Yetmiş Beşinde Bir Asker

yasli adamin savasi top

[stextbox id=”black”]Yetmiş Beşinci Doğum Gününde Askere Yazılmak

“Bir bilimkurgu okurunun isteyebileceği her şey.” Yaşlı Adamın Savaşı’nı en kısa ve öz şekilde nasıl tanımlarsın diye sorsalar cevabım işte bu olurdu. Sağlam bir kurgu mu istiyorsunuz? Var. Sıkmadan, akıllıca kullanılmış bilimsel altyapı mı istiyorsunuz? Var. Kahramanlık mı istiyorsunuz, savaş mı istiyorsunuz, katliam mı istiyorsunuz? Var. İyilik mi, dayanışma mı, dostluk mu istiyorsunuz? Var. Duygu mu istiyorsunuz? Âlâsı var. Gülümsemek mi, heyecanlanmak mı, gerilmek mi, hüzünlenmek mi istiyorsunuz? Tıka basa doyuracak kadar var.

“Yetmiş beşinci doğum günümde iki şey yaptım. Önce karımın mezarını ziyaret ettim. Sonra da askere yazıldım,” diye başlıyor kitap. Bu giriş bize romanın içeriği hakkında epey ipucu veriyor aslında. Bir Sherlock Holmes bakış açısıyla incelersek, birinci tekil şahıs kullanıldığı gözümüze çarpıyor hemen. Eseri daha da içselleştirebilmemizi sağlayacak bu anlatım tarzı, karakterin duygularını daha yakından gözlemleyebileceğimiz anlamına geliyor.

Bu cümleler ayrıca kitabın iki merkez noktası hakkında genel bir fikir veriyor. Birincisi, başkarakterimiz John Perry’nin -bu ismi o cümleden çıkarmak mümkün değil elbette, biraz hile yaptığımı kabul ediyorum- karısının mezarını ziyaret etmesinden, romanda aile, evlilik konularının ve özellikle yetmiş beş yaşındaki bir insandan söz ettiğimize göre epeyce emek verilmiş bir ilişkinin sorgulanacağını anlıyoruz. İlk merkez noktamız gerçekten de bu. Zira kitap boyunca arka planda John’un evliliğe, karısına duyduğu yoğun sevgi ve özlemi hissediyoruz.

İkincisi, karakterimiz yetmiş beş yaşında askere yazılıyor. Şu zaman dilimi için pek alışık olmadığımız bir şey. Tek başına bile bu cümle, kitabın bilimkurgu türünde olduğunu anlamamız için yeterli. Ya insan ömrünün çok uzadığı bir zaman diliminde geçiyordur, ya da yetmiş beş yaşında insanları bile asker zindeliğine kavuşturan bir organ değişim sistemine geçilmiştir diye düşünebiliriz. Evet, ikinci şıkla gerçeğe biraz yaklaştık. Romanımızda insan ömrü ortalaması doksan senede sabitlenmiş. Yetmiş beş yaşındaki insanlar hâlâ yaşlı olarak görülmekte, hemen hemen hepsi en az bir organını değiştirmiş ve bir asker için fazlasıyla yorgunlar. Buna rağmen Koloni Savunma Güçleri’nin -kısaca KSG- yetmiş beş yaşındaki her gönüllüyü askere alması, insanlarda KSG’nin bir tür gençleştirme teknolojisine sahip olduğu izlenimi yaratıyor. Zaten yaşlıları askere gitmeye meylettiren en önemli sebep de bu. Gençleşeceklerine ve daha fazla yaşayacaklarına inanıyorlar.

[stextbox id=”black”]Geri Dönüşü Olmayan Bir Yolculuk

Burada KSG’den, gizemli, yüksek teknolojiye sahip dünya dışı bir şeymiş gibi bahsettiğimin farkındayım. Bir bakıma öyle. Koloniler, bir süre önce bizim dünyamızdan -Hindistan, Kazakistan, Norveç gibi ülkelerden- uzaya açılmış ve birçok yaşanabilir gezegeni ele geçirmiş insanlardan oluşuyorlar. Ama diğer taraftan, özellikle Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, dünyadaki insanları dünyada tutmaya çalışıyorlar. Buradan topladıkları yaşlı insanlar ise sadece Koloniler’in savunma güçlerini oluşturuyor.

Kitabın giriş bölümünde John’un bir alışveriş merkezindeki KSG başvuru ofisinde askere kaydolmasını okuyor ve başkarakterimize yavaş yavaş alışıyoruz. Burada KSG’nin ne olduğunu, John’un neden askere yazıldığını sindire sindire öğreniyoruz. KSG’nin en önemli kurallarından biri, bir kez katılan bir daha dünyaya geri dönemiyor ve resmi olarak ölü sayılıyor. Askere alımlar kesinlikle gönüllülük esasına göre gerçekleşiyor ve orada neler olacağına dair bir garanti verilmiyor. Askerlik süresi, iki sene garanti olmak üzere on seneye kadar gidebiliyor. John’un, gençleşeceğini düşünmesinin dışında KSG’ye katılmasının en önemli sebebi, karısı Kathy öldükten sonra onu dünyada tutacak hiçbir sebebinin olmaması.

[stextbox id=”black”]Yepyeni Arkadaşlar, Taptaze Bedenler

yasli adamin savasi
Künye için resme tıklayın!

İkinci bölümde başkarakterimiz, diğer asker adaylarıyla beraber dünyadan ayrılıyor ve destansı askerlik serüveni başlamış oluyor. John’un diğer asker adaylarıyla tanışma süreci hepimizin aşina olduğu bir süreç. Zira zaman zaman hepimizin yaşadığı, yeni bir ortamda yeni arkadaşlar edinme süreci bu. Kimileri sevilmez, kimileriyle hemen dost olunur. Birkaç kişi gruplaşıp beraber takılmaya başlar. İnsan hayatının genlerine işlemiş bir şeydir bu.

Askerliğin ilk günleri, yapılan basit fiziksel ve zihinsel testlerle geçiyor. Ve o ana kadar vücudunun gençleştirileceğini sanan John, bir gün bilincinin yepyeni bir bedene aktarılmasıyla adeta bir süperaskere dönüşüyor. Bu dönüşümün en eğlenceli tarafı, John’un yeni bedeninin kullanma kılavuzunu okuması oluyor. Tıpkı bizim yeni bir elektronik cihaz aldığımızda, özelliklerini öğrenmek için kullanma kılavuzlarını okumamız gibi John da yeni süperbedeninin yapabileceklerini öğrenmek için aynı şeyi yapıyor. BeyinDostu™ adında, kafasına yerleştirilmiş dâhili bir bilgisayar ve iletişim cihazını ya da eski kanının yerini almış nanoteknoloji harikası AkıllıKan™ gibi özellikleri, onunla birlikte heyecanla öğreniyoruz.

Askerlerin yeni bedenlerine alışma evresinin ardından asıl macera başlıyor ve roman, insanlığın yıldızlarda kolonileşmesinin önüne çıkan düşman canlıları alt etmek için yapılan savaşların çevresinde gelişmeye başlıyor.

John’la beraber, her yeni ırkla yapılan savaşta, onların kültürlerini, savaşma tarzlarını, neden savaştıklarını, neler hissettiklerini öğreniyor; kimi zaman insanlığımızı sorguluyor, kimi zaman intikam ateşiyle yanıyoruz. John, askere ilk geldiğinde edindiği dostlarını birer birer kaybederken biz de aynı acıyla lanet ediyoruz ölümlere.

[stextbox id=”black”]Komple Bir Askerlik Hikâyesi

Kitap her ne kadar komple bir askerlik hikâyesi olsa da sadece savaş ekseninde devam etmiyor. Savaş sahneleri de sadece John’un gözünden verildiği ve çok uzun tutulmadığı için sıkıcı olmuyor. Yazarın aşırı betimlemelerden kaçınarak oluşturduğu yalın dil de bunda etkili. Yoğun betimlemelerden hoşlanan edebiyatseverlerin belki çok haz etmeyeceği bir tarz; ama tek bir şey üzerinde çok fazla oyalanmaması kitabı daha okunabilir kılıyor.

Yazının başında bahsettiğim gibi, Yaşlı Adamın Savaşı, bir bilimkurgusever için hemen hemen her öğeyi barındırıyor ama hiçbirinde aşırıya kaçmıyor. Bilimsel ve teknik konuların -örneğin takyonlar veya paralel evrenlerin- öykü içinde kullanımlarının gayet yerinde olmasıyla beraber örneğin Arthur C. Clarke kadar ayrıntıya, işin tekniğine girmiyor. Kurgusu doğal bir akışla ilerliyor ve insanı şaşırtan dönemeçlere sahip olsa da Asimov gibi zekâ oyunlarına çok fazla başvurmuyor. Toplumsal konuları irdeliyor irdelemesine ama omurgayı 1984 veya Fahrenheit 451 gibi distopik bir gelecek üzerine kurmuyor. Her şey dozunda ve her şey yerli yerinde.

[stextbox id=”black”]Askerlik Henüz Bitmiş Değil

Sonuç olarak Yaşlı Adamın Savaşı, klasik sayılabilecek bir ‘uzay savaşları’ temasını modern bir bakış açısıyla, neredeyse kusursuz bir akıcılıkla işleyen, her türden okura hitap edebilecek bir kitap. Yazar kıvamı öyle güzel tutturmuş ki, kitap sindirirken en ufak bir rahatsızlık vermiyor, tabiri caizse ağızda kolayca dağılıyor ve o hoş tadını ilk lokmadan son kırıntıya kadar koruyor.

John Scalzi’nin Hugo ödülüne de aday olmuş bu romanının, The Ghost Brigades, The Last Colony ve Zoe’s Tale isimli üç devam kitabı olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Bu kitaplar da Yaşlı Adamın Savaşı gibi İthaki Yayınları tarafından çevrilip Türkçeye kazandırılacakları günü bekliyorlar. Biz de heyecanla yollarını gözlüyor olacağız.


Not: Bu yazının kısaltılmış hali ilk olarak Star Kitap ekinde yayımlanmıştır.