Ağrıyan | Ön Okuma

agriyan t top

Asılsız Topraklar

1

Ela dışarı çıktığında kırmızı BMW’yi göremedi. Koskoca benzincide tek bir araba vardı. Yepyeni limon sarısı bir Ford’un içinde iki genç kız oturmuş konuşuyordu. Pencereleri açık olduğu için rahatlıkla duyabiliyordu. Bir korku filminden söz etmekteydiler. Kansız gerilim, derin psikoloji, çıkmazın bunaltısı cinsinden laflar ettiklerine bakılırsa kızlar mürekkep yalamış takımdandı.

Sağa sola bakındı. Düzenli rafları tıkabasa dolu ışıl ışıl dükkânda tek bir müşteri yoktu. Kısa siyah saçlı, lise öğrencisi tipli tezgâhtar, kasanın yanında durmuş bir dergi okumaktaydı. Tek tük aracın geçtiği yolda şu ana kadar taksitlerinin neredeyse tamamını bizzat ödediği arabalarından eser yoktu. Kocasının tuvalete gitmesinden istifade ederek onu burada bırakıp kaçması fikri, davetsiz gelen yılışık bir misafir gibiydi. Şaka ihtimali pek yoktu. Fehmi şaka yapma ve fıkra anlatma özürlü biriydi.

Otomatik olarak el çantasını açtı. Kimliği, 1.020 liralık kapitali bir kutu Seroxat ve diğer ıvır zıvır yerindeydi. Arabadaki valizde kalan giysileri, Lustomania marka külotları, okuyacağı iki kitabı düşündü. Aklına Fehmi’nin daha evvelki uçuk mavi arabalarını kırmızıya boyattığı geldi. Yeni bir aşk arıyorum haberin olsun rengi. Bunu düşünmüş, söylememişti. Söyleseydi şimdi İstanbul’da olurdu.

Antalya’da ikinci balayı yapma fikri yanlıştı. Bunu en başından beri biliyordu. Annesi, “Nafile,” demişti. Haklıydı kadın. İlişki tavsamış ve bitmişti. Kurtarılabilecek bir şey yoktu.

Ela bile bile lades de olsa bu kurtarma operasyonunu A’dan Z’ye planlama işini üstlenmişti. Fehmi’yle ilişkisinin dikişlerini iyice sökme işini aşklarının doruğunu yaşadıkları yerde yapmanın acıklı bir romantizmi vardı. ‘Aynı noktaya iki kez yıldırım isabet etmez’ sözüne nispet olarak.

Fehmi hayatının ilk kaliteli şakasını yapmanın zafer gülümsemesiyle şimdi şurada belirecek fikri, bozulmak üzere olan bir ampulün ışığı gibi titrekti. Adamın öyle bir şey becermesi mümkün değildi. Bu olanları annesine hangi kelimelerle anlatacağını düşünürken hafiften keyiflendi. Fehmi’nin aslında neyi terk ettiğini düşününce ansızın ortada kalmış olmanın içinde yarattığı cılız öfke söndü ve ‘şimdi ne olacak’ moduna döndü.

Tek gidiş İstanbul bileti yönünde harekete geçti. Kızlara doğru yürüdü. Kardeşe benzeyen, siyah dalgalı saçlı, fıkır fıkır kızlar o yaklaşınca susup merakla baktılar. Benzinciye vardıklarında henüz gelmemişlerdi. Kendisi tuvalette büyük işini yaptığı için biraz uzun kalmıştı. Çocukluğundan beri bu işi ağır çıkışlı taksitlerle yapmaya alışmıştı. Kızlar belki de sinsice tüyen kırmızı arabayı görmüşlerdi.

“Hangi yöne gidiyorsunuz?”

“O kırmızı arabadan mısınız?”

Ela özel bir okulda tarih öğretmenliği yapmaktaydı. Yıllardır elinde kırmızı kalemle yazılı kâğıdı okuyan yanı, bu kısa diyaloğu ‘kırmızının nafilesi, yani sıfır yönü’ olarak özetlemişti. O yön sonsuza dek bitmişti artık.

“Evet. Gördünüz demek?”

“Siz gelmeden az önce gitti.”

Şoför mahallindeki kız taş çatlasa yirmi yaşındaydı. Yüzünde samimi bir anlayış ifadesi vardı.

“Hangi yöne?”

“Bu tarafa.”

Yüzük parmağında oğlak burcu sembollü gümüş bir yüzük taşıyan elin Antalya tarafını işaret etmesi biraz şaşırtıcıydı. Fehmi ilişkileri biterayak şaka yapmayı öğrenmeye mi çabalamaktaydı?

“Siz ne tarafa gideceksiniz?”

“Ya siz?”

“Fark etmez. Otobüs, uçak bulabileceğim bir yer olsun da.”

“Kocanız mı?”

“İdi.”

“Binin. Sizi götürelim.”

Ela arka kapıdan içeri girince, beyninde uzaklardan bir düşünce patladı. Arka koltuğun yeniliği, temizliği, tuvaleti hatırlatmıştı. Deri ve cila kokusu keskindi hâlâ.

“Benim adım Ela.”

“Benimki Selma,” dedi şoför kız. “Arkadaşım da Safir.”

“Memnun oldum.”

Selma ile Safir yakından saçları hariç çok benzemiyorlardı. Safir daha beyaz tenli ve balık etliydi. Tombul bacaklarını bolca gösteren bir mini etek giymişti. Selma motoru çalıştırdı ve benzinciden çıkarak Antalya yoluna saptı.

Ela içini çekti ve, “Otelde odam hazır,” dedi.

Kızlar, “Hangi otel?” diye sormadılar. Saniyeler akıp geçti, kendileriyle ilgili hiçbir şey söylemediler. Yol eylül ortası için şaşılacak kadar tenhaydı. Antalya 20 kilometre yazılı tabelayı geçerlerken Ela dayanamadı.

“Sizi de rahatsız ettim.”

“Yok canım, ne rahatsızlığı,” dedi Safir, candan. S’leri belli belirsiz ş gibi telaffuz etmekteydi. “Biz de o tarafa gidecektik zaten. Şurası ne ki. Geldik bile.”

“Öğrenci misiniz?”

“Evet,” dedi Selma. “Dünden beri tatildeyiz.”

Ela, kızların candanlıklarında bir yapmacıklık mı saptadım, diye sormaktaydı kendine. Ses tonlarında sinsi bir katman? Bir şeyler normal değildi sanki. Belki yolda çalışan arabalı kızlardandılar? Sanmıyordu. Arabanın yeniliği böyle düşünmesini engelliyordu. Yenilik, tazelik ve dokunulmamışlık duygusu harıl harıldı. Bu zamanda bu şirin kızlar her şey olabilirlerdi. Yalnız on dakika sonra istediği yere varacaktı. On dakika daha böyle davransalar yeterdi.

“Hayatımda yol üstünde rastladığım en temiz ve bakımlı tuvaleti gördüm az önce.”

“Bu taraflarda bayağı yenilenme var,” dedi Safir, yan gözle Selma’ya bakarak.

“Şu asfalt mesela,” dedi Selma. “Daha bu sabah… Birkaç gün önce yani. Delik deşikti.”

Ela başını salladı. Asfalt yekpare bir yenilik abidesi gibiydi. Göz alabildiğine uzanan yolda tek bir yama, eğri büğrülük görülmemekteydi.

Her şeyin birden gıcır gıcırlaşmasını altı yıldır gelmediği yerdeki belediyecilerin başarısı gibi görmek isteyen yanı isteksizdi. Başka ne olabilirdi? Adamlar çalışmış ve yapmışlardı. Avrupa Birliği’ne uyum için de olabilirdi. Kızların ondan bir şey sakladıkları sezgisi gittikçe güçlendiğinden başka soru sormadı. Hangi okulda okuduklarıyla başlayarak, diğer kadın kadına konulara geçme isteği ölgünleşmişti. Çevresinden sır sökmeye çabalarken gözleri ağırlaştı. Aşırı yenilenmişliği izlemek, algılamak adeta yorgunluk verici bir etki yapmıştı üzerinde.

Cinni, dumansız ateşten, nârdan yarattık. Uyarıcı nabzın tavsiyelerine uymadı ve gözlerini yumdu.

“Ela Hanım, geldik.”

Ela irkilerek gözlerini açtığında Selma’nın güler yüzüyle karşılaştı. Kızın iri kahverengi gözlerinde sevecenliğin yanı sıra bir tabaka daha vardı sanki. Esprisini kavramadığı fıkraya diğerleriyle birlikte gülen biri gibi hissetmekteydi kendini. Neydi? Boşver şimdiydi. Puşt Fehmi’nin arabası beş metre ötede kaldırıma park etmişti. Haslett Oteli yazılı camekan hemen sağındaydı. Çok uygun bir noktaya varmışlardı.

“Bir an…”

“Gerilimdendir.”

“Öyle olmalı.”

Ela arabadan çıkıp kendinden on santim daha uzun olan kıza elini uzattı. İnce kemik yapısına oranla iri memeleri özel sutyenlerle olduğundan daha kabarık duran, dar kalçalı, incecik belli, uzun bacaklı, tam Fehmi’nin bittiği tiplerdendi.

Ela ince yapılıydı. Annesi, “Lise bire başladığındaki günlerdesin hâlâ,” derdi. Bir yıl sonra otuzlara karışacak biri olarak teni çok canlıydı. Dolgun dudakları, çekik gözleriyle güzel bir yüzü vardı. İyi günlerinde yirmi yaşında göründüğünü söyleyenlerin sayısı bayağı fazlaydı. Ama uzun bacaklı kadınlara, özellikle şu kız gibi olanlara çok özenirdi.

“Çok teşekkür ederim.”

Kızın serin eli tenine temas edince, uykuya dalmadan önceki endişeleri kıpırdaştı. Bir şeyler normal değildi.

“Bir şey değil. Bizim acilen gitmemiz… Noktalar ufalanıyor… Bir randevumuz vardı da yani.”

“Tabii. Çok teşekkürler yine.”

Kız arabaya binerken Safir sağ camdan elini salladı. Ela ‘dostça ışımanın yanı sıra’ denebilecek şeyi yeniden sezdi. Uyarı mı? Başka ne? Acıma belki. Düştüğü durum nedeniyle. Kadın dayanışması.

Sarı araba yola koyulunca Ela bir dizi gariplikle baş başa kaldı.

Küçük otelin camekanından içeride hiç kimse görünmemekteydi. Etraf gıcır gıcırdı. Sanki Türkiye’de Dünya Gıcır Gıcır Yerler Şampiyonası için bir belde seçilmiş ve burası bu hale getirilmişti. Ağaçlıklı yola baktı. İlerideki kavşaktan tek tük araba geçmekteydi. Hiçbiri bulunduğu yöne doğru gelmiyordu. Tek bir Allah’ın kulu yoktu sokakta. Seçim günüydü sanki. Gıcır gıcırlık dalında dünya birincilik ödülünü alınca günlerdir evde cips, fındık fıstık yiyerek, televizyon seyrederek sıkıntıdan patlamış insanları sokaklara salacaklardı yeniden. Çıkıp her şeyi bir günde eski haline getirsinler diye.

Arabaya baktığında şoför mahallinde oturan birini fark edince, otelin girişine yönelen ayakları önceliğini değiştirdi. Tenha ve hastalıklı derecede bakımlı sokağın kaldırımında yürürken toz toprak, klakson sesleri, itiş kakışlık, aksak kurulmuş yapıların estetik dışı saldırganlığı gibi şeyleri ne denli özlediğini düşünmekteydi. Beyninde alarm veren yerler vardı. Bunlar aşırı eskimiş koltuk yayları gibiydiler. Basılıp bırakılınca geri yaylanmaları çok yavaştı.

Arabaya iyice yaklaştığında, direksiyonda oturan Fehmi aldırışsızca kıpırtısız konumunu değiştirmedi. Uyuyakalmıştı belki. O zaman kafası arkalığa yaslı olurdu. Düşüncelere dalmıştı belki de. Ya da ilk başarılı şakasını unutulmaza boyamak için aldırışsız davranmaktaydı. ‘İnşallah böyledir’ diyen yanı kıpır kıpır, elini sağ ön kapının koluna uzattı.

“Sakın dokunmayın o arabaya.”

Ela laçkalaşmış bir vaziyette soluna baktı. Orta yaşlı, atletik yapılı bir adam üç metre kadar arkasında durmaktaydı. Bu arada çevresi kalabalıklaşmıştı. Bir otel limuzini kaldırıma park etmişti. İçinde bulunan üç-dört kişi inmekle meşguldü. Bütün bunları nasıl olur da önceden işitmezdi?

“O sandığınız şey değil.”

Ela dalgınlıkla bir Bengal kaplanının kafesine elini uzatmış biri gibi toparlandı. Kumral saçları iyice kırlaşmış olan adam bilmeden deminden beri arayıp durduğu vargı cümlesini kurmuştu. Çevresindeki hiçbir şey tanıdığı bildiği eşyaya benzememekteydi. Neyse ki artık yalnız değildi. Üzerine abanmış olan gıcır gıcır gerçekliğe açabilirdi kendini.

Arkon Hillsmith kılıcın kınından ansızın çekilmesi gibi daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Bunu arabanın fren yapması sağlamıştı. Varmışlardı sonunda.

“Haslett Oteli.”

Sol karşısında oturan, daracık siyah kot pantolon, sarı tişört ve gül kurusu renkli kolsuz bir triko bluz giymiş genç kadın, sürme kapıyı çevik bir hareketle açıp kaldırıma ayak bastı. Kısa siyah saçlı, sırım vücutlu, hoş bir genç kadındı. Koyu kahverengi deriden el çantasını karnına yaslamış, otele bakmaktaydı. Gergin bir hali vardı.

Bu arada şoför mahalli boşalmıştı. Adam herhalde bagaja yükledikleri bavulları indirmeye gitmişti. Arkon tam davranacağı sırada arkasından gelen bir hareket sezince durakladı.

“Burası olduğundan emin misiniz?”

Arkon inmek için hamle yapan kadına baktı. Sarı pantolonlu, beyaz gömlekli, kırk başlarında bir sarışındı. Rus olduğu yüz metreden belliydi. Kaldırıma ayak basınca, görmüş geçirmiş bakışlarını üzerine yöneltmişti. İri mavi gözleri endişeli bir zekâyla parlamaktaydı. Beyaz gömleğini geren iki harika ‘neden asıl ilgi odağı biziz’ diye bağırmaktaydı. Başka şartlar altında Arkon bu durumdan hoşlanır ve sonu çıkmaza varacak olsa da en flörtöz tavrıyla cevap verirdi, ama durum şu anda çok farklıydı. Yolculuğu hakkında hatırladığı yegane iki anıyla baş başaydı. Washington Ronald Reagan Havaalanı’nda oturup 16.45’de harekete edecek İstanbul uçağını beklerken kahve içtiği ve ‘İstanbul Atatürk Havalimanı’na inmek için alçalıyoruz. Lütfen kemerlerinizi bağlayın’ ikazı. Kemeri bağlıydı. İki eliyle yoklamıştı. Bu yoklama sonrası beyni bir dakika öncesine sıçramıştı. On saat boyunca yanında kimler oturmuştu, onu bile hatırlamıyordu.

Belleğindeki kayıp son on beş-yirmi saatle sınırlıydı neyse ki. Geçmişi gri-kahverengi bir dağ silsilesi gibi arkasında durmaktaydı. Karısı bavullarını hazırlarken telefon etmişti. Büyük oğlu Matt yeni bir motorsiklet almak istiyordu. Babası gitmeden bir çek yazıp masanın üzerine bırakır mıydı? Oğlu iyi yolculuklar dilemişti ardından. Nereye ve neden gittiğini sormadan. Nedeni anlatamazdı, ama bu soruyu duymak isterdi. Kızı Diana grip olduğu için uzaktan iyi yolculuklar dilemişti. Mikrodalgaların virüs taşıyabileceğini düşünmüyordu. On iki yaşındaydı ve şimdiden bu dünyayla birikmiş bir sürü meselesi vardı.

“Siz ne için geldiniz?” diye sordu kadına.

“Tatil. Ekimde Antalya çok hoş olur diye bir reklam gördüm. Bileti alıverdim. Ya siz?”

“Ben şey için…” dedi Arkon. “Astrofizikçiler kongresi için… Bu otel pek kongre yapılacak bir yere benzemiyor. Elli iki ülkeden üç yüz dört kişi demişlerdi. Üç-dört kişi var sadece. Ayrıca…”

“Beş yıldızlı, olimpik havuzlu, saunalı bir yere de benzemiyor, doğru. Eğer arkaya doğru bir derinlik falan yoksa. Demek fizikçisiniz?”

Kadının belli belirsiz hissedilen Rus aksanlı konuşması bayağı akıcıydı. Arkon arabadan çıkarak etrafına bakındı. Şoför ortalarda görünmüyordu. Belki otele girmişti. Camdan görebildiği kadar içeride kimsecikler yoktu. Çevrenin bakımlı atmosferinin tenhalığı hemen dikkatini çekmişti. On metre kadar ileride kır saçlı, geniş omuzlu, siyah kot ceketli bir adamla, kestane renkli saçlı bir kadın konuşmaktaydılar. Kadının yüzü allak bullaktı bu mesafeden iyi seçebiliyorsa.

“Haslett ne demekse… Adım Arkon.”

Kadının güçlü parmakları eline değince Arkon olan bitenlerin bütün tekinsizliğe rağmen bazı hoş şeylerin mevcudiyetine teşekkür etti içinden.

“Vanecca. S kısa okunacak. Amerikalısınız.”

“Siz de Rus. Ve burada olmanızın sebebi kongre falan değil. Kongre gazı çoktan kaçmış. Bir aralar vardıysa tabii.”

“Bir teze mi sahipsiniz?”

Arkon kadının iyice ciddileşen yüzüne baktı. “Henüz değil. Bir izahı olmalı bütün bunların. Belleğimin bazı üniteleri şu anda vestiyerde. Bir geri alayım hele.”

Kadın acı acı gülümsedi. “Önce vestiyeri bulmamız lazım tabii.”

Arkon apışıp kalmıştı. Bu kadar basit bir şeyi akıl edememesi ne aptallıktı. Kadın da kendisiyle aynı durumdaydı.

***

Vanecca Kolbachi, Amerikalı’nın casus olduğunu sanmıyordu. Sersemliği gerçekti. Tıpkı kendininki gibi onun belleğinde de son saatlerin kayıtları delik deşik olmalıydı.

“Bir plan yapmamız lazım.”

Adam başını salladı ve, “Belki önce diğerleriyle tanışmamız iyi olur,” dedi. “Siz de fizikçi misiniz?”

Siyah saçlı genç kadın otele doğru yürürken Vanecca sağında duran çifte baktı. Önce Amerikalıyı biraz ölçmekte biçmekte yarar vardı. Gri gür saçları, iri siyah gözleri, kırçıllı ceketi, lacivert çizgili beyaz gömleği ve gri kumaş pantolonuyla standart bir profesör portresi çizmekteydi. Adamdan hoşlanmıştı.

“Meseleyi ne kadar biliyorsunuz?”

Amerikalının şaşkınlığı çok daha kısa süreliydi bu defa. “Tahmin etmeliydim.”

“Ne kadar?”

“2013 eylülü. 26 Eylül’dü sanırım. Ağrı projesi.”

“Kaç deney yapılmıştı?”

“Dört. Üçüncü bir felaket oldu. Dördüncü telafi içindi. Felaketi otomatik vitese taktı.”

“Hangi bölüm?”

“Alternatif enerji.”

Vanecca gülümsedi. Adam güneş, rüzgar, gelgit gibi enerji çeşitlerini kastetmiyordu. Alfa enerji. Uzayın içinde gizli enerji paketçikleri vardı. İrili ufaklı, her yerdeydiler. Bunları bulup kontrol etmek füzyon enerjisini bile aşan bir kaynağı kullanmak demekti.

“Geri kalan üç yüz kişi nerede acaba?”

Adam konuşmaları bitmiş gibi görünen çifte baktı. “Belki onlar bizden daha fazla şey biliyorlardır. Ya da şu içeri giren kadın.”

Vanecca muhtemel raydan çıkma durumu için eğitilmiş olması gerektiğini düşünmekteydi, ama belleğinde bunun kaydı kuydu yoktu. Özel bir bilgi ya da formatlanma belirtisi de hak getireydi. Nasıl ajanlıktı bu?

“Umarım.”

“Gel otele bir bakalım.”

“Bavullar ne olacak?”

“Hırsızlar bugün tatildeler sanırım. Şoförümüz de sırra kadem bastı zaten.”

Vanecca adama gülümsedi yeniden. Bu defa bakışları daha vaat yüklü olmalıydı. Adamda bir dirilme olmuştu. Tabii şu anda aklına gelen şeyi de düşünmüş olabilirdi. Acaba arabanın bagajında bavul mavul var mıydı? Yüzünü hayal meyal hatırladığı şoför kimdi? Neydi ya da? Yerçekimi katsayısı hâlâ 9,8 miydi?

“İçeri gidelim bir bakalım.”

Vanecca minnetle Amerikalıya baktı. Onca da en iyisi önce adresin niteliğini gözden geçirmekti. Uzaktan tek tük arabaların geçtiği insansız sokaklara bakıp durmaya biraz ara vermek fena fikir değildi. İçerisi nasıldı acaba?

***

Otelin bomboş lobisine adım attığında Aylıca Bergen’in şaşkınlığı en üst kerteye yükseldi. Burası kararlaştırılan yere benzemekle beraber orası değildi. Esas otel çok daha büyük ve kalabalık olmalıydı. Kendisini bekleyecek iki yardımcı ortada yoktu. Limuzinde beraber geldiği iki kişide ve kaldırımda durmuş konuşan o çiftte kendi meselesiyle ilgili bir titreşim saptamamıştı. Bu işlev için biraz yaşlıydılar üstelik.

Resepsiyona doğru yürürken arkasına kısa bir bakış fırlattı. Rus olduğunu tahmin ettiği o sarışın kadın, gri saçlı, memur tipli adamla konuşmaktaydı. Diğer ikili görüş alanından çıkmıştı. Sıradan otel müşterileriydiler. Şoför bir yerlere sıvışmıştı. O da önemli değildi. İşini bitirince kenara konan bir tencere gibiydi. Boş ve duygusuz.

Dikkatini yukarı çıkan merdivenlere ve asansörün olduğu yere verdi tekrar. Her yer tertipli ve tertemizdi. Bu nedenle terk edilmişlik havası birkaç saniyeliğine kurulmuş duygusu vermekteydi. Şimdi nazik yüzü azıcık telaşlı bir resepsiyonistin bir yerden seğirttiğini görecekti.

Planda bir aksilik olduğu çok açıktı, ama bu açık vermesi için bir neden değildi. Çantasının içindeki tabancayı sımsıkı kavramıştı. Emniyet açıktı. Namluya kurşun sürülüydü. Tetikte bekledi. Bu arada ne yapacağını düşünmekteydi. Resepsiyonun elektronik anahtar kartı yüklü raflarına baktı. Otel taş çatlasa otuz odalıydı. Bütün kartları alarak ve önce eksiklerden başlayarak odaları tek tek araması gerekecekti. Yalnız başına olması büyük bir dezavantajdı, ama o Pierre denen solucanı gebertmeden buradan dışarı çıkmayacaktı. Hissediyordu. Bu binadaydı. Kaç defa kıstırmış ve kaçırmıştı. İş burada noktalanacaktı. NWA için çalışan dört can ciğer arkadaşının katili olan köpeği vurarak defteri kapatacaktı.

Etrafı kesmeye devam ederek çantasını resepsiyon masasının üzerine koydu. Makarov tabancası vücuduna yaslı olarak sağ elindeydi. Sol eliyle cep telefonunu alarak düğmesine bastı. Ekranda hat ve satıh arızası sözcükleri belirdi ve kayboldu. Üstelemedi. Üsleri tarafından bu tür arızalara karşı uyarılmıştı.

Bu arada işlek zekâsı havaalanından bu yana geçen bir saati değerlendirmiş ve arızanın son yirmi kilometrede belirdiğini saptamıştı.

Tabelayı hatırlıyordu. 20 km. Oradan itibaren gariplikler silsilesi başlamıştı.

Arabanın iç aksesuarı dahil her şey başkalaşmıştı.

Aylıca Bergen, Karamanlı baba, Belçikalı anneden doğma biriydi. Gent bütün formasyonunu edindiği bir yerdi. Yirmi üç yıllık yaşamını beş döneme ayırabilirdi. On sorunsuz yıl. Hayallerle yüklü zaman kabarcıkları. Anne ve baba tarafından sevilen, şımartılan bir çocuktu. Bedeni ve ruhundaki yarı hissenin sorun olmaya başladığı üç dönem. Hafif, orta, şiddetlice ve ardından gelen fırtına.

Aylıca, namı diğer Ayline, aksansız Fransızca ve Felemenkçesi ve nüfusunun annesininkine kayıtlı olması sayesinde yabancılığı belli olanların çektiği sorunlardan sıyrılmıştı. Babası on iki yaşındayken trafik kazasında ölünce Türkiye ve akrabalarıyla ilişkisi kopmuştu. Buna rağmen içindeki Doğulu yarı diri kalmış ve zamanı geldiğinde doğru yere kapılanmasını sağlamıştı.

Eski dünya tümden yıkılıp yenisi kurulurken tasfiye grupları önem kazanmıştı. Bu gruplar arasındaki amansız savaş sürmekteydi. Bir teknik felaket, düzenli ordular arasındaki savaşı imkânsız kılmıştı. Küçük grupların didiştiği bir yerdi dünya artık.

Sezgileri daha ayaklar sarı halı kaplı basamaklarda belirmeden kendini uyarmıştı. Çantayı tezgâhın üzerinde bıraktı ve iki elle kavradığı tabancasını omzu hizasında o tarafa doğrultarak bekledi. Beklediği an gelmişti. İçi içine sığmıyordu. Gelenin Pierre olduğundan adı gibi emindi. Bu kadar kesin bilgiyi nasıl edindiğini sorgulayan yanı uyuşuktu. Bütün dikkati namlunun yöneldiği yerdeydi artık.

***

Pierre Tasken bir rüya kaydırağından hızla kayarak uyanıklığa ulaştığında endişeli düşünceler üzerine çullanıverdi. Rüyaları hatırlamaya çalışan yanı hızla pes etti ve gözlerini açtı. Tuzak kokusu alan yanı ‘tabancam nerede’ diye aranırken, bir yandan da nerede olduğunu hatırlamaya çabalamaktaydı.

Yatağın karşındaki masanın üzerinde duran bomboş Wild Turkey viski şişesi ve son damlasına kadar içilmiş hissi veren üç adet yarım litrelik Heineken kutu birasına baktı. Ağzının kuruluğu, başının yarım yollu ağrısı, midesinin hafiften çalkantılı olması için bayağı çabalamıştı yani. Üzerinde örtü yoktu. Pike sağ ayak ucunda yerdeydi. Diğer yastığa dokunulmamıştı. Beynindeki uçuşmalı kadın hayalleri daha eskilere aitti. Geceyi tek başına bitirmişti.

Tabancası, tahmin ettiği gibi ter içinde kalmış olan yastığın altındaydı. Silahı alıp kontrol etti. Dokuz domdom kurşunu olanca hızlarıyla namluyu terk etmeye hazırdılar.

Silahı elinde, yataktan kalktı. Örtülü perdeleri açıp dışarı baktı. Dibi maviye boyanmış küçük bir havuz. Üç-beş tane boş şezlong. Bakımlı çimenler. Dörtgen şeklindeki otelin iç duvarları. Ortalıkta kimsecikler yoktu.

Küçük makyaj masasının aynasında, anadan üryan olduğunu fark etti. Gidip kapıyı kontrol etti. Kilitliydi. Rahat bir nefes alıp tuvalete girdi. Silahı elinde, işemeye başladı. Bir yandan da, acaba neredeyim, diye kafasını patlatmaktaydı. Pencereden gördükleri hiçbir şey ifşa etmemişti. Üç yıldızlı bir oteldeydi. Gökyüzü maviydi. Ateş Adaları’yla Pekin arasında herhangi bir yerde olabilirdi.

Yakın belleği tutuktu. Bir süre önce meydana gelen teknolojik felaket dünyayı temelden değiştirmişti. Bellekler ansızın çay süzgecine dönüveriyordu. Ondan sonra işin yoksa kaçan maziyi topla dur.

Pierre Tasken’in babası bir aralar New York’ta yaşayan Mardinli Ahmet Tasken adlı bir taksi şoförü, annesi de Colognelu bir Fransızdı. Babasıyla annesi, adam bir haftalığına turist olarak Paris’e geldiğinde tanışmışlardı. Bütün ömrü bir ara yakılan kamu binaları, mağaza ve arabalarla ünlenen Paris’in Clichy-sous-Bois adlı banliyösünde geçmişti. Fransızcayı bir yerliden farksız konuşması ve annesinin soyadı sayesinde, Avrupa’da son aylarda patlayan çalkantıların direkt hedefi olmamıştı.

Babası sekiz yaşındayken annesini terk edip Kanada’ya, oradan da Burma’ya gidince bir daha adamı görmemişti. Sağ olup olmadığını bile bilmiyordu. Genlerinde uyuyan Doğulu ve serüvenci yarı daha ergenlik yaşlarındayken dirilmiş ve on dördünden beri girmediği iş kalmamıştı.

On altısında dahil olduğu örgüt için kokain kaçakçılığına girmiş ve çok paranın, lüks hayatın kollarına yığılmıştı. O teknik arıza nedeniyle dünyanın çivisi çıktığında bankadaki kasasında 895.000 eurosu olan yirmi sekiz yaşında bir delikanlıydı. Paranın alışıldık bildik kullanım şekli geçirdiği ciddi reformlara rağmen sürmekteydi. Yoksa o kadar kişinin ölümüne mal olan kapitali sıfırlanıp gidecekti.

Buluşma anı uyarısı, açık bir camdan ansızın içeri giren bir eşek arısı gibiydi. İki arkadaşıyla buluşacağını hatırlamıştı. NWA’dan güçlükle sıyrılmış ve hiç kayıp vermemişlerdi, ama bu kez de diğer rakip takıma izlerini belli etmişlerdi.

Pierre hızla sakal tıraşı oldu. Ortalığı biraz toparlamayı falan boşvererek eşyalarını çantasına tıktı. İçinden bir ses acele etmesini, arkadaşlarını bulup bir yerlere sinmesini söylüyordu. Burada tek başına alkolle sarmaş dolaş sızıp kalması çok ciddi bir hataydı. Neyse ki rakip takımlardan birinin dikkatini çekmemişti. Yoksa çalkantılı hayatı burada noktalanır giderdi.

Kapıyı açıp holü kesti. Solgun ışıklı hol sakin bir bekleyiş içindeydi. Durup sesleri dinledi. Çıt yoktu. Silahı muhtemel düşmana çevrili, sol tarafa doğru yürüdü. Çantası omzuna çapraz asılıydı. İçindeki sert bir şey ince plastik yüzeyin ardından kalçasını acıtmaktaydı. İçini düzeltmeyi boşvererek dışarıdan sivri ucun yerini değiştirmeyi denedi. Olmuştu. Daha az batıyordu artık.

İyi tahmin etmişti: asansör o taraftaydı. Camdan görünen manzarayı düşündü. Dördüncü ya da beşinci katta olmalıydı. Asansörün çağır düğmesi, basmasına hiçbir tepki vermedi. Bir daha bastı ve bekledi. En ufak bir hareket belirmeyince iki metre ötedeki merdivenlere doğru yürüdü.

Kalın halı kaplı basamakları inerken bir ara dengesini kaybetti. Az kalsın düşüyordu. Hâlâ alkolün tesirindeydi. Tabancasını beline iliştirip iki elini de kullanır duruma getirdi. En alt kata indiğinde, dışarıdan gelen belli belirsiz sesleri duydu. Eli silahına giderken durakladı. Ağzında sessiz bir küfür parlamadan sönerken durdu.

“Kımıldarsan bitiririm.”

Kaltak onu bulmuştu. Terk ettiği odada bir ahmaklık maketi gibi duran o şişe ve kutulara lanet olsundu. Alkolün hımbıllaştırıcı etkisi olmasa bu tuzağa asla düşmezdi. Diğer yandan, kadının onu hemen vurmamasına bakılırsa ağzından bilgi sökmeyi deneyeceği belliydi. Çıkmamış canda her zaman umut vardı.

“Silahını yavaşça tut ve yere at.”

Pierre siyah saçlı, beyaz tenli kadının dediklerine harfiyen uyarak sırtından çantasını indirip yere koydu ve silahını iki metre önüne fırlattı. Kadın yalnıza benziyordu. Bir fırsat bulup paçayı yırtabilirdi. Biraz şanslıysa iki adamı çok yakında olabilirdi.

“İyi mi böyle?”

Genç kadının iri gözleri kendinden eminliğin yanı sıra derin bir nefret yüklüydü. Haklıydı. Paris’te neredeyse işini bitirmişti. Dört en yakın arkadaşını ve ciddi bir saha kredisini kaybetmişti. Her an karnına sıcak kurşun doldurabilirdi.

“İyi.”

Pierre alıcı gözle kadını süzdü elinde olmadan. İnce yapılı, greyfurt memeli bir cins-i latifti. Pierre dar kalçalı kadınlardan hoşlanmazdı. Böyle kendine fazla güvenen tiplerden hele hiç. Ama daracık pantolonlu, uzun bacaklı ve kısaca saçlı olan kadını bu şartlar altında bile arzulayan bir yanı vardı. Namlu karnına çevrik durumda, yerdeki silahı alırken, uçuk sarı tişörtünün yakasından görünen manzaradan etkilenmişti. Kadın silahını belinin kemerine iliştirirken bu tavrını saptadığını belli eden tiksinti yüklü bir bakış fırlatmıştı. Neyse ki bu his büklümü tetikteki parmağının baskısını arttıracak ölçüde etki yapmamıştı.

İçeriye iki kişi girince Pierre hayrete kapıldı. Hiç de silahşöre benzer bir halleri yoktu. Genç kadının gözlerini namlunun işaret ettiği yerden bir milimetre bile ayırmadan konuşması bir deneyim şaheseriydi.

“Lütfen orada durun. Bu sizi ilgilendirmeyen bir mesele. Zarar görmenizi istemem.”

Sarışın kadınla öğretmen tipli adam anında durdular. Yüzleri çelişkili ifadelerle doluydu, ama bir itaatsizlik yapmaya niyetli görünmüyorlardı.

Pierre bu gelenler yüzünden kadının sorgulama faslını iptal edeceğini düşünerek hayıflandı. Burada kapatacaktı defteri. Tam o sırada içeri iki kişi daha gelince durum iyice karmaşıklaştı.

Genç kadın namluyla ‘şu tarafa yürü’ diye işaret edince Pierre son şansını ıskalamamak için istenileni hemen yerine getirdi. Böylece adını bir türlü hatırlayamadığı kadın bir bakışta herkesi görebilecek konuma gelmiş oluyordu.

Yeni gelenler yirmi başlarında bir kadınla, kendinden emin bakışlarını hiç beğenmediği orta yaşlı bir erkekti. Siyah kot ceket giymiş, geniş omuzlu, kelleşmekte olan uzun boylu adam, kadının yardımcısı olabilirdi. Patronu hattâ. Çünkü içlerinde sadece onun bakışları korku ve şaşkınlık yüklü değildi.

***

Sarp Sapmaz iki yanında yemyeşil ağaçların bulunduğu geniş kaldırımlı sokağa döndüğünde, aradığı yere vardığını anlayarak heyecanlandı. Berlin’de Friedrich Sokağı’yla Zimmer Sokağı’nın kavşağında, şimdiki turistik Charlie noktasına yakın duran girişten en uygun yere çıkmıştı. Hissediyordu.

Kaldırımda ağır adımlarla yürürken, ileride sarı bir arabanın durduğunu gördü. İçinden siyah pantolon, kobalt mavisi uzun kollu tişört giymiş kısaca boylu bir kadın indi. Sarı araba, taşıma bandı cinsinden bir yapıydı. İçindeki iki kişi de öyle. Geçici karakterlerdi. Kaldırımda durmuş ilerideki kırmızı arabaya bakan genç kız ise oyuncuydu.

Sol omzuna asılı tişörtü renginde bir çanta taşıyan genç kadın arabaya yöneldiğinde Sarp adımlarını hızlandırdı. O nesne, araba kılığındaki bir felaketti. Kız dokunmakla bile oyundan çıkabilirdi. Hem de tümden iptal edilerek.

Kırmızı araba ufak tefek kadının yakın mazisinden içeri sızmış uyumsuz bir çapaktı. Bu çapakları oyuna neyin dahil ettiği üzerine kesin bir bilgiye sahip değildi. Her oyun, oyuncuları eski yaşamından ciddi ölçüde koparır ve yeniden kurgulanmış gerçeği dayatırdı. Bu tür çapaklar eskinin direnmesi cinsinden arızalardı. Suprime Existento adlı katedralin doğal lideri olan Warner Hertzt adlı Alman sosyolog dostu, bunların dışarıdan kasıtlı olarak yollanan virüsler olduğunu söylemekteydi. Yeni düzende eskiye ait her anı gayet tehlikeli birer virüstü.

Bir nokta hayati öneme sahipti. Bu genç kadın şimdi iptal edilirse kendi oyun alanı da bundan etkilenirdi. Çünkü burada karşılaşmaları bir rastlantı değildi. Aynı oyuna aittiler. Kız ansızın çıkarsa kendisini yeniden Charlie noktasında kurulmuş Aşkın Varoluş Katedrali’nde bulabilirdi. Oyun bir yığın ayrıntıyı göz önüne alarak milim milim kurulurdu. Apar topar geri dönerse bir sonraki ekibin düzülmesi bir ay sürebilirdi. Bu kadar zamanları kalmamış olabilirdi. Dördüncü dalga varmadan önce bitirici hamleyi kurmak zorundaydılar.

“Sakın dokunmayın o arabaya.”

Kadın irkilerek durdu ve başını çevirip baktı. Yirmi başında görünüyordu, ama bakışları ‘biraz daha yaşlıyım’ demekteydi.

“O sandığınız şey değil.”

“Nasıl yani?”

Sarp arkadan gelen ses üzerine eliyle ‘bir saniye’ işareti yaptı. Diğer yönden siyah bir limuzin gelerek Haslett Oteli yazılı tabelanın önünde durmuştu. İçinde şoför hariç üç kişi vardı. Şoför o arabalı iki kız cinsinden uçucu bir varlıktı. Üç oyuncu daha gelmişti. Beşinci neredeydi acaba?

Takım hızla kurulmaktaydı. Önce ela gözleri endişe dolu, güzel yüzlü kadını kurtarmalıydı.

“Size mi aitti? Tanıdık bir araba olmalı.”

“Bizim araba. Kocam ben şeydeyken… Siz… Nereden?”

Bu arada Sarp arabaya iyice yaklaşmıştı. Şoför mahallinde oturan insanımsı şey başını çevirmiş ona bakmaktaydı. Sarp bu tür çapakların benzerlerini görmesine rağmen adam kılığındaki şeyin kıvır kıvır yapısından etkilenmişti. Rahatsızlık vericiydi.

“Her şeyi izah edeceğim.”

Sağ tekmesini kadının şaşkın bakışları altında arabanın sağ ön kapısına indiriverdi.

“Haydi yallah.”

Kapısı azıcık içeri göçen araba titreyince kadın Sarp’a doğru sıçradı adeta. Sarp başının en yüksek noktası omzu hizasında olan kızı belinden tuttu ve, “Sakin olun,” dedi.

Araba bir kez daha titredi. Bu defa tüylerindeki suyu silkeleyen bir köpeğe benzemişti. İçeriden hafif bir müzik sesi duyulmaya başlamıştı. Çok tanınmış bir klasik caz parçasıydı. Take Five. Şoför hard rock dinliyor gibi sarsılmaktaydı. Araç birden hareket edip yola çıktığında kadın protokolü iyice boşverip Sarp’a sarıldı.

“Aman Allah’ım. Bu o değil.”

Araba titreye sarsıla on beş metre ötedeki köşeye vardı ve sağa dönerek gözden yitti. Gözden yitmekle üzerine saldığı dalga enerjisi ve sesi tümden kesilmişti. Oyundan defedilmişti. Dışarıya çıkmamıştı ama. Sarp artık dışarısı diye bir yer olmadığını iyi bilmekteydi. Oyun kendi içine sımsıkı kapanmış bir sistemdi.

Kadının çekik gözleri korku soluyordu. Sarp kadının parfümünü ciğerlerine çekerek ‘çözülelim’ şekline geçti.

“Adım Sarp. Sarp Sapmaz.”

“Benim de Ela.”

Kadın özür dilercesine gülümseyerek kollarından sıyrıldı ve saçlarını düzeltti. Çok hoş bir yüzü vardı. Etli dudakları, büyükçe ağzı, çekik gözleriyle latif bir birliktelik oluşturmuştu.

“Soyadım… Köşeyi döndü gitti, boşverin artık.”

Bu şartlar altında bile kendiyle dalga geçebilme yeteneği capcanlıydı.

Hoşlanmıştı Ela Yenisoyadıtazeköşeyidönmüş Hanım’dan.

“Ne oluyor bitiyor Sarp Bey? Burası Antalya falan değil. Bu ağaçlar, yol, bu… Acayip temizlik, bal dök yala hali. Çok… çok manyakça bir şey valla.”

Sarp duruma uygun kısa bir özet verecekti ki beyninde görsel bir alarm balonu belirdi. İçeride, Haslett denen yerde bir şey oluyordu. Demin göz ucuyla gördüğü uzun boylu genç kadın bir haltlar karıştırmak üzereydi. Bütün devreler atabilir ve oyun bir anda kendi içine çökebilirdi.

“Ela Hanım benimle içeri gelin. Her şeyi izah edeceğim.”

Sarp kapıya doğru seğirttiğinde kadın hemen onu takip etti. Arkada kalmaması iyi olmuştu. Sarp çevredeki hiçbir şeyin kararlılığına güvenmemekteydi.

“Tek bir şey söyleyin, yoksa kafayı bozacağım. Burası Antalya falan değil. Öyle değil mi?”

“Bir çeşit türev.”

“Nasıl yani?”

“Artık aslı değil.”

Kadın yüzüne bakmadan verdiği kısa cevaplar nedeniyle tırsmış olmalı, adımlarını hızlandırdı ve içini çekerek ‘şimdilik başka soru sormayacağım’ sinyalini verdi.

Sarışın kadınla Amerikalı olduğu çok belli adamın arasından geçen bakışları, gül kurusu renkli yün bluz giymiş genç kadının elindeki tabancayı ve namlunun ateş kusmak üzere olduğu genç adamı kesti. İkisi de vuruşmacı tipti. Oyuna dahildiler. O sarışın kadın ve Amerikalı gibi, altılı ekibin asli üyesiydiler.

“Onu vurursan hepimiz biteriz.”

Kadın köküne kadar profesyoneldi. Sarp’ı kesen bakışları hızla kurbana yönelirken namlu zerre titrememişti.

“Bu şahsi bir mesele bayım. Lütfen karışmayın.”

“İzah edeceğim. Lütfen silahı indirin. Durum sandığınız gibi değil.”

Silahsız olması ve kararlı tavrı genç kadını etkilemişti. Sesindeki düşük tehdit tonundan belliydi. Şansları vardı. Kadın önce tetiği çekip sonra olacakları görmek de isteyebilirdi.

“İzah edin önce.”

“Önce tanışalım. Adım Sarp Sapmaz.”

“Benim de Aylıca.”

“Bu bey?”

“Pierre.”

“Bakın, burası sandığınız yer değil. Kurmaca bir mekân. Yeniliği ondan. Yalnız çok hızla kararlılığını kaybedecek ve barınılamaz hale gelecek. Hepimiz bir oyunun elemanlarıyız. Oyun boyunca kaderimiz bileşik kaplar gibi birbiriyle ilintili olacak. Bir tek delik toplam enerjimizi bitirebilir. Ortak bir kayra. Oyun kurallarının ilk maddesi de diyebilirsiniz.”

“Bunu nereden biliyorsunuz?”

Amerikalının soru sorması çok iyi olmuştu. Kadın diğerlerinin merak ve endişelerinden olumlu etkilenebilirdi.

“Bu ilk deneyimim değil. Siz kimsiniz?”

“Adım Arkon Hillsmith. Astrofizikçiyim. Son zamanlarda A enerji paketleriyle… Şu anda yanlış yerde miyiz yani?”

“Benim adım Sarp Sapmaz. Oyun ekibimizin başı benim. Buraya aitsiniz artık. Sizi ben seçmedim. Bir oyun kurulduğunda ekibin seçilmesi, zar atmayla eleman seçmek cinsinden rasgeledir. Rasgelelik yüzeyseldir tabii. Mutlaka bizi birbirimize bağlayan bir ağ mevcuttur. Birinci oyunda ekip bir barda teşkil edildi. İkincide buluşma yeri bir sinemanın bekleme salonuydu. Bizim için de otel oldu. İlk iki yer başka başka beldelerdi. Bize burası, sözüm ona Antalya uygun görüldü. Temel kurallar var. Bunlara uymak zorundayız. Yoksa oyun daha baştan kopar. Ölen ölür, kalanlar geri döner. Yalnız geri bölge sandığınızdan çok farklı bir kıvamda seyretmekte, onu hatırlatayım. Bunu yapmanızı hiç tavsiye etmem.”

Sarp’ın durumu tane tane izah etmesi çok etkili olmuştu. Kimsede hemen bir şey soracak hal yoktu. Eli tabancalı kadın dahil herkes buraya gelme nedenleri üzerine yoğunlaşmış olmalıydı. Adım adım keşfetmeleri gerekli bir bilgi paketiydi bu. ‘Tekinsizlik ötesi’ etiketli bir serüvenin ilk adımlarını atmaktaydılar henüz.


Editör: Ozancan Demirışık