşfettim. Eğer Burroughs hayatımın o dönemine bu denli etki etmeseydi “Mars Yıllıkları”nın hiç ortaya çıkmayacağını biliyorum.

Dedemlerin çimlerinde oturup yanıma gelip dinlemek isteyen herkese “John Carter” ve “Tarzan” hikayelerini okuduğumu hatırlıyorum. Yaz geceleri o çimenliğe çıkar ve Mars’ın kızıl ışığına uzanıp seslenirdim: “Beni eve götür!” Uçup gitmeye ve oraların eski denizlerinin tabanları olan, antik şehirlerin uzandığı garip kumlarına konmaya hasrettim.

Sıcak gecelerde çimlerin ve sundurmanın orada toplanıp anılarından bahseden yetişkinleri dinleyerek zaman yolculuğu yapardım. 4 Temmuz’un sonunda, amcalar sigaralarını içip felsefi tartışmalarını tamamladıklarında, ve halalar, yeğenler ve kuzenler dondurma külahlarını ya da limonatalarını bitirdiğinde, ve tüm havai fişekleri tükettiğimizde, özel bir zamandı, üzgün bir zamandı, güzellik zamanıydı. Dilek balonlarının zamanıydı.

O yaşta bile, bir şeylerin saman alevi gibi sönüşünü algılamaya başlamıştım. Dedemi çoktan kaybetmiştim. Onu çok iyi hatırlıyorum: sundurmanın önündeki çimlerde, yaklaşık yirmi akraba seyircilik yaparken, ve kağıt balon üstümüzde, ılık nefesle uçmaya hazır dururken.

Dedem’e, içinde, bir örümcek ağı gibi, dilek balonunun üflenmeyi, gökyüzü boyunca sürüklenmeyi bekleyen hayaleti olan kağıt peçetenin yattığı kutuyu taşıması için yardım ettim. Dedem, yüksek rahipti ve ben de onun sunağıydım. Kırmızı beyaz ve mavi mendili kutudan çıkarmasına yardımcı oldum ve Dedem, içindeki küçük bir parça çöpü yakarken onu izledim. Alev çıkmaya başladığında, balon içine dolan sıçak havayla irileşti.

Ama öylece gitmesine izin veremedim. İçinde dans eden ışık ve gölgelerle çok güzeldi. Ancak dedemin başıyla onaylayan hareketi balonu bırakmamı ve sundurmanın üstüne doğru uçup ailemin yüzünü aydınlatmasını sağladı. Elma ağaçlarının tepesinde, yeni uyumaya başlamış şehrin üzerinde ve gece boyunca yıldızlara doğru süzüldü.

En az on dakika durup onu izledik, ta ki gözden kaybolana kadar. O zaman, gözyaşları yüzümden aşağıya aktı ve dedem bana bakmadan boğazını temizleyip ayağını salladı. Akrabalar, beni gözyaşlarımı sülfüre bulanmış parmaklarımla temizlerken bırakıp eve girmeye ya da kendi evlerine gitmeye başladılar. O gece geç saatte, dilek balonunun geri geldiğini ve pencereme sürüklendiğini hayal ettim.

Yirmi beş yıl sonra, birkaç rahibin iyi niyetli yaratıkları aramak için Mars’a uçmasını anlatan “Ateş Balonları”nı (The Fire Balloons) yazdım. Dedemin hayatta olduğu o yaz aylarına bir hürmet gösterisiydi. Rahiplerden biri, Mars’a sevimli balonları tekrar görmesi için koyduğum dedemdi. Ancak bu kez Marslılardı, hepsi yanmış ve aydınlanmış, ölü bir denizin üstünde sürükleniyorlardı.

#

Metnin özgün haline ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.


Yazı, RAY BRADBURY
Çeviri, ÖZGÜRCAN UZUNYAŞA
İllüstrasyon, JACOB ESCOBEDO
Orj. Yayın Tarihi, 4 Haziran 2012 / The New Yorker