Caliban’ın Savaşı | Ön Okuma

Caliban'ın Savaşı

CALIBAN’IN SAVAŞI

ENGİNLİK SERİSİ 2. KİTAP

Bizi buraya getiren Bester ve Clarke için.

Açılış: Mei

 

“Mei?” dedi Bayan Carrie. “Lütfen artık resim yapmayı bırak. Annen geldi.”

Öğretmeninin ne dediğini anlaması Mei’nin birkaç saniyesini aldı. Kelimeleri bilmediği için değil – artık dört yaşındaydı ve bir bebek değildi. O kelimeler tanıdığı dünyaya uymadığı için. Annesi gelip onu alamazdı. Annesi Ganymede’i terk edip Ceres İstasyonu’na taşınmıştı, çünkü babasının deyimiyle yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Sonra Mei’nin kalp atışları hızlanmaya başladı. Annem geri geldi, diye düşündü.

“Anne?”

Bayan Carrie’nin dizi, küçük boy resim sehpasının önündeki Mei’nin vestiyer kapısını görmesine engel oluyordu. Kırmızı, mavi ve yeşil renklerin avuçlarında birbirine karıştığı Mei’nin elleri parmak boyasıyla yapış yapıştı. Kız öne eğildi ve ayağa kalkarken destek almak kadar onu önünden çekmek için de elini Bayan Carrie’nin bacağına attı.

“Mei!” diye bağırdı Bayan Carrie.

Mei kadının pantolonunda bıraktığı boya lekesine ve onun koyu tenli geniş suratındaki kontrollü öfkeye baktı.

“Üzgünüm Bayan Carrie.”

“Önemli değil,” dedi öğretmeni, aslında öyle olduğunu, yine de Mei’nin cezalandırılmayacağını ifade eden sert bir sesle. “Lütfen gidip ellerini yıka ve sonra boyalarını kaldır. Ben annene verebilesin diye resmini aşağı indiririm. Bu bir köpek mi?”

“Bir uzay canavarı.”

“Çok hoş bir uzay canavarı olmuş. Şimdi lütfen gidip ellerini yıka tatlım.”

Mei başını sallayıp döndü ve resim önlüğünü bir hava kanalının ucuna takılmış bir bez parçası gibi dalgalandırarak banyoya koştu.

“Sakın duvara dokunma!”

“Üzgünüm Bayan Carrie.”

“Sorun değil. Ellerini yıkadıktan sonra onu da temizle.”

Mei’nin suyu sonuna kadar açmasıyla birlikte birbirine karışmış olan renkler cildinden akıp gitti. Küçük kız yere su damlatıp damlatmadığına aldırış etmeksizin ellerini üstünkörü kuruladı. Sanki yerçekimi yön değiştirmişti de onu aşağıdaki zemin yerine kapıya ve antreye doğru çekiyordu. Mei duvardaki parmak izlerinin çoğunu silerken, sonra da boya kaplarını alelacele kutusuna ve kutuyu da rafa kaldırırken diğer çocuklar heyecanını paylaşarak onu seyrediyorlardı. Küçük kız Bayan Carrie’nin yardımını beklemeden resim önlüğünü başından sıyırıp çıkardı ve geri dönüşüm bidonuna tıkıştırdı.

Bayan Carrie’yle beraber antrede bekleyen diğer iki yetişkinin ikisi de annesi değildi. Elinde nazikçe tuttuğu uzay canavarı resmiyle ve yüzünde kibar bir tebessümle bekleyen ilki, Mei’nin tanımadığı bir kadındı. Diğeriyse Doktor Strickland’dı.

“Hayır, tuvalete gitme konusunda çok başarılı,” diyordu Bayan Carrie. “Elbette arada sırada kazalar olmuyor değil.”

“Elbette,” dedi kadın.

“Mei!” dedi Doktor Strickland, boyu neredeyse Mei’ninkine yaklaşıncaya kadar eğilerek. “En sevdiğim küçük kız nasılmış bakalım?”

“Annem–” diye başladı Mei, fakat nerede diyemeden önce Doktor Strickland onu kollarına aldı. Adam babasından daha iriyarıydı ve tuz gibi kokuyordu. Strickland kızı biraz arkaya yatırarak onu karnından gıdıkladı ve Mei konuşacak hali kalmayana kadar güldü.

“Çok teşekkürler,” dedi kadın.

“Sizinle tanışmak bir zevk,” dedi Bayan Carrie, kadının elini sıkarak. “Mei’nin derslerimize katılması bizi çok mutlu ediyor.”

Doktor Strickland kızı gıdıklamayı sürdürdü; ta ki Montessori’nin kapısı hava geçirmeyecek biçimde arkalarından kapanana dek. Mei ancak ondan sonra soluklanabildi.

“Annem nerede?”

“Bizi bekliyor,” dedi Doktor Strickland. “Seni hemen ona götürüyoruz.”

* * *

Ganymede’in yeni koridorları genişti, bitkilerle doluydu ve hava dönüştürücüler nadiren çalışıyordu. Areka palmiyelerinin bıçak inceliğindeki varakları düzinelerce hidrofonik saksıdan dışarı taşıyordu. Şeytan sarmaşıklarının sarı-yeşil çizgili geniş yaprakları duvarlardan aşağı dökülüyordu. Kaynana Dili’nin koyu yeşil renkli ilkel yaprakları ikisinin de altından yükseliyordu. Renk tayfının tamamını içeren LED ışıklar beyaz-sarı bir parıltı saçıyordu. Babası Mei’ye Dünya’daki günışığının da aynı böyle göründüğünü söylemiş, Mei de o gezegeni kocaman ve karmaşık bir bitki ve koridor ağı olarak hayal etmişti. O koridorların üstü güneşin bir çizgi şeklinde uzandığı parlak mavi bir tavan-gökyüzüyle kaplıydı ve duvarları tırmandığınızda herhangi bir yere gidebilirdiniz.

Mei başını Doktor Strickland’ın omzuna yaslayarak adamın arkasına baktı ve yanlarından geçtikleri her bitkinin ismini andı. Sansevieria trifasciata. Epipremnum aureum. İsimleri doğru bilmesi babasının daima sırıtmasını sağlardı. Mei bunu yalnızken yaptığındaysa kendini daha sakin hissederdi.

“Başka var mı?” diye sordu kadın. Güzel olmasına güzeldi, fakat Mei onun sesinden hoşlanmamıştı.

“Hayır,” dedi Doktor Strickland. “Mei sonuncu.”

Chysalidocarpus lutenscens,” dedi Mei.

“Pekala,” dedi kadın, sonra aynı sözü daha usulca yineledi. “Pekala.”

Onlar yüzeye yaklaştıkça koridorlar giderek daralmaktaydı. Üzerlerinde toz toprak olmamasına rağmen eski koridorlar daha kirli gibi gözüküyordu. Sebep sadece daha fazla kullanılmış olmalarıydı. Mei’nin dedesiyle ninesi Ganymede’e ilk geldiklerinde yüzeye yakın yaşam alanlarında ve laboratuarlarda kalmışlardı. O zamanlar daha derinlerde bir şey yoktu. Yukarıda hava bir tuhaf kokardı ve dönüştürücülerin uğuldayıp takırdayarak sürekli çalışması gerekirdi.

Yetişkinler birbirleriyle konuşmasalar da Doktor Strickland arada bir Mei’nin yanlarında olduğunu hatırlayıp ona sorular sordu: İstasyon yayınındaki en sevdiği çizgi film neydi? Okuldaki en iyi arkadaşı kimdi? O gün öğle yemeğinde ne tür şeyler yemişti? Mei adamın hiç ihmal etmediği diğer soruları da sormasını bekleyerek cevaplarını hazırladı.

Boğazın gıcık oluyor mu? Hayır.

Geceleyin ter içinde uyandın mı? Hayır.

Bu hafta kakanda kan var mıydı? Hayır.

Her gün iki defa ilaçlarını içiyor musun? Evet.

Fakat Doktor Strickland bu sefer onların hiçbirini sormadı. Koridorlar giderek eskiyip inceldi; ta ki karşı yönden gelen insanlar yanlarından geçebilsinler diye kadının arkadan yürümesi gerekene dek. Mei’nin çizdiği resmi hâlâ elinde tutan kadın kâğıt kırışmasın diye onu rulo yapmıştı.

Doktor Strickland sıradan bir kapının önünde durdu, Mei’yi diğer kalçasının üstüne aktardı ve pantolon cebinden cep terminalini çıkardı. Mei’nin daha önce hiç görmediği bir programa bir şeyler girdi ve basınç eşitlenirken contaları eski filmlerdeki gibi bir tıslama çıkaran kapı açıldı. İçine girdikleri koridor hurdalarla ve eski metal kutularla doluydu.

“Burası hastane değil,” dedi Mei.

“Burası özel bir hastane,” dedi Doktor Strickland. “Sanırım buraya daha önce hiç gelmedin, değil mi?”

Bulundukları yer Mei’ye bir hastane gibi değil de babasının bazen bahsettiği o terk edilmiş metro tünellerinden biri gibi gözükmekteydi. Ganymede’in ilk inşa edildiği zamandan kalma böyle boş alanlar artık yalnızca depo olarak kullanılıyordu. Fakat bu seferkinin ucunda bir hava kilidi vardı ve oradan geçtikten sonra vardıkları yer bir hastaneye daha çok benziyordu. En azından ortalık daha temizdi ve arındırma hücrelerinde olduğu gibi havada bir ozon kokusu mevcuttu.

“Mei! Selam Mei!”

Seslenen, o büyük oğlanlardan biriydi. Sandro. Çocuk neredeyse beş yaşındaydı. Doktor Strickland onun yanından geçerken Mei oğlana el salladı. Büyük oğlanların da orada bulunması Mei’nin içini rahatlattı. Doktor Strickland’ın yanındaki kadın annesi olmasa bile oğlanların varlığı muhtemelen her şeyin yolunda olduğunu gösteriyordu. Bunu düşünmek Mei’ye yine annesini hatırlattı.

“Annem nerede?”

“Anneni birkaç dakika için göreceğiz,” dedi Doktor Strickland. “Ama önce halletmemiz gereken bir-iki şey var.”

“Hayır,” dedi Mei. “Başka bir şey istemiyorum.”

Adamın onu soktuğu oda az da olsa bir muayenehaneye benziyordu, fakat duvarlarda karikatür aslanlar yoktu ve masalar sırıtan hipopotamlar şeklinde değildi. Doktor Strickland onu çelik bir muayene masasına oturtup başını okşadı. Mei kollarını göğsünde kavuşturup kaşlarını çattı.

“Annemi istiyorum,” dedi küçük kız ve babasının yaptığı gibi sabırsız bir homurtu çıkardı.

“Sen burada bekle, ben gidip ne yapabilirim ona bakayım,” dedi Doktor Strickland gülümseyerek. “Umea?”

“Bana kalırsa hazırız. Operasyondan onay alalım, sonra da yükleyip salalım.”

“Ben onlara haber veririm. Sen burada kal.”

Kadın başıyla onayladı ve Doktor Strickland kapıdan dışarı çıktı. Kadın başını eğip Mei’ye bakarken güzel yüzü hiç gülümsemiyordu. Mei ondan hoşlanmamıştı.

“Resmimi isterim,” dedi Mei. “Onu sana yapmadım. Anneme yaptım.”

Kadın onun varlığını bile unutmuşçasına elindeki resme baktı, sonra da kâğıdı açtı.

“O annemin uzay canavarı,” dedi Mei. Kadın bu sefer gülümsedi. Resmi Mei’ye doğru uzattı ve Mei onu hemen kaptı. Öyle yaparken kâğıdı biraz buruşturduysa da bunu umursamadı. Kollarını tekrar göğsünde kavuşturdu ve kaşlarını çatıp homurdandı.

“Uzay canavarlarından hoşlanır mısın çocuk?” diye sordu kadın.

“Annemi istiyorum.”

Kadın ona yaklaştı. Yapma çiçekler gibi kokuyordu ve parmakları çok inceydi. Mei’yi alıp yere bıraktı.

“Benimle gel çocuk,” dedi kadın. “Sana bir şey göstereceğim.”

Kadın yürüyüp giderken Mei bir anlığına tereddüt etti. Kadından hoşlanmamasına rağmen yalnız kalmaktan daha da az hoşlanıyordu. Onu takip etti. Kadın kısa bir koridorda ilerledi, eski moda bir hava kilidine benzeyen büyük bir metal kapının tuş takımına bir kod girdi ve kapı savrularak açıldıktan sonra oradan içeri girdi. Mei onu takip etti. Yeni oda soğuktu. Mei bulunduğu yerden hoşlanmadı. Odada bir muayene masası olmayıp yalnızca akvaryuma benzer büyük bir cam kutu vardı. Fakat bunun içi kuruydu ve orada oturan şey bir balık değildi. Kadın eliyle Mei’ye yaklaşmasını işaret etti ve küçük kız yaklaşınca da camı sertçe tıklattı.

Kutunun içindeki şey sesi duyunca başını kaldırdı. Yaratık bir adamdı, fakat çıplaktı ve teni hiç de bir tene benzemiyordu. Başının içinde bir ateş yanıyormuşçasına gözleri mavi bir ışıkla parlıyordu. Ve de ellerinde bir terslik vardı.

Adam cama doğru uzandı ve Mei çığlık atmaya başladı.


Çeviri, CİHAN KARAMANCI
Redaksiyon, OZANCAN DEMİRIŞIK