Giddar | İnceleme

Giddar top

Bir diyar düşünün ki tanrıların insanlar üzerindeki oyunları hiç bitmesin, bir diyar düşünün ki efsanelerinin sonu gelmesin ve öyle bir kitap düşünün ki tüm bu efsaneleri anlatsın

Giddar, Erbuğ Kaya’nın ilk kitabı ve daha ilk görüşte insanın ilgisini çekmeyi başarıyor. Normalden büyük boyutları insanın ilgisini uyandırıyor. Kapak tasarımı gerçekten başarılı, kitaba ilk baktığınızda insana içinde çok kadim sırlar barındırıyormuş hissini veriyor ve ister istemez daha ilk görüşte albenisiyle kendisine çekiyor insanı.

Bordo bir zemin üzerine güzel tasarlanmış bir sembolden oluşuyor kapak, bir de kitap ve yazar adı var, hepsi bu. Abartılmış resimler ya da süsten püsten okunamayan yazılar yok kapakta. Sade ve etkili bir görünüm adeta kitabın bir özetini yapıyor okuyucuya.

Kapağı kaldıralım şimdi de ve kitabın içine bakalım. Ön iç kapakta renkli bir siyasi harita, arka iç kapaktaysa yine renkli bir fiziki harita çarpıyor gözümüze. Ancak ne yazık ki kitapta yetersiz olan kalan en önemli şeylerden biri bu haritalar. Uzun bir yolculuk var kitapta fakat ne yazık ki bu yolculukları harita üzerinde maalesef bir yere kadar takip edebiliyorsunuz.

Siyasi haritada ülkelerin başkentleri ve önemli kentlerinin olmayışı büyük bir eksiklik. Yolculuk sırasında kahramanların tam olarak nerede olduğunu ancak yaklaşık olarak tahmin edebiliyor okuyucu. Daha da önemlisi hangi şehrin hangi ülkede olduğunu hatırlamaya çalışmak (özellikle de benim gibi isim hatırlamada sorun yaşayanlar için) okuma zevkini sekteye uğratabiliyor. Keza fiziki haritada da durum böyle. Kitapta adı geçen bazı dağ ve nehirler haritada gösterilmemiş.

Kurguya geçmeden önce kullanılan dile de değinmek isterim. Kitabın akıcı bir anlatımı var. Dil basit bir düzeyde bırakılmamış ancak okuyucuyu yoracak alengirli cümleler de kullanılmamış. Ayrıca günlük dil de kitabın içinde iyice eritilmiş. Metnin bu denli duru olması okuyucu-karakter bağını güçlendiren bir etmendir her zaman. Hiç beklenmedik bir anda insan, çevresinde çok sık duyduğu bir söz grubuyla karşılaşabiliyor; karakterin de kendi konuştuğu cümlelerle konuştuğunu, kendi düşündüğü şekilde düşündüğünü gören okuyucunun da kendini karakterle özdeşleştirmesini çok daha kolaylaştırıyor.

Fiziksellikten bu kadar bahsetmek yeter, deyip kurguya geçelim artık. Kitabın kurgusu kesinlikle sağlam temeller üzerine oturuyor. Erbuğ Kaya kitabı kurgulamaya 1997 yılında başladığını yazmış. 2002’de de yazım aşamasına geçmiş ve bu aşama da ancak 2008’de tamamlanmış. Sadece bu bile kurgunun nasıl ince elenip sık dokunduğunun kanıtı.

Kitapta adı geçen pek çok halk var ve hepsinin kendi tarihleri, inanışları, adetleri, yaşam biçimleri kılı kırk yararak oluşturulmuş ve uygun bir biçimde birleştirilmiş. Haritada görülen tüm o ülkelerin (ki yönetim şekillerinin farklılıklarına dikkat çekmek isterim, krallıklar ve imparatorlukların yanında cumhuriyetler ve emirlikler de var) halklarının kendi tarihleri, Giddar’ın kendi ayrı tarihiyle iç içe geçmiş.

Karakterlerin her biri incelikle işlenmiş, bir süre sonra her biri okuyucu için bir dost kadar yakın oluyor; (özellikle Lien karakterinin başarısı su götürmezdi benim için) onlarla beraber üzülüyor, onlarla beraber seviniyorsunuz. Endişeleriniz, korkularınız bir oluyor. Âdeta onlarla beraber siz de yaşıyorsunuz o doyumsuz macerayı.

GiddarKapak
Künye bilgileri için tıklayın.

Yazının en başında da bahsettiğim gibi bir süre sonra olayların tamamı tanrılara gelip dayanıyor ki burada da temelleri böylesine sağlam atılmış bir inanç sisteminin önemi açıkça görüyor okuyucu. Çünkü bu inançlar bütünü, kurgunun ana temeli, kahramanların şu ana kadarki hayatlarının, düşüncelerinin, iç çatışmalarının ve yaşadıkları tüm o maceranın, daha da genel söylemek gerekirse koskoca bir diyarın tarihinin de temel nedeni, ve tanrılara karşı insanın savaşının elbette ki.

Şu ana dek kitapta ne anlatıldığından pek bahsetmediğimin farkındayım o yüzden daha fazla uzatmadan konuya giriyorum. Her şey asıl karakterimiz Siox Dia Mont’un okuldan birincilikle mezun olduğu gün, etrafındaki insanların onun seçmesini istediği mesleği değil de içindeki sesi dinleyip mezuniyet töreninde bir asker olmak istediğini açıklamasıyla başlıyor. En yakın arkadaşı Regeda da onu yalnız bırakmıyor ve o da askerliği seçiyor.

Askerlik hayatına başlayan iki dost “Kuzey” ve “Güney” arasındaki sınırı oluşturan duvarda nöbet tutmaya başlıyorlar. Fakat Tanrıların onlar için öngördüğü kader bu kadar sade ve huzurlu değil ne yazık ki!

Bir gece nöbetteyken Siox’un kardeşinin yasak olduğu halde Kuzey topraklarından Güney topraklarına kaçmasıyla tüm hayatları değişiyor. Artık Siox sürekli koruduğu sınırın ötesindeki toprakları düşünmekte ve neden kardeşinin kaçtığını öğrenmeye çalışmaktadır. Kısa zaman sonra da Güney’e geçmeye karar verip bunu Regada’ya anlatır. Can dostu, onu bundan vazgeçirmeye çalışsa da beceremez ve en sonunda Siox’u üst mercilere şikayet etmek zorunda kalır.

Bu andan itibaren ikilinin yolları ayrılır. Siox, mahkûm olarak kuzeydeki taş ocaklarına gönderilir fakat orada geçirdiği zor günler bile kardeşinin peşinden gitme düşüncesini değiştiremez. Taş ocaklarında tanıştığı Güneyli Rondeva ile de yakın dost olurlar ve bu Güney’e gitme düşüncesinin daha da güçlendirir. Çünkü Rondeva sayesinde Güneylilerin ona anlatıldığı gibi insanlar olmadıklarını fark eder. Taş ocaklarından Siox’un abisi Shalorn, Lien Tuna ve Bebray Letherias’ın yardımıyla kaçarlar ve Güney’e doğru tüm Giddar’ı etkileyecek o efsanevi yolculuğa başlarlar.

Bundan sonra ne mi oluyor peki? İşte bunu söylemeyeceğim! Bu konuda tek söyleyeceğim “müstakbel” okuyucuların kendilerini muhteşem bir yolculuğu hazırlamaları gerektiği…

***

İtiraf etmek gerekirse, kitabı okumaya ilk başladığımda benim de pek çok okur gibi ön yargılarım vardı fakat “yolculuğun sonu”na geldiğimde yaptığım ilk yorum, “Kim demiş ‘Türk Fantazyası olmaz!’ diye!” oldu. Giddar kesinlikle bu konuda insanın ağzının payını veriyor. Hatta ben kitapta kurgudan da öte şeylerin olduğunu düşünüyorum kendi adıma. Bu, benim için Giddar’ı piyasada dolaşan pek çok kitaptan farklı kılıyor çünkü sürekli göz önünde olan kitapların aksine altında yatan bir felsefesi olan, uzun düşünüşler sonucu ortaya konmuş bir eser. Okuyucu sadece fantastiğe doymuyor, aynı zamanda okuduklarıyla gerçek dünya arasındaki bağı da kolayca kurabiliyor.

Giddar, gerçek dünyada karşılaştığımız, bu ülkede hayatımızın önemli bir bölümünü kaplayan pek çok soruya yanıtlar veriyor kendince. Elbette ki katılıp katılmamak yine okuyucuya kalıyor ama katılmasanız da düşünmenizi, kafa yormanızı sağlıyor diğer “kitapların” aksine.

Kitap bittiğindeyse, aklımda çeşitli soru ve cevapları evirip çevirirken tek bir cümle net olarak yankılanıyordu kafamın içinde:

Türk Fantazyası olur, hem de bal gibi olur!

***

Bitirmeden önce son bir şey daha ekleyeyim meraklıların için. İkinci kitap “Beşlerin Çağı” ocakta İthaki Yayınları’ndan çıkıyor. Eminim ki Erbuğ Kaya bu kitabın da hakkını verecek, “Beşlerin Çağı” da beklendiği kadar iyi bir kitap olacak ve bizi Giddar’da muhteşem bir yolculuğa daha çıkaracak.

Hepinize iyi okumalar…

Giddar Logo