Lagün’ün Çağrısı

lagunun cagrisi

Tharbéa’nın altı kıtasından biri olan Sentgar’da, unutulmuş bir peygamberin yazmalarını bulan bir çoban, kendini Ruud soyunun peygamberi ilan ederek, tüm tanrıları yok edip tek tanrı inancını yaymaya çalışmaktadır. Ancak eski bir lanet, soyunun denize girmesine engeldir. Peygamber laneti kaldırmak için suyun tanrısı Lagün’ü öldürmeyi planlamaktadır; böylece kutsal topraklar olan denizin ötesindeki Anath’ı istila edebilecektir.

Roman, peygamberin planlarından haberdar olan büyücülerin eski öğrencilerini çağırmasıyla başlıyor ve Nuzu adlı bir çocuğun üzerine kurgulanıyor. Suyun tanrısı Lagün’ü duyabilen Nuzu’nun yolu bir büyücüyle kesişiyor. Birden kendini büyük bir savaşın ortasında bulan Nuzu, suyun tanrısını korumak için birleşen yoldaşlığın içinde kendini keşfetmeye başlıyor. Bu süreçte üvey babasının sakladığı bir sırrı öğreniyor, tanrıların hükümlerini kullanabilen Sahipler’le tanışıyor ve efsanevi savaşçılar olan Ateş Taşıyanlarla savaşa katılıyor.

Kendini keşfetmeye, birlik olmanın önemine, büyümeye ve inancın ne olduğuna dair size sorular sorduracak bir kitap Lagün’ün Çağrısı. Onbinlerce insanın öldüğü bir savaşta, kazanmak için, bir çocuğun yaşamasını sağlamak zorunda olanların hikayesini anlatıyor.

 

Kitap içinden bir bölüm

Mula kederli bakışlarını yere indirmeden önce çevresini kontrol etti. Kimseler yoktu. Gözlerini kıstı, derin bir nefes aldı ve tanrısıyla konuşmaya başladı. “Biliyorum kudretin azalıyor. Kardeşlerin senden uzak, inananların, halinden bihaber; ama yardımına ihtiyacım var.” dedi. Suyun içindeki avuçlarını açtı, serin suların içinde morarmaya başlayan parmaklarını oynattı. “Bana bildiklerimi saklamam için yıllardır güç veriyorsun. Artık onları saklamaya o kadar alıştım ki şimdi de söylemeye korkuyorum. On dört yıl önce ellerime aldığım çocuk büyüdü. Onu sevmeyeceğime söz vermiştim kendime; ama yapamadım. Onu sevdim, bir gün ondan ayrılacağımı bile bile ona alıştım. Şimdi onu kaybetmemek için susmak, bildiklerimi onun bilmesini engellemek geliyor içimden. Söyleyebilmek için bana kudret ver.”

Balıklar parmak uçlarını küçük ısırıklarla gıdıklıyor, nehrin suyu duruluğunu koruyordu. Mula bekledi. Lagün’den bir işaret alabilirse cesareti artacaktı; ama olmadı. Uzun bir süre boyunca bir şeylerin değişmesini, tanrısının ona yol gösterecek bir işaret vermesini bekledi; lakin ne balıklar bırakıp gittiler onu ne de durgun suyun tabanı kabardı. Vazgeçiyordu. Tanrısı artık iyiden iyiye gücünü yitirmiş, ona yakaranlara cevap veremez olmuştu. Soğuk suyun içindeki ellerini yumruk yaptı. “Lanet olsun!” dedi. Ona inanmayı bırakanlardan nefret ediyordu. Çünkü inananları azaldıkça tanrısı ölüme biraz daha yaklaşıyordu. Elini yavaşça sudan çıkarmaya başladı. O an güneşin, sazlıkların arasından suya doğru sokulduğunu, ince bir ışık sütununun nehrin derinlerini işaret ettiğini fark etti. Kutsal balıklar Mula’nın ellerini bırakıp ışıktan yollarına doğru yüzmeye başladılar. Işığın gösterdiği yol, balıkların beyaz sırtlarındaki yansımalarla günün yedi rengine dönüyordu. Yılların sertleştirdiği yüzünün ortasında belli belirsiz bir gülümseme göründü ve hemen kayboldu. “Bir nehrin anlamını bulabilmesi için denizine kavuşması gerek. Nuzu’yu Parlayankaya’ya götüreceğim.” dedi.