Hayat Üretim Merkezi – Tadımlık

hayat uretim merkezi ust

HAYAT ÜRETİM MERKEZİ
TADIMLIK

“Kendim değilmişim gibi geliyor. Öyle bir his ki bu… Sanki ben başka bir yerde kalmışım da, burada hayata devam eden… sizinle konuşan kişi başkası gibi. Nasıl böyle oldu? Bunu sürekli kendime soruyorum ama cevabını bulabilmiş değilim. Doğrusu bu cevabı sizin verebileceğinizi düşünüyorum. Herhalde böyle vakalarla karşılaştığınız oluyordur.”

Emre karşısındaki genç adamın söylediklerini ilgisizce dinliyordu. Herhangi birini dinliyor kadar ilgileniyordu aslında karşısındakiyle, fakat bir taraftan göz ucuyla saate bakıyor olması, önündeki kağıtlara minik notlar alıyor olması, onu ilgisiz gösteriyordu. Bu durumdan bazen kendisi de emin olamıyordu. Gün boyunca birbirinden başka insanlarla, birbirine benzer meseleleri konuşuyor olmak mı onu bu hale getirmişti; yoksa ‘mesleki deformasyon’ dedikleri şey miydi onu yaşadığı andan uzaklaştıran, kafasını alıp başka yerlere götüren? Hayır, hayır, mutlaka karşısındakini ilgiyle dinlemeliydi! O eleştirip durduğu, parasını alıp keyfine bakan psikologlardan olmayacaktı. Gerçekten insanlara yardımcı olmak için seçmişti bu mesleği, para kazanmak için değil.

“Tabii, evet. Oluyor.”

Karşısındakine kendisini yegane hissettirmesi lazımdı öte taraftan. Hemen durumu toparladı. Ne de olsa, karşısına oturan herkesle, ‘kimse sıradan değil’ cümlesi ekseninde ilgileniyordu; herkesin her biri aslında ne kadar sıradan olduğunu fark etseydi belki bu sorunların hiçbiri olmayacaktı ya! Fakat hiç sorun olmazsa, Emre’nin varlığının, en azından yaptığı işin bir manası kalmazdı. Bu iki arada bir deredeki halini sevmese de, davranması gerektiği gibi davrandı.

“Herkesin yaşadığı deneyim birbirinden farklı ama elbette. Şu ‘başka yerdeki halinizi’ biraz açın isterseniz. Bir yerde kendinizi bırakıp buraya gelmiş gibi olmayı mı kastediyorsunuz? Yoksa bir çeşit ölüm yaşadığınız düşüncesi mi taşıyorsunuz?”

Konuşurken, bir yandan meslektaşlarının hiçbirinin bu kadar konuşup didikleme yanlısı olmadıklarını kendine hatırlattı. Her ne kadar insanların birbiriyle aynılığı görüşünde olsa da, meslektaşlarına fark atıyor olduğu düşüncesiyle kendi tatminini yaşamayı ihmal etmiyordu. İnsan, söz konusu kendisi olduğunda başka davranıyordu ya; Emre bu haliyle de herhangi birisinin sıradanlığını taşıdığını fark edemeyecek kadar kendi durumunun tespitini yapamaz haldeydi. Biri bunu ayrımsayıp eleştiri getirecek olsa cevabı belliydi elbette: ‘Terzi kendi söküğünü dikemez.’ Özlü sözlerin gerçekliğine sığınmanın tadına doyum olmazdı.

‘Ölüm’ kelimesi, karşısındaki genci korkutmuş gibiydi. Bunu fark eden Emre’nin, kelimenin içerdiği anlamı yumuşatması gerekiyordu.

“Şöyle bir şey deneyelim: Şimdi sizden gözlerinizi kapayıp söylediklerimi kafanızda canlandırmanızı isteyeceğim. Olur mu?”

Adam olumlar anlamda başını salladı. Kurbanlık koyuna benziyordu. Buraya başta kendi isteğiyle gelmemişti. Uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle hukuki problemleri vardı ve ailesinin desteğini alması gerektiğini düşünmüştü. Ailesinin aklına gelen ilk şey de psikiyatrik destekti. Genç adam ‘psikiyatri’ kelimesini duyar duymaz irkildi. Daha evvel bağımlı bir arkadaşının, uyuşturucu konusunda uzman bir psikiyatriste gittikten sonra aldığı anti-depresanların bağımlısı olup çıktığını biliyordu. ‘Uyuşturucuyu bırakıp ilaçlara başlamak istemiyorum anne’ cümlesini kurduğu zaman da, tıpkı şimdiki gibi kurbanlık koyun ifadesi taşıyordu yüzünde. Öyle acınasıydı ki hali, annesinin aklına gelen ikinci mantıklı seçenek ‘psikolog’ oldu; aralarındaki farkın ilaç yazmamaları olduğunu biliyordu. Oğlu itiraz etmedi. Birkaç terapi sonrasında Emre’ye duyduğu yakınlık, onun samimiyetini artırmıştı. Gerçekten yardıma ihtiyaç duyduğuna inanmaya başlamıştı.

Gözlerini kapadı. Emre rahatlayarak koltuğuna iyice yerleşti.

“Bir bilgisayar oyunu içerisindeyiz. Üç canınız var. Yani oyunun sonlanmasına kadarki süreçte iki defa kaybedebilirsiniz. Oyunu ilk kaybedişinizde bedeninizin bir bölümü işlevsiz kalacak. Mesela konuşamayacak ve böylece karşısınızdakileri ikna kabiliyetinizden yoksun kalacaksınız. İkincisinde ise yürüyemediğinizi, hatta hareket edemediğinizi düşünelim. Bu durumda ikinci canınızı kaybettiğinizde tamamen savunmasız kalacaksınız. Şimdi, ikinci canınızı kaybettikten sonra son ve gerçek canınızı nasıl koruyacağınızı bana anlatın. Tamamen savunmasız bir halde, yaşamak için son bir şansınız varken, ne yapabilirsiniz? Size saldırmaya hazır yaratıklar var etrafınızda. Kaçmanız lazım ama vücudunuz çalışmıyor artık. Konuşup sesinizi de duyuramıyorsunuz. Ne yapabilirsiniz?”

Emre konuştukça, karşısındaki genç adam küçülmüş, ufalmış, küçücük bir çocuk olmuştu. Korkuyor gibiydi. Gözlerini açamıyordu sanki. Hatta bütün kasları gözlerinde yoğunlaşmış gibiydi. Gözkapaklarını sıkıca kapatmıştı; bedeninin geriye kalan her yanı can çekişiyordu. Gerçekten de Emre’nin anlattığı gibi konuşamaz ve hareket edemez bir hali vardı.

Öyle ki, Emre şu açıklamaları ilave etme ihtiyacı duydu: “Ben sizi duyabiliyorum Umur Bey. Benimle konuşun. Eyleme geçme şansınız var hâlâ. Ben sizin söylediklerinizi, düşmanlarınıza aktaracağım. Böylece size saldırmaktan vazgeçecekler. Anladınız mı? Sadece bana anlatabilirsiniz. Anlatın. Çözüm yolunuzu söyleyin.”

Umur konuşmaya kekeler gibi başladıysa da, sonrası hızlıca çıkıvermişti ağzından: “Yo-yo-yok olurum. Oradan yok olurum!”

Mükemmel bir cevaptı. Emre bu gibi oyunlara başlarken her zaman planlı hareket etmiyordu. Bazen karşısındakinin verdiği cevap ilerlemesini o kadar güçleştiriyordu ki, kendince yöntemler geliştirmekle hata ettiği düşüncesine kapılıyordu. Fakat bugün şansı yaver gidecek gibiydi.

“Tamam, şimdi yavaşça yok oluyorsunuz. Yok olarak kendinizi kurtardınız oyundan. Benim karşımdaki koltukta oturan bir insan olarak tekrar var olmalısınız. Şimdi; gözlerinizi açtığınızda koltukta yeniden kendiniz olarak var olacaksınız. Gerçekten varlığınıza hazır olduğunuz zaman açın gözlerinizi. Acelemiz yok. Burada sizin gerçek halinizle koltukta oturuyor olmanızı bekleyebiliriz.”

Umur gözlerini açtığında panik içindeydi. Kendini kontrol etti. Gerçekten bedeninin var olduğundan emin olmaya çalışır hareketleri Emre’ye dahi tuhaf geliyordu. Bir şekilde karşısındaki adamın sakinleşmesine yardımcı olmalıydı.

“Hoş geldiniz Umur Bey. Terapideyiz şu an. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

“Kendim… Kendim iyiyim, teşekkür ederim.”

“Peki siz nasılsınız?”

“İyiyim dedim ya.”

Umur Bey bir anda ciddileşmişti. Emre gülümsedi. Kendiliği ve birinci tekil şahısla algılaması gereken ‘siz’ zamirinin zihnindeki ‘ben’lik karşılığının bütünselliğini ifade etmiş olması, en azından şimdilik durumu toparladıkları anlamına gelebilirdi.

Aldığı derin nefesi yavaşça ve özgüvenli bir şekilde bırakan Emre, Umur’a ‘kendisini’ mutlu kılacak tespitini ifade etti: “Yani siz kendinizdesiniz, öyle değil mi? Bu da demek oluyor ki, siz kendinizsiniz. Şu an bu odada oturmuş benimle konuşan kişiden başka bir siz yok, endişe etmeyin.”

Umur gülümsüyordu, gerçekten mutlu bir ifade vardı yüzünde. Fakat bedenindeki huzursuzluklar arttığında bu halin geçeceğini bilen Emre, seansın sonuna doğru son tavsiyesini yapmadan bırakmadı genç adamı: “Dikkatinizi yoğunlaştıracağınız işlere devam edin. Kitap okuyun, olabildiğince sürükleyici kitaplar okuyun ki, metnin gerçekliği sizin kendinizde kalmanıza yardımcı olsun.”

Umur gittikten sonra kendi kendine düşünmeye başladı. İnsanlar artık aynı anda birden fazla mekânda olabiliyorlardı. Fiziksel olarak değilse bile, teknoloji mesafeleri kısaltmış, insanları sanallaştırmıştı. Sanal-insanlar vardı öte taraftan. Bunlara yeni-insan da dendiğini duymuştu. Öte-gerçeklik, sanallık, yenilik… Kullanılan ifade anlamı farklılaştırsa da, bahsi geçen vaziyeti değiştirdiği yoktu. Süreç başka türlüydü.

Az evvel karşısındaki adama bir metnin gerçekliğinin kendisiyle bağının kopmazlığını devam ettirmesine ilişkin bir şeyler zırvalamıştı; peki böyle mi düşünüyordu sahiden? Ya da bir hayat konsoluna girmesi yerine, kitap okumasını tavsiye etmesinin nedeni neydi? Kitabın kurgusallığı herkesçe biliniyordu da, hayat konsolunun kurgusunu insanın bizzat gerçekliyor olması mı onu daha gerçek kılıyordu?

Bunları aklından geçirmekteyken bir yandan Elif’le haftalık hayat konsolu deneyimine başlamak üzere yola koyulmuş olmasının ne denli ironik olduğunu fark edemeyecek kadar bağımlı haldeydi çiçeği burnunda psikolog. Hayat konsollarını çıkar çıkmaz denemişler ve bunun şimdiye kadar oynadıkları oyunlardan bambaşka olduğunu fark ederek sevinmişlerdi. Çünkü oyun insanın yaşamından çalınan bir zaman sayılabilirdi. İnsan ancak ‘boş zamanında’ oyun oynayabilir, çalışmaya mola verdiğinde eğlenmek üzere zaman geçirmeyi kendine hak görürdü. Fakat bu yeni konsollar, insana başka bir ortamda çalışma -hatta yaşama- deneyimi sunabiliyordu. İkinci hayat oyunlarındaki gibi bir dükkân tutup oraya gerçek para yatırmak, sanal meblayı hesaptaki hakiki paraya dönüştürmek meselesine hiç benzemeyen bir şeydi bu. Konsol vasıtasıyla geçiş yapılan ortam, dünyadan başka bir yerdi ve kendine has gerçekliği vardı. ‘Oradaki bütün somut veriler, bilinen dünyanın gerçekliğinin dışında’ şeklinde açıklama yapmak da mümkündü. İki ortam arasındaki bu farklılık, insanların deneyimlediği zamanın üzerinde etkiye sahipti sanki. Emre orada günler geçirdiğini sanırken, bir saatlik sürenin ancak dolduğunu görebiliyordu veya oyun esnasında geçiş yaptığını fark etmese de, uzun sayılacak zaman diliminin yitip gittiğini ayrımsayabiliyordu. Bir çeşit belirsizlik, kuralsızlık hali vardı ve bu durum tedirginlik yarattığı için, dünyadaki işine gücüne sıkı sıkıya bağlı insanların bu tip yeni-oyunlarla, başka-gerçeklerle ilgisi olmuyordu. Kimi çalışmalar, uyuşturucu bağımlıları başta olmak üzere, adrenalin bağımlılarının, oyun bağımlılarının bu konsollara ilgisinin çok daha yoğun olduğunu göstermekteydi.

Emre’nin an itibariyle yaşamakta olduğu tipik bağımlı problemi ise, bağımlılığının ayırdına varamıyor olmasıydı. Hiçbir bağımlılığı olduğunu düşünmeyen genç psikologun ikinci bir bağımlılığı daha vardı aslında: Elif. Bu kadın hayatına girdiğinden beri, her şey farklılaşmıştı. Görünürde bir sorun yok gibiydi. Yaşadığı şehre uyum sağlamasını, meslek hayatında aşama kaydetmesini, hayat konsollarında keyfe bezeli zaman geçirmesini sağlayan hep Elif’ti sonuçta. Sorun Elif’in varlığı değil de, var olamayışıydı. Emre’nin hayatına giremiyor veya girmiyordu; sorun tam olarak buydu.

Emre oturduğu apartmanın bahçesine gelmişti. Ağaçların yapraksız hallerinin ne kadar acınası olduğunu düşünerek ilerledi bahçede. Bazen kendisini de bu yaprak döken ağaçlara benzetirdi. Ağaç aileydi çünkü. Bütün yapraklar bir arada iken güçlüydü; kudretleri birliklerinden doğuyordu. Emre’nin hayatıysa adeta yaprak dökümüydü. Yoğun bir trajediyle ailesi bir bir dağılmıştı. Üniversiteyi başka şehirde okuyup burada kendisine hayat kurmaya çalışmasının sebebi de yeni bir ağaç dikmek veya var olan ağacın canlanmasını sağlamak için mevsimi değiştirmekti. Çiçeklerin açacağı zamanları sabırla, umutla bekliyordu. Başkalarına her gün umut olurken, kendisi için hiçbir şey yapamaması koyuyordu en çok.

Apartmanın kapısı açıktı. Kapıyı itip içeri girdi. Apartmanda bir değişiklik vardı sanki. Mermer zemin koku salıyor gibiydi. Çocukluğunun geçtiği apartmanın holündeki küf kokusu geldi hatrına. Kokuların hatıraları çağırıcılığından hoşlanmazdı Emre. Bunun temel sebebi, annesinin karnıbahar pişirirken kalp krizi geçirip mutfağın ortasına yığılmış olmasıydı. Annesinin cenazesi kalktıktan sonra dahi karnıbahar kokusu çıkmamıştı sanki evden. O günden sonra çok sevdiği sebzeyi yiyemez olmuştu. Bir yerde karnıbahar pişiyorsa ya oraya girmez, ya da hemen çıkar giderdi.

Küf kokusuyla bir alıp veremediği yoktu ya, bir şeylerin ters gittiğini düşünmüştü. Apartman kapısının açık olmasına da alışık değildi. İkisi üst üste gelince kendisini tedirgin hissetti. Fakat esas sürpriz onu evin içinde bekliyordu.

Kilitli olan dairesinin kapısını açtıktan sonra karşılaştı sürprizle. Elif içeride kendisini beklemekteydi: “Nerede kaldın? Zaman geçişlerini yapabilmem için seni bekliyorum kaç saattir?”

“Sen nasıl girdin içeri?”

Elif soruya cevap vermemiş, sanki bıyık altından gülmüştü. Emre evin ikinci bir anahtarı olmadığını biliyordu. Elif anahtarı alıp kendine yedeğini yaptırsa bundan bir şekilde haberi olurdu. Dahası durduk yere kim neden böyle bir şey yapsındı? Hem diyelim ki yedek anahtarla veya maymuncukla girdi eve, kapıyı içeriden nasıl ve neden kilitlesindi ki? Elif içeriye kapı veya pencereden girmemişti.

Emre’nin bunu anlamasıyla yere yığılması bir oldu. Bu kadarı bir anda çok fazla gelmişti.

Uyandığında Elif hâlâ yanındaydı. ‘Korkuttun beni’ gibi bir cümle kurup Emre’nin neye şaşırıp da fenalaştığı üzerine konuşmaları gerekirken; Elif Emre’nin fiziksel olarak yanında, yakınında, fakat başka bir yerde, başka bir gerçeklikteydi. Emre hayret dolu ifadesiyle arkadaşının ilgilendiği ekrana baktı. Ekranda kendisi vardı. Algılayamadı. Elif’i hafifçe omzundan dürttü; hiçbir tepki verdiği yoktu. Ekrana yoğunlaşmayı denedi. Bunun ne olduğunu çözmesi gerekiyordu.

Başlangıçta algıda seçicilik kaynaklı olsa gerek, yalnızca kendi suretini gören Emre, bir çeşit aynaya bakıyor olduğu sanısı içindeydi. Yavaşça kendi görüntüsünün bulunduğu dörtgenin etrafındaki diğer sahneleri de ayırt etmeye başladı. Bunlar gerçek anlamıyla ‘sahneler’di. Ya da bir filmin görüntülerinin karşısında kare kare sıralandığı söylenebilirdi. Şu anki görüntüsünün evvelinde uyandığı an ve onun öncesinde yerde baygın yatan kendisi de görülüyordu çünkü. Bunu fark eder etmez güncel görüntüsünün devamında ne olduğuna bakmak istedi. Bilgisayar ekranı karşısındaki kendisinden sonra ne yapıyordu? Bilgisayar deyip geçtiği şey, geleceği gösteren bir makine miydi aslında? Veya Elif, ‘Emre’nin kaderi’ konulu bir oyun icat edip onu gerçek kılmış olabilir miydi?

Neyse ki sonraki karelerde görüntüler bulanıktı. Emre hareket ettikçe netlik kazanıyordu. Hâlâ yazgısını elinde tutan Emre derin bir nefes aldı. Elif ise kendine gelmişti. Tıpkı arkadaşı gibi o da bir uykudan uyanmış gibiydi. Ekrandaki görüntüler, Elif’in uyanmasıyla beraber değişmeye başlamıştı. Şimdi gördükleri masa başında çalışan insanlardı ve kutucukların birinde ikisinin de daha evvel görmedikleri reklam metinlerinden biri belirdi:

“Yaşadığınız hayattan sıkıldınız mı? Para kazanmak uğruna, yaşayacağınız zamanı boşa harcadığınızı mı düşünmeye başladınız? Her sabah uyanıp işe gitmek sizin için zulme mi dönüştü? Endişelenmeyin! Hiçbir zorunluluğun olmadığı, bir şey satın almak ya da mülk sahibi olmak için paraya ihtiyacınızın olmadığı bir hayat artık mümkün!

“Komünizm, anarşizm gibi eski dünyaya ait ideolojilerin aklınızdan geçtiğini duyar gibiyiz. İlgisi yok! Yeni Hayat Üretim Merkezi’nde yepyeni bir teknik, hiçbir ideolojiye sığmayacak bir gerçeklik sizi bekliyor! Üretken Kampımız sadece bir tuş uzağınızda.”

Yeni Hayat Üretim Merkezi, Üretken Hayat Kampı.


Yazar, SERAN DEMİRAL
Editör, OZANCAN DEMİRIŞIK
Kapak, M. ZEKİ ATAMAN