Alper Kamu Cehennem Çiçeği | Ön Okuma

alper kamu cehennem cicegi top

ALPER KAMU
CEHENNEM ÇİÇEĞİ

 

1. baba yarısı, vefasız karısı

Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyür.

Ben de beş yaşımın baharında, payıma düşen ölümlerden nasiplenerekten yaşayıp gitmekteydim işte. Aylardan hep kasım, günlerden hep perşembe olan ve saatin hep öğleden sonra üçü gösterdiği kasvetli dünyamda, yemek masasının altına büzüşmüş harakiri yapmanın inceliklerine dair resimli bir kitabın sayfalarını çevirirken, sevgili validem her zamanki gibi çamaşır yıkıyor ve dışarıdan gelen seslere bakılırsa mahallenin kedileri de yakaladıkları bir kuşu parçalıyordu. Ortalama uğursuzlukta bir gündü anlayacağınız. Derken zil çaldı. Felaketlerin kokusunu alma konusunda dünyanın en yetenekli insanı olan annem çamaşır leğenini kenara fırlattığı gibi bir solukta kapıda bitti. Gelen babamdı. Hiç konuşmadan öylece duruyordu. Bir süre sessiz birbirlerine baktılar. Ben de olduğum yerden sessiz onlara baktım. Sonunda annem, “Nebi Abi?” dedi ve babam hıçkırıklara boğuldu. Evimize yaptığı ender ziyaretlerde, bana harçlık olarak her zaman tedavüldeki en büyük parayı vermesi hasebiyle az çok sempatimi kazanan Nebi Amcam’ın ölüm haberini işte böyle almıştım. Kim bilir, belki evimizi terk ettiği anda ilgili banknotu derhal anneme teslim etmem gerekmese, ona derin bir sevgiyle bağlanmış dahi olabilirdim? Netice itibarıyla insanın varlıkların en yücesi olduğunu ben söylemedim, değil mi?

Babam güç bela kendini tuvalete attı. Beş dakika kadar sonra dışarı çıktığında gözleri kan çanağına dönmüştü. Saçları ve yüzü ıslaktı. Çok seviyordum onu. Zaman zaman keşke bunu ona daha çok gösterebilsem diye düşünüyordum. Annemle bir şeyler konuştuktan sonra ceketini sırtına geçirdi. Yanına gidip, “Başın sağolsun baba,” dedim. Eğilip beni öptü. Bir şey söylemedi. Sanırım ağzını açsa tekrar ağlayacaktı. “Nereye gidiyorsun?”

“Hiç… Hiçbir yere yavrum,” dedi annem ve üzülerek belirtmeliyim ki bu, her zamanki sözlerinin mantığa uygunluk ortalamasının fazla altında sayılmazdı.

Babam bir iki yutkunup, “Amcanın evine oğlum,” dedi. “Birkaç parça bir şey alacağım oradan.”

“Ben de geliyorum,” diyerek lastik ayakkabılarımı ayağıma geçirdim.

Annem bir trajedi sahnelemeye hazırlanıyordu ki babam kaş göz işaretiyle onu durdurdu. Ne de olsa kendisini daha önce gecenin bir yarısı İstanbul’un bir ucundaki meyhanelere kadar kovalamışlığım vardı ve kafama koyduğum şeyi, öyle ya da böyle mutlaka yapacağımı biliyordu.

Babamla gezmeye çıktığımız birkaç sefer amcamın evine de uğramıştık. Beyoğlu’nun izbe ara sokaklarından birindeki izbe bir apartmanın en izbe dairesinde oturuyordu. Evin içi, dışından bile daha berbat bir haldeydi. Bütün eşya, döküntü birkaç parça mobilya ile kırk yıllık siyah beyaz bir televizyondan ibaretti. Ortalığı öyle bok götürüyordu ki, ancak açlıktan ölmek üzere olan bir fare, sevdikleriyle helalleştikten sonra içeri adım atmaya cesaret edebilirdi. Rutubet, bir astımlıyı tek nefeste ölmüşlerinin yanına postalayabilecek düzeydeydi. Üstelik yoksul biri falan da sayılmazdı amcam. Varlıklı değildi kuşkusuz ama iyi kötü bir emekli maaşına sahipti ve kendine daha düzgün bir hayat kurabilirdi. Peki neden böyle sefil bir hayat sürdürmeyi seçmişti?

Anneme göre, aşk yüzünden.

Amcam, deli gibi âşık olduğu karısı Feriha birkaç yıl önce kendisini terk edince hayata küsmüş, perişan olmuş. Annemin anlattıklarına bakılırsa, evliyken amcamla yengemin dört dörtlük bir hayatları varmış. Etiler’de harika bir evde yaşıyorlarmış. Evleri her zaman tertemizmiş. Feriha Yengem temizliğe o kadar düşkünmüş ki, misafirler pis ayaklarıyla evin olur olmaz yerlerini kirletmesinler diye halılarla onlara bir yürüme yolu çizmiş. Evde ancak, sınırları halılarla belirlenmiş bu daracık alanlarda yürüme imkanı bulunuyormuş. Yengem evde basılmaması gereken yerlerin altına mayın döşemediyse, bunun nedeni kan lekesinin çok zor çıkmasıymış. Deterjan, çamaşır suyu ve leke çıkarıcı donanımlı bu peri masalı herhalde biraz annemin harikulade hayat tanımıyla ilgili. Her durumda, anladığım, bu ikisinin on yıl kadar birlikte yaşamayı başarmış olduğu. Sonra bir gün hangi nedenleyse aralarında bir kavga çıkmış ve amcam ‘her şeyi kendisini kapı dışarı eden yengeme bırakarak’ evden ayrılmış. Feriha bir süre sonra Laz bir müteahhitle evlenmiş. Amcam da işte bir garip mecnun olmuş.

Amcamın yaşadığı -ve öldüğü- apartmanın kapısına varınca babam kapıcının zilini çaldı. Epeyce bir bekledikten sonra kapı otomatiğine basıldı ve biz de içeri girdik. Ufak tefek, kel, bıyıklı kapıcı bize boka bakar gibi bakıyordu. “Eşyaları almaya geldin herhalde,” dedi apaçık bir küçümsemeyle.

“Ne eşyası?” dedi babam. “Evi göreceğiz.”

Kapıcı bir şey söylemeden, fesupanallah modeli bir iç çekişle dairesine girdi. Evinin kapısını açık bırakmasına bakılırsa bir ara avdet etmeyi de planlıyordu. Nitekim birkaç dakika sonra elinde bir anahtarla tekrar karşımızdaydı. Kafasıyla, üst kata çıkan merdivenleri işaret ederken gereken açıklamayı yaptı: “Şşüööö…” Ağır ağır üst kata güdülürken neden bize bu kadar kızdığını da öğrenme şansımız oldu. “Sağlığında hiç bakanı, ilgileneni yoktu zavallının. Arayıp soran bir akrabası neyin… Biz de olmasak çoktan ölür giderdi ya… Helali hoş olsun.” Hakikaten dokunuyordu bu laflar babama. Yüzünden anlayabiliyordum. Biraz daha uzatırsa bayramlık ağzımı açacaktım çaresiz. Merdivenleri konuşmadan çıkınca, vicdanımızın sesi kapattı artık çenesini diye umutlanmıştım. Ne ki puşt en ağır saldırıyı en sona saklıyormuş. Amcamın dairesinin kapısını açıp ışık otomatiğine bastı ve kıllı parmaklarıyla zemini işaret etti. Yerde, yarısı dairenin içine uzanan, yuvarlak kocaman bir leke vardı. “Nah burada ölmüş,” dedi. “Bunlar da kan kusmuk lekesi. Bütün gün temizledim, bu kadar çıktı. Kan kaybından gitmiş zaten zavallı… Bu devirde mide kanamasından adam mı ölür? Biri olsa, kaldırsa hastaneye kurtulurdu ama…”

Babamın içeri adım atarken sendelediğini fark ettim. Yüzü kireç gibiydi. Arkasından eve girip elimi hâlâ eşiğin diğer tarafında duran kapıcının koca göbeğine dayadım. Herifçioğlu darbenin bu kadar alçaktan geleceğini beklemiyordu besbelli. Suratıma boş boş bakarken dairenin kapısını suratına çarptım. Dünyadaki sefil varlığımın müsebbibi adamın elini tuttum. “İyi misin baba?”

Babam zoraki gülümseyerek başını evet anlamında salladı. Derin bir nefes alıp amcamın salonuna yöneldi. Peşinden gittim. Perdeler kapalıydı. Muhtemelen, yıllardır. Odada karşılıklı duran iki sedir, boş kitaplık, televizyon ve televizyonun karşısındaki tek kişilik koltuk… Hiçbiri insanda bir duygu uyandırmıyordu. Ya da sevgisizlik bir duyguysa, bu evin insana hissettirdiği tek şey buydu. Bir barınak olmanın dışında en ufak bir anlam taşımayan dört duvar. Amcamın bu eve neredeyse bilerek kötü davrandığı gibi bir düşünce belirdi kafamda. Belki de bu hayatını reddetmek, başka bir türlüsünün mümkün olduğuna, hâlâ mümkün olabileceğine dair bir umudu korumasını sağlıyordu. Kim bilir?

Babam, elleri pardösüsünün cebinde ortalığa şöyle bir baktıktan sonra, herhalde ağladığını görmeyeyim diye hızlı adımlarla evin iç kısmına yöneldi. Ben de onu rahatsız etmemek için televizyonun karşısındaki koltuğa çöktüm. Koltuğun hemen yanıbaşındaki küçük sehpanın üzerinde bir votka şişesi duruyordu. Böyle durumlarda çoğunlukla şişenin yarısının boş olduğunu düşünme eğilimi taşısam da, söz konusu alkolken diğer tarafa yoğunlaşmaktan alamıyordum kendimi. Şişenin kapağını çevirip ucuz votkayı kafama dikledim. Ağzım dilim cayır cayır yandı ama çivi çiviyi söker deyip bir yudum daha aldım. Babamın biralarının dibinde kalanları gizlice dikleye dikleye, ciddi bir alkol alışkanlığı edinmeye başlamıştım galiba.

Biraz demlendikten sonra kalkıp içeri göz attım. Babam, amcamın yatak odasındaki komodinlerin çekmecelerine bakıyordu. Ben de ağır ağır antreye yürüdüm. Antredeki tek mobilya çift kanatlı, eski, kocaman bir gardıroptan ibaretti. Gardırobun kapılarını iki yana açtım ve gördüğüm manzara karşısında küçük bir şaşkınlığa kapıldım. Hepsi çok eski olmakla birlikte, hayli şık takım elbiseler, armalı ceketler, fularlar, eksantrik gömlekler… Hiç, böyle bir evde yaşayan birinin sahip olabileceğini düşüneceğiniz türden giysiler değildi bunlar. Doğrusu sırf bu gardıroba bakan biri rahatlıkla, mezarına haber gitmesin, rahmetlinin eski pezevenklerden olduğuna hükmedebilirdi. Gömleklerden birkaçı benim de hoşuma gitmişti açıkçası ama bir gün o boyutlara ulaşabileceğime dair pek umudum yoktu, o yüzden hepsini olduğu yerde bırakmaya karar verdim.

Askılığın üstündeki rafta duran materyal, öte yandan, ilginç olabilirdi. Gardırobun alt kısmındaki çekmecelere tırmanıp yukarıda ne var ne yok diye incelemeye giriştim. Dikkatimi ilk çeken, siyah ciltli, eski kitaplar oldu. Birkaçının sırtını çevirip isimlerini okudum. Pardayan Engizisyona Karşı, Pardayan’a Karşı Fausta, Pardayan’ın Aşkı… Hızla ciltleri saydım. Tam on tane. Muhtemelen Pardayanlar’ın en eski, Türkçe basımıydı bu, hem de eksiksiz halde. Benim olacaklardı. Amcamın ruhuna sevecen bir küfür salladıktan sonra gözümü ganimetin geri kalanına çevirdim. Bir yığın eski plağın ve ne idüğü belirsiz bazı aksesuvarların arkasındaki küçük poşete uzandım güçlükle. Zımbırtıyı kapıp gardıroptan aşağı atladım. Poşetin içi tıka basa, amcama ait eski fotoğraflarla doluydu. Fotoğrafların yanında bir de alyans vardı. Amcamın evlilik yüzüğü. Hayatının aşkı Feriha’dan kalan tek hatıra olmalıydı bu.

O ara babam elinde bir dergi yığınıyla yanımda bitiverdi. Onlar nedir diye sormak üzereydim ki, hepsinin seks dergisi olduğunu fark ettim. Belli ki, bunların amcamın evinde bulunmasını istemiyordu. Ne düşünceli adamdı şu benim babam. Gardırobun yanına sıkıştırılmış naylon torbalardan birini kapıp uzattım ona. “Elindekileri buna koy istersen.”

Babam içeriklerini bana göstermemeye çalışarak dergileri torbaya tıkarken, “Şimdi ne yapacağız?” diye sordum.

“Kapıcıyla bir konuşacağım,” dedi omuz silkerek. “Borcu falan varsa amcanın, onları halletmek lazım.”

“Eşyalar?” “Kapıcıya bırakırız.”

“Bunlar amcamın fotoğrafları,” dedim elimdeki poşeti göstererek. “İzin verirsen almak istiyorum.”

“Alalım tabii. İyi düşünmüşsün.”

“Bir de şunlar var,” dedim. “Eski plaklar ve kitaplar. Onları da alalım, olmaz mı?”

“Olur.”

İşte böyleydi. Elli küsür yıllık bir hayattan geriye miras, iki adi poşet kalmıştı elimizde. Biri, en yakındaki çöplüğe atılmak üzere.

Çıkışta kapıcı bizi ilkin yine buz gibi karşıladıysa da, babamın kalan eşyaları kendisine bırakacağını öğrenince tavır değiştiriverdi birden. Tabii onca iş güç arasında insanın başkalarına ayıracak vakit bulamamasının ne kadar doğal olduğundan, zaten kendisinin de, Allah affetsin ama, zaman zaman çileden çıkıp öz anasını nasıl dövdüğünden falan dem vurmaya başladı. Allah’ın belası.

Mahalleye döndüğümüzde, baktım kopuk arkadaşlarım Güzelyayla Apartmanı’nın önünde kümelenmiş; biraz sokakta takılmak istediğimi söyleyerek babamı eve yolladım. Yakın çevrem tam takım hazırdı. Kansız Celal, Cemalettin ve Burhan. Bunların hepsi birkaç yaş büyüktür benden ve birkaçını pataklamışlığım olmasa ölseler beni aralarına kabul etmezler. Neyse ki hayatta en çok orman kanununa saygı duyan güzel insanlardır hepsi.

Can yoldaşlarımı bu saatte futbol ya da misket oynarken ya da birbirlerinin canına kast ederken değil de normal insanlar gibi oturmuş konuşurken görmek tuhafıma gitmişti. “Hayrola,” diye girdim lafa. “Savaş planı falan mı yapıyoruz?”

Kendisini askerî mevzuların direkt muhatabı gören Burhan, “Hayır,” dedi. “Şu aralar bütün komşularımızla ateşkes halindeyiz. Ama tabii tetikte olmak lazım. Hiçbirine güvenilmez bu orospu çocuklarının. Bilhassa Paris Mahallesi’nin bir baskın hazırladığından kuşkulanıyorum. Talimleri aksatmamak lazım yani…”

Bıraksam sabaha kadar konuşacaktı manyak. “Mesele nedir öyleyse?” dedim.

“Öff,” diye suratını ekşitti Cemalettin. “Ne kokuyorsun sen böyle leş gibi?”

“Biraz içtim,” dedim. “Efkarlıyım da.”

“Artist!” diye dalga geçti Cemalettin. “İçki içmiş! Kimi kandırıyorsun oğlum sen?”

“Doğru söylüyorum,” dedim kederli ama metanetli bir ifade takınarak. “Amcamı kaybettik.”

Bizim aramızda ölüm hakkında şaka yapılmaz. O yüzden daha fazla uzatmadılar. “Başın sağolsun,” dedi Burhan.

Doğuştan skeptik ve sümüklü Cemalettin, “Sever miydin ki?” diye sordu.

“Her geldiğinde bir yüzlük verirdi,” dedim.

“Cömert adammış.”

“Ya da büyük bir vicdan azabı vardı.”

Kafası iki elinin arasında, konuşulanlara pek ilgi göstermez gibi duran Kansız Celal birden, “Hayretimucip ya!” diye ünledi ağlamaklı bir sesle.

“Neyse oğlum artık,” dedi Cemalettin, Kansız’a. “Olan olmuş. Yiyeceksin sopayı çaresiz.”

“Nesi var bunun?” diye sordum. “Motosikleti çarpmış,” dedi Burhan. “Ne motosikleti?”

“Babamın mobileti yok mu oğlum,” diye cırladı Kansız. “Onu almıştım işte biraz dolaşayım diye…”

“Duvara toslamış lavuk,” diye sadede geldi Cemalettin.

“Babam anamı belleyecek,” diye düpedüz ağlamaya başladı Kansız.

Cemalettin sümüklü ve skeptik olduğu kadar radikal bir gerçekçiydi de. “Ohooo, o işi çoktan yapmıştır zaten…”

Kansız bir anda yırtıcı bir hayvan gibi üstüne atılıp yakasına yapıştı Cemalettin’in. “Doğru konuş lan annem hakkında!”

“Ne var lan! Yalan mı söylüyorum yani?”

Kansız, bir hamlede Cemalettin’i boyunduruğa alıp yere yıktıktan sonra boştaki yumruğuyla suratına çalışmaya başladı. “Geri al lan sözünü, geri al!”

“Burhan,” dedim. “Ayırsana şunları, gözünü seveyim…”

“Lüzum yok,” dedi Burhan kafasıyla sokağın başını işaret ederek. Haklıydı.

“Kansız,” dedim. “Baban geliyor.”

Kansız Celal panik halinde toparlanıp, kararlı adımlarla bize doğru yaklaşan babasına baktı. Bir an bir şeyler söylemeye niyetlendi belki ama şairin de dediği gibi bunun kelimelerin kifayetsiz kaldığı o özel anlardan biri olduğunu gayet isabetle ve hızla kavrayıp vargücüyle tersi istikamete doğru topukladı. Yanımızdan rüzgâr gibi geçen babasının vaadiyse, Cemalettin’in tespitinde ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu: “Senin ananı…”

“Eşşoğlueşek benden çıkarıyor hıncını,” diye söylendi Cemalettin boynunu ovuştururken.

“Haklı oğlum çocuk,” dedi Burhan. “Hiç şikayet etme. Anasına küfrettin herifin. Analar kutsaldır.”

“Ya ne alakası var? Ne küfürü? Sanki senin baban senin…” Cemalettin o en büyük hatayı yapmak üzereyken, Burhan’ın çehresindeki psikopatik metamorfozu tam zamanında fark edip lafı değiştirdi. “Abi ben mi dedim git babanın motosikletini al duvara çarp diye… Hepsi Mümtaz Abi yüzünden.”

“Haydaa,” dedim. “Mümtaz Abi de nereden çıktı şimdi?”

“Yahu Düldül almış ya buna babası,” diye hiçbir şekilde anlamlandıramadığım başka bir laf etti Cemalettin.

“Düldül ne lan?”

“Çok süper bir şey,” diye atıldı Cemalettin az önceki gafının yarattığı etkiyi bir an önce dağıtma telaşıyla. “Kıpkırmızı böyle, spor araba gibi.”

Cemalettin’in hamlesi başarıya ulaşmış, Burhan ilgisini söz konusu süper objeye çevirmişti. “Hani lunaparklarda çarpışan otolar olur ya, onun gibi bir şey, ama tekerleklisi,” dedi. “Direksiyonu, pedalları falan var. Bir pedala basıyorsun gidiyor, diğerine basıyorsun duruyor.”

“O kadar süper bir aletin adını niye Düldül koymuşlar peki?” diye sordum.

“Öyle,” dedi Burhan. “Markası bu: Düldül. Babam söyledi.”

Burhan’ın babasının günahlarını daha fazla kurcalamak niyetinde değildim. “Celal’in motosiklet kazasıyla alakasını hâlâ anlamadım,” dedim.

“Daha küçüksün de ondan,” dedi sümüklü, bir havalar yaparak. Sonra da alacağı yanıttan korkarak alelacele açıklamaya girişti. Böyle de çekinirler benden. “Şu Zuhal var ya, Selim Amca’nın kızı…”

“Eee?” Her cümlesinde yeni bir bilinmeyen içeren bu açıklama nereye varacak meraklanmıştım.

“İşte Mümtaz Abi buna yanıkmış, Düldül’le kıza hava atıyormuş. Kansız da gıcık olmuş buna…”

“Allah Allah? Niye ki?”

“Oğlum koca koca kitaplar okuyorsun ama bazı konuları hiç bilmiyorsun ha,” dedi Cemalettin iyice keyiflenerek. “Niye olacak? Kansız da hasta Zuhal’e. Mümtaz Abi’nin havasını söndürmek için babasının motosikletini araklamış. Sonra da… daaan! Duvara bindirmiş işte geri zekalı.”

O bazı konuları Cemalettin’i ağlatacak kadar iyi bildiğim hususunu es geçip, “Vay be,” dedim. “Şu sidikli Zuhal’in açtığı işlere bak.”

“Kızın ne suçu var lan!” diye çıkıştı Burhan ve o anda anladım ki bizim Aslan Asker Şvayk da meftunu komşu kızının.

O sırada Güzelyayla Apartmanı’nın kapısı aralandı ve içeriden on-onbir yaşlarında, ufak tefek, kavruk bir çocuk çıktı. Yüzümüze bakmaksızın, başı önünde aramızdan sıyrılıp yolun karşı tarafına geçti ve Bakkal Yakup’un dükkanının önündeki kaldırımın kenarına çöktü. “Ne ayak bu?” diye sordu Burhan, Cemalettin’e.

“Yeni çocuk,” dedi Cemalettin. Sanki mahpusa veya kerhaneye düşmüş birinden söz ediyordu. Biz de gediklileriydik bu bok çukurunun. Bilemiyorum, belki de pek yanlış bir yaklaşım değildir. “Geçen ay taşındılar bizim apartmana.” Bu arada Cemalettin’in babasının söz konusu apartmanın sahibi değil kapıcısı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

“E bir aydır buradalar, nasıl oldu da görmedik daha önce?” diye sordu Burhan. “Hem sonra niye yanımıza gelmiyor lavuk? Selamsız sabahsız geçip karşımıza oturuyor dalga geçer gibi…”

Doğrusu ellerini bacaklarının arasına sıkıştırmış, boynu bükük ve suratında ölümcül bir keder ifadesi taşıyan bu zavallının kimseyle dalga geçer gibi bir hali yoktu. Daha ziyade Kemalettin Tuğcu romanlarından fırlamış bir kader kurbanına benziyordu.

Büyük ihtimalle bizimle sosyalleşmekten kaçınması utangaçlığından ya da korkaklığından kaynaklanmaktaydı. Neyse, Burhan’ı da fazla suçlamamak lazım. Ne de olsa empati hiçbir büyük liderin önde gelen niteliklerinden biri sayılmaz. “İsmini biliyor musun?” diye sordum.

“Altı numara,” dedi Cemalettin burnunu çekerek.

Büyük adamdı şu Marx hakikaten. Nasıl bir cam işçisi sürahiye, arıtma tesisi işçisi ise sürahideki suya odaklanıyorsa, Güzelyayla Malikanesi sınırlı sorumlusunun veliahtı Cemalettin için de, o apartmanda yaşayan insanların kimliğini en iyi tanımlayan özellik, oturdukları dairelerin kapı numaralarıydı işte.

“Ben gidiyorum,” dedi Cemalettin sıkıntıyla. “Akşam servisine çıkacağım.” Cemalettin’in büyük abisi Zafer askere gitmiş, küçük abisi Gazanfer ise birkaç ay önce içeri alınmış, bu yüzden de apartmandakilerin bokunu püsürünü taşıma, çöpünü toplama gibi işler bizimkine kalmıştı.

“Bırakmıyorlar mı daha abini?” diye sordu Burhan.

“Yok. Biraz zor bu sefer. Dövdüğü adam yoğun bakımdaymış hâlâ.” Gazanfer bizim oraların bir numaralı psikopatı ve can düşmanımdı. Hastanedeki eleman için biraz üzülmekle birlikte, Gazanfer manyağının bir süre ortalıkta dolanmayacağını bilmek içimi rahatlatıyordu ne yalan söyleyeyim.

“Gidip şu altı numaraya bir hoşgeldin diyelim mi?” diye sordum Burhan’a.

“Yok,” dedi Burhan. “Bana selam vermeyen adama hoşgeldin demem ben. Eve gideceğim.”

“İyi öyleyse,” dedim. “Bir bakayım neyin nesiymiş şu eleman.”

Burhan’ı da yolcu ettikten sonra önce soluma sonra sağıma sonra bir kez daha soluma ve yolun ortasına gelince tekrar sağıma bakıp, Gazanfer tarafından ezilmeyeceğimden emin, karşıya geçtim. Her ne kadar ezeli düşmanımın tutuklu olduğunu öğrenmişsem de, siz de bilirsiniz ki alışmak sevmekten daha zor ve yok yere göt altına gitmekten evladır. Bakkal Yakup’a, elbette hesabımıza yazılmak üzere, iki gazoz açtırıp altı numaranın yanına oturdum. Şişelerden birini ona uzattım. Boş gözlerle bana baktı.

“Hoşgeldin,” dedim. “İlk gazoz, ikramımız.” Bir şey söylemeden gazozu aldı. Kendimi tanıttım. “Senin adın ne?”

“Ümit.”

Hiç de ismiyle uyumlu bir haleti ruhiye içinde görünmüyordu Ümit. “Hayrola,” dedim, “Karadeniz’de gemilerin mi battı?”

“Siirtliyiz biz,” diye cevap verdi Ümit. “Yeni mi geldiniz İstanbul’a?”

“Yok, önceden geldik.”

“Ne iş yapıyor baban senin?” diye sordum yeni arkadaşımızı biraz daha tanımak için.

“Bir iş yapmıyor. İki sene önce iş kazasında öldü babam, sonra biz de buraya geldik işte.”

“Benim de amcam öldü,” şeklinde yersiz bir karşılık verdim. “Dün.”

Kafasını kaldırdı, kendi kendine konuşur gibi sordu: “İş kazasından mı?”

“İçkiden.”

“Allah rahmet eylesin.”

Bir süre sessizce gazozlarımızı içtik. “Eee?” dedim sonunda. “Ne düşünüyorsun bizim mahalle hakkında?”

“Bilmem. İyi,” diye omuz silkti. “O deminki çocuklar arkadaşların mı?”

“Öyle,” dedim. “Sen de tanışırsın.” Çok da hevesli değildi sanki Ümit yeni arkadaşlar edinmeye. Belki mahalleyi tanırsa kendini biraz daha buraya ait hisseder diye düşünerek Ömer Cemal Bey Sokak’ın turistik ve kültürel açıdan pek matah bir yer sayılmasa da, stratejik önemi nedeniyle çok özel bir jeopolitik konumda bulunduğunu anlattım ona. Komşularımız Yeşiloba Sokak ve Dağçileği Sokak’la ayda en az birkaç kez savaşa girdiğimizden, sıkça yaptığımız futbol maçları sırasında çıkan ufak tefek arbedeleri saymazsak Yaprak Sokak’la genel olarak iyi geçindiğimizden falan söz ettim. Ayrıca on yaşından önce adam bıçaklamayana kız bile verilmeyen Paris Mahallesi’nden uzak durmasını ve ezkaza yolu oralı biriyle kesişirse, bu güzide semtimizde en ağır hakaret kabul edilen “lütfen” sözcüğünü asla ve kat’a kullanmamasını özellikle tembihledim.

“Burada savaş mı var?” Birden fena halde endişelenmiş görünüyordu.

“Şu anda hayır, ama her an olabilir,” dedim. Betinin benzinin attığını fark edince ekledim: “Korkacak bir şey yok ama.”

Gözlerini gözlerime dikti. “Savaştan herkes korkar.”

Buna bir karşılık vermedim. Neden söz ettiğini bilen birini hemen tanırsınız. “Futbol oynar mısın?” diye sordum konuyu değiştirmek için.

“Pek oynamam,” dedi huzursuzca. “Saat kaç oldu acaba?”

“Bilmem. Beş falan olmuştur herhalde. Hayrola, birini mi bekliyorsun?”

“Annem ile dayımı.” “Neredeler ki?” “Hastanede.”

“Evde kimse yoksa gel bizde bekle istersen,” dedim. “Yemek falan yeriz hem.”

“Ablamlar var evde, istersem giderim.”

“İyi o zaman,” dedim. “Ben kaçayım artık, annem birazdan pirelenmeye başlar.”

“Sen bizim apartmanda mı oturuyorsun?”

“Hayır,” diyerek kendi oturduğumuz apartmanı işaret ettim. “Şu en çirkin olan bina var ya, Çelikel Apartmanı, orada oturuyoruz biz.”

“Kaç kardeşsiniz?”

Giderayak muhabbet edeceği tutmuştu elemanın anlaşılan. Yalnız başına beklemek istemiyordu herhalde. “Kardeşim yok,” dedim. “Tek çocuğum ben.”

“Benim iki tane ablam var,” dedi. “Bir de erkek kardeşim. Mehmet. Sekiz yaşında. Sen kaç yaşındasın?”

“Ben beş yaşındayım.” Bir şey söylemesine fırsat vermeden ekledim. “Biliyorum beş yaşında gibi değilim. Bu benim lanetim.”

Ümit’in yüzünde ilk kez bir gülümseme belirdi. “İyi çocuksun sen,” dedi. “Benim kardeşim olur musun?”

“Anlamadım?”

“Hatta istersen kan kardeşi oluruz,” deyip şak diye bir çakı çıkardı cebinden. Afallamıştım. Bir anda evrimin o şaşmaz kuralı geliverdi aklıma: Herkes göründüğünden daha tehlikelidir.

“Ümit,” dedim, “istersen biraz daha ağırdan alalım ilişkimizi.”

“Öz kardeşimden ayrı tutmam seni. İyi çocuksun sen.”

“Sağol,” dedim. “Sen de iyi bir arkadaşa benziyorsun.” Kabul. Biraz tırsmıştım.

“Sen bilirsin,” diyerek çakıyı kapattı. Bileğimi doğramasına izin vermediğim için gücenmişti galiba bana.

“Hem zaten senin bir kardeşin yok mu?” dedim belki ortam yumuşar diye.

“Öldü benim kardeşim.” “Ne? Mehmet öldü mü?”

Başıyla onayladı. “Dün öldü. Amcanla aynı gün. Annemle dayım onun için hastanedeler işte.”

İyice aptala dönmüştüm. Çok üzüldüm, başın sağolsun gibilerinden bir şeyler geveledim. Ne diyebilirdim ki? “Nasıl oldu peki?”

Ümit gazozunu dipleyip boş şişeyi yanına koydu, bakışlarını yüzüme çevirdi. “Ben öldürdüm.”


Yazar, ALPER CANIGÜZ