Dövmeli Adam | Ön Okuma

dovmeli adam iblisin dongusu top

1

SONRASI

D.S. 319

Büyük borunun sesi duyuldu.

Arlen yaptığı işe ara verdi, gündoğumunda eflatuna boyanmış gökyüzüne baktı. Sabah sisi hâlâ havaya tutunuyor, nemiyle birlikte bir hayli tanıdık olan keskin bir tat getiriyordu. Sabahın durgunluğunda bunun sadece kendi hayal gücünün bir ürünü olduğunu umar ve beklerken, içinde ketum bir korku birikti. On bir yaşındaydı.

Boru bir kez daha çalındı, bu ikincisinin sesi daha uzun ve belirgindi. Arlen’ın arkasında evin kapısı açıldı, annesinin iki eliyle ağzını kapatmış orada öylece durduğunu çok iyi biliyordu. Annesinin tepkisini bu kadar net bir şekilde kafasında canlandırabildiğine göre, aynı şey geçmişte kim bilir kaç defa daha meydana gelmişti?

Bir duraksama oldu, sonra boru iki kez hızlıca üflendi. Bir uzun ve iki kısa, güney ve doğu demekti. Orman Boyu Evleri. Babasının, Cutterlar arasında arkadaşları vardı.

Arlen işine geri döndü, acele etmesi gerektiğinin söylenmesine ihtiyacı yoktu. Bazı günlük işler bir gün bekleyebilirdi ama sürünün hâlâ yemlenmesi ve ineklerin sağılması gerekiyordu. Hayvanları ahırda bırakıp saman ambarını açtı, domuzları yemledi ve tahta süt kovasını gidip getirmek için koştu.

Annesi ineklerden ilkinin altına çömelmişti bile. Yedek tabureyi kaptı ve kendisi de işe koyuldu; beraberce işlerini yaparlarken bir ahenk oluştu, sağılan sütün tahtaya vururken çıkardığı tıkırtı sesi bir cenaze marşı gibiydi adeta. Sıradaki diğer iki ineğe geçerlerken, Arlen, babasının en güçlü atlarını arabalarına doğru çekiştirdiğini gördü; beş yaşında, kestane rengi, Missy adında bir kısraktı bu. Babasının yüzü haşindi.

Bu kez ne bulacaklardı acaba?

Çok geçmeden, at arabasının sallantısı eşliğinde, Orman Boyu Evleri’ne yaklaşıyorlardı. Orası tehlikeliydi, bir sonraki muhafazalı* olan yapıya en az bir saatlik koşu mesafesindeydi ama keresteye ihtiyaç vardı. Eski püskü şalına sarınmış olan Arlen’ın annesi, oğlunu sıkıca yanında tutuyordu.

Anne artık kocaman oldum,” diye sitem etti Arlen. “Bana bebekmişim gibi sarılmana ihtiyacım yok. Korkmuyorum ben.” Bu tam olarak doğru değildi, ancak gidecekleri yere yaklaşırlarken diğer çocukların onu anneciğine sıkı sıkı sarılmış halde görmeleri de olmazdı. Onunla yeterince dalga geçiyorlardı zaten.

Ben korkuyorum,” dedi annesi. “Sarılmaya ihtiyacı olan ya bensem?”

Bir anda göğsü kabaran Arlen, annesine tekrar sokuldu. O, Arlen’ı hiçbir zaman kandıramazdı ama yine de ne söylemesi gerektiğini daima çok iyi bilirdi.

Daha diğerlerine ulaşmalarına çok vardı ama ileride göğe doğru bir sütun halinde yükselmekte olan yağlı dumanlar, onlara bilmek istediklerinden fazlasını anlatıyordu. Ölüleri yakıyorlardı. Herkesin gelip dua etmesi için beklemek yerine bu işe erkenden başlamış olmaları ise, ölülerin sayısının fazla olduğuna işaretti. Zira ölen her insan için dua edilecek olsa, işin günbatımından önce tamamlanması imkânsız olurdu.

Arlen’ın babasının çiftliğiyle Orman Boyu Evleri’nin arası beş milden fazlaydı. Geldiklerinde, son birkaç kulübe yangını da söndürülmüştü, gerçi işin aslına bakılacak olursa geriye yanacak pek az şey kalmıştı. On beş ev. Hepsi moloz ve kül yığınına dönüşmüş on beş ev.

Kereste yığınları da yanmış,” dedi Arlen’ın babası. Kesim mevsiminden artakalan kararıp kömürleşmiş keresteleri çenesiyle gösterdikten sonra arabanın kenarından yere tükürdü. Arlen ise, çiftliklerindeki kırık dökük çitlerin ağıldaki hayvanları içeride tutmaya bir sene daha nasıl dayanacağını düşününce yüzünü ekşitti ama bunu yaptığı için bir anda kendini suçlu hissetti. Ne de olsa sorun sadece tahtaydı.

At arabası durmak için yanaşırken köy sözcüsü onlara doğru yaklaştı. Uzun boylu, ince yapılı, derisi meşine benzeyen, yaşlı ama çetin bir kadındı Selia. Arlen’ın annesi ondan bahsederken bazen Çorak Selia da derdi. Kırlaşmış uzun saçlarını sıkı bir topuz yapmıştı ve şalını üzerinde bir makam işareti gibi taşıyordu. Arlen’ın onun sopası sayesinde birden fazla kez öğrendiği üzere, Selia’nın hiçbir zırvaya tahammülü yoktu, ancak bugün onun varlığı Arlen’a rahatlık veriyordu. Nedense Selia’nın yanında güvende hissediyordu, tıpkı babasının yanında da olduğu gibi. Hiç çocuğu olmamasına rağmen Selia, Tibbet Deresi köyündeki herkese evladıymış gibi davranırdı. Onun bilgeliğine pek az, inadına ise çok daha az insan erişebilirdi. Eğer Selia’nın gözüne girmişseniz, onun yanındayken dünyanın en güvenli yerindesiniz demekti.

İyi ki geldin Jeph,” dedi Selia, Arlen’ın babasına. “Silvy’yi ve küçük Arlen’ı yanında getirmen iyi olmuş,” diye devam etti, onlara başıyla selam vererek. “Her türlü yardıma ihtiyacımız var. Ufaklığın bile yardımı dokunabilir.”

Arlen’ın babası arabadan homurdanarak indi. “Aletlerimi getirdim,” dedi. “Nereden başlayacağımı söyle, yeter.”

Arlen, babasının sözünü ettiği değerli aletleri arabanın arkasından toparladı. Tibbet Deresi’nde metal az bulunurdu ve babası sahip olduğu iki küreği, kazması ve testeresiyle gurur duyardı. Bugün aletlerden her birine çok iş düşecekti.

Yirmi yedi,” dedi Selia, Arlen’ın anne ve babasının sormaya korktuğu sorunun cevabını vererek. Silvy’nin nefesi kesildi, elini ağzına götürdü, gözleri dolu dolu olmuştu. Jeph tekrar tükürdü.

Kurtulan var mı?” diye sordu.

Birkaçı,” diye cevap verdi Selia. Ölülerin yakıldığı odun yığınına gözünü ayırmadan bakan küçük bir çocuğa sopasının ucunu doğrultarak, “Manie…” dedi. “Gecenin karanlığında ta benim evime kadar koşmuş.”

Silvy bir an nefessiz kaldı. Şimdiye kadar hiç kimse kaçarak kurtulamamıştı. “Brine Cutter’ın evindeki muhafazalar gece uzun süre dayanmış,” diye devam etti Selia. “Brine ve ailesi her şeyi izlemiş. Diğerlerinden birkaçı nüveliklerden* kaçıp onların imdadına yetişmiş, fakat alevler yayılıp çatıyı tutuşturmuş. Kirişler çatlamaya başlayıncaya kadar evin içinde bekleyip şafağa dakikalar kala şanslarını dışarıda denemişler. Nüvelikler Brine’ın karısı Meena ile oğulları Poul’u öldürmüş ama diğerleri kurtulmuş. Yanıklar iyileşir, çocuklar da zamanla düzelir ama diğerleri…”

Cümleyi bitirmesine gerek yoktu. Bir iblis saldırısından kurtulanları kısa sürede ölmek gibi bir kader beklerdi. Belki hepsi değil, hatta çoğunluğu bile değil ancak yeteri kadarı ölürdü. Bazıları kendi canlarına kıyar, diğerleri ise boş bakışlarla, göçüp gidecekleri zamana dek yiyip içmeyi reddederdi. “Saldırının üstünden bir sene bir gün geçene kadar saldırıdan tam olarak kurtulmuş sayılmazsın” sözü halk arasında yaygındı.

Halen bir düzine kayıp var,” dedi Selia. Ama sesinde pek az umut vardı.

Hepsini çıkartacağız,” diye onayladı Jeph, haşin bir tavırla. Dumanı tüten çökmüş evlere bakıyordu. Cutterlar evlerini ateşten etkilenmesin diye çoğunlukla taştan yapardı, ama eğer bir yerde yeterince ateş iblisi toplanır ve muhafaza sembolleri başarısız olursa, taş bile dayanamaz yanardı.

Jeph, molozları temizleyen ve ölüleri cenaze odunlarına arabalarla taşıyan diğer adamlara ve birkaç güçlü kadına katıldı. Doğal olarak, cesetler yakılmalıydı. Hiç kimse iblislerin her gece içinden çıkıp geldiği toprağa gömülmek istemezdi. Cübbesinin kollarını sıvayarak kalın kollarını çıplak bırakmış olan Rahip Harral, her cesedi ateşe kendisi verip dualar mırıldanıyor, alevler cesetleri yuttukça havaya muhafaza sembolleri çiziyordu.

Silvy ise daha küçük çocukları bir araya toplayan ve Tibbet Deresi’nin Otacısı Coline Trigg’in gözetimi altında yaralıları tedavi eden diğer kadınlara katılmıştı. Ama hayatta kalanlardan bazılarının acısını dindirebilecek hiçbir şifalı ot yoktu. Ailesiyle odun almaya geldiklerinde Arlen’ı havaya fırlatan ve aynı zamanda Genişomuzlu Brine olarak da bilinen Brine Cutter, gürül gürül kahkahalara sahip dev gibi bir adamdı. Şimdi ise enkaza dönmüş evinin yanında, küllerin arasında oturmuş, başını evinin kararmış duvarlarına vuruyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Sanki çok üşüyormuş gibi de kollarını sıkı sıkı kendi vücuduna dolamıştı.

Arlen ve diğer çocuklara ise su taşıma ve yanmış tahta yığınları arasında kurtarılabilecek eşyaları bulma görevi verilmişti. Ilık geçecek birkaç ay daha vardı önlerinde, ancak tüm kışa yetecek kadar odun kesmek için zamanları olmayabilirdi. Bu sene de gübre yakmak zorunda kalabilirlerdi ki bu durumda evler leş gibi kokacaktı.

Arlen bir kez daha suçluluk duygusuna kapıldı. Ne cenaze odunlarının arasında yanıyordu, ne de hayattaki her şeyini kaybettiği için şok içinde kafasını duvarlara vuruyordu. Gübre kokan bir evde yaşamaktan çok daha kötü kaderler mevcuttu.

Sabah vakti yavaş yavaş ilerledikçe daha çok köylü geldi. Ailelerini ve ayırabildikleri kadar erzaklarını getirdiler. Balıkçı Çukuru’ndan, Kasaba Meydanı’ndan, Boggin Tepesi’nden ve Islak Bataklık’tan geldiler. Hatta bazıları ta Güneygözeti’nden bile geldi. Ve Selia onları teker teker korkunç haberlerle karşılayıp işe koyulmaları için çeşitli görevlere yönlendirdi.

Sayılarının artmasıyla, erkekler gayretlerini iki katına çıkardı. Yarısı kazmaya devam ederken diğerleri köyde kurtarılabilecek tek yapı olan Brine Cutter’ın evinin etrafında toplandı. Selia omzuyla bu koca adamı bir şekilde destekleyerek oradan uzaklaştırırken, erkekler molozları temizleyip yeni taşları taşımaya başladı. Birkaçı muhafaza sembolü için gerekli olan malzemeleri çıkarıp yeni semboller için gereken boyama işine başlarken, çocuklar saz ve samanlardan bir dam örtüsü meydana getirdi. Ev karanlık çökmeden hazır duruma gelecekti.

Arlen tahta taşıma işinde Cobie Fisher ile eşleşmişti. Kaybedilenlere oranla çok az da olsa, çocuklar birçok tahta parçası toplamıştı. Cobie uzun boylu, yapılı bir çocuktu. Kıllı kolları, koyu kıvırcık saçları vardı. Diğer çocuklar arasında popüler olsa da bu popülaritesi daha çok zorbalığından kaynaklanıyordu. Hakaretlerine maruz kalmayan çocukların sayısı az, dayaklarına maruz kalmayanların ise daha da azdı.

Arlen’a yıllarca eziyet etmiş ve diğer çocuklar buna seslerini çıkarmamıştı. Jeph’in çiftliği, Tibbet Deresi’nin en kuzeyinde kalan çiftlikti ve çocukların oyun oynamak için toplandıkları Kasaba Meydanı’ndan bir hayli uzaktı. Arlen ise zamanının çoğunu Dere’de geçirmeyi tercih ederdi. Bu yüzden onu Cobie’nin gazabına kurban vermek diğer çocukların işine geliyordu.

Arlen ne zaman balık tutmaya gitse veya Kasaba Meydanı’na giderken ne zaman Balıkçı Çukuru’ndan geçse, Cobie ve arkadaşları bunu işitir ve eve dönüş yolunda hep aynı yerde bekliyor olurlardı. Bazı zamanlar sadece isim takıp dalga geçmekle ya da itip kakmakla yetinirlerdi. Ama genelde, eve yüzü gözü kanayıp morarmış halde gelen Arlen, annesinden kavga ettiği için azar işitirdi.

Sonunda bir gün tepesi atmıştı. O aynı yere kalın bir sopa bırakmış, Cobie ve arkadaşlarının üzerine çullandığı bir dahaki seferde kaçar gibi yapmış, sonra birden sopayı çıkarıp onlara doğru sallayarak üzerlerine yürümüştü.

İlk darbeyi Cobie almıştı. Bu, yere düşüp gözyaşlarına boğulmasına ve kulağının altından kan gelmesine neden olan sert bir darbeydi. Sonra Willum’ın parmağı kırılmış, Gart ise bir hafta boyunca topallayarak yürümek zorunda kalmıştı. Ne var ki bu Arlen’ın diğer çocuklar arasındaki popülaritesini arttırmaya yaramamıştı. Hatta Arlen babasından bir güzel sopa bile yemişti. Ama o olaydan sonra çocuklar bir daha ona hiç bulaşmamıştı. Şimdi bile Cobie, ondan çok daha iri olmasına rağmen Arlen’a karşı mesafesini koruyor, Arlen ani bir hareket yaptığında ürküp sıçrıyordu.

Sağ kalanlar var!” diye birdenbire haykırdı Bil Baker. Köyün dış sınırına yakın bir yerde, çökmüş bir evin yanında duruyordu. “Mahzende sıkışıp kalmışlar, seslerini duyabiliyorum!”

Herkes uğraştığı işi hemen bırakıp oraya koştu. Molozları temizlemek çok uzun zaman alacağından tüm erkekler eğilip gayretle kazmaya başladı. Çok geçmeden mahzenin yan duvarlarından birinden sağ kalanlara ulaşarak onları dışarı çıkarmaya başladılar. Hayatta kalanlar arasında üç kadın, altı çocuk ve bir erkek vardı. Hepsi pislik içinde ve dehşete kapılmış durumdaydı.

Cholie Dayı!” diye bağırdı Arlen. Annesi derhal oraya koşup bir sarhoş gibi tökezleyen kardeşini kucakladı. Arlen da onların yanına koşup dayısının kolunun altına girdi ve ayakta durması için ona destek oldu.

Cholie, senin burada ne işin var?” diye sordu Silvy. Cholie, Kasaba Meydanı’ndaki atölyesini çok nadir terk ederdi. Arlen’ın annesi, evlenmeden önce kardeşiyle birlikte işlettikleri nalbant dükkânının ve Jeph’in ona kur yapmak için atlarının nallarını nasıl bilerek kırdığının hikâyesini en az bin kere anlatmıştı.

Ana Cutter’a kur yapmak için gelmiştim,” diye mırıldandı Cholie. Saçlarını tutam tutam koparmış olmasına rağmen onları hâlâ çekiştirip duruyordu. “Nüvelikler muhafazaları aştığında, sığınak kapısını henüz açmıştık…” Bunu söylerken dizleri çözüldü. Ağırlığıyla Arlen ve Silvy’yi de aşağıya çekti. Yere kapanarak toz toprak içinde ağlamaya başladı.

Arlen kurtulan diğer insanlara baktı. Ana Cutter onlar arasında değildi. Çocuklar yanından geçerken boğazı düğümlendi. Her birini tanıyordu; ailelerini, evlerinin içini, hayvanlarının isimlerini… Geçerlerken bir saniyeliğine de olsa göz göze geldiler ve o anda Arlen saldırıyı onların gözünden yaşadı. Kendisini yerdeki dar ve sıkışık bir deliğin içine sığışmaya çalışırken gördü. Deliğe sığamayanların ise, iblislerle ve alevlerle yüzleştiğini. Birden nefessiz kalıp tıkandı ve Jeph sırtına vurup da onu kendine getirene kadar sakinleşemedi.

Soğumuş bir öğle yemeğini bitiriyorlardı ki Dere’nin uzak tarafından bir boru sesi duyuldu.

Bir günde iki saldırı mı?” diyerek elini ağzına götürdü Silvy. Bir an nefessiz kalmıştı.

Peh,” diye homurdandı Selia. “Öğle vaktinde mi? Biraz kafanı çalıştırsana be kız!”

E peki ne o zaman?”

Selia boru sesine cevap vermek için, boru çalan bir erkek bulmak üzere ayağa kalkarken Silvy’yi duymazlıktan geldi. Keven Marsh’ın borusu hazırdı, zira Islak Bataklık’ta yaşayan herkesin borusu yanında olurdu. Bataklıklarda ayrı düşüp kaybolmak zor bir şey değildi ve hiç kimse bataklık iblisleri uyanırken kaybolmuş bir halde etrafta gezinmek istemezdi. Cevap vermek için borusunu art arda üflerken, Keven’ın yanakları tıpkı bir kurbağanın gırtlağı gibi şişti.

Ulak borusu,” diyerek bilgi verdi Coran Marsh, Silvy’ye. Coran bir ‘bozsakal’dı. Aynı zamanda Keven’ın babası ve Islak Bataklık’ın da köy sözcüsüydü. Arlen onu tanımıyordu, o halde ya Bataklık’tan ya da Güneygözeti’nden olmalıydı. Onlarsa daha çok kendi işlerine bakarlardı. “Muhtemelen dumanı gördüler. Keven da borusuyla onlara ne olduğunu ve herkesin nerede olduğunu anlatıyor.”

İlkbaharda bir Ulak mı?” diye sordu Arlen. “Ben onların sadece sonbaharda, hasattan sonra geldiklerini sanıyordum. Ekimleri daha geçen ay bitirdik!”

Geçen sonbahar Ulak hiç gelmedi,” dedi Coran, konuşurken ağzında çiğnediği kökten kahverengi tükürükler saçarak. “Bişi oldu sandıktı. Bir sonraki güze kadar bize tuz getirecek Ulak olmaz diye düşündük. Ya da nüvelikler Hür Şehirler’i aldılar da yollar kesildi diye.”

Nüvelikler asla Hür Şehirler’e ulaşamazlar,” dedi Arlen.

Arlen, çeneni kapatsana sen!” diye öfkeyle araya girdi Silvy. “O senin büyüğün!”

Bırak çocuk konuşsun,” dedi Coran. “Hiçbi Hür Şehir’e gittin mi ki evlat?” diye sordu Arlen’a.

Hayır,” diye itiraf etti Arlen.

Giden birini tanıdın mı?”

Hayır,” dedi Arlen yine.

E gitmediysen, tanımadıysan nasıl böyle uzman gibi konuşuyorsun?” diye sordu Coran. “Ulaklardan gayrı oralara giden yoktur. Bir tek onlar geceleri yolculuk etmeye cesaret edip o kadar uzağa gidebilirler. Hür Şehirler’in de aynı Dere gibi olmadığını söylemek kimin harcı? Nüvelikler buraya saldırabiliyorsa oraya da saldırabilir.”

Yaşlı Hog Hür Şehirler’den,” dedi Arlen, Rusco Hog’u ima ederek. Dere’deki en zengin adam oydu. Tibbet Deresi’ndeki tüm ticaretin merkezi olan bir dükkânı vardı.

Öyle,” dedi Coran , “ve Yaşlı Hog yıllar önce bana tek bir yolculuğun ona yettiğini de söyledi. Geldikten birkaç sene sonra geri dönmeye yeltenmiş ama sonradan böyle bir riske değmeyeceğini anlamış. Öyleyse ona sor bakalım Hür Şehirler başka yerlerden daha güvenli miymiş, değil miymiş?”

Arlen buna inanmak istemedi. Dünyada güvenli yerler olmalıydı. Ancak zihninde, biraz önce kendisini mahzenin içine atılmış olarak gördüğü aynı hayaller belirdi ve o anda geceleyin hiçbir yerin tam olarak güvenli sayılamayacağını anladı.

Ulak bir saat sonra yanlarına ulaştı. Kısa, kahverengi saçları ve aynı kısalıkta gür sakalları vardı. Uzun boyluydu ve otuzlu yaşlarının başında gösteriyordu. Uzun koyu renk bir pelerini, deriden yapılmış kalın bir pantolonu ve yine deriden yapılma çizmeleri vardı. Geniş omuzlarında metal halkalardan oluşan bir yelek taşıyordu. Kısrağı, parlak tüyleri olan kahverengi bir süvari atıydı. Atın semerine tutturulmuş olan koşum takımına birkaç değişik mızrak asılıydı. Yaklaşırken omuzları dik ve mağrur görünüyordu, yüzü ise sertti. Kalabalığı gözleriyle şöyle bir taradı ve etrafa emirler yağdıran Sözcü’yü gördü. Atının başını ona doğru çevirdi.

Birkaç adım gerisindense, ağır şekilde yüklü bir katır arabası ve onu kullanan Jonglör geliyordu. Giysisi parlak renkli yamalardan oluşmuştu ve oturduğu yerin yanında da bir lavta vardı. Saçları Arlen’ın hayatında daha önce hiç görmediği bir renkteydi (soluk bir havucun rengine benziyordu), cildi ise sanki hiç güneşe çıkmamışçasına soluktu. Omuzları çöküktü ve tamamen bitkin görünüyordu.

Yılda bir kez gelen Ulak yanında hep bir Jonglör getirirdi. Çocuklar ve bazı büyükler için Jonglör, Ulak’tan bile daha önemliydi. Bu seferki sonuncusundan daha gençmiş, diye düşündü Arlen. Ayrıca bu seferkinin suratı, önceki Jonglörlerin aksine enikonu asıktı. Çocuklar onu gördükleri gibi koşmaya başlayınca genç Jonglör kafasını kaldırdı. Asabiyeti, yüzünden o kadar çabuk eriyip gitti ki Arlen, o asabiyetin daha önce orada olduğundan şüphelendi. Jonglör bir anda at arabasından indi ve renkli toplarını çocukların sevinç tezahüratları eşliğinde havaya fırlatıp tutmaya başladı.

Aralarında Arlen’ın da bulunduğu diğerleri ise işlerini unutup dikkatlerini yeni gelenlere çevirdi. Selia hızla onlara döndü, tahammül nedir bilmezdi. “Ulak geldi diye gün bitmedi!” diye bağırdı. “İşinizin başına!”

Bazı homurdanmalar olduysa da herkes işine geri döndü. “Sen değil Arlen,” dedi Selia, “sen buraya gel.” Arlen gözlerini Jonglör’den ayırdı ve Ulak yaklaşırken Selia’nın yanına gitti.

Çorak Selia?” diye sordu Ulak.

Sadece Selia demen yeterli,” diye çok ciddi bir şekilde yanıtladı Selia. Ulak’ın gözleri büyüyüp yüzü kızardı, solgun yanaklarının üstü koyu bir kırmızıya dönüştü. Atından atladı ve başını eğerek selam verdi.

Özürlerimi kabul edin,” dedi. “Düşünemedim. Daha önceki Ulak’ınız Graig bana isminizin bu olduğunu söylemişti.”

Bu kadar sene sonra Graig’in benim hakkımda ne düşündüğünü bilmek memnun edici,” dedi Selia, gerçi hiç de memnun bir hali yoktu.

Düşünüyordu,” diye düzeltti Ulak. “Graig öldü efendim.”

Öldü mü?” diye sordu Selia, birden yüzüne hüzün çökmüştü. “Saldırı yüzünden mi?”

Ulak kafasını hayır anlamında salladı. “İblisler yüzünden değil, soğuktan öldü. İsmim Ragen, bu sene Ulak’ınız benim, Graig’in dul eşine bir iyilik olarak. Lonca size bir sonraki sonbahar için bir Ulak atayacak.”

Bir sonraki Ulak için bir buçuk yıl daha mı bekleyeceğiz yani?” diye sordu Selia, birilerini haşlayacağa benziyordu. “Geçen kışı sonbaharda gelen tuz olmadan zar zor geçirdik zaten,” dedi. “Sizlerin Miln’de böyle bir sorununuz olmadığını biliyorum ama burada salamura edemediğimiz için etlerimizin ve balıklarımızın yarısı mahvoldu. Ayrıca gönderdiğimiz mektuplardan ne haber?”

Üzgünüm efendim,” dedi Ragen. “Sizin kasabalarınız ana yollara çok uzak. Ayrıca bir Ulak’ın her sene bir ayı aşkın bir süre seyahat etmesi de oldukça masraflı bir iş. Ulaklar Loncası’nda yeterince insan yok, özellikle de Graig’in soğuğa yakalanıp ölmesinden sonra…” Sessiz bir biçimde gülümseyip kafasını salladı, ama buna cevap olarak Selia’nın kararmış çehresiyle karşılaştı.

Lütfen üzerinize alınmayın efendim,” dedi Ragen. “O benim de arkadaşımdı. Sadece… Biz Ulaklar olarak başımızı sokabileceğimiz bir çatı, başımızın altına yerleştireceğimiz bir yastık veya kolumuza takabileceğimiz bir eş bulma şansına sahip olamıyoruz. ‘Gece’ bizi bunlardan önce avlayıveriyor, anlıyorsunuz değil mi?”

Anlıyorum,” dedi Selia. “Eşin var mı Ragen?” diye sordu.

Evet,” dedi Ulak, “gerçi kısrağımı karımdan daha sık görüyorum. Bana dert olsa da karım halinden gayet memnun.” Ragen güldü. Evde kendisini özlemeyen bir eşe sahip olmanın neresinin komik olduğunu anlayamayan Arlen’ın ise kafası karışmıştı.

Selia buna dikkat ediyor görünmedi. “Ya onu hiç göremeseydin?” diye sordu. “Ya seni ona bağlayan tek şey yılda bir kez gönderebildiğin mektuplar olsaydı ve yarım sene daha mektup gönderemeyecek olduğunu söyleselerdi, sen nasıl hissederdin? Bu kasabada Hür Şehirler’de akrabası olan insanlar var. Tek sahip oldukları bir Ulak veya bir başkası, hatta bazıları iki nesildir böyle. Bu insanlar evlerine geri dönemeyecekler Ragen. Onların bize dair, bizlerin de onlara dair sahip olduğumuz tek şey mektuplar.”

Size tamamen katılıyorum efendim,” dedi Ragen, “ancak bu kararı almak benim yetkimde değil. Dük…”

Ama geri döndüğünde Dük ile konuşacaksın değil mi?” diye sordu Selia.

Konuşacağım,” dedi Ulak.

Mesajı senin için bir kâğıda yazayım mı?”

Ragen gülümsedi. “Sanırım hatırlayabilirim efendim.”

Evet, kesinlikle hatırla.”

Ragen yine yerlere kadar eğilerek selam verdi. “Böylesi kara bir günde geldiğim için özrümü kabul edin,” dedi, gözlerini cenazelerin yakıldığı odun yığınına çevirerek.

Yağmurun ne zaman yağacağına, rüzgârın ne zaman eseceğine, soğuğun ne zaman geleceğine biz karar vermiyoruz,” dedi Selia. “Aynı şey nüvelikler için de geçerli. Hayat bunlara rağmen devam etmeli.”

Hayat devam ediyor,” diye onayladı Ragen, “ama eğer benim veya Jonglör’ümün yardım etmek için yapabileceği en ufak bir şey bile varsa lütfen söyleyin. Sırtım güçlüdür ve nüveliklerin açtığı yaraları tedavi etmişliğim de çoktur.”

Jonglör’ün zaten yardım ediyor,” dedi Selia, şarkılar söyleyip hokkabazlık yapan genç adama doğru kafasını sallayarak, “anne babaları işlerini yaparken küçükleri oyalaması çok iyi. Sana gelince, eğer bu kayıplardan sonra toparlanacaksak önümüzdeki birkaç gün yapacak çok işim var. Mektupları dağıtacak ve harflerle arası olmayanlara mektupları okuyacak zamanım yok.”

Okuma bilmeyenlere mektuplarını okuyabilirim,” dedi Ragen, “ama dağıtma işi için kasabanızı yeterince iyi tanımıyorum.”

Gerek yok,” dedi Selia, Arlen’ı öne çekerek. “Bu Arlen. Seni Kasaba Meydanı’ndaki Genel İhtiyaç Dükkânı’na ve oranın sahibi Rusco Hog’a götürecek. Tuzu ona teslim ederken mektupları ve paketleri de verirsin. Tuz geldiği için herkes koşa koşa oraya gider ve Rusco da, kasabada harfler ve sayılarla arası iyi olan çok az kişiden biridir. Yaşlı sahtekâr ağlayıp sızlanacak ve ona ödeme yapmanı isteyecek. Ona, zor zamanlarda tüm kasaba sakinlerinin birbirine yardımcı olması gerektiğini söyle. Mektupları gelenlere dağıtmasını ve okuyamayanlara okumasını, yoksa bir dahaki sefer kasaba onun boynuna ipi geçirmeye çalıştığı zaman ona yardım etmek için parmağımı bile kıpırdatmayacağımı söyle.”

Ragen, Selia’ya şaka yapıp yapmadığını anlamaya çalışarak dikkatlice baktı, ama Selia’nın taş gibi sert yüzü pek bir şey belli etmiyordu. Ulak yine eğilerek selam verdi.

Öyleyse acele edin,” dedi Selia. “Hızla gider gelirseniz, akşamleyin herkes buradan ayrılmaya hazırlanırken geri dönmüş olursunuz. Eğer sen ve Jonglör’ün Rusco’ya oda için para ödemek istemezseniz buradaki herkes sizi kendi evinde ağırlamaktan mutluluk duyar.” Bunları dedikten sonra ikisini de kışkışladı ve yeni gelenlere bakmak için işine ara vermiş olanları haşlamak üzere arkasını döndü.

Her zaman bu kadar… şiddetli midir?” diye sordu Ragen, Arlen’a, çocukların en küçüklerinin karşısında pantomim yapan Jonglör’ün olduğu tarafa doğru yürürlerken. Geri kalan çocuklar işe geri çağrılmıştı.

Arlen homurdandı. “Bir de onu bozsakallarla konuşurken görmelisin. Ona ‘Çorak’ dedikten sonra paçayı kurtardığın için şanslısın.”

Graig herkesin ona öyle hitap ettiğini söylemişti bana,” dedi Ragen.

Orası öyle,” diye onayladı Arlen, “ama suratına karşı değil, tabii bir nüveliği boynuzlarından yakalamış gibi mücadele etmek istiyorlarsa o başka. Selia konuştuğunda yer yerinden oynar.”

Ragen kıkır kıkır güldü. “Üstelik yalnızca ‘yaşlı bir kız’*,” diyerek düşüncelere daldı. “Benim geldiğim yerde sadece ‘Anaların’** emirleri karşısında yer yerinden oynar.”

Arada ne fark var ki?” diye sordu Arlen.

Ragen omuz silkti. “Bilemiyorum,” dedi. “Miln’de öyledir işte. Dünyayı insanlar döndürüyor, insanları da Analar doğruyor, böyle olunca dansı da onlar yönetiyor.”

Burada öyle değil,” dedi Arlen.

Küçük kasabalarda hiç öyle olmaz ki,” dedi Ragen. “Çok fazla insan yoktur. Ama Hür Şehirler farklıdır. Miln dışında, diğer şehirlerde kadınlara neredeyse hiç söz hakkı verilmez.”

Bu da kulağa çok aptalca geliyor,” diye mırıldandı Arlen.

Öyle,” diye katıldı Ragen.

Ulak durdu ve süvari atının dizginlerini Arlen’a devretti. “Burada bir dakika bekle,” dedi Jonglör’ün olduğu tarafa yönelirken. İki adam bir kenara çekilip konuşmaya başladılar ve Arlen, Jonglör’ün yüzünün yine değiştiğini gördü. İlk önce kızgın, sonra huysuz ve son olarak da kaderine boyun eğmiş. Bu tartışma sırasında Ragen’ın ise yüzü gayet katıydı. Ulak, sert bakışlarını Jonglör’den ayırmadan Arlen’a eliyle atı getirmesi için işaret etti.

… ne kadar yorgun olduğun umrumda değil,” diyordu Ragen sert bir fısıltıyla, “bu insanların yapmaları gereken korkunç bir iş var ve onlar bunu yaparken çocuklarını oyalamak için tüm öğleden sonra dans edip hokkabazlık yapman gerekiyorsa bunu yapacaksın! Şimdi tekrar o neşeli suratını takın ve işine geri dön!” Dizginleri Arlen’dan kaptığı gibi şiddetle adama uzattı.

Arlen, fark edilmeden genç Jonglör’ün korku ve içerlemeyle karışık duygular içerisindeki yüzüne iyice bir baktı. İzlendiğini anladığı saniyedeyse adam yüzünü kırıştırdı ve sonra birden çocuklar için dans edip neşe saçan o eğlenceli adama dönüşüverdi.

Ragen, Arlen’ı at arabasına götürdü ve ikisi tırmanıp arabaya atladılar. Ulak, dizginleri şaklattı ve at arabasının önünü, ana yola çıkan toprak yola çevirdi.

Tartıştığınız şey neydi?” diye sordu Arlen, at arabası hoplaya zıplaya yol alırken.

Ulak bir an için ona bakıp omuzlarını silkti. “Bu Keerin’ın şehirden bu kadar uzaktaki ilk işi,” dedi. “Grup halinde yolculuk ederken ve üstü kapalı bir at arabasında uyurken yeterince cesaretliydi, ama kervanın geri kalanını Angiers’ta bıraktığımızdan beri o cesaretten pek eser kalmadı. Nüvelikler yüzünden aşırı tedirginliğe ve korkuya kapıldı. Bu da onu kötü bir yol arkadaşı haline getirdi.”

Pek belli olmuyor,” dedi Arlen, at arabasını süren Ulak’a tekrar bakarak.

Jonglörlerin pantomim numaraları vardır,” dedi Ragen. “Kendilerini olmadıkları bir şeye dönüştürmek için o kadar iyi rol yaparlar ki bazen belli bir süre boyunca buna kendileri bile inanabilirler. Keerin sadece cesur rolü yaptı. Lonca onu yolculuklar için sınavdan geçirdi tabii, ama insanların iki hafta boyunca açık yolda seyahat ettikten sonra bu duruma dayanıp dayanamayacaklarını önceden anlaman imkânsızdır.”

Nasıl oluyor da geceleri yollarda kalabiliyorsunuz?” diye sordu Arlen. “Babam toprağa muhafaza sembolleri çizmenin bela aramak olduğunu söyler.”

Baban haklı,” dedi Ragen. “Ayağının dibindeki bölmeye bir bak.”

Arlen bölmeye baktı ve yumuşak deriden yapılma büyük bir çanta çıkardı. Çantanın içinde düğümlü bir ip vardı ve üzerine elinden bile daha büyük olan cilalı tahta levhalar dizilmişti. Bu tahta levhaların üzerine oyulmuş ve boyanmış muhafaza sembollerini gördüğü zaman gözleri fal taşı gibi açıldı.

Ama bunun ne olduğunu hemen anladı: at arabasını, hatta daha fazlasını çember içine alabilecek taşınabilir bir muhafaza çemberi. “Hiç böyle bir şey görmemiştim,” dedi.

Yapılmaları kolay değildir,” dedi Ulak, “çoğu Ulak, çıraklığını bu zanaatta ustalaşmakla geçirir. Bu muhafazaları ne rüzgâr ne de yağmur bozabilir. Ama öyle bile olsa, muhafaza sembolleriyle korunan duvarlara ve kapılara sahip olmakla aynı şey değil.

Bir nüvelikle yüz yüze geldiğin oldu mu hiç evlat?” diye sordu, dönüp Arlen’a sert bir bakış atarak. “Kaçacak hiçbir yerin yokken ve seni koruyan tek şey, göremediğin bir büyüden ibaretken, bir nüveliğin sana saldırmasını seyrettin mi?” Arlen hayır anlamında kafasını salladı. “Belki de Keerin’a fazla yükleniyorum. Bu sınavı iyi idare etti sayılır. Biraz çığlık attığı oldu ama bu beklenen bir şeydi. Geceler boyu aynı şeyi yapmaksa başka bir mesele. Bu bazı insanları çok kötü etkiler, başıboş bir yaprağın muhafaza işaretinin üzerine düşebileceğinden endişe edip dururlar ve bazen…” Birden tıslayıp Arlen’a pençe haline getirdiği elini savurdu; çocuk korkusundan hoplayınca da kahkahalara boğuldu.

Arlen başparmağını cilalı ve pürüzsüz olan muhafaza sembollerinin üzerinde dolaştırarak güçlerini hissetti. Bu küçük levhalar, herhangi bir muhafaza düzeneğinde olacağı gibi her otuz santimde bir ipe dizilmişti. Arlen kırk taneden fazla saymıştı. “Peki rüzgâr iblisleri bu kadar büyük bir çemberin içine yukarıdan giremezler mi?” diye sordu. “Babam onlar tarlalara inmesinler diye toprağa direkler diker.”

Adam gözlerini çocuğun üzerinde gezdirdi, biraz şaşırmış göründü. “Baban muhtemelen zamanını boşa harcıyor,” dedi. “Rüzgâr iblisleri uçma konusunda güçlüdür ama havalanmak için ya uzun bir koşma alanına ya da tırmanıp atlayabilecekleri yüksek bir şeye ihtiyaç duyarlar. Bir mısır tarlasında ikisine de pek rastlamazsın o yüzden inmekten kaçınırlar, tabii dayanamayacakları bir şey görmedilerse; mesela, tarlanın ortasında uyumaya cüret eden küçük bir oğlan…” Arlen’a aynen Jeph’in onu nüveliklerin hafife alınmaması gereken şeyler olduğu konusunda uyardığı zamanki gibi baktı. Sanki o bilmiyormuş gibi.

Ayrıca rüzgâr iblisleri dönerken geniş kavisler çizerler,” diye devam etti Ragen, “ve çoğunun kanat genişliği bu çemberden büyüktür. Birinin içine girmesi olasıdır ama daha önce böyle bir şey görmedim. Yine de girerse…” Eliyle yanındaki uzun ve kalın mızrağı işaret etti.

Bir nüvelik mızrakla öldürülebilir mi?” diye sordu Arlen.

Muhtemelen hayır,” diye cevapladı Ragen, “ama onları muhafazalarının üzerine çivileyebilirsen sersemletebilirsin diye duymuştum.” Güldü. “Umarım asla öğrenmek zorunda kalmam.”

Arlen, ona gözlerini sonuna kadar açarak baktı.

Ragen da ona baktı, birden ciddiyete bürünmüştü. “Ulaklık tehlikeli iştir evlat,” dedi.

Arlen uzun süre gözlerini ona dikti. “Hür Şehirler’i görmek buna değer herhalde,” dedi sonunda. “Anlatsana, Miln Kalesi nasıl bir yer?”

Dünya’nın en zengin ve en güzel şehridir,” diye cevapladı Ragen, kolundaki zincirli zırhı sıyırarak önkolundaki dövmeyi açığa çıkardı. Dövme, iki dağın arasına sığınmış bir şehrin resmiydi. “Dük’ün Madenleri tuz, kömür ve metaller açısından zengindir. Surları ve çatıları öyle iyi muhafaza edilir ki; evlerdeki muhafazalara çok nadir ihtiyaç duyulur. Güneş, surları üzerinde parladığında dağların ihtişamı bile onun gölgesinde kalır.”

Hiç dağ görmedim,” dedi Arlen, parmağını dövmenin üzerinde gezdirirken hayret içerisindeydi. “Babam dağların büyük tepeler olduğunu söyler.”

Şuradaki tepeyi görüyor musun?” diye sordu Ragen, yolun kuzeyine işaret ederek.

Arlen evet anlamında başını salladı. “Boggin Tepesi. Oradan tüm Dere’yi görebilirsin.”

Ragen da başını salladı. “Yüz sayısının anlamını biliyor musun Arlen?” diye sordu.

Arlen onayladı. “On çift elin parmakları.”

Küçük bir dağ bile sizin o Boggin Tepesi’nin yüz tane üst üste konmuş halinden büyüktür. Miln’in dağları da pek öyle küçük değildir hani.”

Arlen’ın gözleri, böylesine bir yüksekliği kafasında canlandırmaya çalışırken fal taşı gibi açıldı. “Gökyüzüne dokunuyor olmalılar,” dedi.

Bazıları gökyüzünü bile geçer” diye övündü Ragen. “Onların üstüne çıkarsan, bulutlara yukarıdan bakabilirsin.”

Bir gün görmek isterim,” dedi Arlen.

Yeterince büyüdüğünde Ulaklar Loncası’na katılabilirsin,” dedi Ragen.

Arlen başını olumsuz anlamda salladı. “Babam burayı terk edenlerin firari olduklarını söyler,” dedi. “Söylerken de tükürür.”

Baban neden bahsettiğini bilmiyor,” dedi Ragen. “Tükürmesi de dediğini gerçek kılmaz. Ulaklar olmasa, Hür Şehirler bile çöker.”

Hür Şehirler’in güvenli olduğunu zannediyordum,” dedi Arlen.

Hiçbir yer gerçekten güvenli değildir Arlen. Miln’deki ölümler Tibbet Deresi’ndeki kadar etki yaratmaz belki ama nüvelikler her sene belli sayıda kayıp verdirir.”

Miln’de kaç insan var?” diye sordu Arlen. “Bizim Tibbet Deresi’nde üç yüz kişi yaşar, yolun yukarısındaki Güneşli Çayır’ın da en az o kadar büyük olduğunu söylerler.”

Biz Miln’de otuz bin kişiden biraz fazlayız,” dedi Ragen gururla.

Kafası karışmış olan Arlen ona baktı.

Bin, on tane yüzdür,” diye bilgi verdi Ulak.

Arlen biraz düşündü, sonra kafasını salladı. “Dünya’da o kadar insan yok ki,” dedi.

Daha da fazlası var,” dedi Ragen. “Karanlığa meydan okumaya cesareti olanlar için dışarıda kocaman bir dünya var.”

Arlen cevap vermedi ve sessizlik içinde yola devam ettiler.

Kasaba Meydanı’na, sallana sallana giden at arabasıyla ulaşmaları bir buçuk saat kadar sürdü. Dere’nin merkezi olan Kasaba Meydanı’nda, işi pirinç veya buğday tarlasında olmayan, geçimini balıkçılıkla ya da ağaç kesmekle sağlamayanlar için iki düzineden fazla muhafazalı ev vardı. Eğer birinin fırıncıya, terziye, nalbanda, fıçıcıya ve benzerine ihtiyacı varsa; buraya gelirdi.

Kasabanın merkezinde, insanların bir araya geldikleri bir meydan ve Dere’deki en büyük yapı olan Genel İhtiyaç Dükkânı bulunurdu. Bu yapının ön tarafındaki büyük ve açık odada masalar ve bir içki tezgâhı; arka tarafta daha da büyük bir depo ve aşağıda bir mahzen vardı; Dere’de parasal değeri olan şeylerin çoğunun tutulduğu yer bu mahzendi.

Mutfağı, Hog’un kızları Dasy ve Catrin yönetirdi. İki kredi karşılığında midenizi dolduracak kadar yemek alabilirdiniz. Ancak Silvy, Hog’a üçkâğıtçı derdi çünkü iki kredi, bir haftalık buğday satın almaya yetecek bir paraydı. Yine de bir sürü bekâr erkek bu parayı öderdi. Bu sadece yemek için de değildi ayrıca. Dasy sade görünümlüydü, Catrin ise şişman, ama Cholie Dayı, onlarla evlenenlerin hayat boyu maddi yönden sıkıntı çekmeyeceğinden bahsederdi.

Mısırdı, etti, çanak çömlekti, kürktü, kumaştı, aletti, eşyaydı, herkes her şeyini Hog’a getirirdi. Hog bunları alır, sayar ve onlara dükkândan bir şeyler satın almaları için ‘krediler’ verirdi.

Ama nedense, dükkândaki mallar, Hog’un bu mallara ödemiş olduğu meblağdan genelde daha pahalı oluyordu. Arlen’ın rakamlarla arası iyi olduğu için bunu rahatlıkla görebiliyordu. İnsanlar buraya bir şeyler satmak için geldiklerinde meşhur tartışmalar yaşanırdı, ancak fiyatları Hog belirler ve çoğu zaman, bu, onun yanına kalırdı. Neredeyse herkes Hog’dan nefret etmesine rağmen ona bir o kadar ihtiyaçları vardı. Bu yüzden Hog yanlarından geçerken yere tükürmek yerine, gidip adamın paltosunu fırçalamaya veya geçeceği kapıları onun için önceden açmaya daha meyilliydiler.

Dere’de diğer herkesin güneş batana kadar çalışmasına ve ihtiyaçlarını zar zor karşılamasına rağmen, Hog ve kızlarının her zaman etli yanakları, dolgun göbekleri, yeni ve temiz giysileri olurdu. Arlen ise; annesi yıkamak için tulumunu ne zaman alsa, kendisini bir halıya sarmak zorunda kalırdı.

Ragen ve Arlen, katırları dükkânın önüne bağlayıp içeri girdiler. İçki tezgâhına bakan kimse yoktu. Genelde meyhanenin içindeki havaya yoğun bir domuz yağı kokusu hâkim olurdu ancak o an mutfaktan yemek kokusu gelmiyordu.

Arlen, Ulak’ın önünden içki tezgâhına koşturdu. Tezgâhın üstünde Rusco’nun Hür Şehirler’den gelirken getirdiği bronz bir zil vardı ve Arlen ona bayılırdı. Zile vurdu ve çıkardığı temiz sesi duyduğunda sırıtmadan edemedi.

Arka taraftan ağır bir şeyin yere düşme sesi duyuldu ve Rusco tezgâhın arkasındaki perdelerin arasından içeri girdi. İriyarı, altmışında olmasına rağmen hâlâ dimdik ve güçlü bir adamdı ancak vücudunun orta bölümünden yumuşak bir göbek sarkıyor, ak saçları da çizgili alnının üzerinden arkaya doğru seyreliyordu. Üzerinde hafif bir pantolon, deri ayakkabılar ve temiz, pamuklu bir gömlek vardı. Gömleğinin kollarını, kalın önkollarından dirseğine kadar sıyırmıştı. Beyaz önlüğü ise her zamanki gibi lekesizdi.

Arlen Bales,” dedi çocuğu gördüğünde, yüzünde sabırlı bir tebessüm vardı. “Sadece zille oynamaya mı geldin yoksa görülecek bir işin mi var?”

Görülecek iş bana ait,” dedi Ragen, öne çıkarak. “Sen Rusco Hog musun?”

Rusco demen yeterli,” dedi adam. “‘Hog’* ismini kasabalılar taktı, tabii yüzüme karşı söylemezler. Bir insanın refaha ermesine dayanamıyorlar nedense.”

Bu iki oldu,” diye düşünceye daldı Ragen.

Nasıl?” dedi Rusco, Ragen’ın ne dediğini anlamayarak.

İkidir Graig’in seyahat günlüğü beni yanlış yönlendiriyor,” dedi Ragen. “Daha bu sabah Selia’nın yüzüne karşı ‘Çorak’ dedim.”

Hah!” diye güldü Rusco. “Demek öyle? Eğer müesseseden bir içkiyi hak ettirecek bir şey varsa o da budur. İsmin ne demiştin?”

Ragen,” dedi Ulak, omzundaki çantayı yere bırakıp bar tezgâhının kenarındaki bir sandalyeye oturarak. Rusco bir fıçının tıpasını açtı ve pervazdaki kancalardan birine asılmış kulplu, tahta bir bardak kaptı.

Bira kıvam açısından yoğundu, bal rengiydi ve bardaktan taşan beyaz bir köpüğü vardı. Rusco kendine ve Ragen’a birer bardak doldurdu. Sonra Arlen’a bir göz attı ve onun için daha küçük bir kupa doldurdu. “Bununla bir masaya geç ve büyüklerinin bar tezgâhında konuşmasına izin ver,” dedi. “Ve eğer kendi iyiliğini düşünüyorsan bundan annene söz etmezsin.”

Arlen mutlulukla gülümsedi ve Rusco’nun bu kararı gözden geçirmesine fırsat vermeden ödülünü alıp oradan kaçtı. Şenlik zamanlarında babasının bardağından biranın tadına baktığı olmuştu ama daha önce bir kupa dolusuna hiç sahip olmamıştı.

Rusco’nun Ragen’a, “Bundan sonra kimse gelmeyecek diye endişelenmeye başlamıştım,” dediğini duydu.

Graig geçen sonbahar gelmeye hazırlanırken soğuğa yakalandı,” dedi Ragen, birasından koca bir yudum alırken. “Ona bakan Otacı, iyileşene kadar yolculuğu ertelemesini söyledi, ama sonra kış bastırdı ve hastalığı gittikçe daha da kötüleşti. Sonunda Lonca başka bir Ulak bulana kadar, Graig bana onun güzergâhını devralıp alamayacağımı sordu. Zaten bir yük arabası dolusu tuzu Angiers’a götürmem gerekiyordu; ben de fazladan bir araba ekledim ve kuzeye dönmeden önce rotamı buraya çevirdim.”

Rusco kupasını alıp tekrar doldurdu. “Graig’e,” dedi, “iyi bir Ulak ve tehlikeli bir pazarlıkçıya.” Ragen gülümsedi ve iki adam kupalarını tokuşturduktan sonra içkilerini kafalarına diktiler.

Bir tane daha?” diye sordu Rusco, Ragen kupasını tezgâha vurduğunda.

Graig, günlüğünde senin de tehlikeli bir pazarlıkçı olduğunu yazmıştı,” dedi Ragen gülümseyerek. “Ayrıca beni iş yapmadan önce sarhoş edeceğini de.”

Rusco kıkırdadı ve kupayı yeniden doldurdu. “Pazarlıktan sonra biralar müesseseden olmayacak,” dedi, Ragen’a taze bira köpüğüyle dolu bardağı uzatarak.

Mektuplarının Miln’e ulaşmasını istiyorsan müesseseden olmaya devam ederler,” diyerek gülümsedi Ragen, kupayı kabul ederken.

Görüyorum ki Graig’den bile daha çetin bir pazarlıkçı olacaksın,” diye söylendi Rusco, kendi bardağını doldururken. “İşte,” dedi, biranın köpükleri kabardığında, “böylece ikimiz de sarhoş olarak pazarlık edebiliriz.” Güldüler ve kupalarını bir kez daha tokuşturdular.

Hür Şehirler’den ne haber?” diye sordu Rusco. “Krasia’lılar hâlâ kendilerini yok etmeye kararlı mı?”

Ragen omuz silkti. “Tüm haberler o yönde. Birkaç sene önce evlendiğimde Krasia’ya gitmeyi bıraktım. Hem fazla uzak hem fazla tehlikeli.”

Yani kadınlarını ‘battaniyelere’ sarmalarının bununla hiç alakası yok öyle mi?” diye sordu Rusco gülümseyerek.

Ragen güldü. “O da var tabii,” dedi, “ama daha çok kuzeylileri, hatta Ulakları bile, gecelerimizi kendimizi nüvelendirmeye çalışmakla harcamadığımız için birer korkak olarak görmeleri yüzünden.”

Belki de kadınlarına bakmakla daha fazla zaman geçirseler savaşmaya bu kadar hevesli olmazlardı,” diyerek düşüncelere daldı Rusco. “Peki Angiers ve Miln? Dükler hâlâ birbirleriyle atışmakla mı meşgul?”

Her zamanki gibi,” dedi Ragen. “Euchor’un rafinerileri çalıştırmak için Angiers’tan gelecek oduna ve halkı besleyebilmek için de tahıla ihtiyacı var. Rhinebeck’in de Miln’den gelecek metallere ve tuza. Hayatta kalabilmek için ticaret yapmaları gerekli ama uyumlu olmak yerine tüm zamanlarını birbirlerini dolandırmaya çalışmakla geçiriyorlar; özellikle de sevk edilen mallar yolda nüveliklere kaybedildiği zaman. Geçen yaz nüvelikler çelik ve tuz taşıyan bir kervana saldırmıştı. Sürücüleri öldürmüşlerdi ama malların çoğuna dokunulmamıştı. Rhinebeck malları ele geçirdi ve bunların enkazdan kurtarılan ganimet malları olduğunu söyleyerek ödeme yapmayı reddetti.”

Dük Euchor küplere binmiş olmalı,” dedi Rusco.

Çok kızdı,” diye onayladı Ragen. “Ona haberleri getiren bendim. Yüzü kızardı ve Rhinebeck ona ödeme yapıncaya kadar Angiers’ın bir gram tuz ya da maden göremeyeceğini söyledi.”

Rhinebeck ödeme yaptı mı?” diye sordu Rusco, daha fazlasını duyma isteğiyle eğilerek.

Ragen kafasını salladı. “Birkaç ay boyunca birbirlerini açlıktan öldürmek için ellerinden geleni yaptılar ama sonra Tüccarlar Loncası kendi mallarını kış gelmeden ve mallar depoda çürümeden sevk ettirmek için ödeme yaptı. Rhinebeck, Euchor’a teslim oldukları için onlara karşı şu anda öfkeli tabii ama halkın gözünde küçük düşmekten kurtuldu ve sevkiyatlar yeniden başladı. O iki it dışında herkesin umursadığı tek şey de buydu zaten. “

Düklere nasıl hitap ettiğine dikkat edersen yine de iyi olur senin için,” diye uyardı Rusco, ama yine de gülümsüyordu.

Kim onlara söyleyecek ki?” diye sordu Ragen. “Sen mi? Şu küçük çocuk mu?” dedi Arlen’ı işaret ederek. İkisi de güldü.

Ve şimdi de Euchor’a Nehirköprü’den haber götüreceğim ve bu, sorunları daha da büyütecek,” dedi Ragen.

Miln sınırındaki kasaba,” dedi Rusco, “Angiers’tan bir gün uzaklıkta. Orada tanıdıklarım var.”

Artık yok,” dedi Ragen açıksözlülükle ve belli bir süre iki adam da sessiz kaldı.

Kötü haberlerden yeterince konuştuk,” dedi Ragen, çantasını tezgâhın üstüne koyarak. Rusco çantaya şüpheyle baktı.

Bu, tuza benzemiyor,” dedi, “ayrıca bana o kadar mektup geleceğinden de şüpheliyim.”

Altı mektubun ve tam bir düzine paketin var,” dedi Ragen, Rusco’ya bir demet katlanmış kâğıt uzatarak. “Hepsi, arabadaki dağıtılacak paketler ve çantadaki diğer mektuplarla birlikte burada listelenmiş durumda. Ayrıca Selia’ya da listenin bir kopyasını verdim,” diye uyardı.

Peki o listeyle ya da mektup çantasıyla benim ne işim olur ki?” diye sordu Rusco.

Sözcü bir hayli meşgul olduğu için mektupları dağıtmaya veya okuması olmayanlara okumaya zamanı yok. O yüzden seni gönüllü yaptı.”

Peki kasabadakilere mektup okumakla harcayacağım iş saatlerimin maddi zararını nasıl telafi edeceğim?” diye sordu Rusco.

Komşularına yapacağın iyiliğin tatmini ve hoşnutluğu yetmez mi?” diye sordu Ragen.

Rusco homurdandı. “Tibbet Deresi’ne arkadaş edinmeye gelmedim,” dedi. “Ben bir işadamıyım ve bu kasaba için az şey yapmadım.”

Öyle mi?” diye sordu Ragen.

Herhalde öyle!” dedi Rusco. “Ben bu kasabaya gelmeden önce tek yaptıkları şey takas.” Kelimeyi sanki bir lanetmiş gibi söyleyip yere tükürdü. “Emeklerinin meyvelerini toparlayıp her Yedincigün’de* meydanda toplanırlar, kaç tane baklanın kaç tane mısır başağına sayılacağı veya fıçıcıya verilecek ne kadar pirincin, sahip oldukları pirinçleri içine koyabilecekleri bir fıçı yapılmasına yeterli olacağı konusunda bütün gün tartışırlardı. Eğer ihtiyacın olanı yedincigünde alamazsan, bir sonraki haftayı beklemen ya da kapı kapı dolaşman gerekirdi. Şimdi ise herkes, herhangi bir günde, günbatımından gündoğumuna kadar herhangi bir zamanda gelip, ihtiyaçları olan şeyler için kredilerle ticaret yapabiliyor.”

Kasabanın kurtarıcısı,” dedi Ragen alaycı bir ifadeyle. “Karşılığında da hiçbir şey talep etmez tabii.”

Oldukça dolgun bir kâr dışında hiçbir şey,” dedi Rusco sırıtarak.

Peki köylüler ne sıklıkla seni dolandırıcılıktan ipe çekmeye çalışıyor?” diye sordu Ragen.

Rusco gözlerini kıstı. “Köylülerin yarısının sadece ellerindeki parmakların sayısı kadar saymayı bildiklerini ve diğer yarısının da buna sadece ayak parmaklarını ekleyebildiklerini göz önünde bulundurursan, bir hayli sık,” dedi.

Selia, bir dahaki sefer aynı şey olduğunda tek başına kalacağını söyledi.” Ragen’ın samimi ses tonu birden sertleşmişti. “Tabii üzerine düşeni yapmazsan… Kasabanın diğer tarafında, mektup okumak zorunda kalmaktan çok daha kötü durumda olan insanlar var.”

Rusco kaşlarını çattı, ama yine de listeyi aldı ve ağır mektup çantasını depoya taşıdı.

Gerçekten ne kadar kötü?” diye sordu geri döndüğünde.

Kötü,” dedi Ragen. “Şimdiye kadar yirmi yedi. Birkaçı hâlâ bulunamadı.”

Ulu yaratıcı,” dedi Rusco, önündeki havaya bir muhafaza çizerek. “En kötü ihtimalle bir ailedir diye düşünmüştüm.”

Keşke öyle olsa,” dedi Ragen.

İkisi de bir an için terbiyenin gerektirdiği şekilde sessizliğe gömüldüler. Sonra ikisi de birbirlerine aynı anda kafalarını çevirdiler.

Bu senenin tuzu yanında mı?” diye sordu Rusco.

Dük’ün pirinci sende mi?” diye cevapladı Ragen.

Tüm kış boyunca sakladım, geciktiğin için,” dedi Rusco.

Ragen gözlerini kıstı.

Ah, hâlâ iyi durumdalar tabii!” dedi Rusco, elleri birdenbire sanki yalvarıyormuş gibi havaya kalktı. “Mühürlü ve kuru bir şekilde muhafaza ettim. Ayrıca benim mahzenimde hiç haşarat olmaz!”

Ama benim bundan emin olmam gerekli, anlıyorsundur,” dedi Ragen.

Tabii ki, tabii ki!” dedi Rusco. “Arlen, oradan lambayı kap!” diye emretti, oğlanı tezgâhın köşesine doğru yönlendirerek.

Arlen, fenerin olduğu yere doğru koşup ateşleme çubuğunu aldı. Fitili yaktı ve camdan feneri saygıyla aşağı indirdi. Daha önce camdan bir eşyayı tutma işi ona hiç emanet edilmemişti. Fenerin yüzeyi hayal ettiğinden daha soğuktu ancak alevler camı yaladıkça ısındı.

Bizim için onu mahzene kadar taşı,” diye emretti Rusco. Arlen heyecanını bastırmaya çalıştı. Tezgâhın arka tarafında neler olduğunu hep görmek istemişti. Denilirdi ki; Dere’deki herkes tüm eşyalarını bir yığın haline getirse, o yığın yine de Hog’un mahzenindeki harikalarla boy ölçüşemezdi.

Rusco yerdeki demir bir halkayı tutup çekti ve yer kapısını açtı. Arlen, yaşlı Hog’un fikrini değiştireceğinden endişelenip aceleyle öne atıldı ve yolu aydınlatması için feneri yukarıda tutarak, gıcırdayan basamaklardan aşağıya indi. O indikçe, fenerin ışığı, çift sıralar halinde yerden tavana kadar yükselen küfe ve fıçı yığınlarına dokundu. Zemin, nüvelikler Nüve’den direkt mahzene çıkamasınlar diye tahtadan yapılmıştı ama yine de duvarlardaki raflara muhafaza sembolleri oyulmuştu. Yaşlı Hog, hazineleri söz konusu olduğunda bir hayli temkinliydi.

Dükkân sahibi, geçitlerden geçerek arka tarafta tutulan mühürlü fıçılara kadar yolu gösterdi. “Çürümüş gözükmüyorlar,” dedi Ragen, fıçıların tahtasını incelerken. Kısa bir süreliğine düşündü, sonra rasgele seçti. “Şuradaki,” dedi, bir fıçıyı işaret ederek.

Rusco homurdandı ve söz konusu fıçıyı taşıyıp getirdi. Bazıları onun işine kolay derdi; ama Rusco’nun kolları en az balta veya orak sallayanlar kadar güçlü ve kalındı. Mührü kırdı, fıçının kapağını çabucak söktü ve Ragen incelesin diye pirinçleri sığ bir leğene boşalttı.

Has Bataklık pirinci,” dedi Ulak’a. “Ve tek bir ekinbiti ya da çürüme emaresi göremezsin. Miln’de iyi bir hasılat getirecektir, özellikle de bu kadar uzun zamandan sonra.” Ragen homurdanıp olumlu anlamda başını salladı, böylece fıçı tekrar mühürlendi ve üst kata geri döndüler.

Uzun bir süre arabadaki ağır tuz çuvallarının kaç fıçı pirince karşılık geldiği konusunda tartıştılar. İşin sonunda, ikisi de pek mutlu görünmedi ama yine de anlaşıp el sıkıştılar.

Rusco, kızlarını çağırdı ve hepsi birden tuz çuvallarını indirmek için yük arabasına yöneldiler. Arlen, birini kaldırmaya çalıştıysa da çuval onun için fazla ağırdı. Sendeledi ve hem çuvalın hem de kendisinin düşmesine engel olamadı.

Dikkatli ol!” diye azarladı Dasy, çocuğun başının arkasına tokadı indirerek.

Eğer çuval kaldıramıyorsan, kapıyı tut bari!” diye çıkıştı Catrin. Biri omzunun üstünde, diğeri de etli kolunun altında olmak üzere iki çuval taşıyordu. Arlen ayağa kalktı ve giriş kapısını tutmak üzere koşturdu.

Ferd Miller’ı alıp buraya getir ve ona değirmeninde işleyeceği her bir çuval için beş kredi… yok yok dört olsun, dört kredi ödeyeceğimizi söyle,” dedi Rusco, Arlen’a. Dere’deki çoğu insan şu ya da bu şekilde Hog için çalışırdı. Bunların da büyük çoğunluğunu Meydan ahalisi oluştururdu. “Eğer kuru tutmak için fıçı içinde pirinçle birlikte paketlerse beş kredi olacağını söyle.”

Ferd, ta Orman Boyu’nda,” dedi Arlen. “Neredeyse herkes orada.”

Rusco homurdandı ama cevap vermedi. Araba, içinde tuz olmayan birkaç kutu ve çuval dışında kısa zamanda boşaldı. Rusco’nun kızları geri kalan eşyalara aç gözlerle baktılar ama bir şey demediler.

Bu akşam, sen Miln’e geri dönmeye hazır oluncaya kadar, pirinç fıçılarını mahzenden yukarı, arka odaya taşımış oluruz,” dedi Rusco, son tuz çuvalı da içeri taşındığında.

Teşekkür ederim,” dedi Ragen.

Dük’ün işi tamamdır o zaman değil mi?” diye sordu Rusco. Yüzünde nahoş bir sırıtış vardı, gözleriyse katır arabasında kalan eşyalara kayıp duruyordu.

Dük’ün işi tamamdır,” dedi Ragen, o da bir sırıtışla karşılık verdi. Arlen, onlar pazarlık yaparlarken bir bira daha alacağını umut etti. Bira içtiği zaman sanki üşütmüş gibi başı dönüyordu; tabii öksürme, burun akıntısı ve herhangi bir ağrı olmadan. Bu duyguyu sevmişti ve bir kez daha denemek için can atıyordu.

Geri kalan eşyaları meyhaneye taşımaya yardım etti ve Catrin ona içi et dolu birkaç sandviçin olduğu bir tabak getirdi. Öğle yemeğini daha kolay mideye indirebilmesi için birayla dolu ikinci bir kupa da verildi ve yaşlı Hog, yaptığı işlerin karşılığında iki kredi alabileceğini söyledi. “Annenle babana söylemeyeceğim,” dedi Hog, “ama hepsini biraya harcarsan ve yakalanırsan, ananın benim başımın etini yemesini, çalışarak ödemek zorunda kalırsın.” Arlen hevesle başını salladı. Daha önce dükkânda harcayabileceği kendi kredileri olmamıştı hiç.

Öğle yemeğinden sonra, Rusco ve Ragen tezgâha gidip, Ulak’ın getirmiş olduğu diğer eşyaları açtılar. Her açılan hazineden sonra Arlen’ın gözleri parlıyordu. Hayatında daha önce hiç görmediği kalitede top top kumaşlar, metal aletler, toplu iğneler, seramik eşyalar ve egzotik baharatlar vardı. Hatta parıldayan camlardan yapılma birkaç bardak bile açıldı.

Ne var ki Hog o kadar da etkilenmiş gözükmedi. “Graig’in geçen sene getirdikleri bunlardan daha iyiydi,” dedi. “Sana… hepsi için yüz kredi veririm.” Arlen’ın çenesi yere düştü. Yüz kredi! Ragen o parayla Dere’nin yarısını satın alabilirdi.

Ragen, teklifle pek ilgilenmedi. Gözlerindeki ifade yeniden sertleşti ve masaya elini vurdu. Dasy ve Catrin temizlik işlerinden başlarını kaldırıp sesin çıkış nedenine baktılar.

Kredilerinin Nüve’ye kadar yolu var!” diye kükredi Ragen. “Ben senin her gün iş yaptığın o taşralı hödüklerden biri değilim ve eğer Lonca’nın seni bir üçkâğıtçı olarak tanımasını istemiyorsan, beni bir daha o hödüklerle karıştırmazsın.”

Bozulmaca yok!” diyerek güldü Rusco, ellerini yine yatıştırıcı bir havayla kaldırarak. Kurnaz bir gülümsemeyle, “Denemek zorundaydım… anlıyorsun ya? Miln’de hâlâ altını severler değil mi?” diye sordu.

Her yerde olduğu gibi,” dedi Ragen. Hâlâ kaşları çatıktı, ama sesindeki öfke yatışmıştı.

Burada sevmiyorlar,” dedi Rusco perdenin arkasına geçerken. Bir şeyler arıyor ve bunu yaparken bir yerlerin altını üstüne getirişinin sesi geliyordu. Kendini duyurabilmek için sesini yükseltti. “Burada, eğer bir şeyi yiyemiyorsan, giyemiyorsan, o şeyle muhafaza sembolü çizemiyor veya tarlanı süremiyorsan, o şeyin neredeyse hiçbir değeri yoktur.” Çok geçmeden dolaptan çıkardığı büyük bir çuvalla geri döndü ve tezgâhın üzerine koyarken çuval şıngırdadı.

Buradaki insanlar dünyayı döndürenin altın olduğunu unutmuşlar,” diye devam etti. Çuvalın içine elini soktu ve iki sarı sikke çıkarıp Ragen’ın suratına doğru salladı. “Değirmencinin çocukları bunlarla oyun oynuyorlardı! Oyun! Onlara altını, arka tarafta duran ahşap bir oyun setiyle takas edebileceğimi söylediğimde, kendilerine iyilik yaptığımı düşündüler! Hatta ertesi gün Ferd bana teşekkür etmeye bile geldi!” Güçlü bir kahkaha savurdu. Arlen, bu kahkahaya alınması gerektiğini hissetti ama neden böyle olduğundan emin olamadı. Millerların bu ahşap oyun setiyle pek çok kez oynamıştı. Ne kadar parlak olursa olsun iki metal tekerden neden daha az değerli olduğunu anlayamıyordu.

Ben sana iki güneş paranın ödeyebileceğinden çok daha fazla mal getirdim,” dedi Ragen başıyla sikkeleri gösterip sonra da çuvala doğru bakarak.

Rusco gülümsedi. “Sorun değil,” dedi, çuvalı tamamen açarken. Kumaş tezgâhın üzerinde düzleştikçe, içinden parlak sikkelerle beraber, üzerlerine ışıl ışıl taşların işlendiği zincirler, yüzükler, kolyeler döküldü. Arlen hepsinin çok güzel olduğunu düşündü, ama Ragen’ın gözlerinin yerinden fırlayıp açgözlülükle parlamasına da şaşırdı.

Pazarlığa yeniden başladılar. Ragen taşları ışığa tutup altın sikkeleri ısırırken Rusco kumaşları eliyle yoklayıp baharatların tadına baktı. Biradan başı dönen Arlen ise olan biteni bulanık görüyordu. Catrin, tezgâhtaki adamların kupalarını boş bırakmasa da, onlar içtikleri biradan Arlen kadar etkilenmiş görünmüyordu.

İki yüz yirmi beş altın güneş, iki gümüş ay, bir zincir ve üç gümüş yüzük,” dedi Rusco sonunda. “Ve bir bakır fazlası değil.”

Böylesine uzak ve ıssız bir yerde çalıştığına şaşırmamalı,” dedi Ragen. “Seni kesinlikle üçkâğıtçılığından dolayı şehirden kovmuş olmalılar.”

Hakaretler seni daha zengin yapmayacak,” dedi Hog, üstünlüğün kendisinde olduğundan emindi.

Bu sefer para kazanma amacında değilim,” dedi Ragen. “Seyahat masraflarını çıktıktan sonra son kuruşuna kadar hepsi Graig’in dul karısına gidecek.”

Ah, Jenya,” dedi Rusco iç geçirerek. “Miln’de, benim aptal yeğenimin de aralarında bulunduğu okuma yazma bilmeyen birkaçı için mektup yazardı. Ne olacak ona?”

Ragen kafasını olumsuz anlamda salladı. “Graig evinde öldüğü için, Lonca ona ölüm-parası ödemedi,” dedi. “Ve bir Ana olmadığı için de çoğu işte çalışması imkânsız.”

Bunu duyduğuma üzüldüm,” dedi Rusco

Graig ona biraz para bıraktı,” dedi Ragen. “Çok fazla bir şey değildi tabii. Ama Lonca ona mektup işi için ödeme yapmaya devam edecek. Bu seyahatten gelecek parayla da belirli bir zaman geçinmesine yetecek kadarına sahip olacaktır. Ama hâlâ genç ve eğer eninde sonunda yeniden evlenmez veya daha iyi bir iş bulmazsa parası kalmayacak.”

Ya sonra?” diye sordu Rusco.

Ragen omuz silkti. “Daha önce evlendiği ve çocuk sahibi olmayı başaramadığı için yeni bir koca bulmak onun için zor olacak ama yine de bir Dilenci olmayacak. Lonca’daki kardeşlerim ve ben bu uğurda yemin ettik. Böyle bir şeyin olacağını görürsek, aramızdan biri onu evine Hizmetkâr olarak alacak.”

Rusco kafasını salladı. “Yine de, Tüccar sınıfından Hizmetkâr sınıfına düşmek…” Çok daha hafif bir keseye uzandı ve içinden temiz, parlak bir taşa sahip bir yüzük çıkardı. “Bu yüzüğün ona ulaştığından emin ol,” dedi yüzüğü ona uzatarak.

Ancak Ragen almak için uzandığında, Rusco yüzüğü aniden geri çekti. “Ondan bir mektup bekleyeceğim, anlıyorsun ya,” dedi. “Jenya’nın mektuplarını nasıl yazdığını biliyorum.” Ragen bir an ona bakınca, Hog hemen ekledi. “Sakın yanlış anlama ama tabii.”

Ragen gülümsedi. “Cömertliğin, hakaretini gölgede bırakıyor,” dedi, yüzüğü alırken. “Bu yüzük, Jenya’nın karnını aylarca doyuracak.”

Evet, şey,” dedi Rusco boğuk bir sesle. Çuvaldan artakalanları toparlayıp kaldırdı. “Bu iyiliğimi kasabalılar duymasa iyi olur, yoksa bir dolandırıcı olarak sahip olduğum bütün itibarı kaybederim.”

Sırrın benimle güvende,” dedi Ragen kahkahayla.

Belki de onun için biraz daha fazla para kazanabilirsin,” dedi Rusco.

Öyle mi?”

Sahip olduğumuz mektuplar Miln’e altı ay önce gidecekti. Biz daha fazla mektup yazıp toplayana kadar birkaç günlüğüne daha buralarda kal, hatta birkaçını da yazmaya yardım et. Ben de sana karşılığını vereyim.

Gerçi başka altın yok,” diye açıklamada bulundu, “ama eminim, bir fıçı pirinç veya salamura edilmiş balık ya da başka bir yiyecek Jenya’nın işini görür.”

Hakikaten de görür,” dedi Ragen.

Ayrıca Jonglör’ün için de iş bulabilirim,” diye ekledi Rusco. “Burada, Meydan’da, çiftlikten çiftliğe gezerek bulacağından daha fazla müşteri bulacaktır.”

Anlaştık,” dedi Ragen. “Fakat Keerin’ın altına ihtiyacı olacak.”

Rusco ona alaycı bir bakış attı ve Ragen güldü. “Denemek zorundaydım… anlıyorsun ya!” dedi, Hog’un daha önceki sözlerini tekrarlayarak. “Gümüş olsun o zaman.”

Rusco onaylayarak başını salladı. “Her gösterisi için halktan birer gümüş ay tahsil edeceğim ve her ay için, bir yıldızı bende, diğer üçü onda kalacak.”

Hani kasabalıların hiç parası yoktu?” diye sordu Ragen.

Çoğunun yok,” dedi Rusco. “Gümüşleri onlara ben satacağım… mesela beş krediye.”

Böylece Rusco Hog anlaşmanın iki tarafından da kârlı çıkacak, öyle mi?” diye sordu Ragen.

Hog gülümsedi.

Arlen geri dönüş yolunda heyecanlıydı. Yaşlı Hog ona, Keerin’ın öğle vakti Meydan’da gösteri yapacağı haberini insanlara yaydığı takdirde beş kredi veya Miln’den gelmiş bir gümüş ayla ödüllendireceğinin sözünü vermişti. Ragen’le birlikte geri döndüklerinde ailesi evlerine geri dönmek için hazırlanıyor olacağından pek fazla zamanı olmayacaktı; ama onu at arabasına çekiştirmelerinden önce bu haberi yayabileceğinden emindi.

Bana Hür Şehirler’i anlat,” diye yalvardı Arlen, yol alırlarken. “Kaç tanesini gördün?”

Beş,” dedi Ragen. “Miln, Angiers, Lakton, Rizon ve Krasia. Dağların veya çölün ötesinde başka şehir de olabilir ama benim tanıdığım hiç kimse onları görmemiş.”

Nasıl yerler?” diye sordu Arlen.

Ormandaki müstahkem mevkii oluşturan Angiers Kalesi, Miln’in güneyinde, Bölen Nehir’in karşı yakasında kalır,” dedi Ragen. “Angiers, öteki şehirlerin tahta ihtiyacını karşılar. Daha da güneyde büyük göl ve onun yüzeyinde Lakton yer alır.”

Göl nedir? Su birikintisi gibi bir şey mi?” diye sordu Arlen.

Bir dağ, bir tepeye göre nasılsa, bir göl de, bir su birikintisine göre öyledir,” dedi Ragen, bu düşünceyi sindirmesi için Arlen’a zaman tanıyarak. “Suyun üzerinde oldukları için, Laktonlular ateş, kaya ve orman iblislerine karşı güvendedir. Muhafaza ağları rüzgâr iblislerine karşı çok dayanıklıdır ve başka hiçbir halk, su iblislerine karşı daha iyi bir muhafaza bilmez veya oluşturamaz. Onlar balıkçı bir halktır ve güneydeki şehirlerde yaşayan binlerce insan onların tutacağı balığa muhtaçtır.”

Lakton’un batısında ise Rizon Kalesi yer alır. Teknik olarak bir hisar sayılmaz, çünkü surlarının üstünden neredeyse atlayarak geçebilirsin ancak bu surlar görebileceğin en büyük tarım arazilerini korur. Rizon olmasa, diğer Hür Şehirler açlıktan ölürlerdi.”

Peki ya Krasia?” diye sordu Arlen.

Krasia Kalesi’ni sadece bir kere ziyaret ettim,” dedi Ragen. “Krasialılar yabancılara pek hoşgörüyle bakmazlar, ayrıca oraya ancak iki haftalık bir çöl yolculuğu sonunda ulaşabilirsin.”

Çöl mü?”

Kum,” diye açıkladı Ragen. “Her yönde millerce kumdan başka hiçbir şey yoktur. Taşıyabildiğinden başka ne yiyecek, ne su vardır. Ayrıca seni kavurucu sıcaktan ve güneşten koruyabilecek tek bir gölge bile bulamazsın.”

Buna rağmen orada insanlar mı yaşıyor?” diye sordu Arlen.

Ah, evet,” dedi Ragen. “Krasialılar bir zamanlar Milnlilerden bile daha nüfusluydu. Ama şimdi ölüp gidiyorlar.”

Neden?” diye sordu Arlen.

Çünkü nüveliklerle savaşıyorlar,” dedi Ragen.

Arlen’ın gözleri büyüdü. “Nüveliklerle savaşabilir misin?”

Her şeyle savaşabilirsin Arlen,” dedi Ragen. “Fakat sorun şu ki, nüveliklerle savaştığında çoğunlukla kaybeden sen olursun. Krasialılar kendi paylarına düşenleri öldürüyor, ama nüvelikler onlara gördükleri zarardan daha fazlasını veriyor. Krasialılar her geçen sene azalıyor.”

Babam nüveliklerin bir insanı hakladıkları zaman o insanın ruhunu yediklerini söyler,” dedi Arlen.

Peh!” Ragen arabanın yanından tükürdü. “Batıl saçmalıklar.”

Orman Boyu Evleri’nden çok da uzak olmayan bir dönüşten geçtikleri sırada Arlen, önlerindeki ağaçta asılı durumda sallanan bir şey gördü. “O da ne?” diye sordu, işaret ederek.

Lanet gece,” diye küfretti Ragen. Dizginleri şaklattı ve katırları dörtnala koşturdu. Arabanın sarsıntısıyla Arlen oturduğu yerde arkaya doğru tökezledi ve kendisini düzeltmek için uğraşmak zorunda kaldı. Sonunda düzgün oturmayı başardığında, hızla yaklaşmakta oldukları ağaca baktı.

Cholie Dayı!” diye haykırdı, boynunun etrafındaki ipi pençelerken ayaklarını rastgele boşluğa savuran adamı görünce.

İmdat! İmdat!” diye çığlık attı Arlen. Hareket halindeki arabadan atladı ve sertçe yere düştü. Ama ayaklarının üzerine doğrulup Cholie’ye doğru ok gibi fırladı. Dayısının altında durdu ancak o anda, Cholie’nin savrulan ayaklarından biri ağzına gelerek onu yere devirdi. Ağzına kan tadı geldiyse de garip bir şekilde acı hissetmiyordu. Yeniden doğruldu; Cholie’nin bacaklarını yakaladı ve ipi gevşetsin diye onu yukarı doğru itti. Ancak boyu kısaydı ve Cholie onun için fazla ağırdı. Adam öğürmeye ve titremeye devam ediyordu.

Ragen’a, “Ona yardım et!” diye haykırdı. “Boğuluyor! İmdat!”

Başını kaldırınca, Ragen’ın arabanın arkasından bir mızrak çıkarttığını gördü. Ulak geri çekildi ve nişan almakla neredeyse hiç zaman kaybetmeden mızrağı fırlattı. Ama hedefi tutturarak ipi kopardı, zavallı Cholie de ipin kopmasıyla birlikte Arlen’ın üzerine düştü. İkisi de kendini yerde bulmuştu.

Ragen hemen oraya ulaştı ve Cholie’nin boğazından ipi çıkardı. Ama bunun pek bir yararı olmamıştı sanki, zira adam hâlâ öğürüyor ve boğazını pençelemeye devam ediyordu. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. Yüzü de o kadar kızarmıştı ki, adeta mor görünüyordu. Korkunç bir şekilde çırpınıp bir anda hareketsiz kalınca Arlen çığlık attı.

Ragen, Cholie’nin göğsüne vurarak adama suni teneffüs yaptı ama bu hiçbir şeye yaramadı. Sonunda Ulak uğraşmayı bıraktı ve küfür ederek yere yığıldı.

Arlen, ölüme yabancı değildi. Tibbet Deresi’nde bu görüntü alışılmış bir şeydi. Ama nüvelikler veya soğuk yüzünden ölmek başka bir şey, bu başka bir şeydi. Arlen’ın, birisinin ona Cholie Dayı’sının kendi canını aldığının söylemesine ihtiyacı yoktu. Bunu içgüdüsel bir şekilde anlayabiliyordu. Anlayamadığı şey ise…

Neden?” diye sordu Ragen’a. “Dün gece hayatta kalmak için bu kadar savaştıktan sonra şimdi neden kendini öldürdü?”

Savaştı mı?” diye sordu Ragen. “Onlardan herhangi biri gerçekten savaştı mı? Yoksa kaçıp saklandılar mı?”

Ben bilmi…” diye başladı Arlen.

Saklanmak her zaman yeterli olmuyor Arlen,” dedi Ragen. “Bazen saklanmak insanın içinde bir şeyi öldürür; iblislerden sonra hayatta kalsan bile, aslında gerçekten hayatta kalmış olmazsın.”

Başka ne yapabilirdi ki?” diye sordu Arlen. “Bir iblisle dövüşemezsin.”

Bunu yapacağıma bir ayıyla kendi mağarasında dövüşürüm daha iyi,” dedi Ragen, “ama yine de bu yapılabilir.”

Ama Krasialıların bu yüzden ölüp gittiklerini söylemiştin,” diye karşı çıktı Arlen.

Öyle,” dedi Ragen. “Ama onlar yüreklerinin sesini dinliyorlar. Kulağa çılgınca geldiğinin farkındayım Arlen, ama ruhlarının derinliklerinde, insanlar savaşmayı istiyorlar, aynı eski hikâyelerde olduğu gibi. Kadınlarını ve çocuklarını, bir erkeğin koruması gerektiği gibi korumak istiyorlar. Ama yapamıyorlar çünkü büyük muhafazalar kayıp, bu yüzden kendilerini kafesteki tavşanlar gibi hapsediyorlar, tüm gece dehşetten titreyerek oturuyorlar. Ama bazen, özellikle sevdiklerinin öldüğünü gördükleri zaman, artık buna dayanamıyor ve kopuyorlar.”

Elini Arlen’ın omzuna koydu. “Bunu görmek zorunda kaldığın için üzgünüm evlat,” dedi. “Şu anda sana çok anlam ifade etmediğinin farkındayım…”

Hayır,” dedi Arlen, “ediyor.”

Ve Arlen bunun doğru olduğunu düşündü. Savaşmanın gerekliliğini anlıyordu. O gün Cobie ve arkadaşlarına saldırdığı zaman kazanmayı beklememişti. Hatta hiç olmadığı kadar kötü bir şekilde dayak yemeyi bekliyordu. Ama o sopayı kavradığı anda artık hiçbir şey umurunda değildi. Tek bildiği, onların yaptığı eziyetten bıkmış olduğu ve bunun, şu ya da bu şekilde bitmesini istediğiydi.

Yalnız olmadığını bilmek onu rahatlatıyordu.

Arlen, toz toprak içinde yatan, gözleri korkuyla büyümüş dayısına baktı. Diz çöküp, dayısının gözlerini parmak uçlarıyla kapatmak için uzandı. Cholie’nin artık hiçbir şeyden korkması gerekmiyordu.

Daha önce hiç nüvelik öldürdün mü?” diye sordu Ulak’a.

Hayır,” dedi Ragen, kafasını sallayarak. “Ama birkaçıyla savaştım. Kanıtlamak için yara izlerim de var. Ne var ki öldürmekten daha çok kaçmakla veya onları başka birinden uzak tutmakla daha fazla ilgilendim.”

Cholie’yi bir tenteye sarıp yük arabasının arka tarafına koyduktan sonra hızla Orman Boyu Evleri’ne giderlerken Arlen bunu düşündü. Jeph ve Silvy her şeyi çoktan arabaya toparlamış, orayı terk etmek için sabırsızca Arlen’ı bekliyorlardı. Ama cesedi gördüklerinde Arlen’ın gecikmesine olan öfkeleri dağıldı.

Silvy feryat edip erkek kardeşinin üzerine atıldı, ama kaybedilecek zaman yoktu, özellikle de karanlık çökmeden çiftliklerine ulaşmaları gerekiyorsa. Rahip Harral cesedin sarılı olduğu tentenin üzerine bir muhafaza sembolü çizip Cholie’yi cenaze ateşine atarken, Jeph karısını geride tutmak zorunda kaldı.

Hayatta kalanlar arasında, Brine Cutter’ın evinde kalmayacak olanlar diğerlerinin evinde kalmak için gruplara ayrıldı. Jeph ve Silvy iki kadına kendi evlerinde kalmayı teklif etmişti. Norine Cutter elli yaz görmüş bir kadındı. Kocası birkaç sene önce ölmüştü ve saldırıda kızıyla torununu kaybetmişti. Marea Bales de yaşlıydı; neredeyse kırkındaydı. Diğerleri şanslarını mahzende denemek için kaçtıklarında, Marea’nın kocası dışarıda kalmıştı. Silvy gibi, ikisi de Jeph’in at arabasının arkasına öylece yığılıp dizlerine baktılar. Babası dizginleri şaklattığında Arlen, Ragen’a el salladı.

Orman Boyu Evleri gözden kaybolurken, Arlen kimseye gelip Jonglör’ü izlesinler diye haber vermediğini fark etti.

Kitap künye bilgileri için buraya tıklayın.